Kitabı oku: «Şafak Sökmeden », sayfa 9
ON DOKUZUNCU BÖLÜM
Bir anda Elijah’ın bacakları eğilip büküldü. Kate ellerini ileri uzattı ve yere düşmeden onu tutmayı başardı. Dizleri üzerine çökerek Elijah’ın zayıf vücudunu nazik bir şekilde yere yatırdı. Vücudu buz keti ve nefesi giderek güçsüzleşmeye başladı.
Bir anda kapı çarparak açıldı ve açılan kapıdan odanın dört bir yanına ahşap parçaları saçıldı. Kate eğildi, kafasını hançere benzeyen bu parçalardan korurken içeriye siyahlar içinde birileri girdi. Kate görünüşlerinden hemen bunların Elijah’ın annesiyle babası olduğunu anladı. Arkalarında duran kızın kim olduğunu bilmiyordu, ama çok güzel olduğunu fark etmişti.
İleri doğru koştuklarında Kate onlara bağırarak durmalarını söyledi. O an içindeki kehanette de belirtilen güçleri serbest bırakmıştı. Kate’in sesi odayı doldururken vampirler kulaklarını kapamış ve öne eğilmişlerdi.
Kate, “Geri çekilin!” dedi. “Geri çekilin dedim!”
Bağırmasıyla birlikte güçlü bir esinti de çıktı. Bu esinti o kadar güçlüydü ki, üç vampirin de sırtları duvara yaslanana kadar geri çekilmelerine neden dolu; yüzlerini kapatırlarken elbiseleri ve saçları uçuşuyordu.
Kalbi sıkışan Kate, “Uyan,” dedi. “Lütfen bana geri dön.”
Elijah’ın annesi odanın diğer tarafından, “Bu maskaralık sona erdi,” dedi. “Onu bize ver. O zaman ait değil.” Yüzünden bir küçümseme okunuyordu.
Kate Elijah’ın bilinçsiz vücudunu kucağına aldı. “O sizinle gelmek istemiyor!” diye bağırdı.
Odaya girerken arkalarında bulunan kız gözlerini kıstı.
Onu suçlar gibi, “Ona âşıksın,” dedi. “Benim nişanlımla!” Sözlerinde sanki bir zehir vardı.
Elijah’ın annesi kolunu kızın omzuna koydu, sanki içindeki öfkeyi dışarı çıkartmasını engellemek ister gibiydi.
Kate yutkundu. Yani Elijah’ın evlenmesi gereken kız, sonsuza dek onunla birlikte olmaktansa ölmeyi yeğlediği kız bu muydu?
Elijah’ın babası, “Onu gerçekten seviyorsan,” dedi, “onu bize vermelisin. Çok geç olmadan onu Üreme’ye götürmeliyiz.”
Kate sessiz bir şekilde Elijah’ın uyanması, onu tam bir vampire dönüştürmesi ve onu öperek bu kâbusun son bulması için dua etti. Ama bu yararsızdı, vücudu buz kesmişti. Ölüme çok yakındı.
Bu da Kate’e onun kaderini belirleme görevi veriyordu. Tek yapması gereken onu klanına vermekti, bu şekilde kurtulacak ve hayatının geri kalanını yaşayabilecekti…
Kafasını kaldırıp üç vampirin de gözlerine baktı. Ona saf bir öfkeyle bakan Elijah’ın nişanlısının dışında diğerleri, anne ve babası ondan bir ricada bulunuyor ve çok geç olmadan Elijah’ı kendilerine teslim etmesini istiyorlardı. Gözlerinde acı vardı, Kate bu acının sevgiden kaynaklandığını biliyordu.
Kate titreyen sesiyle, “Yani onu cezalandırmayacak mısınız?” diye sordu. “Size karşı geldiği için?”
Babası kafasını salladı. “Hayır. Biz sadece onun için en iyi olanı istiyoruz. O sizin dünyanıza ait değil. Onun gitmesine izin vermelisin.”
Tedbirli bir şekilde ileri doğru bir adım attı.
Kate’in gözleri gözyaşlarıyla kaplandı. Elijah’ın kollarında ölmesine izin veremezdi. Ama aynı zamanda onu istemediği bir yaşama da mahkûm edemezdi.
Kate, “O bunu istemiyordu,” diye kekeledi.
Annesi, “Birçok kişi istemez,” diye cevap verdi. O da Kate’e doğru tedbirli bir şekilde bir adım atmıştı. “Ama bu kültürümüzün, geleneğimizin bir parçası. Biz buyuz. Tarih öncesinden kalma kuralları değiştirmek senin işin değil.”
Kate ne yapacağını bilemiyordu. Aklında bir sürü fikir dolaşıyordu. Kararsızlıkla kıvranıyordu.
Bir anda Elijah’ın anne ve babasını bir kenara iterek kız ileri atıldı. Hızla Kate’in üzerine geldi ve onu yumruklardı. Kate de ona saldırdı ve birlikte yere düşüp hırlayarak yuvarlanmaya başladılar, dişleri vahşi hayvanlar gibi uzamıştı.
“Pis insanoğlu,” dedi. “O seninle asla mutlu olamayacak.”
Yerde yuvarlanıp durdular. Kate kız ile boğuşuyordu, ama kendisine üstün geldiğini hissediyordu. Bir anda kız dişlerini boğazına geçirdi ve kanını içmeye başladı.
Kate birden bir güç patlaması yaşadı. Kızın arkasını döndürmeyi balardı ve üzerine atılarak boğazından onu yere bastırmayı başardı. Kate onu sıktıkça kızın yüzüne bir panik ifadesi hâkim oldu. Kate kızın elindeki boynunun kırıldığını hissetti. Daha sonra gözleri kapandı ve kafası yana düştü. Ölmüştü.
Elijah’ın annesi, “Hayır!” diye bağırdı.
Kate ayağa kalktı, tek bir elinin ne kadar güçlü olabildiğine şaşırmıştı.
Elijah’ın anne ve babası ona saldırdı. Ama süper vampir güçlerine rağmen ikisi birden bile onunla boy ölçüşemiyordu. Tıpkı kehanette belirtildiği gibi, onlardan çok daha güçlüydü. İkisini de kendisine doğru uzanan kollarından yakaladı, arkalarını döndürdü ve yere yatırdı. Yerde yatıp sızlanıyorlardı.
Boşa geçirecek vakti olmayan Kate hızla Elijah’ın yanına gitti. Ateşliymiş gibi mırıldanıyordu ve yüzü terle kaplıydı.
“Elijah,” diye bağırdı. Elijah’ın gözleri Kate’e yanıt verircesine titreyerek açıldı. Kate, “İçmen gerek,” dedi. Kızın daha önce boğazında dişlerini geçirdiği yeri ona gösterdi. Kız süreci başlatmıştı, Elijah’ın tek yapması gereken bunu tamamlamaktı. Kate, “Lütfen,” diye yalvardı. “İç.”
Boğazını onun dişlerine bastırdı. Elijah bir içgüdünün etkisiyle ısırdı. Kate kanının vücudundan çekildiğini hissetti ve acı dayanılamaz hale gelirken titremeye başladı. Kafası düştü ve görüşü kapanmaya başladı.
Elijah’ın anne ve babası Kate’in onlara indirdiği darbelerin ardından ayağa kalkmış ve oraya gelmişlerdi. Onu çekerek Elijah’tan uzaklaştırmaya başladılar. Onları birbirlerinden ayırırlarken Kate vücudunun bir kedi gibi uysal ve yumuşak olduğunu hissediyordu.
Elijah’ın Babası Kate’e, “Ne yapın?” diye bağırdı. “Onun eşini öldürdün! Onu ölüme mahkûm ettin!”
Kate nefes nefese, “Onu sevmiyordu,” dedi. “Onun gerçek eşi benim, o değil.”
Annesi bağırarak, “Senin aşkın yasak,” diye cevap verdi. “İnsanlar ve vampirler ilişkiye giremez.”
Kate sadece Elijah dişlerini geçirdiğinde onu gerçek bir vampire dönüştürecek kadar kan içmiş olduğunu umdu. Bu da, Elijah’ın hayatını kurtarmak için tek yapması gerekenin onun yanına giderek onu öpmek olduğu anlamına geliyordu.
Kate karnı üzerinde döndü, kolları o kadar güçsüzdü ki, kafasını zorlukla kaldırabiliyordu, bu şekilde dirsekleri üzerinde Elijah’a doğru sürünmeye başladı.
Elijah’ın babası daha fazla ilerlememesi için bacaklarından tutarak, “Bunu aklına bile getirme,” diye bağırdı.
Ama Elijah’ın babası onu tutup ona hâkim olmaya çalışırken, Kate vücudunun değişmeye başladığını hissetti. Son birkaç haftadır yavaş yavaş değişiyordu ve her geçen gün daha çok vampire dönüşüyordu, ancak şimdi sanki birdenbire bu dönüşüm süreci hızlanıvermişti.
Vücudundaki acı en üst seviyeye çıkınca bir çığlık attı ve bu acı onu yerinden sıçrattı ve yeri tırmalamaya başlattı.
Elijah’ın annesi gergin bir sesle, “Dönüşüyor,” dedi.
İçinde insan vücudundan kalan en son parçalar ölürken Kate baştan aşağı ürperdi ve içindeki vampir kontrolünü ele aldı. Felç oluyormuş, boğuluyormuş, nefes alamıyormuş gibi hissederken nefes almaya çalıştı.
Sonunda yeniden yere düştü. Her şey sessiz ve sakindi, sanki yaşanan her şeyin merkezindeymiş gibi hissediyordu.
Kalktı ve odanın uzak ucunda Elijah’ın annesi ve babasının onu kaldırdıklarını gördü. Onu çevrelemişlerdi ve etraflarında siyah bir bulut oluşmuştu. Sanki bu bulut onları yutuyormuş gibiydi.
Kate onu götürmek üzere olduklarını anladı, tıpkı Elijah’ın onu daha önce hızla başka bir yere göndermiş olduğu gibi.
Yeni, tamamen vampire dönüşmüş vücuduyla tazelenmiş ve güçlü hisseden Kate ayağa fırlayıp onlara doğru atıldı. Onlara o kadar hızlı yüklendi ki, onları pencereye yasladı. Pencere kırıldı ve tüm kırık camlar New York manzarasına karşı dağıldı. Daha sonra dördü birden düşmeye başladılar, kulenin penceresinden yere doğru hızla düşüyorlardı.
Giderek daha hızlı bir şekilde düşmeye devam ederken rüzgâr saçlarının ve giysilerinin arasından süzülüyordu. Elijah’ın annesi gruptan ayrılıp farklı bir yöne doğru düştü. Kate siyak bir bulutun onu içine çektiğini ve daha sonra kaybolduğunu gördü, başka bir yere gitmişti. Bir saniye sonra Elijah’ın babası da gruptan koptu ve aynı siyah bulutta kaybolarak tehlikeyi atlattı.
Sert rüzgâra rağmen Kate Elijah’ı bırakmadı. New York’un buz gibi havasını teninde hissederken, dudaklarını Elijah’ınkilerle birleştirdi.
Hiçbir şey olmadı. Kehanet yanlıştı. Kate Elijah’ı kurtaramamıştı.
Hızla yere doğru yaklaşıyorlardı. Birkaç saniye sonra öleceklerdi. İşte o anda Kate artık gerçek bir vampir olduğunu ve artık onun sayesinde anında başka bir yere gidebileceklerini hatırladı.
Kate gözlerini kapadı ve ikisinin yeniden Elijah’ın Pasifik Okyanusuna bakan evinin çatısında olduklarını hayal etti. Bu görüntü zihninde daha belirgin hale gelmeye başladıkça etraflarında siyah bir bulut oluşmaya başladı. İşe yarıyordu. Onları başka bir yere götürüyordu.
Düşme hissi son buldu. Daha sonra gökdelenler kayboldu ve trafiğin sesi kesildi. İkisi simsiyah bir boşlukta süzülüyorlardı.
Bir anda yanağında bir el hissetti. Nefesini tutarak yüzünü Elijah’a çevirdi. Uyanmıştı. Gözleri gözyaşlarıyla parlıyordu.
Elijah, “Beni kurtardın,” dedi.
Kate dudaklarını onunkilere bastırdı ve tıpkı Elijah içgüdüsel olarak onun kanını emerken olduğu gibi aralarında bir güç oluştu. Uzun uzun, tutkulu bir şekilde öpüştüler ve birbirlerine karşı duydukları aşkı bu öpücükle birbirlerine aktardılar.
Kate ve Elijah birbirine sarıldı. Kate sonunda başlarına ne geleceğini, Elijah’ın klanının olan biteni öğrendikten sonra ne yapacağını bilmiyordu, ama bu umurunda da değildi. Çünkü artık sonsuza kadar Elijah ile birlikte olacaklarını biliyordu.
Gelecekte onları neler bekliyor olursa olsun, her şeyle ikisi birlikte yüzleşecekti.
ÇOK YAKINDA!
GÜNAHKÂR VAMPİR SERSİNİN 2. KİTABI
DÖNÜŞÜM
(VAMPIR MEKTUPLARI’IN 1. KİTABI)

BİRİNCİ BÖLÜM
Caitlin Paine, her zaman okulun ilk günlerinden çekinirdi. Bir taraftan büyük meseleler vardı: Yeni arkadaşlarla, yeni öğretmenlerle tanışmak; yeni koridorları öğrenmek… Bir de ufak tefek şeyler vardı: Yeni bir dolap kullanmak; yeni bir yerin kokusu, çıkardığı sesler gibi. En tedirgin olduğu şey ise bakışlardı. Yeni bir yere gittiği zaman herkesin ona baktığını hissediyordu. Tek istediği şey gözden uzak kalmaktı. Fakat öyle olacak gibi gözükmüyordu hiç.
Caitlin neden bu kadar göze çarptığını anlayamıyordu. 165 santimlik boyuna bakılırsa öyle ahım şahım uzun olduğu söylenemezdi. Kahverengi gözleriyle, saçlarıyla ve normal kilosuyla kendini ortalama biri olarak görüyordu. Kesinlikle diğer bazı kızlar gibi güzel değildi. On sekiz yaşında olduğu için biraz büyük sayılabilirdi. Ancak bu, onun öne çıkması için yeterli değildi.
Başka bir şey vardı bu işte. Onunla ilgili bir şey, insanların dönüp ona ikinci kez bakmasına yol açıyordu. Derinlerde bir yerde, kendisinin farklı olduğunu biliyordu. Ancak bunun tam olarak nasıl olduğundan emin değildi.
Eğer ilk günlerden daha kötü bir şey varsa o da sömestrde okula başlamaktı. Yani herkes birbiriyle kaynaşacak kadar vakit geçirdikten sonra. Bugün, yani martın ortasındaki bu ilk günü, en kötülerinden birisi olacaktı. Bunu daha şimdiden hissedebiliyordu.
Ne var ki hayal gücünün en vahşi kısımlarında bile durumun bu kadar kötü olabileceğini düşünmemişti. Daha önce gördüğü hiçbir şey ki pek çok şey görüp geçirmişliği vardı- onu buna hazırlamamıştı.
Caitlin, martın dondurucu soğuğunda, kocaman bir New York devlet okulu olan yeni okulunun önünde durmuş, düşünüp taşınıyordu: Neden ben? Pek sade giyinmişti. Üstünde sadece bir kazak ve tayt vardı. Kendisini karşılamaya hazırlanan patırtılı kargaşa için hazır olmaktan da çok uzaktı. Ayakta dikilmiş yüzlerce çocuk tantana çıkarıyor, feryat ediyor ve birbirini itip kakıyordu. Bir hapishane avlusuna benziyordu burası.
Her şeyin sesi çok fazla çıkıyordu. Bu çocuklar çok yüksek sesle gülüyor, çok fazla küfrediyor ve birbirlerini çok sert itip kakıyordu. Eğer gözüne birkaç gülümseme ve şen kahkaha ilişmemiş olsaydı bunun bir kitlesel arbede olduğunu düşünebilirdi. Çocukların çok fazla enerjisi vardı. O ise bitap düşmüştü, donmak üzereydi, uykusuz hâliyle bu enerjinin nereden geldiğini anlayamıyordu. Gözlerini kapatıp her şeyden uzakta olmayı diledi.
Elini ceplerine götürdüğünde bir şey hissetti: iPod. Evet. Kulaklıklarını geçirip sesini açtı. Dışarıdaki sesin bastırılması gerekiyordu.
Ancak hiç ses çıkmadı. Gözlerini aşağı çevirdiğinde bataryanın bitmiş olduğunu gördü. Şahane.
Bir meşgale bulma ümidiyle telefonuna baktı. Yeni mesaj yok.
Gözlerini yukarıya çevirdi. Yeni yüzler denizine baktığında kendini yalnız hissetti. Sebebi, tek beyaz kızın o olması değildi. Aslında bu, onun için tercih edilecek bir şeydi. Diğer okullardaki en yakın arkadaşlarından bazıları siyah, İspanyol, Asyalı, Hintliler arasından; mecburen yan yana yaşadığı en zalim düşmanlarından bazılarıysa beyazlar arasından çıkmıştı. Hayır, sorun bu değildi. Yalnız hissediyordu çünkü burası şehirdi. Ayakları betonun üstünde duruyordu. Bu 'dinlenme alanı' denilen yere çıkmasına izin vermek için yüksek sesli bir zil çalmış; o da geniş, metal kapıların içinden geçe geçe buraya gelmişti. Şimdi de tepesinde dikenli teller olan devasa metal kapılarla kapana kısılmış, kafeslenmişti. Kendisini hapse girmiş gibi hissediyordu.
Muazzam büyüklükteki okula, pencerelerdeki demir kafeslere bakmak da içini rahatlatmadı. İster büyük olsun ister küçük, yeni okullara her zaman kolaylıkla uyum sağlamıştı fakat bu okulların hepsi banliyölerdeydi. Hepsinin altında çimen, etrafında ağaçlar, tepesinde gökyüzü vardı. Buradaysa şehirden başka bir şey yoktu. Nefes alamadığını hissetti, korkuya kapıldı.
Yüksek sesle çalan zilin ardından yüzlerce çocukla beraber girişe doğru seğirtti. Epeyce toplu bir kız tarafından iteklenince defterini düşürdü. Defteri yerden aldı (bu sırada saçı berbat oldu) ve kızın özür dileyip dilemeyeceğini görmek için kafasını kaldırdı. Fakat kız etrafta yoktu, sürünün içine karışıp gitmişti. Kulağına bir kahkaha sesi geldi ama bunun kendisine yönelik olup olmadığını bilemiyordu.
Defterini, hayatındaki sabit olan tek şeyi sıkıca tuttu. Bu defter hep yanında olmuştu. Her gittiği yerde notlar almış, bir şeyler karalamıştı. Çocukluğunun yol haritası gibiydi bir nevi.
Nihayet girişe vardığında sadece kapıdan geçebilmek için epey sıkışması gerekti. Tam mesai bitiminde bir trene binmeye benziyordu. İçerinin sıcak olacağım ummuştu. Ne var ki arkasında kalan açık kapılardan sızan soğuk rüzgâr tüm sırtını yalayıp geçmiş ve daha beter üşümesine sebep olmuştu.
Tam üniformalı, bellerindeki silahları göze çarpan iki New York polisinin eşlik ettiği, cüsseli iki güvenlik görevlisi duruyordu girişte.
İçlerinden biri, "İLERLEMEYE DEVAM EDİN!" diye komut verdi.
Okul kapısını neden iki silahlı polis memurunun koruması gerektiğini kafası almıyordu. İçindeki dehşet hissi büyüdü. Kafasını kaldırıp havaalanı güvenliği tarzı bir metal detektöründen geçmesi gerektiğini gördüğünde ise içindeki his bin beter hâle geldi.
Detektörün her iki yanında toplam dört polis memuru ve yanlarında iki güvenlik görevlisi duruyordu.
"CEPLERİNİZİ BOŞALTIN!" diye aniden bağırdı bir görevli.
Caitlin, diğer çocukların ceplerindeki şeyleri küçük naylon poşetlere koyduğunu gördü. Çabucak aynısını yaptı; cüzdanını, iPod'u, anahtarlarını içine koydu.
Detektörün içinden geçtiğinde alarm öttü.
"SEN!" diye çıkıştı görevli, "Kenara geç!"
Tabii ki.
Kollarını kaldırmaya mecbur edilirken baktı. Görevli, elindeki detektörle tüm vücudunu baştan aşağı taradı.
"Hiç takı falan kullanıyor musun?"
Önce bileklerinde, sonra da boynunda ne olduğunu hissetmeye çalışırken birden aklına geliverdi: Haç takıyordu.
"Çıkar onu" diye çıkıştı görevli.
Bu, büyükannesinin ölmeden önce ona verdiği kolyeydi. Gümüşten yapılma bu küçük haçın üstünde, hiçbir zaman tercüme etmediği, Latince kabartmalar vardı. Büyükannesi ona bu kolyeyi kendi büyükannesinden aldığını söylemişti. Caitlin pek dindar değildi ve din meselelerinden de pek haberi yoktu. Ancak kolyenin yüzlerce yıl öncesinden kalma ve şimdiye kadar edindiği en değerli şey olduğunu biliyordu.
Caitlin onu gömleğinin içinden çıkardı, yukarı kaldırdı fakat boynundan çıkarmadı.
"Çıkarmasam daha iyi" diye yanıt verdi.
Görevli onu buz gibi soğuk bakışlarla süzdü.
Aniden bir arbede çıktı. Bir polis uzun, zayıf bir çocuğu tuttuğu gibi duvara yaslayıp cebinden küçük bir bıçak çıkarırken bağrışmalar yaşanıyordu.
Görevli, polise yardım etmeye gittiği sırada Caitlin bu fırsatı kalabalığın içine karışıp koridora doğru yürümek için değerlendirdi.
New York devlet okuluna hoş geldin, diye düşündü Caitlin. Şahane.
Daha şimdiden mezuniyet için gün saymaya başlamıştı.
*
Koridorlar şimdiye kadar gördükleri arasında en genişiydi. Bu koridorların gün gelip de dolup taşacağını hayal bile edemezdi ama nasıl olduysa omuz omuza, sıkış tepiş yürüyen çocuklarla hıncahınç doluvermişti işte. Bu hollerde binlerce çocuk olsa gerekti. İnsan yüzlerinden oluşan deniz uzayıp gidiyordu. Buradaki gürültü hepsinden beterdi; duvarlardan yankılanıyor ve çınlıyordu. Kulaklarını kapamak istiyordu. Ne var ki kollarını kaldırmasına yetecek dirsek boşluğunu bile bulamıyordu. Klostrofobik bir hisse kapıldı.
Zil çaldı ve harala gürele arttı.
Daha şimdiden geç kalmıştı.
Tekrardan elindeki sınıf numarasına baktı ve nihayet biraz mesafeden gireceği sınıf gözüne ilişti. Bu beden denizini yarmaya çalıştıysa da başarılı olamadı. En sonunda, birkaç girişimin ardından, biraz agresifleşmesi gerektiğini fark etti. Ellerini ve dirseklerini kullanarak yolunu açmaya çalıştı. Her seferinde bir kişiyi çekerek geniş koridor boyunca tüm çocukların arasından geçti ve ağır kapıyı itip sınıfa girdi.
Yeni kız, sınıfa geç girerken üstüne çevrilecek bakışlar için kendini hazırladı. Öğretmenin sessiz bir sınıfı böldüğü için kendisini azarladığını canlandırmıştı gözünde. Ancak hadisenin hiç de böyle olmadığını görmek onu sarstı. Otuz çocuk için yapılmış fakat şu an elli çocuğu barındıran bu sınıf hıncahınç doluydu. Bazı çocuklar sıralarında oturuyor, diğer kısmı ise aralarda yürüyerek birbirlerine bağırıp çağırıyordu. Tam bir kargaşa hâkimdi.
Zil beş dakika önce çalmış olmasına rağmen, saçları darmadağın ve buruş buruş takım elbiseli öğretmen henüz derse başlamamıştı. Hatta ayaklarını masanın üstüne koymuş gazete okuyor ve herkesi görmezden geliyordu.
Caitlin ona doğru yürüyüp yeni kimlik kartını masanın üstüne koydu. Ayakta durup öğretmenin kendisine bakmasını bekledi ama onun bunu yapacağı yoktu.
Sonunda boğazını temizledi.
"Affedersiniz."
Adam isteksiz bir şekilde gazeteyi indirdi.
"Ben Caitlin Pane, yeni geldim. Sanırım size bunu vermem lazım.”
"Ben sadece yedek öğretmenim" diye cevap verdi ve gazetesini kaldırıp görüşü engelledi.
Caitlin öylece kalakaldı, kafası karışmıştı. "Yani" dedi. "Yoklama almıyor musunuz?"
"Öğretmeniniz pazartesi günü dönecek" diye çıkıştı. "Bunları o halleder."
Konuşmanın bittiğini anlayan Caitlin kimlik kartını geri aldı.
Dönüp sınıfa baktı. Kargaşa durulmamıştı. Eğer bunda hayra yorulacak bir şey varsa o da en azından göze batmıyor olmasıydı. Buradaki hiç kimse ona takmış gibi gözükmüyordu. Hatta onu fark etmemişlerdi bile.
Diğer taraftan hıncahınç dolu sınıfı gözleriyle taradığında canı sıkıldı. Hiç oturacak boş yer kalmamış gibi görünüyordu.
Gücünü toplayıp defterine sıkıca yapıştı ve birbirine bağırıp duran, ipini koparmış çocukların arasından geçerken birkaç kez vücudunu sakınarak sıraların arasında kalan boşlukların birini seçip yürüdü. En arkaya ulaştığında nihayet tüm sınıfı gözleriyle seçebiliyordu.
Oturacak tek bir boş sıra kalmamıştı.
Orada dikilirken kendini aptal gibi hissediyor ve diğer çocukların onu fark etmeye başladığını görebiliyordu. Ne yapacağını bilmiyordu. Sürekli orada dikilecek hâli yoktu besbelli ve yedek öğretmen de durumu pek umursuyor gibi durmuyordu. Tekrardan kafasını çevirip sınıfa baktı. Çare- sizce etrafı tarıyordu.
Biraz öteden gelen bir kahkaha duydu ve bunun kesinlikle kendisine yönelik olduğunu hissetti. Bu çocukların giyindiği gibi giyinmemişti ve onlar gibi görünmüyordu. Gerçekten göze batmaya başladığını hissetmesiyle birlikte yanakları kızardı.
Tam sınıfı terk etmeye, hatta okulu bırakıp gitmeye hazırlanırken bir ses işitti.
"Buraya."
Sesin geldiği yere döndü.
Pencere tarafında, en arka sıradaki uzun çocuk sırasından kalktı.
"Otur" dedi. "Lütfen."
Diğerleri onun nasıl tepki vereceğini beklerken sınıf biraz olsun sessizleşti.
Ona doğru yürüdü. Çocuğun gözlerine bakmamaya çalıştıysa da -iri, çakmak gibi parlayan yeşil gözleri vardı- başarılı olamadı.
Çocuk nefes kesiciydi. Teni pürüzsüz ve narindi. Onun siyah mı, İspanyol mu, beyaz mı, yoksa melez mi olduğunu bilemiyordu. Gelgelelim daha önce hiç bu kadar yumuşak ve pürüzsüz bir ten görmemişti. Kalemle çizilmiş gibi duran çenesinden bahsetmek bile gereksizdi. Saçları kısa ve kahverengiydi; vücudu da zayıftı. Onda bir şey vardı, akla hayale sığmayan bir şey. Çok kırılgan görünüyordu, belki de sanatçıydı.
Bir erkeğe vurulmak pek ona has bir şey değildi. Daha önce arkadaşlarının birilerine çarpıldıklarını görmüşlüğü vardı ama buna hiç anlam verememişti. Ta ki şu ana dek…
"Sen nereye oturacaksın o zaman?" diye sordu.
Sesini kontrol etmeye çalıştı fakat pek inandırıcı olamıyordu. Ne kadar heyecanlı olduğunu çocuğun anlamamasını ummaktan başka bir şey gelmiyordu elinden.
Çocuk gülümsedi, kusursuz dişleri açığa çıktı.
"İşte buraya" dedi ve birkaç adım ötedeki geniş pencere pervazına doğru yürüdü.
Ona baktı, çocuk bakışına karşılık verdi ve gözleri tamamen birbirine kilitlendi. Kendisine gözlerini çevirmesini söyledi içinden ama beceremedi.
"Teşekkürler" dedi ve bu, ağzından çıktıktan hemen sonra kendine kızdı.
Teşekkürler mi? Tek söyleyebildiğin bu mu? Teşekkürler mi?
"İşte bu Barack!" diye bağırdı bir ses. "Şu hoş, beyaz kıza sıranı ver bakalım!"
Bir kahkaha koptu, sınıftaki gürültü tekrardan yükseldi ve herkes onları bırakıp kendi işine döndü.
Caitlin çocuğun utançla yüzünü yere eğdiğini gördü.
"Barack mı?" diye sordu. "Adın bu mu?"
"Hayır" diye yanıtladı kızararak. "Beni böyle çağırıyorlar, Obama gibi. Ona benzediğimi düşünüyorlar."
Ona yakından baktığında çocuğun sahiden benzediğini fark etti.
"Çünkü yarı siyah, yarı beyaz ve biraz da Porto Rikoluyum.”
"Bence bu bir iltifat" dedi Caitlin.
"Onların söylediği hâliyle değil" diye yanıtladı çocuk.
Özgüveni yerde sürünür hâlde pencere pervazında oturan çocuğu inceleyen Caitlin, onun hassas bir yapısı olduğunu düşündü, incinmeye açık bile denilebilir hatta. O, bu çocukların arasına ait değildi. Delice görünebilir ama neredeyse içinde ona karşı bir korumacılık duygusu gelişiyordu.
"Ben Caitlin" dedi elini uzatıp gözlerinin içine bakarak.
Çocuk kafasını kaldırdı, şaşırdı
"Jonah" diye cevapladı.
Çocuk elini kuvvetlice sıktı. Çocuğun pürüzsüz teni, Caitlin'in elini içine aldığı anda kolundan yukarı iç gıcıklayıcı bir his taarruz etti. Onun içinde eriyor gibiydi. Çocuk elini normalden bir saniye uzun tuttuğunda gülümsemeden edemedi.
*
Sabahın geri kalanını hayal meyal hatırlayan Caitlin kafeteryaya geldiği sırada acıkmıştı. Çift kanatlı kapıyı açtığında, bu uçsuz bucaksız odadaki binlerce çocuğun hepsinin bağırıp durması karşısında küçük dilini yuttu. Kapalı bir spor salonuna girmek gibiydi; koridorda her altı adımda bir etrafı dikkatlice izleyen bir güvenlik görevlisinin olması haricinde.
Alışıldığı gibi nereye gitmesi gerektiği konusunda bir fikri yoktu. Büyük odayı gözleriyle taradı ve nihayet bir tabak yığını buldu. İçlerinden birini aldı ve yemek sırası olduğunu düşündüğü sıraya girdi.
"Önüme geçeyim deme seni kaltak!"
Arkasını döndüğünde cüsseli, fazla kilolu, kendisinden on beş santim daha uzun bir kızın kaşlarını çatarak ona baktığını gördü.
"Üzgünüm. Bilmiyordum sıranın sizde…"
"Sıranın ucu orada!" diye çıkıştı başka bir kız parmağıyla işaret ederek.
Caitlin dönüp baktığında sırada en az yüz çocuğun olduğunu gördü. Yirmi dakika civarı bir bekleme süresi ediyordu bu.
Sıranın arkasına doğru yola koyulduğunda sıranın içinde ki çocuklardan biri diğerini itti ve itilen çocuk onun önünden uçup yere yapıştı.
İten çocuk yerdekinin üstüne atlayıp suratını yumruklamaya başladı.
Çocuklar etrafa toplanırken kafeteryanın içi galeyana getirmenin coşkusuyla doldu taştı.
"VUR! VUR!"
Caitlin ayaklarının dibindeki sahneyi korku içinde izlerken birkaç adım geri çekildi.
Nihayet dört güvenlik görevlisi gelip kavgayı durdurdu ve kanlar içindeki iki çocuğu birbirinin üstünden alıp ayırdılar. Sanki hiç acele etmemiş gibilerdi.
Caitlin nihayet ayaklarının tutmaya başladığını hissettiğinde Jonah'ı görmek umuduyla etrafı taradı. Ne var ki görünürde yoktu.
Çocuklarla dolup taşan masaları birbiri ardına geçerek aralıklardan yürüdü. Çok az boş yer vardı. Mevcut boş yerler de geniş çaplı arkadaş çetelerinin yanı başında olduğu için pek cazip görünmüyordu.
Nihayet arka tarafta boş bir masaya oturdu. Masanın uzak ucunda tek bir çocuk vardı. Dişleri telli, giydikleri üstünden dökülen, kısa ve çelimsiz bir Çinli çocuk kafasını öne eğmiş ve yemeğine odaklanmıştı.
Kendini yalnız hissetti. Aşağı bakıp telefonunu kontrol etti. Son kaldığı şehirdeki arkadaşlarından gelmiş birkaç Facebook mesajı vardı. Yeni yerini sevip sevmediğini soruyorlardı. Her nedense cevap vermek gelmedi içinden. Onlar artık çok uzaktaymış gibi geliyordu.
İlk günün getirdiği belli belirsiz mide bulantısından hâlen mustarip olan Caitlin, ancak bir iki lokma bir şey yedi. Kafasından geçen düşünceleri değiştirmeye çalıştı. 132. sokakta pislikten geçilmeyen bir binanın yürüyerek çıkılan beşinci katındaki yeni dairesini düşündü. Mide bulantısı kötüleşti. Hayatında iyi giden bir şey, herhangi bir şey üstünde odaklanmayı dileyerek derin bir nefes aldı.
On dört yaşında olup yirmi yaşında gibi davranan küçük kardeşi Sam hiçbir zaman kendisinin en küçük olduğunu hatırlıyormuş gibi değildi. Her zaman onun büyük kardeşi gibi davranmıştı. Tüm bu taşınıp durmalardan, babalarının terk etmesinden, annesinin her ikisine ettiği muameleden ötürü pişkin ve bıçkın olup çıkmıştı. Bunların onu ters bir şekilde etkilemekte ve çocuğun içine kapanmakta olduğunu görebiliyordu. Okulda sıklıkla ettiği kavgalar onu şaşırtmamıştı. Bunun kötüleşmesinden korkuyordu.
Fakat mesele Caitlin'e gelince, Sam tam anlamıyla ona bayılıyordu. Caitlin de ona… Hayatındaki tek sabit şey oydu, güvenebileceği tek kişi de. Dünyadaki tek zayıf noktasını Caitlin oluşturuyormuş gibi duruyordu. Caitlin onu korumak için elinden geleni yapmaya kararlıydı.
"Caitlin?"
Yerinden sıçradı.
Tepesinde duran kişi, bir elinde tabağı diğer elinde keman kutusuyla Jonah’tı.
"Oturmam sorun olur mu?"
"Evet… Ay, yani hayır" dedi heyecanla.
Aptal, diye düşündü kendi kendine. Bu kadar telaşa kapılmayı bırak.
Jonah kendine has gülümsemesini çaktıktan sonra karşısına oturdu. Dimdik, kusursuz bir pozda geçti karşısına; keman kutusunu da dikkatle yanına koydu. Usulca yemeğini çıkardı. Onda bir şeyler vardı, tam olarak kafasında oturtamıyordu. Bu çocuk şimdiye kadar tanıştığı herkesten farklıydı. Sanki başka bir çağdan gibiydi. Kesinlikle bu mekâna ait değildi.
"İlk günün nasıl?" diye sordu.
"Beklediğim gibi değil."
"Ne kastettiğini anlıyorum" dedi.
"Keman mı o?"
Başıyla enstrümanı işaret etti. Çocuk onu yakınında tutuyordu, sanki biri çalacakmış gibi de tek elini üstünden ayırmıyordu.
"Viyola, aslında. Biraz daha büyük sadece, ama çok farklı bir sesi var. Daha yumuşak."
Caitlin daha önce hiç viyola görmemişti ve çocuğun masanın üstüne koyup kendisine göstermesini umuyordu. Ancak o bir hareket yapmayınca çıkıntılık yapmak istemedi. Hâlâ eli üstündeydi ve onu koruyormuş gibi görünüyordu. Sanki bu alet kişisel ve özel bir şeydi.
"Fazlaca pratik yapıyor musun?"
Jonah omuz silkti. "Günde birkaç saat" dedi gelişigüzel.
"Birkaç saat mi? Harika çalıyor olmalısın!"
Yine omuz silkti. "İdare ediyorum sanırım. Benden çok daha iyi çalanlar var. Fakat bunun buradan çıkış biletim olmasını umuyorum.”
Caitlin, "Her zaman piyano çalmak istemişimdir" dedi.
"Neden çalmıyorsun?"
Tam, hiç piyanom olmadı ki diyecekti ama kendini tuttu. Bunun yerine omuz silkti ve tekrardan ayaklarına doğru bakmaya başladı.
"Piyanon olması gerekmez ki" dedi Jonah.
Caitlin aklını okumuş olmasından irkilerek kafasını kaldırdı.
"Bu okulda bir prova odası var. Buradaki tüm kötülük içinde en azından biraz iyi şeyler var. Sana ücretsiz ders verirler. Tek yapman gereken kayıt olmak."
Caitlin'in gözleri açıldı.
"Gerçekten mi?"
"Müzik odasının dışında kayıt kâğıtları var. Bayan Lennox’u bul, ona benim arkadaşım olduğunu söyle.”
Arkadaş. Bu kelime Caitlin'in kulağına pek hoş geldi. Yavaşça içinde büyüyen bir mutluluk hissetti.
Gülümsemesi yüzüne yayıldı. Gözleri bir anlığına birbirine kilitlendi.
Onun çakmak gibi parlayan yeşil gözlerine bakarken ona milyonlarca soru sorma arzusuyla yanıp tutuşuyordu: Kız arkadaşın var mı? Neden bu kadar iyi davranıyorsun? Benden gerçekten hoşlandın mı?
Fakat dilini tuttu ve bir şey demedi.
Vakitlerinin az sonra tükeneceğinden endişelenerek muhabbeti uzatmayı sağlayacak bir şeyler sormak için kafasını kurcaladı. Onu tekrar görmesini garanti altına alacak bir şey bulmaya çalıştı. Fakat heyecana kapılıp öylece dondu kaldı.
Nihayet ağzını açmıştı ki zil çaldı.
Kafeteryanın içi gürültü ve hareketlilikle doldu, Jonah da ayağa kalkıp viyolasını kaptı.
Tabağını kaldırırken, "Geç kaldım" dedi.
Jonah onun tabağına baktı. "Seninkini de alayım mı?"
Caitlin tabağını unuttuğunu fark ederek masaya baktı ve kafasını salladı.
"Tamam" dedi Jonah.
Çocuk aniden ürkekleşerek ne diyeceğini bilemeden öylece dikildi.
"Peki… Görüşürüz o zaman.”
"Görüşürüz" diye yanıtladı Caitlin, sesi fısıltıdan azıcık daha yüksek çıkıyordu.
*
İlk okul günü sona erdiğinde Caitlin, binadan güneşli bir Mart öğlenine adım attı. Güçlü bir rüzgâr esiyor olsa da artık üşümüyordu. Etrafındaki tüm çocuklar dışarı çıkarken bağırıp çağırıyorduysa da artık bu gürültüden rahatsız olmuyordu. Kendini canlı ve özgür hissediyordu. Günün geri kalanı bulanık bir şekilde geçip gitmişti. Tek bir yeni öğretmenin ismini hatırlamıyordu.
Jonah hakkında düşünmeden duramıyordu.
Kafeteryada bir aptal gibi davranıp davranmadığını düşünüyordu. Kelimeler ağzından çıkarken duraklamış, ona zar zor soru sorabilmişti. Ona sormayı düşünebildiği tek şey o aptal viyolayla ilgiliydi. Ona nerede yaşadığını, nereli olduğunu, üniversiteye nereye başvurduğunu sormalıydı oysa.