Kitabı oku: «Savaşin Armağani », sayfa 4
DOKUZUNCU BÖLÜM
Darius şok içinde başını kaldırdı ve üstüne eğilmiş olan gizemli adamın gözlerine baktı.
Adam babasıydı.
Darius onun gözlerine bakarken, tüm zaman ve mekân mevhumunu yitirdi ve tüm hayatı o anda dondu. Tüm parçalar yerine oturmuştu: Darius’un onu ilk gördüğü andan itibaren hissettiği şey artık anlam kazanmıştı. O tanıdık görünümü, bilincini kurcalayan o tuhaf şey ve tanıştıklarından beri onu rahatsız eden o his artık gizemini yitirmişti.
O adam babasıydı.
Bu sözcük bile ona gerçekmiş gibi gelmiyordu.
Adam Darius’un hayatını bir İmparatorluk askerinden gelen ölümcül bir darbeyi engelleyerek kurtardıktan sonra üstüne eğilmişti. Darbe isabet etmiş olsaydı, Darius ölürdü. Adam Darius ölmek üzereyken tek başına arenaya girerek kendisini riske atmıştı.
Her şeyi onun için tehlikeye atmıştı. Oğlu için. Ama neden?
“Baba,” dedi Darius fısıldayarak ve hayret dolu bir sesle.
Darius bu adamla, bu muhteşem ve hayatında tanıdığı en harikulade savaşçıyla bir bağı olduğuna gururlandı. Günün birinde kendisi de onun gibi muhteşem bir savaşçı olabilirmiş gibi hissetti.
Babası eğilip elini sıkıca kaslı eliyle tuttu. Darius’u ayağa kaldırdı. Darius ayağa kalktığı anda, yeniden doğmuş gibi hissetti. Savaşmak ve hayatına devam etmek için bir nedeni varmış gibi hissediyordu.
Darius hemen yerden düşürdüğü kılıcı aldı ve babasıyla birlikte dönüp yaklaşan İmparatorluk askerlerine baktı. O korkunç yaratıkları babası tek başına öldürdüğünden, borazanlar çalmıştı ve İmparatorluk yeni bir grup asker yolluyordu.
Kalabalık tezahürat etmeye başladı. Darius üstlerine gelen ve ellerinde uzun mızraklar olan İmparatorluk askerlerinin korkunç suratlarına baktı. Odaklandı ve canını kurtarmak için savaşmaya hazırlanırken dünyanın yavaşladığını hissetti.
Bir asker saldırıya geçip suratına mızrağını savurdu. Darius mızrak gözüne saplanmadan önce eğilip kurtuldu. Asker onu yere devirmek için öne atılınca da hızla kendi etrafına döndü. Askerin şakağına kılıcının kabzasıyla bir darbe savurdu ve onu yere yığdı. Bir başka asker başına kılıcını savurunca, Darius öne fırlayıp onu böğründen bıçakladı.
Bir asker daha ona yandan saldırdı ve mızrağını Darius’un kaburgalarına doğrulttu. Darius’un tepki veremeyeceği kadar hızlı ilerliyordu. Ama Darius metalin metale çarptığında çıkardığı sesi duydu ve babasının bastonuyla mızrağı engellediğini minnetle izledi. Sonra, babası öne doğru bir adım attı ve bastonunu askerin gözlerinin arasına sertçe iterek onu yere yıktı.
Babası bastonuyla birlikte kendi etrafında dönüp askerlerle yüzleşti. Mızrakları teker teker ellerinden düşürürken, etrafı bastonunun çıkardığı sesler kapladı. Babası askerlerin arasında bir ceylan gibi ilerliyor, bastonunu bir sanat eseri gibi kullanıyordu. Askerlere kusursuz darbeler indiriyor, boğazlarına, gözlerinin arasına ve karın boşluklarına vuruyor, dört bir yandan saldıran askerleri yere seriyordu. Şimşek gibi hareket ediyordu.
Bundan ilham alan Darius babasının yanında çılgınlar gibi savaşıyor, ondan enerji alıyordu. Kılıcını sallıyor, eğilip kaçıyor, onlara kılıcının ucuyla vuruyordu. Kılıcı diğer askerlerin kılıcına isabet edince çınlıyor, etrafa kıvılcımlar saçılıyordu. Darius korkusuzca askerlerin arasından ilerliyordu. Adamlar onan daha iri yarıydı, ama Darius daha cesaretliydi ve onların aksine canını kurtarmak için savaşıyordu. Bir de babasını kurtarmak için. Babasına yöneltilen sayısız darbeyi savuşturmuştu ve onu öldürebilecek, farkında bile olmadığı durumlardan kurtarmıştı. Darius iki yandan akın eden askerleri etkisiz hale getirdi.
Son İmparatorluk askeri de üstüne hücum etti ve Darius kılıcını iki eliyle havaya kaldırdı. Sonra da öne atılıp kılıcını adamın kalbine sapladı. Adamın gözleri fal taşı gibi açıldı ve ağır ağır hareketsiz kalarak yere düşüp öldü.
Darius babasının yanındayken ona sırtını dayadı. İkisi de nefes nefese etraflarına bakındılar. Dört bir yanda ölü İmparatorluk askeri yatıyordu. Bu savaşı kazanmışlardı.
Darius babasının yanında, karşısına çıkabilecek her durumla baş edebileceğini ve kimsenin onları durduramayacağını hissetti. Babasın her zaman muhteşem bir savaşçı olduğunu hayal etmişti. Ne de olsa babası sıradan birisi değildi.
Derken, bir grup borazan çaldı ve kalabalık neşeyle bağırdı. Darius ilk önce onlara için tezahürat yaptıklarını sandı, ama arenanın diğer ucundaki büyük demir kapılar açıldı ve mücadelelerinin en kötü yanının daha yeni başladığını anladı.
Darius’un o güne dek duyduğu en yüksek ses yankılandı ve bunun bir insana değil de bir file ait olduğunu fark etti. Aşılan demir kapılara bakarken, kalbi heyecanla çarpıt ve birden karşısına kapkara, parıldayan bembeyaz dişleri olan, suratları öfkeyle bükülmüş iki fil görünce şok geçirdi. Filler arka ayaklarının üstüne oturup bağırdılar.
Sesleri havayı titretti. Ön ayaklarını kaldırıp büyük bir gümbürtüyle yere indirdiler. Zemin o kadar çok zangırdadı ki, Darius’la babası dengelerini kaybettiler. Fillerin üstünde mızrakları ve kılıçları olan ve tepeden tırnağa zırhlı imparatorluk askerleri vardı.
Darius onlara ve hayatında gördüğü en iri şey olan yaratıklara bakarken, babasıyla birlikte onlara karşı zafer elde edemeyeceklerini anladı. Arkasına bakına, babasının korkusuzca orada dikildiğini gördü. Babası bir heykel gibi istifini bozmadan ölüme bakıyor, kesinlikle korkuyla geri çekilmiyordu. Bu manzara Darius’a cesaret verdi.
“Kazanamayız, baba,” dedi filler saldırıya geçince bariz olan şeyi dile getirip.
“Başardık bile, oğlum. Burada durarak ve onlarla yüzleşerek, dönüp kaçmayarak onları yendik bile. Bedenlerimiz bugün burada ölebilir, ama hatıramız yaşamaya devam edecek… Yiğitliğimizle anılacağız!”
Babası başka bir şey demeden bir çığlık attı ve saldırıya geçti. Darius da onan cesaret alarak çığlık atıp peşinden gitti. İkisi fillere doğru ellerinden geldiğince hızla koştular. Ölüme koşmaktan bile tereddüt etmiyorlardı.
Darbe anı Darius’un düşündüğünü olmadı. Filin üstündeki askerin fırlattığı mızraktan eğilerek kurtuldu ve kılıcını kaldırıp üstüne doğru gelen filin ayağını kesti. Darius bir file nasıl saldırması veya kılıç darbesinin etkili olup olmayacağını bile bilmiyordu.
Darbesi hiçbir zarar vermedi. Darius’un kılıcı hayvanın derisini sadece sıyırmakla kaldı. Öfkeden çıldırmış olan devasa boyutlardaki hayvan hortumunu indirdi ve yanlamasına savurarak Darius’un kaburgalarına vurdu.
Darius metrelerce havaya uçarken, nefessiz kaldığını hissetti ve sırt üstü yere düşerek tozlu zeminde yuvarlandı. Yuvarlanmaya devam ederken soluk almaya çalıştı. Kalabalığın uzaktan gelen sesini duydu.
Dönüp babasının ne yaptığını görmeye çalıştı. Onun için endişelenmişti. Gözünün ucuyla onun mızrağını doğrudan filin iri gözlerine fırlattığını, sonra ona saldıran hayvandan kaçmak için yuvarlanarak kaçtığını gördü.
Kusursuz bir atış yapmıştı. Mızrak sağlam bir biçimde hayvanın gözüne saplandı. Fil çığlık atıp bağırdı ve yere yuvarlanırken dizleri boşa gitti. Bu arada, büyük bir toz bulut arasında diğer fili de yere devirdi. Darius derhal ayağa kalktı. Cesaretlenmişti ve onları yenmeye kararlıydı. Gözüne imparatorluk askerlerinden birini kestirdi. Adam yere düşmüştü ve yuvarlanıyordu. Asker ayağa kalkmayı başardı; elinde mızrağıyla ayağa kalktı ve Darius’un babasının sırtına fırlatmaya hazırlandı. Babası bundan habersiz orada durdu ve Darius onun az sonra öleceğini fark etti.
Derhal harekete geçti. Kılıcını kaldırıp askere saldırdı ve elindeki mızrağı kaptı. Sonra da hızla kendi etrafında dönüp adamın kellesini uçurdu.
Kalabalık heyecanla bağırdı.
Ama Darius’un buna sevinecek vakti olmadı. Büyük bir gümbürtü duydu ve diğer filin ayağa kalkabildiğini gördü. Sürücüsü de üstündeydi ve ona doğru geliyorlardı. Yollarından çekilecek kadar vakti olmayan Darius sırt üstü yere yattı, mızrağını aldı ve fil ayağını yere indirirken bunu dümdüz yukarı kaldırdı. Son ana kadar bekledi, sonra da fil onu ayağıyla ezmeye hazırlanırken yana yuvarlandı.
Filin ayağı yanında yere indirirken bir hava akımı hissetti. Hayvanına yağı birkaç santim yanına inmişti. Derken, bir çığlık duydu ve bir mızrağın birisini delip geçtiğini duydu. Fil yerde yukarı doğrultulmuş mızrağın üstüne basmıştı. Mızrak diklemesine filin ayağını girmiş ve diğer taraftan diğer ucu çıkmıştı.
Fil kıvranıp cıyakladı, kendi etrafında daireler çizerek koştu ve üstündeki İmparatorlu askeri dengesini yitirip metrelerce tepeden yere düştü. Düşüp ezilirken de feci çığlıklar attı.
Hala öfkeden çıldırmış halde olan fil diğer tarafa döndü ve hortumuyla Darius’a vurdu. Onu bir kez aha havaya savurup diğer yöne doğru fırlattı. Darius kaburgalarının hepsi kırılıyormuş gibi hissetti.
Darius ellerinin ve dizlerinin üstünde sürünürken ve soluklanmaya çalışırken, başını kaldırdı ve babasının demir kapılardan iki İmparatorluk askerine destek olarak yollanan askerlerle kahramanca savaştığını gördü. Abası etrafında dönüp ve bastonuyla adamlara darbeler indirip onları yaraladı. Etrafını sarmış olan adamlardan birkaçını yere serdi.
Gözünde hala ok olan ilk yaralanan fil ayağa kalktı, sırtına atlayan bir başka İmparatorluk askeri tarafından kırbaçlandı. Askerin yönlendirmesiyle, fil hız aldı ve doğrudan ondan habersiz askerlerle savaşmakta olan Darius’u babasına doğru saldırıya geçti.
Darius çaresizlik içinde ondan çok uzakta olan ve yanına vaktinde varamayacağı babasını izledi. Filin ona yaklaşmasını izlerken, zaman adeta yavaşladı.
“HAYIR!” diye bağırdı Darius.
Filin öne atılışını, her şeyden habersiz babasına saldırışını dehşet içinde izledi. Darius savaş alanında hızla kotu ve babasını çok geç olmayan kurtarmaya çalıştı. Ama koşarken bile bunun nafile bir çaba olduğunu biliyordu. Dünyasının her şeyi ağır hareketlerle izlerken yok oluşu gibiydi.
Fil dişlerini indirdi, öne atıldı ve babasının sırtına sapladı.
Babası fil onu ta havaya kaldırırken ağzında kanlar akarak çığlık attı.
Darius babasını, hayatında tanıdığı en cesur savaşçının filin dişlerine saplanmış bir halde havaya kaldırıldığını, ölürken bile kurtulmaya çalıştığını izlerken yüreğinin kapandığını hissetti.
“BABA!” diye bağırdı.
ONUNCU BÖLÜM
Thorgrin geminin pruvasında durmuş kılıcının kabzasını sıkıca tutarken, suyun derinliklerinden fırlayan devasa boyutlardaki deniz canavarına şok ve dehşet içinde bakıyordu. Canavar aşağıdaki kan kırmızısı suyla aynı renkti ve giderek suyun yüzeyinde yükselirken, o Kan Diyarı’nda zaten çok az miktarda bulunan ışığı büyük gölgesiyle kapladı. Kocaman çenelerini açtı ve düzinelerce sıra sıra sivri dişi ortaya çıktı; sonar, dokunaçlarını her yöne uzattı. Dokunaçlarından bazıları gemiden de uzundu ve adeta cehennemin derinliklerinden gelen bir yaratık ona sarılmaya çalışıyormuş gibi gözüküyordu.
Yaratık sonar gemiye doğru atıldı ve hepsini yutmaya hazırlandı.
Thorgrin ’in yanındaki Reece, Selese, O’Connor, Indra, Matus, Elden ve Angel silahlarını tutuyor, bu yaratığın karşısında korkusuzca dikiliyorlardı. Thor elindeki Ölüler Kılıcı’nı hissedince kararlılığının da arttığını hissetti ve harekete geçmesi gerektiğini anladı. Angel’ı ve diğerlerini koruması gerekiyordu ve yaratığın onlara gelmesini bekleyemezdi.
Thorgrin canavara karşılık vermek için öne sıçradı, tırabzanın tepesine kondu ve kılıcını başının üstüne kaldırıp canavarın ona doğru yandan gelen dokunaçlarından birine savurdu ve kesti. Kocaman dokunaç koptu ve tok bir sesle gemiye düşerek her yanı salladı; sonar tırabzana sertçe çarpana dek güvertede kaydı.
Diğerleri de tereddüt etmediler. O’Connor canavarın gözlerine birbiri ardına oklar fırlatırken, Reece de Selese’nin beline doğru inmekte olan bir başka dokunacı kesti. Indra mızrağıyla canavarın göğsünü deldi, Matus ucunda çivili top bulunan zincirini savurdu ve Elden baltasıyla dokunacı tek bir darbeyle ikiye ayırdı. Lejyon tek bir beden gibi canavara atıldı ve iyi ayar çekilmiş bir makine gibi ona saldırdı.
Canavar öfkeyle çığlık attı. Dokunaçlarından birkaçı kopmuş, gövdesi oklarla ve mızraklarla delinmişti ve bu koordineli saldırıya hazırlıksız yakalandığı belliydi. İlk saldırısı bu şekilde engellediğinden, daha da öfkeli ve yüksek bir çığlık attı, ta havaya sıçradı ve aynı hızla suya daldı. Suda iri dalgalar oluşturup gemiyi bir beşikmiş gibi salladı.
Thor bu ani sessizliğe şaşkınlıkla bakakaldı ve ir an için canavarın geri kaçmış olabileceğini, onu yendiklerini düşündü. Özellikle de yaratığın kanı suyun yüzeyinde toplanınca öyle olduğunu sandı. Ama sonar her şey fazla ani bir biçimde sessizleştiğini düşünüp kötü bir hisse kapıldı.
Yaratığın ne yapacağını anladığında çok geç olmuştu.
“SIKI TUTUNUN!” diye bağırdı diğerlerine.
Thor bunu söyledikten hemen sonar, gemilerinin sudan dengesizce yükseldiğini ve canavarın dokunaçlarının arasında havada kalana dek hareket ettiğini hissetti. Aşağıya bakınca, canavarı geminin altında gördü; dokunaçları geminin her yanını pruvadan kıça kadar sarmıştı. Kendisini büyük bir darbeye hazırladı.
Canavar gemiyi hızla fırlatınca, gemi bir oyuncak gibi havada uçtu; hepsi uçmamak için bir yere tutunmaya çalıştı. Gemi en sonunda şiddetle sallanarak tekrar okyanusa düştü.
Thor ve diğerleri daha fazla tutunmayı başaramadılar ve güvertede dört bir yana kaydılar. Gemi dönüp savrulurken oraya buraya çarptılar. Thor Angel’ın güvertede tırabzanlara doğru kaydığını ve çok geçmeden gemiden düşeceğini gördü. Uzanıp onun ufak elini yakaladı ve kız ona panikle bakarken onu sıkıca tuttu.
Gemi en sonunda dengesine kavuştu. Thor apar topar diğerleri gibi ayağa kalktı ve bir sonraki saldırıya hazırlandı. Bunu yaptığı anda da canavarın son sürat dokunaçlarını çırparak onlara doğru yüzdüğünü gördü. Yaratık gemiyi her yönden sardı, dokunaçları geminin yanlarından güverteye uzandı ve onlara doğru ilerledi.
Thor bir çığlık duydu ve Selese’nin ayak bileğine bir dokunacın dolandığını gördü. Dokunaç onu güverteden çekiyor, suya düşürmeye çalışıyordu. Reece hızla dönüp kılıcıyla dokunacı kesti, ama tam o sırada bir başka dokunaç Reece’in koluna dolandı. Giderek daha fazla dokunaç gemiye çıktı ve Thor bunlardan birini kendi bacağında hissederken etrafına bakındığında tüm Lejyon kardeşlerinin kılıçlarını çılgınlar gibi etrafa savurduklarını ve dokunaçları kestiklerini gördü. Ama kestikleri her dokunaca karşılık yerine bir yenisi çıkıyordu.
Tüm gemi dokunaçlarla kaplanmıştı ve Thor bir an önce bir şey yapmazsa hepsinin boğulacağını biliyordu. Gökte tiz bir cıyaklama duydu ve başını kaldırınca cehennemden serbest bırakılan iblislerden birinin uçtuğunu ve uçarken onlara alaycı bir ifadeyle baktığını gördü.
Thor gözlerini yumdu; bunun geçmesi gereken sınavlardan ve hayatının en önemli anlarından biri olduğunu biliyordu. Dünyayı unutup içine odaklanmaya gayret etti. Eğitimine. Argon’a. Annesine. Güçlerine. Evrenden daha güçlü olduğunu biliyordu. Ta içinde bir yerde bir takım güçler vardı ve bunlar fiziksel dünyadan çok daha üstündü. Karşılarındaki bu canavarsa dünyaya aitti, ama Thor’un güçleri daha üstündü. Doğanın güçlerini, bu canavarı taratan güçleri çağırabilir ve yaratığı geldiği cehennem geri yollayabilirdi.
Thor dünyanın etrafında yavaşladığını hissetti. Avuçlarından bir sıcaklık yükseldiğini ve bunun kollarına, omuzlarına yayıldığını ve tekrar geri giderek parmak uçlarının karıncalanmasına neden olduğunu hissetti. Thor kendisini yenilmez hissederek gözlerini açtı. Gözlerinden inanılmaz bir gücünü parıldadığını hissetti. Bu, evrenin gücüydü.
Elini uzatıp avucunu yaratığın dokunacına dayadı ve bunu yaptığında onu yaktı. Yaratık dokunacını yanmış gibi derhal bacağından çekti
Thor artık yeni bir insan olarak oradaydı. Arkasına bakınca, yaratığın başının geminin kenarında yükseldiğini gördü; canavar çenesini açıp herkesi yutmaya hazırlanıyordu. Lejyon erkek ve kız kardeşlerinin kaydığını, geminin kenarına doğru gittiklerini gördü.
Thor muazzam bir çığlık atıp canavara saldırıya geçti. Yaratık diğerlerine ulaşamadan ona doğru atıldı, kılıcını bırakıp yanan avuçlarını öne uzattı. Yaratığın suratına ulaşıp avuçlarını üstüne dayadı. Bunu yaptığı anda, avuçlarının yaratığın suratını yaktığını hissetti.
Canavar cıyaklayıp debelenirken ve onan kurtulmaya çalışırken, Thor onu sıkıca tutmaya devam etti. Yaratık ağır ağır dokunaçlarını gemiden çekti ve Thor bu sırada gücünün içinde daha da arttığını hissetti. Canavarı sıkıca tutup iki avucunu da kaldırdı ve yaratığın ağırlığının giderek göğe yükseldiğini hissetti. Çok geçmeden, yaratık Thor’un avuçlarının üstünde havada kaldı. Thor’un içindeki güç onu havada tutuyordu.
Derken, yaratık dokuz metre kadar havadayken, Thor döndü ve ellerini öne savurdu.
Canavar geminin üstünden uçarak ön fırladı; çığlıklar arasında taklalar atarak savruldu. Havada otuz metre kadar yükseldi ve en sonunda gevşedi. Büyük bir gürültüyle suya düştü ve derinlere gömüldü.
Ölmüştü.
Thor sessizlikte orada dikildi; bedeni hala ılıktı. Diğerleri de yavaş yavaş ayağa kalkıp onun yanına geldiler. Thor nefes nefese ve sersemlemiş halde kan denizine baktı. Bunun ardındaki ufukta gördüğü, o kara parçasının tepesine yükselen ve oğlunun orada olduğunu bildiği kara kaleye gözlerini dikti.
Vakit gelmişti. Artık onu durdurabilecek hiçbir şey yoktu ve en sonunda oğlunu kurtarabilecekti.
ON BİRİNCİ BÖLÜM
Volusia İmparatorluk başkentinin sokaklarında çok sayıda danışmanıyla durmuş, şok içinde elindeki aynaya bakıyordu. Suratını her açıdan inceledi… Yarısı hala çok güzelken, diğer yarısı şekilsizleşmiş ve erimişti. İçine bir tiksinti dalgasının yayıldığını hissetti. Güzelliğinin yarısının hala var olması durumu nedense daha da kötüleştiriyordu. Tüm suratı şekilsizleşmiş olsaydı, işi daha kolay olurdu diye düşündü… Eski halini hatırlamazdı.
Göz kamaştırıcı güzelliğini, gücünü aldığı kaynağı, onun hayatındaki her olayda kurtarmış, erkekleri ve kadınları manipüle etmesini sağlamış ve tek bir bakışla erkeklere diz çöktürmüş olan şeyi düşündü. Artık bunu yitirmişti. Artık sıradan on yedi yaşında bir kızdı… Daha da kötüsü, yarı canavardı. Kendi suratını görmeye tahammül edemiyordu.
Bir öfke ve çaresizlik patlamasıyla, Volusia aynayı yere fırlattı ve başkentin ışıl ışıl sokağında bin parça oluşunu izledi. Bütün danışmanları sus pus halde duruyorlar, o sırada onunla konuşmamaları gerektiğini biliyorlardı. Ayrıca, Volusia onlara bakarken hiçbirinin ona bakmak istemediğini, suratının aldığı dehşet verici görüntüyü görmek istemediğini de görebiliyordu.
Volusia paramparça etmek istediği Volklara baktı… Ama onlar Volusia’ya o korkunç büyüyü yapar yapmaz kaçmışlardı. Volusia onlarla gücünü birleştirmemesi konusunda uyarılmıştı ve artık tüm bu uyarıların haklı çıktığını anlıyordu. Buna karşılık çok büyük bir bedel ödemişti. Asla geri çevrilemeyecek bir bedeldi.
Öfkesini birisinden çıkarmak için etrafına bakınırken, ondan birkaç yaş büyük olan yeni komutanı Brin’i gördü; heykelimsi bu genç adam aylardır ona kur yapıyordu. Genç, uzun boylu, kaslı olan Brin inanılmaz derecede yakışıklıydı ve Volusia’yı tanıdığından beri onu arzuluyordu. Ama o sırada Volusia’yı daha da öfkelendirerek ona bakmıyordu bile.
“Sen,” dedi Volusia hırla gibi. Kendisini daha fazla tutamadı. “Artık bana bakmayacak mısın?”
Brin başını kaldırınca ama gözlerine bakamayınca, Volusia kıpkırmızı kesildi. Artık kaderinde bu vardı. Hayatının sonuna dek ona bir ucube gözüyle bakılacaktı.
“Seni tiksindiriyor muyum?” diye sordu sesi çaresizlikle çatlayarak.
Brin başını önüne eğdi ve sesiz kaldı.
Volusia uzun bir sessizlikten sonar “Pekâlâ,” dedi. Birisinden intikam almaya kararlıydı. “O halde, sana bu çok nefret ettiğin surata bakmanı emrediyorum. Bana güzel olduğumu kanıtlayacaksın. Benimle yatacaksın.”
Komutan başını kaldırıp ona ilk kez baktı. Suratından korku ve dehşet okunuyordu.
“Tanrıçam?” dedi çatlak bir sesle ve korkuyla. Volusia’nın emrine karşı gelirse ezasının ölüm olacağından korktu.
Volusia ilk kez mutlu hissederek kocaman bir gülümsemeyle karşılık Verdi. Bu, kusursuz bir intikam olacaktı: Ondan en çok iğrenen adamla yatacaktı.
“Sen önden git,” dedi yana çekilip yatak odasını işaret ederek.
*
Volusia İmparatorluk başkenti sarayının en üst katındaki yüksek kemerli ve üstü açık pencerenin karşısında durdu ve sabahın ilk ışıkları belirirken, perdenin kanatları suratına doğru savrulurken sessizce ağladı. Gözyaşlarının suratının iyi tarafından aktığını hissedebiliyordu, ama eriyen kötü tarafından hissedemiyordu. O taraf artık hissizdi.
Hafif bir horlama sesi duyunca arkasına baktı. Brin hala uyuyordu, ama uykusunda bile suratında tiksinmiş bir ifade vardı. Brin’in onunla birlikte geçirdiği her saniyeden nefret ettiğini biliyordu ve bu yüzden intikam alma ihtiyacını bir parça olsun gidermişti. Ama yine de tatmin olmamıştı. Bunu Volkların yanına bırakamazdı ve hala intikam için yanıp tutuşuyordu.
Brin’den aldığı intikam kesinlikle düşündüğü intikam değildi. Ne de olsa, Volklar ortadan kaybolmuşlardı, ama kendisi ertesi sabah hala hayattaydı ve hayatının sonuna dek de öyle kalacaktı. O görünümle, kendisinin bile tahammül edemediği o suratla yaşamak zorundaydı.
Volusia gözyaşlarını sildi ve başkentin duvarlarının ardındaki bölgeye, ufkun ta derinliklerine baktı. Güneşler yükselirken, siyah bayrakları ufku kaplamaya başlayan Yediler Şövalyeleri’nin ordularının siluetini gördü. Askerler orada kamp kurmuşlardı ve orduları giderek büyüyordu. Yavaş yavaş şehrin etrafını çeviriyorlar, İmparatorluğun dört bir yanından milyonlarca asker toplayarak orayı istila etmeye hazırlanıyorlardı. Onu ezmeye hazırlanıyorlardı.
Volusia buna hazırdı. Volklara ihtiyacı olmadığını biliyordu. Kendi adamlarına da ihtiyacı yoktu. Onları tek başına öldürebilirdi. Ne de olsa, kendisi bir tanrıçaydı. Uzun süre önce, ölümlüler diyarından ayrılmıştı ve artık kimsenin ve hiçbir ordunun durdurmayacağı bir efsaneydi. Onları kendisi karşılayacak ve işlerini tek başına bitirecekti.
En sonunda karşısına çıkacak kimse kalmayacaktı. Bundan sonar, ondan güçlüsü olmayacaktı.
Volusia arkasından bir hışırtı duydu ve gözünün ucuyla bir kıpırtı gördü. Brin’in yataktan kalktığını çarşafları üstünden atıp giyinmeye başladığını gördü. Onun parmaklarının ucunda dolaştığını, sessiz olmaya çalıştığını fark etti ve ona görünmeden gitmeye niyetli olduğunu anladı… Böylece, suratını bir daha görmek zorunda kalmayacaktı. Volusia bunu hareket üstüne hakaret olarak Kabul etti.
“Komutan?” iye seslendi sakince.
Brin’in olduğu yerde donakaldığını gördü; genç adam dönüp tereddütle ona baktı ve Volusia ona gülümseyerek erimiş tuhaf dudaklarıyla ona daha da işkence etti.
“Buraya gel, komutan. Gitmeden önce sana göstermek istediğim bir şey var.”
Brin yavaşça dönüp ona doğru yürüdü ve yanına kadar geldi. Orada dikilirken onun suratından başka her yere bakmaya çalıştı.
“Tanrıçan için bir veda öpücüğü yok mu?” dedi Volusia.
Brin’in hafifçe irkildiğini gördü ve içini büyük bir öfke kapladı.
“Boş ver,” dedi surat ifadesi allak bullak bir biçimde. “Ama en azından sana göstermek istediğim bir şey var. Baksana. Ufuktaki şeyi görüyor musun? Dikkatle bak. Sana orada ne gördüğünü söyle.”
Brin öne çıktı ve Volusia elini onun omzuna koydu. Brin öne eğilip ufka dikkatle bakarken, Volusia onun bir şey görebilmek için kaşlarını çattığını fark etti.
“Hiçbir şey görmüyorum, Tanrıçam. Sıra dışı bir şey yok.”
Volusia keyifle gülümsedi. İçinde o tanıdık intikam isteğini, şiddet ve gaddarlık uygulama ihtiyacını hissetti. ”Daha dikkatle bak, komutan.”
Brin biraz daha öne eğildi. Volusia hızla gömleğini arkadan kavradı ve onu var gücüyle pencereden dışarı fırlattı.
Brin ellerini kollarını sallayarak düşerken çığlık attı. Yüz üstü otuz metreden yere çakıldı ve anında aşağıdaki sokakta öldü. Tok ses sessiz sokaklarda yankılandı.
Volusia mutlu bir gülümsemeyle onun cesedine baktı ve en sonunda intikamını aldığını hissetti.
“Asıl tuhaf görünen sensin,” dedi. “İkimizden hangisi şimdi daha tuhaf?”