Kitabı oku: «Savaşin Armağani », sayfa 3
ALTINCI BÖLÜM
Erec geminin pruvasında yanında Alistair ve Strom’la birlikte dururken, aşağıdaki İmparatorluk nehrinin azgın sularına bakıyordu. Şiddetli bir akımın gemiyi sola doğru, onları Volusia’ya, Gwendolyn’e ve diğerlerine götürecek olan kanaldan öteye itişini izledi. Ne yapacağını bilemedi. Elbette Gwendolyn’i kurtarmak istiyordu, ama kurtulmuş olan köylülere komşu köylerini kurtarıp yakınlardaki İmparatorluk garnizonunu yok edeceğine dair verdiği kutsal bir söz de vardı. Bunu yapmazsa, İmparatorluk askerleri çok geçmeden özgür kalan insanları da öldüreceklerdi ve Erec’in onları kurtarmak için harcamış olduğu çaba boşa gidecekti. Köyleri bir kez daha İmparatorluğun eline geçecekti.
Erec başını kaldırıp ufku incelerken, aradan geçen her saniyenin, rüzgârın her esişinin ve küreklerin her hareketinin onları Gwendolyn’den ve esas görevinden biraz daha uzaklaştırdığını biliyordu, ama bazen insanın ne şerefli ve doğru şeyi yapabilmek için önceliklerini değiştirmesi gerektiğini de biliyordu. Bazen kişinin görevi baştan beri düşündüğü şey olmuyordu. Bazen sürekli olarak değişiyordu; bazen esas görev haline gelen daha önemsiz gözüken bir yolculuk oluyordu.
Yine de, Erec içinden İmparatorluk garnizonunu en kısa zamanda yerle bir edip, nehirden yukarı dönerek Volusia’ya gitmeye ve çok geç olmadan Gwendolyn’i kurtarmaya yemin etti.
“Efendim!” diye seslendi birisi.
Erec başını kaldırınca, geminin direğinin tepesindeki bir askerin ufku işaret ettiğini gördü. Oraya bakarken, gemileri nehirdeki bir kıvrımı döndü ve akıntılar hızlandı. Erec askerlerle kaynayan, nehrin kenarında adamların nöbet tuttuğu bir İmparatorluk kalesi görünce kalp atışlarının hızlandığını hissetti. Sadece ve kare biçimli taş bir binaydı ve alçaktı. İmparatorluk ustabaşıları etrafına dizilmişlerdi, ama hiçbiri nehri izlemiyordu. Tam aksine, köylülerle dolu olan aşağıdaki köle köyünü izliyorlardı. Askerler acımasızca köylüleri kırbaçlıyor, ağır işçilik yaptırarak sokaklarda işkence ediyordu; askerlerse onlara bakıp bu manzaraya gülüyorlardı. Erec öfkeden kızardı ve köylülere karşı uygulanan bu adaletsiz tavra sinir oldu. Nehirde başka bir yöne saparak doğru şeyi yaptığını hissediyordu ve yapılan hataları düzeltip bunu onlara ödetmeye de kararlıydı. İmparatorluğun gaddarlıkları arasında bu olay sadece bir damla olabilirdi, ama özgürlüğün birkaç kişi için bile ne demek olduğunu hafife almamak gerekirdi.
Erec kıyıların İmparatorluk gemileriyle dolu olduğunu gördü; gemiler çok sıkı korunmuyordu, çünkü kimse bir saldırı olacağını düşünmüyordu. Tabii ki düşünmezlerdi: İmparatorlukta düşman güçler yoktu. Daha doğrusu, büyük İmparatorluk ordusunu korkutacak güçte birileri yoktu.
Ama Erec vardı.
Erec adamlarının sayısının az olduğunu biliyordu, ama onları gafil avlamak gibi bir avantaja sahiplerdi. Yeteri kadar hızlı bir saldırı gerçekleştirebilirlerse, belki de onları alt edebilirlerdi.
Adamlarına bakınca, Strom’un hevesle onun emrini beklediğini ve yanında durduğunu gördü.
“Benimle birlikte geminin komutasını al,” dedi Erec erkek kardeşine. Kardeşi bunu duyar duymaz harekete geçti. Güvertede koştu, tırabzanlardan yanlarındaki gemiye atladı ve derhal pruvaya gidip idareyi ele aldı.
Erec kendi gemisinde etrafına toplanan ve emirlerine bekleyen askerlerine döndü.
“Geldiğimizi onlara belli etmek istemiyorum,” dedi. “Onlara mümkün olduğunca çok yaklaşmalıyız. Okçular… Hazır olun!” diye bağırdı. “Geri kalan askerler, mızraklarınızı alın yere eğilin!”
Askerlerin hepsi pozisyonlarını aldılar ve tırabzanın önünde iyice yere eğildiler. Erec’in askerleri sıra sıra dizilip mızraklarını ve yaylarını hazırladılar. Hepsi iyi eğitilmiş askerlerdi ve sabırla Erec’in emirlerini bekliyorlardı. Akıntılar hızlandı, Erec İmparatorluk birliklerine yaklaştıklarını gördü. Damalarında o tanıdık akımı hissetti: Havada savaş kokusu vardı.
Giderek daha da yaklaştılar. Artık aralarında hemen hemen yüz metre kalmıştı. Erec görülmediklerini umuyor, kalbi hızla atıyordu. Etrafındaki adamlarının sabırsızlandığını ve saldırmaya hazır olduklarını hissedebiliyordu. Sadece menzile girmeleri gerekiyordu. Kat ettikleri her kulaç su ve karada her adım son derece değerliydi. Bir tek mızraklarını ve oklarını kullanabilirlerdi ve ıskalama şansları yoktu.
Haydi, diye düşündü, biraz daha yakınlaşmamız gerek.
İmparatorluk askerlerinden biri nedensiz yere dönüp ve suya bakınca Erec’in kalbi duracak gibi oldu. Adam şaşkınlıkla gözlerini kıstı. Onları görecekti, ama daha çok erkendi. Henüz menzile girmemişlerdi.
Yanında olan Alistair de bunu gördü. Erec savaşa erken başlamaları için emir veremeden, Alistair ayağa kalktı ve gayet sakin ve kendine güvenen bir ifadeyle avucunu havaya kaldırdı. Avucunda sarı renkli bir top belirdi. Kolunu geriye çekip öne doğru savurdu.
Erec ışık küresinin tepelerine yükselip bir gökkuşağı gibi aşağı süzülüşünü ve üstlerine gelişini hayretle izledi. Çok geçmeden, bir pus belirdi, görüş alalarını kapattı ve onları İmparatorluğun gözlerinden korudu.
İmparatorluk askeri şaşkınlıkla pusa bakarak nerede olduklarını görmeye çalıştı. Erec döndü ve bir kez Alistair’in yardımı olmadan başlarının dertte olacağını fark ederek ona gülümsedi.
Erec’in filosu tamamıyla gözlerden gizlenmiş bir halde yol almaya devam etti e Erec Alistair’e minnetle baktı.
“Avucun kılıcımdan daha güçlü, leydim,” dedi eğilip.
Alistair gülümsedi.
“Bu, hala senin kazanman gereken savaş,” dedi.
Rüzgârlar onları daha da yakınlara taşıdı. Erec adamlarının hepsinin oklarını ve mızraklarını fırlatmak için sabırsızlandıklarını gördü. Bunu gayet iyi anlıyordu, çünkü onun da mızrağını tutan avucu kaşınıyordu.
“Daha değil,” diye fısıldadı adamlarına.
Pusların arasından geçerlerken, Erec İmparatorluk askerlerini şöyle bir görebildi. Siperlerinde duruyorlardı ve kasları güneşin altında parıldıyordu. Kırbaçlarını havaya kaldırıp köylülerin üstüne indiriyorlardı ve kırbaçlarının sesleri ta gemiden bile duyuluyordu. Diğer askerler durup nehre baktılar; nöbet tutan asker dikkatlerini çekmişti ve bir şey olmasını beklermiş gibi şüpheyle pusa bakıyorlardı.
Erec artık onlara çok yaklaşmıştı; gemileri ancak otuz metre kadar ötedeydi ve kalp atışları kulaklarında çınlıyordu. Alistair’in pusu dağılmaya başlayınca, artık saldırmaları gerektiğini anladı.
“Okçular!” diye bağırdı. “Oklarınızı fırlatın!”
Düzinelerce okçu filosunun dört bir anıdan nişan alıp oklarını fırlattı.
Gökyüzü aniden yaylardan fırlayan ve havada süzülen okların sesiyle doldu. Gök ölümcül uçları olan bir ok bulutuyla karardı ve oklar havada geniş bir kavis çizerek İmparatorluk kıyısına doğru düşüşe geçti. Birkaç saniye sonra, düşman askerlerinin çığlıkları duyuldu. Ölümcül ok bulutu ufak kaleyi koruyan askerlere isabet etti. Böylece, savaş başladı.
Her yerde borazanlar öttü ve İmparatorluk garnizonu tetiğe geçip kendisini savunmaya koyuldu.
“MIZRAKLAR!” diye bağırdı Erec.
Ayağa kalkıp mızrağını ilk fırlatan Strom oldu. Güzel gümüş mızrağı havada ıslık çalarak süzüldü ve müthiş bir hızla uçtuktan sonra İmparatorluk komutanın kalbine saplanıp onu gafil avladı.
Erec topuklarının üstünde dönüp altın mızrağını fırlattı ve ufak kalenin diğer tarafındaki bir İmparatorluk komutanını daha öldürdü. Filosundaki askerlerin tamamı savaşa katıldı. Mızraklarını fırlatıp kaçmak için bile zor fırsat bulan şaşkın İmparatorluk askerlerini avlamaya başladı.
Düzinelerce düşman askeri öldü ve Erec ilk saldırının başarılı olduğunu anladı; ama daha yüzlerce asker vardı. Erec’in gemisi dururken ve kıyıya biraz değerken, tek teke savaşma vaktinin geldiğini de anladı.
“SALDIRIN!” diye bağırdı.
Erec kılıcını kaptığı gibi tırabzanlara sıçradı ve İmparatorluğun kumlu kıyılarına düşmeden havada birkaç metre süzüldü. Yüzlerce adamı da etrafına kondu. Hep birlikte İmparatorluğun oklarından ve mızraklarından kaçarak kıyıya dağıldılar. Pusun arasından İmparatorluğun ufak kalesinin bulunduğu kumluk açık alana daldılar. İmparatorluk askerleri de öne fırlayıp onları karşıladı
İri yarı bir İmparatorluk askeri çığlık atarak ve baltasını kaldırıp yanlamasına başına savurunca, Erec darbeyi savuşturmaya hazırlandı. Eğildi, adamı böğründen bıçakladı ve yoluna devam etti. Savaş içgüdüleri devreye giren Erec bir başka askeri kalbinden bıçakladı, bir başkasının balta darbesinden yana adım atarak kaçtı ve hızla kendi etrafında dönüp kılıcını adamın göğsüne sapladı. Bir başka asker ona arkadan saldırınca, Erec arkasına dönmeden onu böbreğinden dirsekledi ve adamın dizlerinin üstüne düşmesine neden oldu.
Erec askerlerin arasından savaş alanındaki herkesten hızlı, atik ve güçlü bir biçimde koşarak askerlerine yol gösterdi. Adamları İmparatorluk askerlerini teker teker kesip biçerek ufak kaleye doğru ilerledi. Savaş hararetlendi, teke tek hale geldi. Onların ki misli olan o İmparatorluk askerleri azılı rakiplerdi. Erec birçok adamının etrafında yere yığılmasını üzüntüyle izledi.
Ama yanında Strom’la birlikte kararlılıkla şimşek gibi ilerledi ve iki yandan saldıran askerlerden kaçtı. Kumsalda cehennemden fırlamış bir şeytan gibi koştu.
Çok geçmeden, işleri bitti. Düşman askerleri kumların üstünde cansız yatıyordu ve cesetlerle dolu olan kumsalı kırmızıya boyamak üzereydi. Cesetlerin çoğu İmparatorluk askerlerine aitti. Ama aralarında çok sayıda Erec’in adamı da vardı.
Öfkeyle dolan Erec hala askerlerle kaynayan ufak kaleye doğru saldırıya geçti. Kalenin kenarındaki taş basamaklara tırmandı ve peşinde askerleriyle birlikte ilerlerken yukarıdan ona doğru gelen bir askerle karşılaştı. Asker kafasına iki bıçaklı bir baltayı indiremeden, onu kalbinden bıçakladı. Yana çekildi ve ölen asker yanındaki basamaklardan yuvarlanarak aşağı düştü. Bir başka asker belirdi ve Erec bir şey yapamadan ona kılıcını savurdu. Strom öne fırladı ve kılıçlardan yükselen metalik sesler ve kıvılcımlar arasında darbenin ağabeyine inmesini engelledi. Sonra, askeri kılıcının sapıyla itti, dengesini kaybetmesine neden oldu ve adamı çığlıklar arasında aşağı attı.
Erec basamakları dörder dörder çıkıp yoluna devam etti ve en sonunda ufak taş kalenin en üst seviyesine ulaştı. O seviyede kalan düzinelerce İmparatorluk askeri o sırada korkudan tir tir titriyordu. Kardeşlerinin nasıl öldüğünü görmüşlerdi. Erec’le adamlarının o seviyeye çıktıklarını görünce, hepsi arkasını döndüğü gibi kaçmaya başladı. Ufak kalenin en uç kısmına doğru hızla koştular ve köy sokaklarına daldılar… Sokaklara çıktıkları anda da bir sürprizle karşılaştılar: Köylüler cesaret kazanmışlardı. Korku dolu ifadelerinin yerini tek bir öfke ifadesi almıştı. Köylüler tek bir beden gibi saldırıya geçtiler. Onları köle olarak çalıştıran İmparatorluk efendilerine isyan ederek kırbaçları ellerinden kaptılar ve aksi yöne doğru koşarak kaçmaya çalışan askerleri kırbaçlamaya koyuldular.
İmparatorluk askerleri gafil avlanmıştı. Teker teker kölelerin kırbaçlarına yenik düştüler. Köleler askerler yere yığılana dek onları tekrar tekrar kırbaçladılar. En sonunda, yere yığılan askerler hareketsiz kaldı. Adalet yerini bulmuştu.
Erec ufak kalenin tepesinde nefes nefese, yanında adamlarıyla durdu ve sessizliği diledi. Savaş sona ermişti. Aşağıdaki şaşkın köylülerin olanları idrak etmesi birkaç saniye sürdü, ama çok geçmeden herkes ne yaptığını anladı.
Köylüler teker teker sevinçle bağırmaya başladılar. Göğe muhteşem sevinç çığlıkları yayılırken ve sesler giderek artarken, suratlarını da büyük bir mutluluk ifadesi kapladı. Bunlar özgürlüğün sesleriydi. Erec bunun harcadıkları çabaya değdiğini biliyordu. Yiğitliğin böyle bir şey olduğunu biliyordu.
YEDİNCİ BÖLÜM
Godfrey Silis’in sarayının yeraltı odasındaki taş zeminde oturuyordu. Akorth, Fulton, Ario ve Merek yanında, Dray ayaklarının dibinde, Silis ve adamları da karşısında duruyordu. Hepsi sıkkın bir tavırla başlarını önlerine eğmiş, ellerini dizlerine koymuş oturuyordu. Bir ölüm nöbetinde olduklarını biliyorlardı. Oda yukarıdan gelen savaş sesleriyle zangırdarken, Volusia istila ediliyor, şehirlerinin yağmalanış sesi kulaklarında çınlıyordu. Hepsi orada oturup beklerken, Yediler Şövalyeleri yukarıda Volusia paramparça ediyordu.
Godfrey şarap kesesinden uzuna bir yudum daha aldı. Şehirdeki son şarap kesesindeki içkiyle acısını, İmparatorluğun elinde kısa bir süre sonra ölecek olduğu düşüncesini bastırmaya çalıştı. Ayaklarına bakıp, işlerin nasıl o raddeye gelebildiğini düşündü. Aylar önce, Halka’da güvende ve emniyetteydi. İçki içerek hayatını yaşıyordu ve herhangi bir gecede hangi meyhaneye ve geneleve gideceğini düşünmekten başka tasası yoktu. Ama o sırada denizi aşmış ve İmparatorluğa gelip yıkıntılarında altında kalan bir şehrin yer altına tıkılıp kalmıştı. Kendi tabutuna girmiş gibi hissediyordu.
Başı önüyordu. Zihnini toparlamaya ve odaklanmaya çalıştı. Arkadaşlarının ne düşündüğünü bakışlarındaki o gücenik ifadeden anlayabiliyordu. Ona asla kulak asmamaları gerekirdi. Fırsatları varken kaçmaları gerekirdi. Silis için geri dönmemiş olsalardı, limana varıp bir gemiye binebilir, Volusia’dan çoktan uzaklaşmış olabilirlerdi.
Godfrey en azından bir iyilik için borcunu ödediği ve o kadının hayatını kurtardığı geçeğiyle avunmaya çalıştı. Onu yeraltına girmesi için vaktinde uyarmamış olsaydı, kesinlikle yukarıda kalırdı ve o ana dek çoktan ölmüş olurdu. Kendisi öyle olmasa bile, bu davranışının bir değeri olması gerekirdi.
“Ya şimdi?” dedi Akorth.
Godfrey döndü ve arkadaşının onu suçlar gibi baktığını, hepsinin zihninde dönüp durduğu belli olan soruyu dile getirdiğini fark etti.
Godfrey etrafına bakınınca, ufak ve loş odadaki meşalelerin ışıklarının titrediğini ve neredeyse sönmek üzere olduğunu fark etti. Ellerindeki tek şey olan ufak erzak ve bir kese içki bir köşede duruyordu. Bir ölüm nöbeti tutuyor gibiydiler. O kalın duvarlara rağmen yukarıdaki savaşın seslerini hala duyabiliyordu ve bu istilaya daha ne kadar dayanabileceklerini düşünüyordu. Saatlerce mi? Günlerce mi? Yediler şövalyeleri Volusia’yı ne kadar zamanda ele geçirebileceklerdi? Oradan gidecekler miydi?
“Bizim peşimizde değiller,” dedi Godfrey. “İmparatorluk İmparatorluğa karşı savaşıyor. Volusia’dan intikam alıyorlar. Bizimle bir sorunları yok.”
Silis başını salladı.
“Burayı ele geçirecekler,” dedi kasvetli bir tavırla. Güçlü sesi sessizliği böldü. “Yediler Şövalyeleri asla geri çekilmez.”
Herkes sus pus kesildi.
“Burada ne kadar süre yaşayabiliriz?” diye sordu Merek.
Silis erzaklarına bakıp başını salladı.
“Belki bir hafta.”
Aniden yukarıdan müthiş bir ses geldi. Godfrey zeminin zangırdadığını hissedince irkildi.
Silis derhal ayağa fırladı, endişeyle volta atmaya başladı. Tavandan üstlerine yağan sıvaların oluşturduğu tozlara baktı. Yukarıdan gelen ses taşların üst üste yığılması gibiydi. Oranın sahibi olarak endişeyle tavanı inceledi.
“Şatoma girmeyi başardılar,” dedi onlardan çok kendi kendine konuşur gibi.
Godfrey onun suratında acı dolu bir ifade belirdiğini gördü. Elindeki her şeyi kaybeden birisinin ifadesi olduğunu biliyordu.
Silis dönüp minnetle Godfrey’e baktı.
“Sen olmasaydın yukarıda olacaktım. Hayatımızı kurtardın.”
Godfrey iç çekti.
“Ama ne uğruna?” dedi üzgün üzün. “Bunun ne faydası oldu? Hepimiz burada ölelim diye mi seni uyardım?”
Silis ciddi bir ifadeye büründü.
“Burada kalırsak, hepimiz ölecek miyiz?” diye sordu Merek.
Silis ona bakıp hüzünle evet der gibi başını salladı.
“Evet,” demekle yetindi. “Bugün veya yarın değilse bile birkaç güne öleceğiz. Buraya inemezler, ama biz de yukarı çıkamayız. Yakında erzaklarımız tükenecek.”
“O zaman ne yapacağız?” dedi Ario ona bakarak. “Burada ölmeyi mi planlıyorsunuz? Çünkü ben bunu istemiyorum.”
Silis volta atarak kaşlarını çattı. Godfrey onun dikkatle bir şey düşündüğünü görebiliyordu.
Sonra, Silis aniden durdu.
“Bir şansımız var. Ama riskli,” dedi. “Yine de işe yarayabilir.”
Dönüp onlara baktı ve Godfrey heyecanla ve umutla nefesini tutup bekledi.
“Babamın zamanında, şatonun altında bir yeraltı tüneli vardı,” dedi. “Kalenin duvarlarını aşan bir tünel. Hala duruyorsa, onu bulabiliriz ve karanlıkta gizlenerek geceleyin buradan kaçabiliriz. Şehirden limana gitmeye çalışabiliriz. Geriye kalan gemim varsa, birini alabilir, denize açılıp buradan kaçarız.”
Uzun ve tereddütlü bir sessizlik oldu.
“Riskli,” dedi Merek en sonunda keyifsiz bir ses tonuyla. “Şehir İmparatorluk askerleriyle kaynıyor olacak. Öldürülmeden nasıl limana gireceğiz?”
. Silis omuzlarını silkti.
“Doğru. Bizi yakalarlarsa öldürülürüz. Ama yeteri kadar karanlık olduğunda dışarı çıkarsak ve karşımıza çıkan kişileri öldürürsek, belki limana ulaşmayı başarabiliriz.”
“Bu geçidi bulup limana ulaşırsak ve gemileriniz orada değilse ne olacak?” dedi Ario.
Silis ona baktı.
“Hiçbir plan kesin değildir,” dedi. “Dışarıda ölebiliriz de, ama burada da ölebiliriz.”
“Ölüm hepimize gelir,” diye araya girdi Godfrey. Ayağa kalkıp diğerlerine bakarken yeni bir amacı olduğunu ve korkularını yenebilecek bir kararlılığa ulaştığını hissetti. “Mesele, burada nasıl ölmek istediğimize bağlı. Fareler gibi saklanarak mı, yoksa yukarıda özgürlüğümüzü elde etmeye çalışarak mı?”
Herkes teker teker ayağa kalktı. Ona baktılar ve ciddiyetle tamam der gibi başlarını salladılar.
Godfrey o anda bir plan yaptıklarını anladı. O gece kaçacaklardı.
SEKİZİNCİ BÖLÜM
Loti ve Loc yana yana kavurucu çöl güneşinin altında birbirlerine zincirlenmiş bir halde, arkalarındaki İmparatorluk ustabaşılarından kırbaçlar yiyerek yürüyorlardı. Çorak bölgede ilerlerken, Loti bir kez daha neden kardeşinin bu tehlikeli ve son derece zor işi üstlenmelerini istediğini merak etti. Delirmiş miydi?
“Aklından ne geçiyordu?” diye fısıldadı. Ustabaşıları onları arkadan dürtünce, Loc dengesini kaybetti ve öne doğru tökezledi. Loti tutmasına izin vermeden onu sağlam kolundan tuttu.
“İleriye bak,” dedi Loc dengesini sağlayarak. “Ne görüyorsun?”
Loti ileriye baktı, hiçbir şey göremedi, ama monoton çöl karşılarında sayısız kölelerle, kayalıklı sert zeminiyle uzanıyordu. Bir düzen daha kölenin çalıştığı bir yamaca tırmanan bir yokuş gördü. Her yerde ustabaşıları vardı ve etrafta kırbaçların keskin sesi duyuluyordu.
“Hiçbir şey görmüyorum,” dedi sabırsızlıkla. “Her zamanki gibi ölesiye çalıştırılan köleler var sadece.”
Loti aniden sırtında keskin bir acı hissetti, derisi soyuluyormuş gibiydi. Kırbaçlanınca ve kırbaç derisini yarınca çığlık attı.
Arkasına bakınca, kaşlarını çatmış ona bakan ustabaşını gördü.
“Sessiz ol!” diye emretti adam.
Loti o müthiş acı yüzünden ağlayacakmış gibi hissetti, ama dilini tutup prangaları güneşin Loc’un yanına altında çıngırdayarak yürümeye devam etti. En kısa zamanda tüm o İmparatorluk askerlerini öldürmeye yemin etti.
Sessizce yürümeye devam ettiler. Bir tek kayaların üstünde çizmelerinin çıkardığı sesleri duyuyorlardı. En sonunda, Loc ona biraz sokuldu.
“Mesele, gördüğün değil, görmediğin şey. Dikkatle bak. Yukarıya, yamaca bak.”
Lot oraya baktı, ama bir şey göremedi.
“Orada bir tane ustabaşı var. Bir kişi iki düzine köleye göz kulak oluyor. Şimdi, vadiye bak ve kaç kişi olduğunu say.”
Loti tereddütle arkasında sere serpe uzanan vadiye baktı ve kayalıkları kıran ve toprağı düzleştiren kölelerin başında düzinelerce ustabaşı gördü. Dönüp tekrar yamaca baktığındaysa, erkek kardeşinin aklından geçen şeyi ilk kez anladı. Sadece tek bir ustabaşı değil, daha da iyisi vardı. Adamın yanında bir de zerta duruyordu. Bir kaçış vasıtasıydı.
Loti bundan etkilendi.
Loc onun anladığını fark edip başını salladı.
“Yamacın tepesi en tehlikeli görev yeridir,” diye fısıldadı. “Köleler ve ustabaşıları tarafından en istenmeyen, en sıcak yerdir. Ama orası bizin için bir fırsat abla.”
Loti aniden arkasına bir tekme yedi ve Loc’la birlikte öne doğru tökezledi. İkisi de doğruldular ve yamaca tırmanmaya devam ettiler. Loti giderek artan ısıda yukarı tırmanırken soluklanmaya çalıştı. Ama bu sefer yukarıya bakınca, içine bir iyimserlik çöktü ve kalbi yerinden çıkacakmış gibi atmaya başladı. Nihayet, bir plan yapabilmişlerdi.
Loti erkek kardeşinin asla o kadar cesur olabileceğini, o tür bir risk alabileceğini ve İmparatorlukla yüzleşebileceğini düşünmemişti. Ama o sırada ona bakarken, onun bakışlarındaki çaresizliği ve artık onun gibi düşünmeye başladığını görebiliyordu. Onu daha farklı bir gözle gördü ve bu yüzden çok takdir etti. Kardeşinin planı tıpkı kendisinin yapacağı türden bir plandı.
“Ya prangalarımız ne olacak?” diye fısıldadı Loti ustabaşılarının bakmadığı bir anı yakalayarak.
Loc başıyla işaret etti.
“Adamın eyerine dikkatle bak.”
Loti oraya bakınca, eyerden uzunca bir kılıç sarktığını fark etti. Bunu prangalarını kesmek için kullanabileceklerini anladı. Oradan kaçabilirlerdi.
Yakalandığından beri ilk kez umutlanan Loti yamacın tepesindeki diğer kölelere baktı. Hepsi de mahvolmuş erkekler ve kadınlardı; dalgın dalgın, iki büklüm halde yaptıkları işle ilgileniyorlardı ve bakışlarında hiçbir bir direnç ifadesi yoktu. Loti onların kaçışına yardım edemeyeceklerini anladı. Bu da onun için sorun değildi… Onların yardımına ihtiyaçları yoktu. Tek bir fırsata ihtiyaçları vardı ve tüm o diğer köleler dikkat dağıtmaya yarayacaktı.
Loti ensesinde yine sert bir tekme hissetti ve öne doğru tökezleyip yüz üstü toprak zemine yığıldı. Ama tam o sırada yamacın tepesine de varmışlardı. Güçlü ellerin onu ayağa kaldırdığını hissetti ve arkasına bakmak isterken ustabaşı onu bir kez daha tekmeledi ve onları orada bırakarak yamaçtan aşağı inmeye koyuldu.
“Sıra olun!” diye bağırdı yamacın tepesindeki tek ustabaşı.
Loti adamın nasırlı ellerini boynunda hissetti. Adam onu itince, prangaları çıngırdadı ve Loti apar topar kölelerden oluşan çalışma alanına girdi. Ona ucunda demir bir parça bulunan uzun bir çapa verdiler. Sonra, ustabaşı onun diğerleriyle birlikte çalışmasını işaret etmek için bir tekme attı.
Loti yanına bakınca, Loc’un ona imalı bir tavırla başını salladığını gördü ve ya o anda ya da hiç diye düşünerek damarlarında akan kanın alev alev yandığını hissetti.
Loti bir çığlık atarak çapayı kaldırdığı gibi savurdu ve var gücüyle adamın üstüne indirdi. Tok bir ses duyup çapanın adamın başının arkasına indiğini görünce de şok içinde kaldı.
Loti o kadar hızlı ve kararlı bir biçimde saldırmıştı ki, adamın bunu beklemediği belliydi. Tepki verecek vakti bile olmamıştı. Belli ki etrafları tüm o ustabaşılarıyla sarılı olan ve kaçacak hiçbir yeri olmayan kölelerden hiçbiri o tür bir şeye asla cesaret edemezdi.
Loti çapanın titreşimini kollarının ve ellerinin her yerinde hissetti ve şok ve memnuniyet içinde adamın öne doğru tökezleyip düşüşünü izledi. Sırtı kırbaç darbelerinden hala yanarken, adamın o halini görmek bir intikam gibi gelmişti.
Erkek kardeşi öne çıkıp kendi çapasını kaldırdı ve ustabaşının kıvranmaya başladığın görünce başının hemen arkasına bir darbe daha indirdi.
Adam en sonunda hareketsiz kaldı.
Loti nefes nefese ve ter içinde, kalbi hala gümbür gümbür atarken şaşkınlıkla adamın kanıyla kaplanan çapayı düşürdü ve kardeşine baktı. Başarmışlardı.
Loti etraflarındaki diğer kölelerin merak dolu bakışlarını hissetti. Ağızları açık bir halde onları izlediklerini gördü. Hepsi çapalarına yaslanmış ve çalışmayı kesmişti. Onlara dehşet dolu bir şaşkınlıkla bakıyorlardı.
Loti kaybedecek vakitleri olmadığını biliyordu. Hala prangalı olduğu Loc’la birlikte zertaya koştu, iki eliyle eyerden sarkan uzun kılıcı havaya kaldırıp arkasına döndü.
“Dikkat et!” diye bağırdı Loc’la.
Loc ablası kılıcı var gücüyle indirirken ve zincirlerini keserken dikkat kesildi. Kılıç kıvılcımlar saçtı ve Loti sevinçle zincirlerinin birbirinden ayrıldığını fark etti.
Tam gidecekken birisinin bağırdığını duydu.
“Ya biz ne olacağız!” diye bağırdı bir köle.
Loti sesin geldiği yere bakına, diğer kölelerin prangalarını tutarak koşa koşa yanlarına geldiklerini gördü. Arkasına bakıp onları bekleyen zertayı görünce, zamanın artık iyice değerlendiğini anladı. En kısa zamanda, doğudaki Volusia’ya, Darius’un gittiğini bildiği son yere doğru yola çıkmak istiyordu. Belki onu orada bulabilirdi. Ama bir yandan da erkek ve kız kardeşlerini orada prangalı bırakmak içine sinmiyordu.
Kölelerin arasına dalıp hepsi serbest kalana dek prangalarını kesti. Artık serbest kaldıkları için nereye gideceklerini bilmiyordu, ama en azından özgürlüklerini diledikleri gibi kullanabilirlerdi.
Loti dönüp zertanın sırtına atladı ve Loc’a elini uzattı. Loti ona sağlam elini uzatınca, Loti onu yukarı çekti. Sonra da zertanın böğrüne sert bir tekme attı.
Zerta koşmaya başlayınca, Loti özgür kaldığına sevindi, ama uzaktan kaçtıklarını gören İmparatorluk ustabaşılarının bağırışlarını duyabiliyordu. Buna rağmen hiç beklemedi. Zertayı doğrudan yamaçtan aşağı doğru ve aksi yöndeki yokuşa yönlendirdi; kendisi ve erkek kardeşi çölden ve ustabaşılarından uzaklaşıp özgürlüğün diğer tarafına doğru ilerlemeye başladılar.