Kitabı oku: «Kahramanların Görevi », sayfa 5
5
Thor arenanın ortasında tüm gücüyle koşuyordu. Peşindeki muhafızlar ona yetişmek üzereydiler. Adamlar Thor’un ardından küfürler savuruyorlardı. Tam karşısındaki yeni adayların kimi kılıçlarla idman yaparken kimileri de cirit atıyorlardı. Adayların hepsi işlerini bilir gözüküyorlardı. Aralarındaki rekabet epey zorlu geçeceğe benziyordu.
Adayların arasındaki Gümüşler’den bazıları uzaktan antrenman yapan adayları izleyerek kimin burada kalıp kimin eve gideceğine dair değerlendirmeler yapıyorlardı.
Thor kendini bu adamlara kanıtlamak zorunda olduğunu biliyordu. Muhafızlar birazdan tepesine bineceklerdi. İşte tam o zaman marifetlerini göstermesi gerecekti. Fakat nasıl? Hızını kesmeden ilerlerken kafası bunla meşguldü.
Sahadaki diğerleri de durumu fark etmeye başladı. İdmanı yarıda kesen adaylardan bazıları ile şövalyelerin bir kısmı başlarını Thor’dan yana çevirdiler. Thor tüm bakışları üzerinde hissediyordu. Sahanın ortasından peşinde üç muhafızla beraber koşan bu çocuğun kim olduğunu merak etmiş olmalıydılar. Halbuki Thor onları etkilemek isterken aklından geçen bu değildi. Tüm hayatı boyunca katılmayı istediği Lejyon’un karşısına bu şekilde çıkmak istemezdi.
Ne yapacağını düşünen Thor’un adına başka birisi çoktan karar vermişti halbuki. Adaylar arasından iri bir çocuk diğerlerini etkilemek için Thor’u durdurmaya karar vermişti. Neredeyse Thor’dan iki kat büyük olan bu çocuk Thor’un koşu yoluna doğru tahta kılıcını indirdi. Thor, kendisini yere yapıştırıp, herkesin önünde aptal durumuna düşürmek isteyen çocuğun epey kararlı olduğunu bakışlarından anladı.
Thor öfkelenmişti. Bu çocukla hiçbir sorunu olmamasına rağmen onun kendisini durdurmasına razı olamazdı.
Çocuğa iyice yaklaşan Thor bu oğlanın boyutları karşısında iyice hayrete düştü. Alnı gür siyah saçlarla örtülü olan çocuğun çenesi kadar büyük bir çeneyi ilk defa görüyordu. Onu atlatabileceğinden şüphe duymaya başladı.
Tahta kılıcıyla üstüne gelmeye başlayan çocuğa karşı hızla bir önlem almalıydı. Yoksa ayaklarının yerden kesilmesi an meseleseydi.
Thor kendini içgüdülerine bıraktı. Sapanını çektiği gibi çocuğun eline doğru bir taş fırlattı. Kılıcını indirmeye hazırlanan çocuk acıyla kıvranarak, tahta aleti elinden düşürdü.
Hiç vakit kaybetmeyen Thor zıplayarak iki ayağıyla beraber çocuğun göğsüne doğru tekme attı. Ancak bu iri yapılı çocuğa vurmanın bir meşe ağacına vurmaktan farkı yoktu. Thor neredeyse yerinden bile oynamayan çocuğun ayaklarının dibine düştü. İşte bu hiç iyi olmadı, dedi Thor içinden.
Ayağa kalkmaya çalışan Thor’u çocuk sırtından yakaladığı gibi toprağın üzerine fırlattı. Hızla etraflarına toplanan çocuklar alkış tutmaya başladılar. Küçük düştüğünü anlayan Thor’un suratı kızardı.
Çocuk çok hızlıydı. Thor daha kendini toparlayamadan üzerine çıkıp, onu yere mıhladı. Birden güreş karşılamasına dönen kavgada Thor’un bu ağırlıktaki birine karşı pek bir şansı yoktu.
Kana susayan diğer adaylar tezahüratlar atmaya başlamıştı. Öfkeli gözlerle ona bakan üstündeki çocuk baş parmaklarını Thor’un gözlerine doğru indiriyordu. Bu Lejyon adayı Thor’un sahiden de canını yakma niyetindeydi. Bunu yaparak diğerlerinin gözünü korkutmayı sahiden de bu kadar çok mu istiyordu?
Thor’un son anda kendini çekmesiyle çocuğun parmakları toprağa saplandı. Bundan faydalanan Thor kendini yana yuvarlayarak çocuğun altından kurtuldu.
İkisi de ayağa kalkıp yüzleşti. Thor üzerine koşarak bir yumruk sallayan çocuktan yana atlayarak kurtuldu. Eğer bu darbeyi almış olsa büyük ihtimalle çenesi kırılacaktı. Thor çocuğun midesine hızla bir yumruk indirse de çocuk bunu hissetmemiş gibiydi.
Thor daha yerinden kıpırdayamadan iri yarı çocuğun dirseği suratıyla buluştu. Darbenin etkisiyle arkaya savrulan Thor’un suratına sanki bir çekiç inmişti.
Halen yalpalayarak soluklanmaya çalışan Thor’un göğsüne güçlü bir tekme darbesi indi. Geriye doğru uçan Thor yere yapıştı. Bunu gören diğer adaylardan sevinç çığlıkları yükseldi.
Başı dönen Thor henüz toparlanamadan bu seferde suratına güçlü bir yumruk yiyerek dümdüz yere serildi. Suratındaki şişkinliği ve burnundan sızan kanı hisseden Thor acıyla inledi. Arkadaşları arasına dönen iri yarı çocuğun çoktan tebrikleri toplamaya başladığı gördü.
Thor pes etmek istiyordu. Böylesi iri biriyle dövüşmenin bir manası yoktu. Hem bünyesinin daha fazla darbeye dayanamayacağını düşünüyordu. Ancak içinde bir ses yılmaması gerektiğini söylüyordu. Kaybeden o olmamalıydı. Hele ki etkilemek istediği bu insanların önündeyken.
Pes etme. Ayağa kalk. KALK!
Nasıl olduğunu bilmediği bir şekilde gücünü tekrar kazandı; acılar içinde zor da olsa elleri ve dizleri üzerinde doğruldu, ardından yavaşça ayakları üzerine kalktı. Şişmiş gözü ve kan içindeki suratıyla çocuğun karşısına dikildi. Ne etrafı düzgün görebiliyor ne de sağlıklı şekilde nefes alabiliyordu, buna rağmen yumruklarını kaldırdı.
Thor’un ayağa kalktığına inanamayan çocuk kaşlarını çatarak ona baktı. Tehditkar bir şekilde “Kalkmamalıydın, çocuk” dedi ve Thor’un üzerine yürümeye başladı.
“YETER!” diye bağıran bir ses duyuldu. “Elden, geri çekil!”
Birden ortaya çıkan şövalye aralarına girerek avucunu Elden’ın göğsüne koyarak ilerlemesini engelledi. Kalabalık sessizliğe büründü. Thor bunun saygı gösterilmesi gereken biri olduğunu o an anladı.
Adamın görünüşü Thor’u epey etkiledi; uzun boylu, geniş omuzları olan yirmili yaşlardaki bu şövalye bakımlı kahverengi saçlara sahipti. Thor anında bu adamdan hoşlanmıştı. Gümüşten yapılma birinci sınıf zırhı parlıyordu ve üzeri hanedanlığa ait işaretlerle doluydu; MacGil ailesine ait kartal arması. Thor ağzının kuruduğunu hissetti; şu an kraliyet ailesine mensup birinin yanındaydı.
Şövalye Thor’a, “Açıklaman nedir evlat?” dedi. “Arenamıza davet edilmediğin halde burada işin ne?”
Thor daha cümlesini toparlayamadan peşindeki üç muhafız olay yerine geldi. Liderleri olan muhafız zar zor soluklanarak parmağıyla Thor’u gösterdi.
“Emrimize karşı geldi!” diye bağırdı. “Zincirleri takıp, onu zindanlara götüreceğim!”
Thor, “Ben yanlış hiçbir şey yapmadım” diyerek karşı çıktı.
“Öyle miymiş?” diye bağıran muhafız devam etti, “Kral’ın mülküne izinsiz girmek hiçbir şey yapmamak mı demek sence?”
Thor, “Tek istediğim bir şanstı!” diye bağırdı hanedanlık mensubu şövalyeye yalvararak. “Tek istediğim Lejyon’a katılabilmek!”
Sert bir ses, “Burası sadece seçilenlere ayrılmıştır evlat” dedi.
6
Ellili yaşlarında, kel kafalı, kısa sakallı ve burnunun üzerinde derin bir yara izi olan irice bir savaşcıydı bu sesin sahibi. Tüm hayatını savaşarak geçirmiş gibi duran bu adamın zırhındaki semboller ve göğsündeki altın rozet, onun bir general olabileceğini söylüyordu. Karşısında bir General olabileceğini anlayan Thor heyecanlandı.
“Seçilmediğimi biliyorum efendim” dedi Thor. “Ancak tüm hayatım boyunca bunu hayal ettim. Tek isteğim, size neler yapabileceğimi gösterebilmek. Buradaki herhangi bir aday kadar iyi sayılırım. Lütfen bana bunu kanıtlamam için bir şans verin. Lütfen. Hayalimdeki tek şey Lejyon’a katılabilmek.”
General gene o sert sesiyle, “Burası hayalperestler için değil, evlat” dedi. “Dövüşçüler için. Kimse istisna değildir; adayların hepsi, seçilmiş kişilerdir.”
General’in işareti üzerine muhafız, elinde zincirle yaklaşmaya başladı.
Ancak birden ileri fırlayan soylu şövalye muhafızları durdurdu. “Duruma göre bazı istisnalar yapılabilir” dedi.
Şaşıran muhafız bir şeyler söylemek ister gibiydi, ancak karşısında bir hanedan ailesinden biri olduğu için, adamın sözlerine itaat etmek zorunda kaldı.
Şövalye, “Sendeki bu heves takdire şayan, evlat” dedikten sonra devam etti, “Seni buradan uzaklaştırmadan önce neler yapabileceğini görmek istiyorum.”
Şövalyenin sözlerinden pek hoşnut olmayan General, “Fakat Kendrick—” dedi.
Sinirlenen Kendrcik, “Kuralları hanedan ailesi koyar” dedi. “Lejyonda bu kurallara uyar.”
Kendrick’e aynı sertlikle cevap veren General, “Babana, yani Kral’a hesap veririz, sana değil” dedi.
Ortam iyice gerilmişti. Thor tüm bunların sebebinin kendisi olduğuna inanamıyordu.
“Babamı ve onun ne isteyip istemeyeceğini gayet iyi biliyorum. O, bu çocuğa bir şans verilmesini isterdi. Biz de şimdi öyle yapacağız.”
General isteksiz de olsa geri adım atmak zorunda kaldı. Bir prense, fakat aynı zamanda bir savaşçıya da ait olan yüzünü Thor’a dönen Kendrick, kahverengi gözlerini çocuğunkilere kilitledi. “Sana tek bir şans vereceğim. Bakalım hedefi vurabilecek misin?”
Sahanın epey ilerisinde yer alan bir saman yığınını işaret etti. Samanların ortasında yer alan küçük, kırmızı noktanın çevresi mızraklarla doluydu. Fakat tam o noktaya isabet etmiş olan bir tane bile yoktu.
Kendrick, “Eğer diğer adayların yapamadığı şeyi yapıp, o noktayı buradan vurabilirsen, bize katılırsın” dedikten sonra kenara çekildi. Thor, şövalyenin üzerinde gezen bakışlarını hissedebiliyordu.
Thor kenarda duran mızrakları incelemeye başladı; onun alışkın olduğundan çok kaliteli olan mızraklar, en iyi meşeden yapılmış ve üzerleri pahalı deriyle çevrilmişti. Burnundaki kanı elinin tersiyle sildikten sonra hayatında hiç olmadığı kadar heyecanlanmış olduğunu fark etti. Ona verilen görevi yerine getirmenin imkansız olduğunu biliyordu, ancak denemek zorundaydı.
Ne uzun ne kısa olan bir tanesini eline alan Thor, mızrağı kendince tarttı. Sağlam ve ağırdı. Köyünde kullandıklarına hiç benzemiyordu. Eline tam oturduğunu hissetti. Belki bunu gerçekten de başarırım, diye kafasından geçirdi. Ne de olsa mızrak atmak, en büyük yeteneği sayılırdı. Tabii taş fırlatmaktan sonra. Ormanda geçirdiği onca zaman sayesinde epey bir pratik yapabilmişti. Ağabeylerinin vuramadığı hedefleri bile vururdu.
Gözlerini kapatıp, derin bir nefes aldı. Eğer ıskalarsa, muhafızlar onu sürükleyerek zindanlara götürecek ve böylece Lejyon’a katılma şansı sonsuza dek kaybolmuş olacaktı. Tüm hayalleri yapacağı bu atışa bağlıydı.
İçinden Tanrı’ya yakardı.
Bir an bile tereddüt etmeyen Thor, gözlerini açtığı gibi ileriye doğru iki adım attı ve gerindikten sonra mızrağı fırlattı.
Uzaklaşan mızrağı nefesi tutulmuş halde izliyordu.
Lütfen Tanrım. Lütfen.
Yüzlerce göz sahaya çöken sessizliği yararak ilerleyen mızrağı izliyordu.
Thor’a bir ömürmüş gibi gelen bekleyişin ardından, mızrağın ucunun samanları delen sesi işitildi. Thor o tarafa bakmaya bile tenezzül etmedi. Çünkü bir şekilde hedefi tam on ikiden vurduğunu çok iyi biliyordu. Elinden çıkan mızrağın hissettirdikleri ve bileğinin aldığı açı sayesinde bundan emin olmuştu.
Cesaretini toplayarak hedefe bakan Thor haklı olduğunu gördü. Mızrak, kırmızı noktaya tam ortasından saplanmıştı. Diğer adayların başarısız olduğu yerde, o başarıya ulaşmıştı.
Hayretler içindeki herkes inanmayan gözlerle Thor’a bakıyordu. Sessizliği bozan Kendrick, Thor’a yaklaşarak sırtına sertçe vurdu. Sırıtan yüzünde rahatlamış bir ifade vardı.
Kendrick, “Haklıydım” dedi. “Bizimle kalacaksın!”
Şaşkına dönen muhafız, “Fakat Lordum! Bu adil değil. Çocuk buraya izinsiz girdi” dedi.
“Hedefi vurdu ya. Bence bundan başka bir izne ihtiyacı yok.”
Lafa dahil olan General, “Diğer adaylardan çok daha genç ve ufak tefek. Burası veletler bölüğü değil” dedi.
Kendrick, “Hedefi vurmayı başaran ufak tefek bir askeri, onu vuramayan bir yeteneksize tercih ederim” diye karşılık verdi.
“Şanslı bir atıştı!” diye sesini yükseltti Thor’un az önce kavga ettiği iri yarı çocuk. “Bize daha çok şans verilmiş olsa, biz de vururduk.”
Kaşlarını çatan şövalye çocuğa döndü.
“Sahiden de atabilir miydin?” diye sordu. “Bana bunu nasıl yapacağını göstermek ister misin? Hatta buradaki akıbetin üstüne bahse girmeye ne dersin?”
Utanan çocuk kafasını yere indirdi. Böyle bir şey için bahse girmek istemediği açıktı.
İtiraz eden General, “Fakat bu çocuk bir yabancı. Nereden geldiğini bile bilmiyoruz?” dedi.
“Alçak Topraklar’dan geliyor” diyen bir ses duyuldu.
Herkes sesin geldiği yöne doğrulmuştu, Thor hariç. Çünkü o sesin sahibini tanıyordu. Bu tüm çocukluğunun belası olan sesti. En büyük ağabeyi Drake’in sesi.
Diğer iki ağabeyi de yanında belirdi. Hepsi beraber aşağılayan gözlerle Thor’a bakıyorlardı.
“Doğu Krallığı’nın Güney Eyaleti’nde yaşayan McCleod klanından Thorgrin. Dört kardeşin en küçüğü. Hepimiz aynı haneden geliyoruz. Kendisi babamın sürülerini gütmekle görevlidir.”
Çocukların ve şövalyelerin hepsi kahkahalara boğuldu.
Thor suratının kızardığını hissetti; şu an ölmek istiyordu. Daha önce bu kadar utanmış olduğu başka bir zaman hatırlamıyordu. Bu ağabeyinin her zaman yaptığı bir şeydi; onu aşağılamanın bir yolunu bularak, mutlu olduğu her anı mahvetmek.
General, “Demek sürüleri güdüyordu, ha?” diye alay etti.
Çocuklardan biri, “O zaman düşmanlarımız epey bir dikkatli olmak zorunda kalacaklar!” diye bağırdı.
Herkes tekrar kahkahalara boğuldu. Thor iyice yerin dibine girdiğini hissediyordu.
Sinirlenen Kendrick bağırarak, “Yeter!” dedi.
Kahkahalar azar azar kesildi.
Ve Kendrick ekledi, “Böyle yetenekli bir çobanı, sizin gibi gülmekten başka bir şey yapamayanlara her zaman tercih ederim.”
Bu lafın üzerine ortama tam bir sessizlik çöktü. Gülen tek bir kişi dahi kalmamıştı.
Thor, Kendrick’ karşı sonsuz bir şükran hissetti. Onun kim olduğunu öğrenmeye ve yaptıklarının karşılığı ödemeye yemin etti. Bunca aşağılamaya rağmen, Kendrick sayesinde incinen gururunu biraz da olsa toparlayabilmişti.
Şövalye, Drake’e, “İnsanın ailesi bir yana, kendi arkadaşları için bile boşboğazlık etmesinin bir savaşçıya yakışmadığını bilmiyor musun evlat?” diye sordu.
Utanıp, başına öne eğen Drake’in görüntüsü Thor’u şaşırttı. Onu böyle görmek ender rastlanan türden bir durumdu.
Diğer ağabeyi Dross bu duruma karşı çıktı, “Fakat Thor aday olarak seçilmedi bile. Biz ise seçildik. Tek yaptığı bizi buraya kadar izlemiş olmak.”
En sonunda dayanamayan Thor, “Sizi izlediğim falan yok” dedi. “Lejyon için buradayım, sizin için değil.”
Durumdan rahatsız olan General, “Neden burada olduğunun bir önemi yok. Tek yaptığı hepimizin vaktini harcamak. Evet yaptığı atış etkileyiciydi, ancak bu aramıza katılacağı anlamına gelmez. Ne ona destek çıkacak bir şövalye ne de onunla çalışmak isteyen bir partneri var.”
Kalabalıktan bir ses, “Ben onunla çalışırım” dedi.
Diğerleriyle beraber sesin geldiği yöne dönen Thor, karşısında onun yaşlarında bir çocuk gördüğü zaman şaşırdı. Az da olsa Thor’a benzeyen bu çocuk, sarı saçlara ve açık yeşil gözlere sahipti. Kraliyet ailesine ait kızıl ve siyah renklerle süslenmiş zırhı, Thor’un şu ana kadar gördükleri arasında en güzeliydi.
General, “İmkansız” dedi. “Kraliyet ailesinden biri sıradan insanlarla idman yapamaz.”
Çocuk, anında, “İstediğimi seçerim” diye karşılık verdi. “Ve Thorgrin’in eşim olacağını söylüyorum.”
“Bunu onaylasak bile” dedi General, “Bu hiçbir şeyi değiştirmeyecektir. Çünkü ona maddi destek sağlayacak bir şövalyeye sahip değil.”
“O işi ben üstleneceğim” diyen bir ses duyuldu.
Sesin geldiği yöne kafalarını çeviren grup arasında fısıldaşmalar yükseldi.
Atının üzerinde kalabalığa yaklaşan şövalye, Thor’un bugüne kadar görmüş olduğu en parlak zırhı giyiyordu. Adamın üzerinde her türden silah vardı. Adamın aydınlık suratı, ona bakanları sanki güneşe bakıyorlarmış gibi etkiliyordu. Şövalyenin duruşunu ve hareketlerini inceleyen Thor, adamın zırhının üzerindeki işaretleri de görünce, onun diğerlerinden daha farklı biri olduğunu hemen kavradı. O bir kahramandı.
Thor bu adamın olduğu tabloları görmüş, hakkında anlatılan efsaneleri dinlemişti. Adı Erec’di. Tüm Halka’nın en büyük şövalyesi.
Duruma karşı çıkan general, “Fakat lordum, sizin zaten bir silahtarınız var” dedi.
Erec kendinden emin bir sesle, “O zaman iki tane olurlar” diye yanıtladı.
Kalabalığın üzerine şaşkın bir sessizlik çöktü.
Kendrick, “O halde tartışacak bir şey kalmadı.” dedi. “Thorgrin’in hem çalışabileceği biri, hem de ona destek sağlayacak bir şövalyesi var. Konu kapanmıştır. O artık Lejyon’un bir üyesi.”
Krallık muhafızı isyan etti, “Fakat beni unutuyorsunuz! Bunların hiçbiri bu çocuğun bir muhafıza vurduğunu ve cezalandırılması gerektiği gerçeğini değiştirmiyor. Adalet yerini bulmalı.”
Kendrick çelik gibi bir sesle, “Bulacak da.” dedi. “Fakat bunun nasıl olacağına ben karar vereceğim, sen değil.”
“Fakat lordum, bu çocuk zincire vurulmalı! Böylece herkes bir muhafıza vurmanın bedelini görecektir!”
Sinirlenen Kendrick, “Eğer böyle konuşmaya devam edersen, o zaman zincire vurulan sen olacaksın.” dedi.
Mücadelesinden vazgeçen muhafız, Thor’a ters bir bakış attıktan sonra oradan uzaklaştı.
“O zaman işi resmileştirelim.” dedi Kendrick, yüksek sesle, “Thorgrin, Kraliyet Lejyonu’na hoş geldin” diye bağırdı.
Şövalye ve adaylardan oluşan kalabalık, hep bir ağızdan Thor’u selamladılar ve antrenmanlarına geri döndüler.
Thor şaşkınlıktan donup kalmıştı. Gelişmelere inanamıyordu. Artık Lejyon’un bir parçasıydı. Kendini bir rüyadaymış gibi hissetti.
Thor, Kendrick’e olan borcunu nasıl ödeyeceğini bilmiyordu. Daha önce hayatında hiç kimse onu kollamamış veya iyiliği için uğraşmamıştı. Hoş bir histi. Kendrick’e karşı daha şimdiden babasına duyduğundan daha çok yakınlık hissediyordu.
“Sana nasıl teşekkür edebileceğimi bilmiyorum” dedi Thor. “Sana karşı borçluyum.”
Kendrick gülümsedi. “Benim adım Kendrick. Adımı unutma. Kral’ın en büyük çocuğuyum. Cesaretine hayran kaldım. Senin gibi birisi Lejyon’a çok iyi hizmetlerde bulunabilir.”
Kendrick henüz uzaklaşmıştı ki, az önce kavga ettiği çocuk yanına yaklaştı ve “Kıçını kolla.” dedi. “Aynı kışlada kalıyoruz, biliyorsun değil mi? Bir an bile rahat nefes alabileceğini sanma.”
Çocuk, Thor ona henüz bir cevap veremeden oradan uzaklaştı; daha şimdiden kendine bir düşman kazanmıştı bile. Kendisini başka ne türlü sürprizlerin beklediğini düşünürken, Kral’ın en küçük oğlu yanına yaklaştı.
“Sen ona aldırma” dedi Thor’a. “O hep böyle kavgacıdır. Benim adım Reece.”
Elini Reece’e doğru uzatan Thor, “Beni çalışma eşin olarak seçtiğin için teşekkürler. Sen olmasan ne yapardın bilmiyorum.”
Sesinden ne kadar neşeli olduğu anlaşılan Reece, “Birinin o hayvana karşı koymasına sevindim. Güzel bir dövüştü.” dedi.
Suratındaki kurumuş kanı silen Thor, “Dalga mı geçiyorsun? Neredeyse beni öldürüyordu.” dedi.
“Ancak pes etmedin” diye karşılık verdi Reece. “Etkileyiciydi. Başka biri olsa bu kavgadan kesin kaçardı. Ayrıca o nasıl bir mızrak atışıydı öyle? Bu kadar iyi olmayı nasıl öğrendin? Bence biz seninle hayat boyu partner olarak kalmalıyız.” dedikten sonra Thor’un elini sıktı ve ekledi, “Ve tabii arkadaş olarak da. Şimdiden görebiliyorum.”
Reece’in elini sıkan Thor, kendine hayat boyu yoldaşlık edecek bir arkadaş edindiğini hissediyordu. Ancak birden birisi Thor’u itti. Bunun kim olduğunu anlamak isteyen Thor, karşısında kendinden yaşça daha büyük birini gördü. Uzun ve dar bir suratına sahip çopur suratlı bu çocuk Feithgold’du.
“Erec’in silahtarıyım. Sen ise ikinci silahtarısın. Bu demek oluyor ki benim emrimdesin. Birkaç dakika içinde bir turnuva gerçekleştirilecek. Tüm krallıktaki en ünlü şövalyenin silahtarı olduğun halde, hiçbir şey yapmadan öylece durabileceğini mi sanıyorsun? Beni izle. Derhal!”
Thor hemen Feithgold’un peşine takıldı ve beraber sahanın diğer ucuna ilerlediler. Nereye gittikleri hakkında hiçbir fikri yoktu. Zaten umurunda da değildi. İçi heyecanla dolup taşıyordu. Çünkü başarmıştı. Hayalleri gerçek olmuştu.
7
Sarayın avlusunda, en güzel kıyafetleri içinde aceleyle ilerleyen Gareth, kız kardeşinin düğünü için dört bir yandan gelen kalabalığı yararken, bir yandan burnundan soluyordu. Babasının verdiği karar aklından çıkmıyordu. Nasıl olur da babası onu kral seçmezdi? Bu durum aklına yatmamıştı. Halbuki en büyük meşru çocuğu kendisiydi. Varisler her zaman bu kişilerden seçilirdi. Doğduğu günden beri bir gün tahta çıkanın kendisi olacağından hiçbir zaman şüphe duymamıştı.
Babasının yaptığı insafsızlıktı. Kız olması bir yana, kendinden daha küçük birini seçmesi neyin nesiydi? Bu haber duyulur duyulmaz, tüm krallığın alay konusu olacaktı. Bu yaşadığı şoku nasıl atlatacağını bilmiyordu.
Etrafı, farklı eyaletlerden gelen çeşit çeşit insanla doluydu. Sıradan insanlara bu kadar yakın olmaktan tiksiniyordu. Ayrıca böylesi günlerde fakir ile zengin birbirine karışır ve şu doğudaki krallıktan gelen vahşilerin içeri girmelerine izin verilirdi. Gareth halen kız kardeşinin bunlardan biriyle evlenecek olmasına inanamıyordu. Babasının yaptığı bu politik manevrayı, aşağılıkça buluyordu. İki krallık arasında barışın sağlanması için yapılan acınası bir hareket.
İşin enteresan tarafı ise, kız kardeşinin bu yaratıktan sahiden de hoşlanıyormuş gibi görünmesiydi. Gareth bunun nasıl olduğunu anlayamıyordu. Onu iyi tanıyan Gareth, kız kardeşinin asıl isteğinin o yaratık değil, kraliçelik unvanı ile kendine ait bir toprak olduğunu düşünüyordu. Yüksek Topraklar’ın diğer tarafından gelen bu vahşilerin arasında hak ettiğini bulacaktı da. Gareth’a göre onlar uygarlıktan, asillikten ve kültürden nasibini almamış şeyler idi. Tabii bunu kafaya takacak değildi. Madem ki kız kardeşi durumdan hoşnuttu, o zaman bırakın evlensin, diye düşünüyordu. Hem böylece tahta uzanan yolda bir rakip daha eksilmiş olacaktı. Hatta kız ne kadar uzağa giderse, o kadar iyiydi.
Gerçi bu da doğru değildi ya. Çünkü bugün itibariyle krallık elinden alınmış sayılırdı. Artık babasının krallığındaki onlarca prensten sadece biriydi. Artık, hayal ettiği güce kavuşmanın hiçbir yolu yoktu; onu bekleyen tek şey sıradan bir hayattı.
Babası onu her zaman küçümsemişti zaten. Babası kendisini çok kurnaz görüyordu. Fakat Gareth babasından çok daha kurnaz olduğundan emindi. Mesela Luanda’nın McCloud’lardan biriyle evlenecek olması; Kral yaptığı bu hamleyle kendini usta bir politikacı olarak görmüştü. Fakat babasından çok daha ileriyi görebilen Gareth, bu gelişmenin ilerde neden olacağı sonuçların çok daha iyi farkındaydı. Bu evlilik McCloud’ları sakinleştirmek bir yana, onları iyice cesaretlendirecekti. Bu vahşi herifler, babasının yaptığı barış teklifini Kral’ın gücüne değil, zayıflığına addedeceklerdi. Ailelerin arasında oluşan bağı umursamayacaklar ve düğün biter bitmez, saldırı planlarına başlayacaklardı. Asıl niyetlerini gizleyen bir tezgahtan ibaretti tüm bunlar. Bunu babasına söylemeye çalışmış, ama dinletememişti.
Bu da artık onu ilgilendirmiyordu. O artık sıradan bir prens, krallığı döndüren çarkın dişlilerden sadece biriydi. İçi nefretle dolan Gareth, babasına karşı hiç duymadığı bir öfke duydu. Babasından intikam almanın ve tahtı nasıl ele geçireceğinin yollarını düşünmeye başladı. Hiçbir şey yapmadan öylece oturması söz konusu bile olamazdı. Küçük kız kardeşinin ona ait olan tahtı ele geçirmesine izin veremezdi.
Birisi, “İşte seni buldum” diye seslendi. Neşeli bir gülümsemeyle harika dişlerini gösteren Firth, ona yaklaştı. On sekiz yaşında, uzun ve zayıf yapılı Firth, pürüzsüz bir cilt ile al yanaklara sahipti. Sevgilisi olan bu adamı görmekten çoğu zaman memnuniyet duyan Gareth, şu an hiç havasında değildi.
“Sanırım tüm gün benden kaçtın” dedikten sonra kolunu, Gareth’in beline doladı. Derhal adamın kolunu iten Gareth, kimsenin görmediğinden emin olmak için etrafı kolaçan etti.
Sinirlenen Gareth, adamı azarlamaya başladı, “Sen salak mısın? Sakın bir daha halkın içinde böyle bir şey yapayım deme. Asla.”
Yüzü kızaran Firth, “Üzgünüm” dedi. “Düşüncesizlik ettim.”
“Evet. Yaptığın tam olarak buydu. Ola ki bunu tekrar yaptın, o zaman seninle bir daha görüşmem.”
Firth, suratında pişman bir ifadeyle, “Üzgünüm” dedi. Gareth tekrar etrafı kontrol etti. Kimsenin görmediğinden emin olunca, biraz rahatladı.
Konuyu değiştirmek isteyen Gareth, “Halktan kulağına çalınan dedikodular nedir?” diye sordu. Kafasındaki kötü düşünceleri uzaklaştırmak istiyordu. Soruyu duyan Firth’ün neşesi yerine geldi.
“Herkes merak içinde. Senin varis seçildiğini duymak için sabırsızlıkla bekliyorlar.”
Gareth somurttu. Bu, Firth’ün dikkatini çekti.
Kafası karışan Firth, “Seçilmedin mi?” diye sordu.
Gözlerini Firth’ünkilerden kaçıran Gareth, utanmıştı.
“Hayır.”
Firth inanamadı.
“Beni es geçti. Buna inanabiliyor musun? Hem de kız kardeşim için.”
Şimdi somurtma sırası Firth’de idi. Şaşkına dönmüştü.
“Bu imkansız” dedi. “Sen ilk doğansın. O ise bir kadın. Bu olamaz.”
Firth’e sert bir bakış atan Gareth, “Ben yalan söylemem” dedi.
İkili, iyice kalabalıklaşan saray çevresinde bir süre sessizce yürüdü. Avluya her yönden binlerce insan giriyordu. Hepsi özenle hazırlanmış nikah masasının önünde yer alan, üstleri kızıl renkli rahat görünümlü yastıklarla örtülü sandalyelere ilerliyorlardı. Etrafta dolaşan hizmetkarlar bir aşağı bir yukarı koşturup, insanları rahat ettirmeye ve herkese içki servisi yapmaya çalışıyorlardı.
McCloud ile McGil’ler nikah masasının iki farklı yanına yerleşmişlerdi. McGil’lerin üzerinde koyu mor, McCloud’ların üzerinde koyu turuncu renkleriyle en güzel kıyafetleri vardı. Gareth bu iki klanın birbirinden ne kadar da farklı olduğunu düşündü; McCloud’lar istedikleri kadar en şık kıyafetlerini giymiş olsunlar, yine de vahşilerden farkları yoktu. Bu suratlarından, hareketlerinden ve gülüş şekillerden bile belliydi. Bu hoş kıyafetlerin bile saklayamadığı bir iğrençlik vardı onlarda. Kale kapılardan içeri girebilmiş olmaları bile onu tiksindirmeye yetiyordu. Babasının aldığı tüm o salak kararlardan sadece birisiydi bu.
Eğer kral kendisi olsaydı, çok daha farklı bir yöntem izlerdi; evet, o da bu düğüne onay verirdi. Fakat gece yarısına, tüm McCloud’ların alkolden zıbarmış olacakları o saate kadar bekler ve koridorun dışına açılan tüm kapıları kapattırdıktan sonra hepsini ateşe verirdi. Böylece tek bir hamleyle hepsinden kurtulmuş olurdu.
“Hayvanlar” dedi Firth, McCloud’lardan tarafa bakarak. “Babanın onları içeri almasına akıl sır erdirmek mümkün değil.
“Düğünden sonra gerçekleşecek oyunların ilginç geçmesi olası” dedi Gareth. “Düşmanlarımızı kapıdan içeri alıyor ve ardından düğün için müsabakalar düzenliyor. Bu çatışmaya bir davet değil ise nedir?”
“Öyle mi düşünüyorsun?” diye sordu Firth. “Surların içinde gerçekleşecek bir savaş mı? Hem de tüm bu askerler varken? Üstüne üstlük kız kardeşinin düğününde?”
Omuzları silken Gareth, McCloud’lardan her şeyi beklerdi.
“Böylesi şerefli bir birliktelik onlara bir şey ifade etmiyordur.”
“Fakat burada binlerce askerimiz var.”
“Tıpkı onların da olduğu gibi.”
MacGil ve McCloud klanlarının iki yanına da dizilmiş olan asker sıralarını inceledi. Eğer bir çarpışmaya hazırlanmıyorlarsa, neden bu kadar asker getirsinler ki, diye düşündü. Tüm bu hoş kıyafetlere, onlarca yemeğe, her yerde açan çiçeklere rağmen, havada halen bir gerginlik vardı. İnsanları izleyen Gareth, suratlardaki mimiklerden ve vücut dillerinden, herkesin ne kadar gergin olduğunu görebiliyordu. Herkes tetikteydi.
Belki şansım yaver gider de, içlerinden biri bıçağını babamın göğsüne saplar, diye düşündü Gareth. İşte o zaman kral olma şansını elde edebilirdi.
“Herhalde beraber oturamayız, değil mi?” diye soran Firth’ün sesi hayal kırıklığına uğramış gibiydi.
Gareth, Firth’e iğreti dolu bir bakış attı. Zehirini tüküren bir yılan gibi “Gerçekten bunu sorabilecek kadar salak mısın?” dedi.
Ahırlarda çalışan bu oğlanla sevgili olarak iyi bir şey yapıp, yapmadığını ciddi olarak düşünmeye başlamıştı. Eğer bu toy hareketlerini bırakmazsa, ikisi de bu ilişkiden çok ciddi zarar görebilirdi. Firth utanarak yere bakıyordu. Onu iterek, “Seninle daha sonra ağırda görüşürüz. Şimdi defol” dedi. Firth kalabalığın içinde kayboldu.
Gareth birden kolunda buz gibi el hissetti. En sonunda yakalandığını düşünüp, panik yaptı. Ancak derisine batan zayıf parmakları ve uçlarındaki uzun tırnakları görünce ne olduğunu anladı; bu eller Helena’nındı. Karısının.
Öfkeli kadın, “Böyle bir günde sakın beni utandırayım deme” dedi.
Kadını incelemeye koyuldu; üzerindeki beyaz renkli uzun kadife giysisi, suratına yumuşak bir ifade veren makyajı, toplanmış saçı ve elmas kolyesiyle, harika gözüküyordu. Evlendikleri günkü kadar güzeldi, fakat Gareth kadına karşı hiçbir şey hissetmiyordu. Bu evlilik de babasının fikirlerinden biriydi. Onu bu kadınla evlendirerek, doğasını inkar ettirebileceğini sanmıştı. Fakat bu evliliğin başardığı tek şey sürekli mutsuz olan bir eş ve Gareth’ın gerçek eğilimleri üzerine yapılan daha çok saray dedikodusu olmuştu.
“Bugün kız kardeşinin düğünü yapılacak. En azından bir kereliğine de olsa karı, kocaymışız gibi davranabilirsin” diyerek, Gareth’ı azarladı.
Kadın onun koluna girdi ve beraberce ikisine ayrılan, etrafı kızıldan bir iple ayrılmış bölüme doğru ilerlemeye başladılar. İki muhafız onları içeriye aldı ve diğer asilzadelerin yanına yerleştiler.
Öten bir trompetin sesi, kalabalığı sessizleştirdi. Ardından duyulan klavsenin hoş sesiyle beraber etrafa çiçekler fırlatılmaya başlandı. Kraliyet mensuplarından oluşan tören alayı, sandalyelerin arasından ilerlemeye başladı. Helena’nın koluna girmiş olan Gareth da bu insanların arasındaydı.
Sanki herkes ona bakıyormuş gibi hisseden Gareth, bu düşünceden epey rahatsız olmaya başlamıştı ve karısını sevdiğini nasıl gösterebileceğine dair tek bir fikri bile yoktu. Üzerine çevrili olan yüzlerce gözün onu yargılıyor olduğu fikrinden kurtulamıyordu. Sanki bu sunak neden daha yakın bir yerde değildi ki? Bir anca önce kız kardeşinin yanına ulaşıp, bu iş bitsin istiyordu. Tabii babasının verdiği karardan henüz aklından çıkmamıştı; acaba buradakilerin gelişmelerden haberi var mıdır, diye düşündü.
Helena’nın kulağına eğilerek, “Bugün birtakım kötü haberler aldım.” diye fısıldadı. Nihayet yolun sonuna eriştiler ve bakışlardan kurtuldu.
Helena sinirlenerek, “Bilmediği mi sanıyorsun?” dedi. Şaşıran Gareth kadına döndü.
Kadın bu bakışa tiksinen bir ifadeyle karşılık verdi. “Kendi casuslarım var.” dedi. Gareth gözlerini kısarak kadına baktı; nasıl bu kadar soğukkanlı olabilirdi ki?
“Eğer ben kral olamazsam, sen de asla kraliçe olamazsın.” dedi.
Kadın, “Asla öyle beklentim olmamıştı.” diye cevaplayarak, Gareth’ı iyice şaşırttı.
“Seni varisi olarak seçmeyeceğini biliyordum.” diye devam etti kadın. “Zaten niye seçsin ki? Sen bir lider değilsin. Aşk adamısın. Ama benim aşığım değil.”
Gareth kıpkırmızı oldu.
“Ne de sen benim aşığımsın.” diye kadını yanıtladı.
Utanma sırası Helena’daydı. Gareth, ona, sevgilisi olan tek kişinin kendisi olmadığını hatırlatmak istemişti. Dedikoduları duymuş, bunun üstüne kadının peşine taktığı casuslar, Helena’nın yaşadıklarını bir bir ona anlatmışlardı. Kadın ona rahat verip, ilişkilerini gizli tuttuğu sürece, bu öğrendiklerini kendine saklayacaktı.