Kitabı oku: «Şeref Yemini », sayfa 2
BÖLÜM ÜÇ
Thor atını orman yolunda dikkatle sürüyordu. Reece, O’Connor, Elden ve ikizler, atlarıyla birlikte onun yanındaydılar. Krohn da dizinin hemen dibinde onu takip ediyordu. Bir süre sonra Kanyon’un diğer ucuna gelerek ormandan çıktılar. Sık ağaçlardan oluşan ormanın sınırlarına nihayet geldiklerinde, Thor’un yüreği bir beklentiyle giderek daha hızlı atmaya başladı. Bir elini kaldırarak, diğerlerini sessiz olmaları için ikaz etti. Yanındakilerin hepsi put gibi durarak beklediler.
Thor gözlerini sahilin, açık gökyüzünün ve daha da ötede uzanan ve onları Tartuvian’a, yani İmparatorluk’un uzak diyarlarına götürecek olan sarı denizin uçsuz bucaksızlığında gezdirdi. Thor bu denizin sularını Yüzler’e yaptıkları yolculuktan beri görmemişti. Geriye dönmüş olmak tuhaf bir duyguydu. Üstelik bu kez Halka’nın kaderini belirleyecek olan bir görevleri vardı.
Kanyon’daki köprüyü geçtikten sonraki vahşi doğadaki kısa yolculukları olaysız geçmişti. Kolk ve Brom, Thor’a Tartuvian sahillerinde demir atmış olan küçük bir gemiyi bulması talimatını vermişlerdi. Bu gemi, denize doğru sarkan devasa bir ağacın dallarının altına özenle saklanmış olacaktı. Thor onlardan aldığı talimatı harfiyen uyguladı ve ormanın sınırına geldikleri vakit, özenle saklanmış olan ve onları gitmeleri gereken yere götürecek olan bu geminin yerini saptayarak rahat bir soluk aldı.
Ama hemen sonra kumların üzerinde dikilerek gemiyi inceleyen altı İmparatorluk askerini gördü. Bir başka asker de, kısmen sahilde duran ve hafif hafif bindiren dalgalarla sallanan geminin üzerine çıkmıştı. Aslında orada kimsenin olmaması gerekiyordu.
Bu büyük bir şanssızlıktı. Thor daha ötelere, ufka doğru baktığında, İmparatorluk’un siyah bayraklarını taşıyan binlerce gemiden oluşan filonun çizgi halindeki siluetini gördü. Neyse ki Thor’a doğru değil, farklı bir yöne doğru yelken açmışlardı ve onları Halka’nın etrafından dolanıp Kanyon’dan geçerek, McCloud’un tarafına getirecek uzun ve daire şeklindeki yolu izliyorlardı. Şükür ki, filo farkı bir yöne gitme kaygısı içindeydi.
Şu anda tek sıkıntı bu devriye idi. Muhtemelen rutin bir keşif görevinde olan bu altı İmparatorluk askeri, bir şekilde bu Lejyon gemisine rastlamış olmalıydılar. Bu, Thor ve yanındakiler için kötü bir zamanlamaydı. Eğer Thor ve yanındakiler sahile onlardan birkaç dakika önce varmış olsalardı, gemiye binmiş ve sahilden uzaklaşmış olacaklardı. Şimdiyse, önlerinde bir çatışma vardı ve bunu geçiştirmek de mümkün değildi.
Thor bakışlarıyla sahili boydan boya taradı ve İmparatorluk askerlerinden başka bir grup olmadığını gördü. En azından bu onların avantajına olan bir durumdu. Bunlar muhtemelen yalnız dolaşan bir devriye grubuydu.
“Geminin iyi saklanmış olduğunu sanıyordum,” dedi O’Connor.
“Göründüğü kadarıyla o kadar da iyi saklanmamış,” diye düşüncesini belirtti Elden.
Altısı birden atlarının üzerinde durarak, gözlerini gemiye ve asker grubuna diktiler.
"Diğer İmparatorluk askerlerine haber vermeleri fazla sürmez,” dedi Conven.
"O zaman da top yekûn bir savaşla karşı karşıya kalırız,” diye ekledi Conval.
Thor onların haklı olduğunu biliyordu. Ve böyle bir riske almamaları gerektiğini de…
"O'Connor,” dedi Thor, “içimizde en iyi nişan alan sensin. Senin elli metreden hedefi vurduğuna kaç kez tanık oldum. Geminin pruvasında duran adamı görüyor musun? Onu tek seferde vurmamız gerek. Bunu yapabilir misin?”
O'Connor gözlerini İmparatorluk askerlerine dikerek, ciddi bir tavırla ever der gibi başını salladı. İncelikli bir şekilde sırtına uzandı, bir ok aldı, Yayını kaldırarak oku yerleştirdi ve atışa hazır duruma getirdi.
Hepsi birden Thor’a bakıyorlardı. Thor da onları yönlendirmeye hazırdı.
"O'Connor, işaret verdiğim an, oku at. Biz aşağıdakilere ondan sonra saldıracağız. Hepiniz atış silahlarınızı kullanacaksınız ama önce, mümkün olduğu kadar onların yakınına gitmeye çalışın.”
Thor eliyle işaret verdiği anda, O’Connor yayın kirişini serbest bıraktı.
Ok ıslık gibi bir ses çıkararak havada uçtu ve metal ucu mükemmel bir şekilde hedefi bularak, pruvada durmakta olan İmparatorluk askerinin kalbini deldi. Gözleri bir an için fal taşı gibi açılan asker olduğu yerde kalakaldı. Sonra aniden kollarını iki yana açtı. Suya dalan bir kuğu gibi bir şapırtı sesi çıkararak, sahildeki asker arkadaşlarının ayaklarının dibine yüz üstü düştü ve kumları kırmızıya buladı.
Aynı anda Thor ve diğerleri saldırıya geçtiler. İyi yağlanmış ve parçaları birbiriyle müthiş bir uyum içinde olan bir makine gibiydiler. Ancak, dörtnala giden atlarının sesi onları ele verdi. Altı düşman askeri onları görünce, orta yerde buluşmak üzere atlarına atlayıp karşı saldırıya geçmeye hazırlandılar.
Thor ve adamlarının elinde yine de sürpriz bir saldırı yapmanın avantajı vardı. Thor heybesinden çıkardığı taşı sapanıyla fırlattı ve atına atlamış olan askerlerden birini yirmi metre öteden şakağından vurdu. Adam, geriye doğru düşerek atın üzerinde öldü. Dizginleri hâlâ elinde tutuyordu.
Askerlere iyice yaklaşınca, Reece baltasını, Elden mızrağını ve ikizler de hançerlerini fırlattılar. Kumun üzeri düzgün değildi. O yüzden silahlarını hedefi bulacak şekilde fırlatmaları her zamanki kadar kolay olmuyordu. Reece’in baltası hedefini bularak bir tanesinin hakkından geldi ama diğerleri ıskaladılar.
Askerlerden dördü hâlâ hayattaydı. Öncü olan bir tanesi gruptan sıyrıldı ve doğrudan o anda silahsız olan Reece’in üzerine saldırdı; baltasını fırlattıktan sonra kılıcını çekecek vakit bulamamış olan Reece, kendisini her şeye hazırlamıştı, ama Krohn aniden öne atılarak adamın atının bacağını ısırdı. At yere çöktü ve sürücüsü de yere kapaklandı.
Son anda ölümden kurtulan Reece kılıcını çekerek, ayağa yeniden kalkmasına fırsat vermeden askere sapladı ve onu oracıkta öldürdü.
Geriye üç asker kalmıştı. Bunlardan bir tanesi baltasıyla Elden’ın üzerine geldi. Elden kalkanıyla baltanın başına inmesini engelledi ve aynı anda kendi kılıcını sallayarak adamın baltasının sapını ikiye ayırdı. Sonra kalkanını etrafta savurarak ilerledi ve kendisine saldıran askeri başının yan tarafından vurarak atından düşürdü.
Askerlerden biri belinden bir zincirli kamçı çıkardı ve uzun zincirini sallayarak çivili ucunu aniden O’Connor’a indirdi. Bu öyle çabuk olmuştu ki, O’Connor kendisini savunacak fırsat bulamamıştı.
Ama Thor bunu bekliyordu ve arkadaşının yanına gelmek için öne doğru atıldı, kılıcını kaldırarak düşmanın elindeki silahın zincirini ikiye böldü. Kılıcın demiri kestiği anda çıkan sesi duyan Thor, yeni kılıcının bu kadar keskin olmasına hayret etti. Çivili top da kimseye zarar veremeden uçup gitti ve yere düşerek kumlara saplandı. Böylece O’Connor’un da hayatı kurtulmuştu. Conval daha sonra atını sürerek mızrağını askere sapladı ve onu öldürdü.
Tek başına kaldığını fark eden son İmparatorluk askerinin gözlerini korku bürümüştü. Aniden döndü ve kumların üzerinde derin izler bırakan atını sürerek sahile doğru kaçmaya başladı.
Hepsi birden gözlerini kaçan askere diktiler: Thor sapanıyla bir taş savurdu, O’Connor yayını kaldırarak bir ok attı ve Reece de bir mızrak fırlattı. Ama asker kumlara batıp çıkan atını çok düzensiz bir şekilde sürüyordu, o yüzden hiç biri hedefi bulamadı.
Elden kılıcını çekti. Thor onun askerin peşinden gitmek üzere olduğunu fark etti. Elini kaldırarak ona durmasını işaret etti.
“Yapma!” diye bağırdı Thor.
Elden dönerek ona baktı.
“Eğer hayatta kalırsa, diğerlerini peşimizden gönderir!” diye itiraz etti Elden.
Thor dönerek gemiye baktı ve adamı yakalamak için çok vakit kaybedeceklerini anladı. Vakit kaybetmek gibi bir lüksleri yoktu.
“Öyle de yapsak, böyle de yapsak, İmparatorluk bizim peşimizden gelecektir,” dedi Thor. “Kaybedecek vaktimiz yok. Bizim için şu anda önemli olan şey, buradan uzaklaşmak. Hepiniz gemiye!” diye bağırdı.
Geminin yanına gelince atlarından indiler ve Thor elini eyerin içine sokarak içindeki erzakları çıkardı. Diğerleri de onun gibi yaptılar ve silahlarıyla yiyecek ve içeceklerini yüklendiler. Yolculuğun ne kadar süreceğini, karayı yeniden ne zaman göreceklerini kim bilebilirdi ki? Tabii ki, eğer görebileceklerse… Thor, Krohn için de yanlarına yiyecek aldı.
Torbaları parmaklıklardan aşırtıp geminin içine fırlattılar; torbalar gürültülü bir şekilde güverteye düştü.
Thor yandan sarkmakta olan kalın ve düğümlü ipi yakaladı ve ellerini kesmesine rağmen onu tutunarak tırmanmayı denedi. Krohn’u omzuna aldı ve kendisini güverteye doğru çekti. İkisinin birden ağırlığı adalelerinin üzerinde büyük bir baskı yapıyordu. Krohn kulağının dibinde inleyip duruyordu. Sivri pençeleriyle onun göğsüne sarılmış, adeta ona yapışmıştı.
Thor az sonra parmaklıkları aştı, Krohn da ona tutunmayı bırakıp güverteye atladı. Diğerleri de hemen onları takip ettiler. Thor eğilip sahildeki atlara baktı. Hepsi de bir emir beklermiş gibi yukarıya, onlara doğru bakıyorlardı.
"Peki, onlara ne olacak?” diye sordu Reece, Thor’un yanına gelerek.
Thor geriye dönerek, gemiyi inceledi: yirmi ayak uzunluğunda ve yaklaşık on ayak genişliğindeydi. Yedi kişi için yeterliydi ama atları almaları mümkün değildi. Aldıkları takdirde, atlar geminin ahşap zeminini bozabilirler ve gemiye zarar verebilirlerdi. Onları bırakmak zorundaydılar.
"Başka bir seçeneğimiz yok,” dedi Thor, başını eğip onlara sevgiyle bakarken. “Yenilerini edinmekten başka çaremiz yok.”
O'Connor parmaklıklardan sarktı.
"Onlar çok akıllı atlar,” dedi O’Connor. “Ben onları çok iyi eğittim. Benim emrim üzerine onlar eve döneceklerdir.”
O'Connor tiz bir ıslık sesi çıkardı.
Tek beden haline gelen atlar bir anda geri döndüler ve öne doğru fırlayarak, kumların üzerinde yarış eder gibi koşarak ormanın içinde kayboldular. Halka’ya geri dönüyorlardı.
Thor dönüp kardeşlerine baktı. Hep birlikte bir çıkmazın içinde girmişlerdi. Atları bile yoktu. Geriye dönemezlerdi ve ileriye doğru gitmekten başka seçenekleri kalmamıştı. Gerçek yavaş yavaş kafalarına dank etmeye başlamıştı. Burada gerçekten de yapayalnızdılar, ellerinde sadece bu gemi vardı. Halka’nın sahillerinden kesin olarak ayrılmak üzereydiler ve artık onlar için geriye dönüş diye bir şey yoktu."
“Peki ama bu gemiyi suda nasıl yüzdüreceğiz?” diye sordu Conval, hep birlikte on beş ayak aşağıya, geminin gövdesine doğru bakarlarken. Tartuvia’nın dalgaları geminin küçük bir kısmını yalamaktaydı ama geri kalan bölüm sıkıca kuma saplanmış bir durumdaydı.
"Buraya gelin!" diye bağırdı Conven.
Hep birden geminin diğer yanına koşturdular ve kenardan kalın bir demir zincirin sarktığını gördüler. Zincirin ucunda kumun üzerinde durmakta olan devasa bir demir top vardı.
Conven aşağıya doğru sarkarak zinciri hızla çekti. Tüm gücünü sarf ederek inledi, ama onu kaldırmayı başaramadı.
“Çok ağır,” diye homurdandı.
Conval ve Thor onun yanına gelerek yardım ettiler. Üçünün birden yakalayıp yukarıya çekmeye çalıştıkları zincirin ağırlığı Thor’u şaşırtmıştı: üç kişi olmalarına rağmen zinciri sadece bir kaç ayak kadar kaldırabilmişlerdi. Sonunda dayanamayıp bıraktılar ve zincir yeniden kumların üzerine düştü.
"Ben de yardım edeyim," dedi Elden, öne doğru bir adım gelerek.
Elden devasa cüssesiyle hepsinin tepesinden bakıyordu. Eğilerek zinciri çekmeye başladı ve onu tek başına kaldırmayı başardı. Thor hayretler içinde kalmıştı. Diğerleri de hemen el verdiler ve zinciri tek beden halinde her seferinde bir ayak kadar olmak üzere çekmeyi ve çıpayı parmaklıkların üzerinden güverteye almayı başardılar.
Gemi hemen kıpırdandı ve dalgaların üzerinde sallanmaya başladı ama büyük bir kısmı hâlâ kumlara saplanmış bir şekilde duruyordu.
"Kürekler!" diye bağırdı Reece.
Thor geminin her iki yanında, her biri neredeyse yirmi ayak uzunluğunda iki tahta kürek olduğunu gördü ve bunların ne işe yaradığını hemen anladı. Bir tanesini Reece ve o, diğeriniyse Conval ve Conven aldılar.
“Kıyıdan açıldığımızda, siz de yelkenleri açın!” diye haykırdı Thor.
Sonra eğilerek kürekleri kuma sapladılar ve bütün güçleriyle itmeye başladılar; Thor bunu yaparken inliyordu. Gemi ağır ağır hareket etti ama belli belirsiz bir şekilde… Aynı anda, Elden ve O’Connor geminin ortasına doğru koştular ve branda bezinden yapılmış yelkenleri kaldırmak için büyük bir gayretle ipleri, her seferinde bir ayak olmak üzere çektiler. Şanslarına, güzel bir rüzgâr vardı. Thor ve diğerleri bu şaşırtıcı derecede ağır olan gemiyi kumdan kurtarmak için tüm güçleriyle kumları ittirirken, yelkenler de açıldı ve rüzgârı tutmaya başladı.
Nihayet, gemi altlarında sarsıldı ve aşağı yukarı sallanarak, hiç ağırlığı yokmuş gibi suların üzerinde kaymaya başladı. Çok fazla güç sarf ettiği için Thor’un omuzları titriyordu. Elden ve O’Connor yelkenleri fora ettiler. Az sonra denize açılmışlardı bile.
Elden ve O’Connor’a kürekleri yerlerine koymak ve iplerini bağlamak için yardım ettikten sonra hep birlikte zafer çığlıkları attılar. Bütün bunlardan heyecanlanan Krohn da onlarla birlikte cıyak cıyak bağırmaya başladı
Gemi başıboş bir şekilde sürüklenmeye başlamıştı. Thor hemen dümene geçti. O’Connor da onun yanına geldi.
"Dümene geçmek ister misin?” diye sordu Thor, O’Connor’a.
O’Connor’un yüzüne kocaman bir gülücük yayıldı.
"Hem de nasıl…”
Birden iyiden iyiye hızlandılar ve rüzgârı arkalarına alarak Tartuvian’ın sarı suları üzerinde seyretmeye başladılar. Sonunda, gemiyi harekete getirmeyi başarmışlardı. Thor derin bir soluk aldı. Yola çıkmışlardı.
Thor, Reece ile birlikte pruvaya doğru yöneldi. Krohn ikisinin arasına girerek Thor’un bacağına yaslandı. Thor eğilerek onun yumuşak beyaz kürkünü sıvazladı. Krohn, Thor’a abanarak onu yaladı; Thor küçük bir torbaya elini daldırdı ve Krohn için bir parça et çıkardı. Krohn bir hamlede eti kaptı.
Thor bakışlarını önlerindeki uçsuz bucaksız denize çevirdi. Ufukta İmparatorluk’un simsiyah gemileri birer nokta halinde görünüyordu. Büyük bir ihtimalle Halka’nın McCloud tarafına gitmek üzere yola çıkmışlardı. Neyse ki, onları fark etmemişlerdi. Tek başına seyreden küçük bir gemiyi arıyor olmaları mümkün değildi. Gökyüzü açıktı, arkalarından esen rüzgâr oldukça kuvvetliydi ve hız almaya devam ediyorlardı.
Thor bakışlarıyla çevreyi tarayarak, ileride neler olabileceğini kestirmeye çalıştı. İmparatorluk topraklarına ne kadar zamanda varabileceklerini ve onları orada nelerin beklediğini merak ediyordu. Kılıç’ı nasıl bulacaklar ve bu hikâye nasıl sona erecekti? Önlerinde sürüyle engel vardı ve başarılı olma şanslarının fazla olmadığını biliyordu, ama yine de bu yolculuğa nihayet çıkabilmiş olmakta dolayı müthiş bir coşku içindeydi. Buraya kadar gelebilmiş olmak ona heyecan veriyordu ve Kılıç’ı geri alma arzusuyla yanıyordu.
"Ya orada değilse?” diye sordu Reece.
Thor dönerek ona baktı.
“Kılıç, yani,” diye ekledi Reece. “Ya orada değilse? Ya kaybolmuşsa? Veya parça parça edilmişse? Ya onu asla bulamazsak? Ne de olsa, İmparatorluk’un toprakları uçsuz ve bucaksız…”
“Ya İmparatorluk onu nasıl kullanacağını keşfetmişse?” diye sordu Elden yanlarına gelerek, kalın sesiyle.
“Peki ya Kılıç’ı bulduğumuz halde geri getirmezsek?” diye sordu Conven.
Karşılarında duran ve yanıtı olmayan bu soru deniziyle tedirgin olmuş bir şekilde orada öylece kalakaldılar. Bu yolculuk bir çılgınlıktı, Thor bunu biliyordu.
Hem de tam bir çılgınlık…
BÖLÜM DÖRT
Gareth, babasının çok değer verdiği ve şatonun üst katında bulunan çalışma odasının taş zemini üzerinde volta atarak, ne varsa tek tek kırıp döküyordu.
Gareth kitaplıktan kitaplığa giderek, asırlardan beri ailesinin mülkiyetinde olan deri kaplı tüm değerli kitapları bir vuruşta aşağıya indirdi, ciltlerini paraladı ve sayfalarını paramparça etti. Havalara fırlattığı sayfalar, kar taneleri gibi başının üzerine yağdı, bedenine ve salyalar akan yanaklarına yapıştı. Bu sarayda babasının sevdiği her şeyi, her kitabı tek tek ortadan kaldırmaya kararlıydı.
Köşedeki masaya doğru ilerledi, afyon çubuğunu titreyen elleriyle yakalayarak içinde kalanları güçlüce içine çekti. Buna şimdi her zamankinden daha fazla ihtiyacı vardı. Bir afyon bağımlısıydı, fırsat bulduğu an tüttürüyordu. Rüyalarında ve hatta artık uyanık olduğu vakit bile onu rahat bırakmayan babasıyla ilgili tüm imgeleri ortadan kaldırmak zorunda olduğunu hissediyordu.
Gareth çubuğu yerine koyarken babasının, çürüyen bir ceset olarak, tam karşısında durduğunu gördü. Ona her göründüğünde, bir öncekinden daha çürümüş ve daha çok iskelete benzemiş oluyordu. Gareth bu korkunç görüntüyü görmemek için başını çevirdi.
Eskiden olsa Gareth ona saldırmayı denerdi ama bunun bir işe yaramadığını artık öğrenmişti. O yüzden şimdi sadece başını çevirmekle ve başka yerlere bakmakla yetiniyordu. Hep aynı şey oluyordu: Başında paslı bir taç olan babası, ağzı açık bir şekilde, ona iğrenmiş gibi bakıyor ve bir parmağını suçlar gibi ona doğru uzatıyordu. O korkunç bakış Gareth’a günlerinin sayılı olduğunu hissettiriyor ve babasıyla buluşmasının sadece bir zaman meselesi olduğunu hatırlatıyordu. Babasını görmekten dünyadaki her şeyden daha çok nefret ediyordu. Onu öldürmekle eline bir lütuf geçmiş olsaydı, hiç olmazsa onun yüzünü görmekten kurtulabilseydi… Ama ironik olarak, şimdi onu her zamankinden daha sıklıkla görüyordu.
Gareth aniden dönerek afyon çubuğunu hayaletin üzerine fırlattı. Yeterince hızlı atabildiği takdirde, hedefi tutturabileceğini umuyordu.
Ama çubuk sadece havada uçtu ve duvara çarparak tuzla buz oldu. Babasıysa hâlâ orada duruyor ve öfkeyle ona bakıyordu.
“Bu uyuşturucular artık işine yaramayacak,” diye azarladı babası onu.
Gareth artık dayanamıyordu. Babasının yüzünü tırmalama niyetiyle ellerini uzatarak hayalete doğru atıldı, ama elleri her zamanki gibi sadece havayla buluştu; üstelik de hızını alamayarak odanın diğer ucuna kadar tökezleye tökezleye gitti ve babasının tahta çalışma masasının üzerine kapaklandı. Ağırlığına dayanamayan masa parçalanarak onunla birlikte yere yıkıldı.
Gareth yerde yuvarlandı, soluğu kesildi ve başını kaldırınca kolunda derin bir yara açıldığını gördü. Gömleğinden aşağı kanlar akıyordu. O anda, üzerinde son bir kaç gündür uyurken bile çıkarmadığı iç gömleğinin olduğunu fark etti; onu haftalardır değiştirmemişti. Kendi yansımasına bir göz attı ve saçının karmakarışık olduğunu ve tam bir hödüğe benzediğini gördü. Benliğinin bir yanı bu kadar düşmüş olabileceğine inanmakta zorluk çekiyordu, ama bu durum diğer yanının umurunda bile değildi. İçinde sağlam kalan tek şey yakıp yıkma ve babasından geri kalan her şeyi ortadan kaldırma arzusuydu. Bu şatoyu yerle bir etmek istiyordu, Kral’ın Sarayı’nı da… Böylece, çocukken ona lâyık görülen davranışların bir İntikamını almış olurdu. Anılar, bir türlü çıkaramadığı bir diken gibi içine saplanıp kalmıştı.
Tam o sırada, babasının çalışma odasının kapısı sonuna kadar açıldı ve Gareth’ın görevlilerinden biri korku içinde içeriye göz attı.
“Efendimiz,” dedi görevli. “Bir çarpma sesi duydum da… İyi misiniz? Efendimiz, yaralanmışsınız!”
Gareth oğlana nefret dolu bir bakış fırlattı. Sonra ona sert bir çıkış yapmak için ayağa kalkmaya çalıştı, ama bir şeyin üzerine basarak yeniden yere düştü. Az önce çektiği afyon nedeniyle hâlâ tam olarak kendisinde değildi.
"Efendimiz, size yardım edeyim!”
Oğlan öne doğru atılarak Gareth’ın bir deri bir kemik kalmış olan kolunu yakaladı.
Ama Gareth’ın hâlâ bir miktar gücü vardı. Oğlan ona dokunur dokunmaz onu odanın diğer ucuna kadar hızla ittirdi.
"Bana bir kere daha dokunursan, senin ellerini keserim,” diye haşladı onu.
Oğlan korkuyla geri çekildi. Tam o sırada, başka bir görevli odaya girdi. Yanında da Gareth’ın belli belirsiz tanıdığı yaşlıca bir adam vardı. Bu adamı belli belirsiz hatırlar gibiydi ama tam olarak bir yere yerleştiremiyordu.
"Efendimiz,” dedi adam, yaşlı ve çatlak bir sesle, “sizi yarım günden beri konsey salonunda bekliyoruz. Konsey üyeleri daha fazla bekleyemezler. Size verilecek acil haberleri var ve bunları gün bitmeden sizinle paylaşmaları gerekiyor. Geliyor musunuz?”
Gareth gözlerini kısarak adama baktı, onun kim olduğunu çıkarmaya çalışıyordu. Adamın babasına hizmet eden birisi olduğunu hayal meyal hatırlıyor gibiydi. Konsey odası… Toplantı… Her şey zihninde bir girdap gibi dönüp duruyordu
“Sen kimsin?” diye sordu Gareth.
"Efendimiz, benim adım Aberthol. Babanızın güvenilir danışmanı," dedi adam biraz yaklaşarak.
Gareth yavaş yavaş hatırlamaya başlamıştı. Aberthol. Konsey. Toplantı. Zihni allak bullaktı ve başı da çatlayacak gibi ağrıyordu. Şu anda istediği tek şey yalnız kalmaktı.
"Beni yalnız bırak,” diye hırladı. “Ben gelirim.”
Aberthol onaylar gibi başını salladı. Görevliyle birlikte telâşla odadan çıkarken kapıyı da arkalarından kapattı.
Gareth yere çömeldi, başını ellerinin arasına alarak düşünmeye, hatırlamaya çalıştı. Ama bunu bile yapamıyordu. Hatırladığı her şey bölük pörçüktü. Kalkan indirilmişti; İmparatorluk saldırıyordu; sarayda yaşayanların yarısı kaçmıştı; kendi kız kardeşi öncülük ederek onları uzaklara, Silesia’ya götürmüştü… Gwendolyn… Evet, işte buydu. Hatırlamaya çalıştığı şey tam da buydu. Gwendolyn. Ondan anlatamayacağı kadar büyük bir tutkuyla nefret ediyordu. Ve şimdi, onu öldürmeyi her zamankinden fazla istiyordu. Onun öldürmesi gerekti. Başına gelen her işten, o sorumluydu. Onu tekrar ele geçirmenin bir yolunu bulacaktı elbet, bu ölmesine neden olsa bile… Ondan sonra da diğer kardeşlerine gelecekti sıra.
Gareth bu düşünceyle, kendisini daha iyi hissetmeye başladı.
Müthiş bir çabayla ayağa kalktı, ama odanın için sendeleyerek yürürken köşe masalarından birine takıldı. Kapıya yaklaştığında, babasının su mermerinden yapılmış bir büstü gözüne çarptı. Bu, babasının sevdiği bir heykeldi. Heykeli başından tuttuğu gibi, duvara fırlattı.
Heykel bin parçaya bölündü. Gareth o gün ilk defa olarak gülümsedi. Günü belki de korktuğu kadar kötü geçmeyecekti.
*
Gareth iki yanında refakatçileri olduğu halde bir çalımla konsey odasına girdi. Devasa meşe kapıları avucuyla iterek açmış ve kalabalık odadaki insanların onun mevcudiyetini hissedip irkilmesini sağlamıştı. O içeriye girince, herkes bir anda hazır ol durumuna geçti.
Normal olarak bu durumun Gareth’ı mutlu etmesi gerekirdi, ama o iyi bir gününde değildi. Babasının hayaleti ona rahat vermiyordu ve kız kardeşinin gitmiş olması da onu çok öfkelendirmişti. Bu duygular zihninde bir girdap gibi dönüp duruyordu ve hıncını bir şekilde birilerinden çıkarması gerektiğini düşünüyordu.
Gareth afyonun verdiği sersemlikle devasa odada yalpalayarak ilerlemeye başladı. Tahtına doğru uzanan dar koridorun ortasından yürürken, düzinelerle konsey üyesi yana doğru çekilerek ona yer verdi. Saraydakilerin sayısı artmıştı. Kraliyet Sarayı’nın yarısının ayrılmış, Kalkan’ın da indirilmiş olduğu haberini alan insanların sayısı arttıkça, havadaki enerji de giderek dizginlenemez bir hal alıyordu. Kraliyet Sarayı’nda kalan kişiler adeta sorularına yanıt bulmak için buradaydılar.
Tabii, Gareth’ın verecek bir yanıtı yoktu.
Gareth babasının tahtının fildişi basamaklarını kasıla kasıla çıkarken, tahtın hemen gerisinde sabırla beklemekte olan Lord Kultin’i gördü, Lord Kultin özel savaş gücünü oluşturan paralı askerlerin lideriydi ve sarayda güvenebileceği kişi olarak bir tek o kalmıştı. Onun yanında da savaşçılarından onlarcası duruyor ve Gareth için ölmeye hazır bir şekilde, elleri kılıçlarında sessizce bekliyorlardı. Gareth’ı rahatlatan tek şey de zaten buydu.
Gareth tahtına oturdu ve bakışlarını odada gezdirdi. Odada pek çok insan vardı, bunların birkaçını tanıyordu, ama çoğunluğu ona yabancıydı. Onların hiç birine güvenmiyordu. Sarayından her gün sürüyle insan atıyordu; pek çok kişiyi zindana attırmış, daha da fazlasını cellâtlara teslim etmişti. En azından bir elin parmakları kadar adam öldürtmediği tek bir gün yoktu. Bunun iyi bir politika olduğunu düşünüyordu: insanları dikkatli olmaya sevk ediyor ve bir darbe olasılığını önlüyordu.
Odada sessizlik hüküm sürüyordu, herkes büyülenmiş gibi ona bakıyordu. Dehşet içindeydiler ve korkudan ağızlarını açamıyorlardı. Bu, tam da onun istediği bir şeydi. Ona, vatandaşlarına korku salmaktan daha fazla heyecan veren bir şey yoktu.
Nihayet, bastonunun sesi taş zemin üzerinde yankılanan Aberthol öne doğru çıkarak boğazını temizledi.
“Efendimiz,” diye başladı yaşlı ve yorgun bir sesle, “Kral’ın Sarayı’nda karmaşalı günler geçirmekteyiz. Size hangi haberlerin ulaştığını bilmiyorum ama Kalkan indirildi; Gwendolyn Kral’ın Sarayı’nı terk etti ve Kral’ın Sarayı’nın yarısının yanı sıra Kolk’u, Brom’u, Kendrick’i, Atme’yi, Gümüş’ü, Lejyon’u ve ordunuzun yarısını ele geçirdi. Burada kalanlar sizin yönlendirmenizi bekliyor ve bundan sonraki hamlenin ne olacağını öğrenmek istiyor. İnsanlar sorularına yanıt bekliyorlar, Efendimiz.”
“Dahası da var," dedi Gareth’ın belli belirsiz hatırladığı bir başka konsey üyesi. "Kanyon'un da geçildiğine dair söylentiler yayılmış durumda. Andronicus’un bir milyon kişilik ordusuyla Halka’nın McCloud kısmını istila ettiği dedikoduları da var.”
Odayı öfkeli soluma sesleri doldurdu; düzinelerle kahraman savaşçı birbirleriyle korku içinde fısıldaşmaya başladılar. Panik havası kontrol edilemeyen bir yangın gibi yayılmaya başlamıştı.
"Bu doğru olamaz!" diye bağırdı askerlerden biri.
"Doğru!" diye ısrar etti bir konsey üyesi.
"O zaman hiç ümit kalmadı demektir!" diye haykırdı bir başka asker. “Eğer McCloudlar yenildilerse, İmparatorluk ondan sonra Kral’ın Sarayı’na gelecektir ve biz onları durduracak durumda değiliz.”
"Teslim şartlarını tartışmamız gerek, Efendimiz," dedi Aberthol, Gareth’a.
"Teslim olmak mı?" diye haykırdı bir başka adam. "Asla teslim olmayacağız!”
“Eğer teslim olmazsak,” diye bağırdı bir diğer asker, “hepimizi ezip geçerler. Bir milyon askere karşı nasıl dayanırız?”
Odaya öfkeli homurtular yayıldı. Askerler ve konsey üyeleri bir karmaşa halinde birbirleriyle münakaşa ediyorlardı.
Konsey başkanı elindeki demir çubuğu taş zemine vurarak bağırdı:
“SESSİZLİK!”
Oda yavaşça sakinleşmeye başladı. Herkes dönüp ona baktı.
“Bunlar bizim değil, kralın vermesi gereken kararlar,” dedi konsey üyelerinden biri. “Gareth bizim yasal kralımız ve teslim şartlarını tartışmak bize kalmış bir iş değil… Veya teslim olup olmamaya karar vermek…”
Hepsi birden Gareth’a döndüler.
“Efendimiz,” dedi Aberthol, bitkin bir sesle, “İmparatorluk’un ordusuyla nasıl baş etmemiz gerektiğini düşünüyorsunuz?”
Odaya ölümcül bir sessizlik yayıldı.
Gareth oturduğu yerden adamlarına bakıyor ve bir yanıt verebilmeyi istiyordu. Ama düşüncelerini toparlamak onun için giderek daha güç bir hale gelmişti. Babasının sesi sürekli olarak başının içinde dönüp duruyor ve çocukluğundaki gibi hep ona bağırıyordu. Gitmek bilmeyen bu ses onu deli ediyordu.
Gareth elini uzatarak tekrar tekrar tahtın tahta kolunu tırmaladı. Odada duyulan tek ses, tırnaklarının tahtanın üzerinde çıkardığı tırmalama sesleriydi.
Konsey üyeleri birbirleriyle kaygılı bir şekilde bakıştılar.
Konsey üyelerinden biri "Efendimiz," diye girişti, “eğer teslim olmayı kabul etmeyecekseniz, o zaman Kral’ın Sarayı’nı vakit geçirmeden tahkim etmeliyiz. Tüm girişleri, tüm yolları ve tüm bahçe kapılarını sağlamlaştırmalıyız. Askerlerimizin tamamını çağırmalı ve savunma silahlarımızı hazırlamalıyız. Olası bir kuşatmaya karşı hazırlıklı olmalı, yiyecekleri azar azar dağıtmalı ve vatandaşlarımızı korumalıyız. Yapılması gereken çok iş var. Lütfen, Efendimiz. Bize bir emir verin. Ne yapmamız gerektiğini söyleyin.”
Odada yine bir sessizlik oluştu. Bütün gözler Gareth’a dikilmişti.
Gareth nihayet çenesini kaldırdı ve onlara doğru baktı.
“İmparatorluk’la savaşmayacağız,” diye ilan etti, “ama teslim de olmayacağız.”
Odadaki herkes zihin karışıklığı içinde birbirine baktı.
"O zaman ne yapacağız, Efendimiz?” diye sordu Alberthol.
Gareth boğazını temizledi.
"Gwendolyn’i öldüreceğiz!” diye bağırdı. “Şu anda en önemli işimiz bu.”
Bu sözleri şoke edici bir sessizlik takip etti.
"Gwendolyn’i mi?" diye bağırdı konsey üyelerinden biri hayretle ve odanın içinde yeniden şaşkın mırıldanmalar yükseldi
"Onu ve yanındakileri Silesia’ya varmadan önce öldürsünler diye güçlerimizi peşlerine takacağız,” diye beyan etti Gareth.
“Ama Efendimiz, bunun bize ne gibi bir faydası olacak ki?” diye seslendi bir konsey üyesi. “Eğer onlara saldırırsak, güçlerimizi saldırılara açık bir duruma düşürmüş olmaz mıyız? İmparatorluk hemen etraflarını sarar ve hepsini katleder.”
“Ayrıca Kral’ın Sarayı da saldırıya açık bir hale gelir!” diye bağırdı bir diğer üye. “Eğer teslim olmayacaksak, Kral’ın Sarayı’nı hemen tahkim etmeye başlamalıyız.”
Bir grup üye bu sözlere onay verir gibi bağırdılar.
Gareth dönerek soğuk bakışlarla konsey üyesini süzdü.
“Elimizdeki bütün adamları kız kardeşimi öldürmek için kullanacağız!” dedi esrarengiz bir tavırla. “Tek bir kişiyi bile bu işten muaf olmayacak!”
Konsey üyesi taş zemini çizerek sandalyesini geriye doğru çekti ve ayağa kalktı. Odada tam bir sessizlik hüküm sürüyordu.
"Sizin şahsi takıntılarınız için Kral’ın Sarayı’nın mahvolmasını seyredemem. Başkalarını bilmem ama ben sizinle birlikte olmayacağım.”
Oradaki insanların yarısının "Ben de!" diye bağıran sesleri odada yankılandı.
Gareth öfkesinin giderek kabardığını hissediyordu. Tam ayağa kalkmak üzereyken konsey odasının kapısı pat diye açıldı ve ordudan geri kalanın komutanlığını yapan kişi içeriye girdi. Bütün gözler ona çevrildi. Komutan bileklerinden bağlanmış, yağlı saçlı, tıraşsız ve külhanbeyi görünümlü bağlı bir adamı peşinden sürüklüyordu. Onu odanın tam ortasına kadar getirdi ve kralın önünde durdu.
"Efendimiz,” dedi kumandan, soğuk bir sesle. “Kader Kılıcı’nın çalınmasından sorumlu tutulan altı kişi infaz edilmişti. Bu adam da kaçmayı başaran yedinci hırsız. Olan bitenle ilgili olarak, çok şahane bir öykü anlatıyor.”
Sonra adamı sarsarak, “Konuş!” diye kışkırttı.
Kabadayı her bir yöne tedirgin ve kendinden emin olmayan bakışlar fırlattı. Yağlı saçları yanaklarına yapışmıştı. Nihayet haykırdı:
“Bize kılıcı çalma emri verilmişti!”
Odaya öfkeli mırıltılar yayıldı.
"Biz on dokuz kişiydik” diye devam etti kabadayı. “On iki kişi karanlıktan faydalanıp kılıcı alacak ve onun Kanyon köprüsünden geçirip tenha bir yere götürecekti. Onu bir yük arabasına koydular ve köprüden geçerken o arabaya eşlik ettiler, böylece gözcülük yapan diğer askerler arabanın içinde ne olduğunu bilmeyeceklerdi. Diğer yedimize, kılıç çalındıktan sonra arkada kalmamız emredilmişti. Bize, göstermelik olarak hapsedileceğimizi ama daha sonra serbest kalacağımızı söylemişlerdi. Ne var ki, arkadaşlarımızın hepsi infaz edildi. Kaçmasaydım, benim de akıbetim aynı olacaktı.”