Kitabı oku: «Şeref Yemini », sayfa 3
Odada uzunca bir süre tedirgin mırıltılar duyuldu.
"Kılıcı nereye götürüyorlardı?” diye adamı sıkıştırdı kumandan.
“Bilmiyorum. Muhtemelen İmparatorluk’un derinlerinde bir yere.”
"Böyle bir emri kim vermiş olabilir ki?"
"O!" dedi kabadayı, aniden dönüp kemikli parmağıyla Gareth’ı göstererek. "Kralımız! Bize bu işi yapmamız için emir veren oydu!”
Odanın içine dehşete düşmüş insanların mırıltıları ve bağırışları yayıldı. Nihayet, konsey üyelerinden biri demir asasını birkaç kez yere vurdu ve bağırarak herkesi sessizliğe davet etti.
Bir sessizlik oluştu ama tam olarak değil.
Öfke ve korkuyla titreyen Gareth ağır ağır tahtından kalktı. O anda herkes sustu ve bütün gözler ona çevrildi.
Gareth fildişi basamakları birer birer indi. Odanın içinde öylesine bir sessizlik vardı ki, yere iğne düşse duyulabilirdi. Odayı boydan boya geçti ve kabadayının yanına geldi. Ona bir adım öteden soğuk bir şekilde bakmaya başladı. Adam, komutanın kollarında kıvranıyor ve ona bakmamak için yüzünü sağa sola çeviriyordu.
“Benim krallığımda hırsızların ve yalancıların üstesinden tek bir şekilde gelinir,” dedi yumuşak bir sesle.
Ve aniden belindeki hançeri çekerek adamın kalbine sapladı. Adam, gözleri yuvalarından fırlayarak acı içinde haykırdı ve aniden yere yıkıldı. Ölmüştü.
Komutan kaşlarını çatarak Gareth’a baktı.
“Şu anda, sizin aleyhinizde tanıklık yapan birisini öldürmüş bulunuyorsunuz,” dedi. “Bunun suçunuzu daha da ağırlaştıracağının farkında değil misiniz?”
"Ne tanığı?" diye sordu Gareth, gülümseyerek. “Ölüler konuşmaz ki…”
Komutan kıpkırmızı oldu.
"Unutmuş olabilirsiniz, ben Kral’ın ordusunun yarısının komutanıyım. Aptal yerine koyulmaktan hiç hoşlanmam. Davranışlarınızdan, bu adamın size isnat ettiği suçu işlemiş olduğunuz kanısına varmak benim için hiç zor değil. Durum böyle oluna, ben ve ordum size artık hizmet vermeyeceğiz. Ayrıca, sizi Halka’ya ihanetten tutuklattıracağım!”
Komutan başıyla adamlarına işaret etti. Bir düzine kadar asker tek beden olmuş gibi, aynı anda kılıçlarını çektiler ve Gareth’ı tutuklamak için öne atıldılar.
Lord Kultin hiç vakit kaybetmeden iki misli adamıyla birlikte öne çıktı. Paralı askerlerin tümü kılıçlarını çekerek Gareth’ın arkasına geçtiler.
Komutanın adamlarıyla karşı karşıya durarak Gareth’ı aralarına aldılar.
Gareth muzaffer bir edayla kumandana baktı. Kumandan da, kendi adamlarının sayısının Gareth’ın paralı askerlerinden çok daha az olduğunu biliyordu.
"Kimse beni tutuklayamaz,” diye alaycı bir şekilde güldü Gareth. “Hele sen… Şimdi adamlarını al ve sarayımı terk et. Veya benim özel savaşçılarımın öfkesini tatmaya hazır ol.”
Sinir bozucu bir kaç saniyeden sonra komutan nihayet adamlarına işaret etti ve hepsi birden, kılıçlarını çekmiş bir şekilde arkaya doğru adım atarak odadan çıktılar.
"Bu günden itibaren,” diye patlattı kumandan, “bizim size hizmet etmeyeceğimizi herkes bilsin! İmparatorluk’un ordusuyla tek başınıza baş edin. Umarım size, sizin babanıza davrandığınızdan daha iyi davranırlar!”
Askerlerin hepsi, zırhlarını tangırdatarak fırtına gibi odadan çıktılar.
Geriye kalan konsey üyeleri, görevliler ve soyluların hepsi bu sessizlik içinde birbirleriyle fısıldaşmaya başladılar.
"Beni yalnız bırakın!” diye haykırdı Gareth. “HEPİNİZ!”
Gareth’ın özel savaşçı grubu da dâhil olmak üzere herkes konsey odasını süratle terk etti.
Arkada kalan tek bir kişi vardı.
Lord Kultin.
Odada sadece o ve Gareth vardı. Lord Kultin Gareth’a doğru ilerledi ve bir kaç adım kala durup anlamak ister gibi onu inceledi. Yüzü, her zamanki gibi ifadesizdi. Gerçek bir paralı askere yakışır bir yüzü vardı.
"Ne yaptığın veya neden yaptığın beni hiç ilgilendirmiyor,” diye başladı, çatlak ve duygusuz bir sesle. “Politika benim umurumda bile değil. Ben bir savaşçıyım. Ben sadece bana ve adamlarıma ödenen parayla ilgilenirim.”
Durdu.
“Ama merakımı tatmin etmek için bilmek isterdim doğrusu. Gerçekten de kılıcı çalsınlar diye o adamlara emir verdin mi?”
Gareth adama baktı. Bu adamın gözlerinde kendisini hatırlatan bir şeyler görüyordu. Soğuk bakışlı, acımasız ve fırsatçı gözlerdi bunlar.
“Yapmışsam ne olacak?” diye sordu Gareth.
Lord Kultin uzun uzun ona baktı.
“Ama neden?” diye sordu.
Gareth de ona baktı, ama bir şey söylemedi.
Kultin’in gözleri birden ayılmış gibi açıldı.
“Kılıcı sen kullanamıyordun. Amacın onu başkalarının da kullanmasını engellemekti, değil mi?” diye sordu Kultin. “Doğru mu?” Gareth’ın bu davranışının altındaki çapanoğlunu anlamaya çalışıyordu. “Ama yine de,” diye ekledi, “onun çalınmasının Kalkan’ın inmesine neden olacağını ve bizi saldırılara karşı savunmasız bırakacağını da biliyordun.”
Kultin’in gözleri daha da açıldı.
“Bize saldırılmasını istiyordun, öyle değil mi? Senin içindeki bir şey, Kral’ın Sarayı’nın mahvolmasını istiyor,” dedi, aniden tüm resmi görerek.
Gareth ona gülümsedi.
“Hiç bir yer,” dedi Gareth ağır ağır, “sonsuza dek ayakta kalmak için yapılmamıştır.”
BÖLÜM BEŞ
Gwendolyn askerlerden, danışmanlardan, görevlilerden, konsey üyelerinden, Gümüş’ten, Lejyon’dan ve Kral’ın Sarayı’nın yarısından oluşan maiyetiyle birlikte, yürüyen devasa bir şehir gibi, Kral’ın Sarayı’nı terk etti. Çelişkili duygular içindeydi. Bir yandan, ağabeyi Gareth’tan kurtulduğu için çok mutluydu. Çevresi onu koruyabilecek, güvenilir savaşçılarla sarılıydı. Gareth’ın ona erişemeyeceği bir yerdeydi. Onun hainliğinden veya onu birileriyle evlenmeye zorlamasından korkması için de bir neden kalmamıştı. Nihayet, her anını Gareth’ın katillerinden birinin onu sırtından bıçaklayacağı korkusuyla yaşaması artık gerekmiyordu.
Gwen bu devasa insan topluluğuna hükmetmek için seçilmiş olmasından dolayı da kendisini esinlenmiş ve onurlandırılmış hissediyordu. Maiyetindeki çok sayıdaki insan, sanki bir peygambermiş gibi onu takip etmişler ve onunla birlikte Silesia’ya uzanan bitmek tükenmez yollara düşmüşlerdi. Gwen onların bakışlarından, kendisini hükümdar olarak kabul ettiklerini ve ona bir beklentiyle baktıklarını görebiliyordu. Aslında erkek kardeşlerinden herhangi birinin bu onura sahip olmasını istediği için, bir suçluluk duygusu içindeydi. Yine de, adil ve hakkaniyetli bir lidere sahip olmanın insanlara ne denli bir ümit verdiğini görerek, mutlu oluyordu. Özellikle de bu karanlık günlerde, bu rolü oynayarak onların beklentilerini elinden geldiğince karşılamaya çalışacaktı.
Gwen daha sonra Thor’u düşündü ve Kanyon’daki gözyaşlarıyla dolu vedalarını hatırlayarak yüreği burkuldu; onun neredeyse kesinlikle ölümle sonuçlanacak bir yolculuğa çıkmasını ve sislerin arasında gözden kaybolmasını izlemişti. Aslında bu, Gwen’in de engellemeyi düşünemeyeceği, krallığın ve Halka’nın kurtulması için gerekli olan ve yüreklilik gerektiren, asil bir görevdi. Yine de, bu göreve neden onun gitmesi gerektiğini sorgulamaktan kendisini alıkoyamıyor, keşke başka biri olsaydı, diye düşünüyordu. Şimdi, onunla birlikte olmayı her zamankinden daha çok istiyordu. Karnında onun çocuğunu taşıdığı ve tek başına hüküm sürmek için seçildiği, çalkantılı ve müthiş bir dönüşümün yaşandığı bu günlerde, Thor’un onun yanı başında olması en büyük arzusuydu. Hepsinden de öte, Thor için çok büyük bir kaygı duyuyordu. Onsuz bir hayat düşünemiyordu; bunu düşünmek bile ağlamak istemesine neden oluyordu.
Gwen, uçsuz bucaksız bir karavan halinde bu tozlu yollarda daha da Kuzey’e, uzak Silesia diyarlarına doğru yol alırlarken, tüm gözlerin onun üzerinde olduğunu bildiği için, derin bir soluk aldı ve güçlü görünmeye çalıştı.
Aslında vatanından koparılmış olduğu için hâlâ şoktaydı. Kadim Kalkan’ın indirilmiş ve Kanyon’un ihlal edilmiş olduğunu havsalası almıyordu. Uzaklardaki casuslar, Andronicus’un McCloud sahillerine çoktan inmiş olduğu dedikodularını yaymışlardı. Gwen kime ve neye inanacağını bilemiyordu. Böyle bir şeyin nasıl bu kadar çabuk gerçekleştiğini anlamakta zorlanıyordu. Bunu yapmak için Andronicus’un tüm filosunu okyanusa çıkarmış olması gerekiyordu. Ama eğer Kılıç’ın çalınması olayının arkasında bir şekilde McCloud varsa ve Kalkan’ın indirilmesi olayını bizzat o ayarlamışsa, o zaman durum farklı bir boyut kazanıyordu. Ama nasıl? McCloud Kılıç’ı nasıl çalmış olabilirdi? Onu nereye götürüyordu?
Gwen etrafındaki insanların ne kadar keyifsiz olduğunu görüyor ve bunun için onları suçlayamıyordu. Bu kalabalık gruba bir umutsuzluk havası hâkimdi, bunun da haklı bir nedeni vardı; Kalkan olmadan, tümüyle savunmasız idiler. Bu bir zaman meselesiydi, Andronicus bugün olmazsa yarın veya daha sonraki gün, istila etmek için gelecekti. Ve bunu yaptığında, onun adamlarını engellemek için yapabilecekleri tek bir şey bile yoktu. Burası, sevdiği ve değer verdiği her şey fethedilecek ve sevdiği herkes öldürülecekti.
Ölümlerine doğru yürüyor gibiydiler. Andronicus henüz buralarda değildi ama şimdiden kendilerini esir edilmiş gibi hissediyorlardı. Gwen, bir zamanlar babasının söylediği bir şeyi hatırladı: bir ordunun yüreğini fethedersen, savaşı da kazanırsın.
Gwen onlara ilham verecek, kendilerini güvende ve emniyette hissetmelerini sağlayacak ve hatta iyimserlik aşılayacak olan kişinin kendisi olduğunu biliyordu. O yüzden, bunları yapmakta kararlıydı. Böyle bir zamanda, kendi kişisel korkularının veya karamsarlık duygularının ona hâkim olmasına asla izin vermeyecekti. Kendi kendine acıma çamurunun içine düşmeyecek ve orada debelenmeyecekti. Bu durum artık sadece onu ilgilendirmekten çıkmıştı. Halkını, onların hayatlarını ve ailelerini ilgilendiriyordu. Onların Gwen’e ihtiyaçları vardı ve onun yardım etmesini bekliyorlardı.
Gwen, babasını ve böyle bir durumda onun ne yapacağını düşündü. Onu düşünmek bile gülümsemesine neden oluyordu. Şartlar ne olursa olsun, babasının yüzünden her zaman cesur bir ifade olurdu. Gwen’e, korkusunu her zaman fırtına gibi eserek saklaması gerektiğini söylemişti. Şimdi geriye baktığında, babasının asla korkmuş gibi görünmediğini hatırladı. Tek bir kere bile. Belki de bu sadece bir gösteriydi, öyle idiyse bile iyi bir gösteriydi. Bir lider olarak, bakışların her an onun üzerinde olduğunu biliyordu ve insanların bu gösteriye, belki de liderlikten bile daha fazla ihtiyacı olduğunun da farkındaydı. Korkularının esiri olamayacak kadar özverili bir insandı babası. Gwen de onun yolunu takip edecekti. O da korkularının esiri olmayacaktı.
Gwen etrafına bir göz gezdirdi yanında yürümekte olan Godfry’yi ve onun yanındaki şifacı kadın Illepra’yı gördü; ikisi aralarında konuşuyorlardı. Gwen Illepra’nın Godfry’nin hayatını kurtardığından beri onların birbirlerinden giderek daha çok hoşlandıkları kanaatine vardı. Gwen, diğer erkek kardeşlerinin yanında olmasını çok isterdi ama Reece, Thor’la birlikte gitmişti. Gareth’ı hayatından tamamen silmişti ve Kendrick de hâlâ doğudaki bir yerin yeniden inşasına yardım etmek için bir ileri karakol görevindeydi. İlk iş olarak, ona bir haberci yollamıştı. Habercinin ona vaktinde ulaşması ve onu Silesia’yı savunmak için Gwen’in yanına getirmesi için dua ediyordu. O şekilde hiç olmazsa kardeşlerinden ikisinin, yani Kendrick ve Godfry’nin onunla birlikte Silesia’ya sığınmasını sağlamış olacaktı. Yalnız, en büyük kız kardeşi Luanda bu hesaba katılmış olmuyordu.
Luanda, çok uzun zamandan beri ilk kez Gwen’in düşüncelerinde yer alıyordu. Gwen ablasıyla her zaman çetin rekabet içinde olmuştu; onun eline geçen ilk fırsatı değerlendirip Kral’ın Sarayı’ndan kaçmasına ve o McCloud’la evlenmesine hiç şaşırmamıştı. Luanda her zaman çok hırslı olmuştu ve her şeyde birinci olmayı isteyen bir doğası vardı. Gwendolyn aslında onu seviyordu ve genç yaşlarında onu hep kendisine örnek almıştı; ama hırslarından vaz geçmeyen Luanda bu sevgiye karşılık vermemişti. Gwendolyn bir süre sonra çabalamaktan vaz geçmişti.
Yine de şimdi onun hesabına üzülüyordu. McCloud ülkesi Andronicus tarafından istila edildiğine göre, ona neler olduğunu merak ediyordu. Onu öldürürler miydi? Bu düşünce Gwen’in titremesine neden oldu. Birbirlerine rakiplerdi ama sonuçta hâlâ iki kız kardeşlerdi ve onun vaktinden önce ölmesini hiç arzu etmezdi.
Gwen daha sonra annesini düşündü. Aileden bir tek o, Gareth’la birlikte Kral’ın Sarayı’nda, kendi ülkesinde mahsur kalmıştı. Gwen bunu düşününce elinde olmadan ürperdi. Annesine çok kızmış olmakla birlikte, onun sonunun böyle olmasını hiç istemezdi. Kral’ın Sarayı istila edilip yağmalandığında ne olurdu? Annesi de katledilir miydi?
Gwen kendisi için özenle planladığı hayatın çökmekte olduğunu düşünmeden edemedi. Luanda’nın yaz ortasında muhteşem bir şölen şeklinde gerçekleşen düğünü daha dün gibiydi. Kral’ın Sarayı o dönemde bereket içindeydi, o ve ailesi hep birlikteydiler ve bu olayı kutluyorlardı. Hepsinden de önemlisi Halka ele geçirilemeyecek kadar sağlam ve dayanıklıydı ve sonsuza dek öyle kalacakmış gibi görünüyordu.
Şimdiyse her şey parçalara ayrılmıştı. Hiç bir şey eskisi gibi değildi.
Aniden soğuk bir sonbahar rüzgârı esmeye başladı. Gwen yünlü, mavi süveterini omuzlarına aldı. Bu yıl sonbahar kısa sürmüştü, kış gelmek üzereydi. Kanyon üzerinden Kuzey’e doğru yol alırken nemle birleşerek daha da ağırlaşan buz gibi rüzgârların gelmekte olduğu iyiden iyiye hissediliyordu. Gökyüzü artık daha çabuk kararıyordu ve ısı azaldıkça alçaktan uçmaya başlayan kızıl ve kara akbaba gibi Kış Kuşları’nın çığlıkları yeniden duyulmaya başlamıştı. Durmadan karga gibi öten bu kuşların sesi bazen Gwen’in sinirlerini geriyordu. Gelmekte olan ölümün sesi gibiydi sanki.
Thor’la vedalaştıktan sonra hepsi birden Kuzey’i takip ederek Kanyon boyunca ilerlemişlerdi. Bu yolun onları batı Halka’nın en batısındaki şehre, Silesia’ya götüreceğini biliyorlardı. İlerlerken, Kanyon’un dalga dalga yayılan tüyler ürpertici sisi, Gwen’in ayak bileklerini yalıyordu.
“Artık epeyce yaklaştık, leydim,” dedi bir ses.
Gwen başını çevirince, konuşan kişinin Silesia’nın çarpıcı kırmızı zırhını giymiş olan Srog olduğunu gördü. Kırmızı zincirli zırhlar ve çizmeler giymiş olan savaşçılarından bazıları da Srog’un her iki yanında duruyordu. Gwen, Srog’un ona karşı gösterdiği nezaketten, babasının anısına olan sadakatten ve Silesia’ya sığınmalarına izin vermesinden çok duygulanmıştı. Sığınacak bir yerleri olmazsa, o ve halkı ne yaparlardı? Kral’ın Sarayı’ndan çıkamayacaklar ve kalleş Gareth’ın insafına kalacaklardı.
Srog, Gwen’in bu güne kadar rastladığı en onurlu lordlardan biriydi. Emrinde binlerce asker vardı ve Batı’daki ünlü kalenin kontrolü de onun elindeydi. O yüzden Srog’un aslında kimseye biat etmeye veya saygı gösterisinde bulunmaya ihtiyacı yoktu. Ama babasına saygı göstermişti. Aralarında her zaman hassas bir güç dengesi vardı. Babasının babası zamanında, Silesia’nın Kral’ın Sarayı’na çok ihtiyacı olmuştu, ama babasının döneminde bu ihtiyaç azalmıştı ve onun dönemindeyse hemen hemen hiç olmamıştı. Nitekim Kalkan’ın indirilmesi ve Kral’ın Sarayı’ndaki karışık ortam nedeniyle, şimdi onların Silesia’ya ihtiyacı vardı.
Elbette, Gümüş ve Lejyon askerleri, Kral’ın ordusunun yarısını oluşturan ve Gwen’e eşlik eden binlerce asker gibi, dünyanın en iyi savaşçılarıydı. Buna rağmen Srog, diğer lordların çoğu gibi, kapılarını onlara kapatabilir ve kendi işine bakabilirlerdi.
Tam tersine Srog, Gwen’i arayarak ona olan bağlılığını ifade etmiş ve hepsine ev sahipliği yapmakta ısrar etmişti. Bu, Gwen’in bir gün bir şekilde geri ödemekte kararlı olduğu zarif bir davranıştı. Elbette, hepsi hayatta kaldıkları takdirde…
“Kaygılanmanıza gerek yok,” diye yumuşak bir sesle yanıt verdi Gwen, elini Srog’un bileğinin üzerine koyarak. “Sizin şehrinize gelebilmek için dünyanın bir ucuna kadar bile yürüyebiliriz. Bu zor zamanlarda bize göstermiş olduğunuz bu insaniyet için çok şanslıyız.”
Srog gülümsedi. Yüzünde yaşadığı savaşların sürüyle izini taşıyan, kızıl-kahverengi saçlı, güçlü çeneli ve sakalsız, orta yaşlı bir savaşçı olan Srog, sadece bir Lord değil, bir halk adamı ve gerçek bir savaşçıydı.
“Babanız için ateşin bile üzerinde yürürdüm,” diye yanıt verdi Srog. “Teşekkür etmenize gerek yok. Onun kızına yardım ederek ona olan borcumu ödemek benim için büyük bir onurdur. Zaten, ülkeyi sizin yönetmeniz onun arzusuydu. O yüzden, benim için sizin çağrınıza yanıt vermek, onun çağrısına yanıt vermekle aynı şeydir.
Gwen’in yanında yürüyenler arasında Kolk ve Brom da vardı. Arkalardansa binlerce mahmuzun hiç durmayan takırtısı, kılıçların kınları içinde şakırdaması ve zırhlara çarpan kalkanların sesi duyuluyordu. Kanyon’un ucu boyunca kuzeye doğru muazzam bir kakofoniyle ilerliyorlardı.
“Leydim,” dedi Kolk, “müthiş bir suçluluk duygusu içindeyim. Thor’a, Reece’e ve diğerlerine yalnız başlarına İmparatorluk’a doğru yola çıkmalarına izin vermemeliydik. İçimizden daha fazla insan onlarla gitmek için gönüllü olmalıydı. Eğer onlara bir şey olursa, bu benim suçum olacak.”
“Bu, onların kendi seçimleriydi,” diye yanıtladı Gwen. “Onlar onurlu bir arayış içindeydiler. Gitmesi gerekenler gitti. Suçluluk hissetmenin kimseye bir yararı yok.”
“Ama eğer Kılıç’la birlikte vaktinde dönmezlerse ne olacak?” diye sordu Srog. “Andronicus’un kapımıza dayanması an meselesi gibi görünüyor.”
“O zaman biz de direnerek savaşırız,” dedi Gwen kendinden emin bir şekilde. Yanındakileri rahatlatmak için sesine elinden geldiğince cesaret katmaya çalışıyordu. Diğer komutanların dönerek ona baktıklarını gördü.
“Kanımızın son damlasına kadar direneceğiz,” diye ekledi. “Gerilemek veya teslim olmak diye bir şey olmayacak.”
Komutanların bu sözlerden etkilendiğini görebiliyordu. Sesinin tonu kendisini bile etkilemişti. İçinden yükselen güç, onu bile şaşırtmıştı. Bu, babasının ve yedi kuşak hükmetmiş olan MacGil krallarının gücüydü.
Yürümeye devam ettiler. Aniden yolun sola doğru keskin bir şekilde döndüğünü gördüler. Gwen köşeyi dönünce aniden durdu. Gördüğü manzara soluğunu kesmişti.
Silesia tam karşısındaydı.
Genç bir kızken babasının onu buraya gezmeye getirdiğini hatırladı. O zamandan beri rüyalarına giren ve onu büyüleyen bir yerdi burası. Şimdi, genç bir kadın olarak baktığında bile, hâlâ soluğu kesiliyordu.
Silesia, Gwen’in hayatında gördüğü en olağandışı şehirdi. Binaların ve sur duvarlarının tümü, gözün gördüğü her şey antik ve parlak kırmızı taşlardan yapılmıştı. Gökyüzüne doğru dimdik uzanan yüksek korkuluk duvarlarıyla ve kulelerle dolu olan Üst Silesia anakara üzerinde kurulmuştu. Aşağı Silesia’ysa Kanyon’un yan cephesinde inşa edilmişti. Kanyon’un türbülanslı sisleri ansızın bastırır, orayı çepeçevre sararak kırmızı taşların ışık altında parlamasına ve ışıldamasına neden olur ve oraya sanki bulutların üzerinde inşa edilmiş gibi bir hava verirdi.
Silesia’nın siperlerinin taçlandırdığı ve sıra sıra pek çok duvarın arkadan desteklediği sur duvarları yüz ayak yüksekliğindeydi. Saray tam bir kaleydi. Herhangi bir ordu bir şekilde onun duvarlarını aşsaydı dahi, yine de tepelerin eteklerinden geçerek şehrin alt yarısına inmesi ve Kanyon’un bir ucunda savaşması gerekirdi. Bu kesinlikle istilacı bir ordunun savaşmak istemeyeceği türden bir savaş olurdu. Şehir o yüzden binlerce yıldan beri ayakta kalabilmişti.
Gwen’in adamları durdular. Hepsinin solukları kesilmişti. Gwen onların da huşu içinde olduklarını hissedebiliyordu.
İlk kez, içini bir iyimserlik duygusu kapladı. Burası onların, Gareth’tan uzakta yaşayabilecekleri ve savunabilecekleri bir yerdi. Burada hüküm sürebilirdi. Belki, ama belki, MacGil krallığı burada yeniden ayağa kalkabilirdi.
Srog da ellerini beline koymuş, kendisi de ilk kez görüyormuş gibi durmuş, gururla parıldayan gözlerle, şehrini seyrediyordu.
“Silesia’ya hoş geldiniz.”
BÖLÜM ALTI
Thor şafak sökerken gözlerini açtı. İlk gördüğü şey, okyanusun devasa tepeler halinde yükselip inen ve güneşin ilk ışıklarının kucakladığı yumuşak dalgaları oldu. Tartuvian’ın açık sarı suları sabahın pusuyla ışıl ışıl parlıyordu. Gemileri suyun üzerinde sessizce inip çıkarak ilerliyordu. Sadece gövdesine vuran dalgaların sesi duyuluyordu.
Thor doğrularak çevresine bakındı. Bitkinlikten gözleri zor açılıyordu. Gerçekten de hayatında kendisini hiç bu kadar yorgun hissetmemişti. Günlerdir denizdeydiler ve dünyanın bu yanı çok farklıydı. Hava nemden o kadar ağırlaşmış ve ısı o derece yükselmişti ki, ciğerlerine hava yerine sel gibi akan bir ırmak çekiyormuş gibi geliyordu ona. Bu da onu halsiz bırakıyor, kollarını ve bacaklarını ağırlaştırıyordu. Kendisini Summer’a gelmiş gibi hissediyordu.
Thor etrafında bir göz gezdirdi ve normal olarak her vakit şafaktan önce kalkan arkadaşlarının hepsinin güvertede yığılmış bir şekilde uyumakta olduklarını gördü. Her vakit uyanık olan Krohn bile, onun yanında uyumaktaydı. Ağır tropik hava onları çok etkilemişti. Kimsenin dümenin başında durduğu yoktu, bundan günlerce önce vaz geçmişlerdi. Dümenin başında durmanın bir anlamı yoktu: yelkenleri dinamik batı rüzgârına teslim olmuştu ve bu okyanusun büyülü gelgiti sürekli olarak gemilerini tek bir yöne doğru çekiyordu. Bir kaç kez rotalarını değiştirmek istemişlerdi ama faydasızdı. Kaderlerinde sanki tek bir yere doğru gitmek vardı. O yüzden, hepsi Tartuvian sularının onları kendi istediği yere götürmesine boyun eğmişlerdi.
Zaten İmparatorluk’ta gitmemiz gereken yerin ne bile bilmiyoruz, diye düşündü Thor. Gelgit bizi bir şekilde karaya attığı takdirde, diye hesapladı, o kadarı bizim için yeterli olur.
Tam o sırada Krohn ağlamaya benzer bir iniltiyle ayaklandı ve eğilerek Thor’un yüzünü yaladı. Thor elini torbasına daldırarak, geriye kalan son kuru et parçasını ona verdi ama hayvanın her zamankinin aksine eti onun elinden kapmadığını görünce şaşırdı. Krohn önce boş torbaya, sonra da anlamlı bir şekilde Thor’a baktı. Yiyeceğini almakta tereddüt ediyordu. Thor, hayvanın son parçayı ona bırakmak istediğini anladı.
Bu davranış Thor’u çok duygulandırmıştı. O yüzden eti arkadaşının ağzına tıkarak ısrar etti. Thor kısa bir süre sonra yiyeceklerinin biteceğini biliyordu ve bir an önce karaya çıkabilmek için dua ediyordu. Bu yolculuğun daha ne kadar süreceği hakkında hiç fikri yoktu; ya aylarca sürerse? Ne yiyeceklerdi?
Buralarda güneş erkenden doğuyor ve dünyayı parlak ve güçlü ışınlarıyla aydınlatmaya çok erken saatlerde başlıyordu. Sis, yanıp tutuşan suların üzerinde yayılmaya başlayınca, Thor ayağa kalkarak pruvaya gitti.
Orada durarak bakışlarıyla etrafı taradı. Sisin yayılmasını seyrederken, güverte de altında hafif hafif sallanıyordu. Ufukta aniden ince bir hat halinde beliren karayı fark edince, hayal gördüğünü sanarak gözlerini kırpıştırdı. Nabzı deli gibi atmaya başladı. Evet, bu bir karaydı. Gerçek bir kara!
Kara olağandışı bir şekle sahipti: denize doğru bir saman tırmığı gibi, uzun ve dar iki yarımada halinde uzanıyordu. Sis kalkmaya başlayınca, Thor sağına ve soluna baktı ve sadece elli metre kadar ötede, iki kara şeridinin her iki yanlarında uzanmakta olduğunu görünce şaşırdı. Uzun bir koyun tam ortasına doğru çekilmişlerdi.
Thor bir ıslık çalarak Lejyon kardeşlerini uyandırdı. Sendeleyerek ayağa kalktılar ve telâşla güverteye, onun yanına gelerek etrafa bakındılar.
Soluklarını tutarak bu manzarayı seyrettiler; sahiller Thor’un o güne kadar gördüğü en egzotik sahillerdi. Denize kadar uzanan sık ağaçlı ormanlarla kaplıydı. Ağaçlar öyle sıktı ki, gerilerinde ne olduğunu görmek mümkün değildi. Thor yükseklikleri otuz ayağı bulan ve denize doğru eğilmiş, devasa eğrelti otları, gökyüzüne ulaşmak ister gibi yükselen mor ve sarı renkli ağaçlar gördü. Her taraftan o güne kadar hiç duymadıkları sesler geliyordu. Tanımadıkları türden hayvanların, kuşların ve böceklerin hırıltıları, haykırışları ve şakımalarıydı bunlar…
Thor güçlükle yutkundu. Esrarengiz bir hayvanlar krallığına giriyor gibiydiler. Buradaki her şey çok farklıydı; havanın kokusu bile değişikti, yabancıydı. Onlara Halka’yı hatırlatan hiç bir şey yoktu burada. Diğer Lejyon üyeleri dönüp birbirleriyle bakıştılar. Thor onların gözlerinden bir tereddüdün geçtiğini fark etti. O sık ormanda onları ne gibi yaratıkların beklediğini merak ediyorlardı şüphesiz…
Ama bir seçenekleri yoktu. Akıntı onları buraya getirmişti, İmparatorluk’un topraklarına girmek için burada gemiden inmeleri gerektiği apaçık ortadaydı.
“Buraya gelin!” diye haykırdı O’Connor.
Hepsi birden O’Connor’un yanında durduğu parmaklıklara doğru koştular. O’Connor eğilerek suyu işaret etti. Orada, geminin yanında yüzmekte olan, parlak mor renkli, on ayak uzunluğunda ve yüzlerce bacağı olan devasa bir böcek vardı. Dalgaların altında ışık saçan bu yaratık, aniden kaçar gibi suyun yüzeyine çıktı. Aynı anda binlerce minik kanat vızıldamaya başladı. Böcek bir süre suyun hemen üstünde uçtuktan ve bir süre yüzeyde kaldıktan sonra yeniden suya daldı. Sonra bütün bunları bir kere daha tekrarladı.
Onu böyle seyrederlerken, yaratık aniden havalandı ve onların göz hizasına gelerek, dört kocaman yeşil gözüyle onlara bakmaya başladı. Tıslayınca hepsi birden istemsiz olarak irkilerek geriye doğru zıpladılar ve ellerini uzatıp kılıçlarına davrandılar.
Elden öne doğru atılarak kılıcını yaratığa doğru salladı. Ama vurmasına fırsat kalmadan, böcek sulara dalmıştı bile.
Gemi aniden bir sarsıntıyla karaya oturup durunca, Thor ve diğerleri uçarak güverteye çakıldılar.
Geminin kenarından aşağıya bakınca Thor’un yüreği daha da hızla atmaya başladı; altlarında binlerce sivri uçlu, parlak mor renkli küçük kayalardan oluşan dar bir sahil vardı.
Kara! Başarmışlardı.
Elden çıpaya doğru gitti. Hepsi birlikte onu kaldırıp kenardan aşağıya attılar. Teker teker zincire tutunup aşağıya indiler ve sahile atladılar. Thor inerken Krohn’u Elden’a vermişti.
Ayağı yere değince Thor bir iç çekti. Karaya indiği ve sağlam toprağa ayak bastığı için kendisini öyle iyi hissediyordu ki… Bir daha gemiye hiç binmese, hiç dert edinmeyecekti…
Hepsi birden ipleri yakalayıp, gemiyi ellerinden geldiğince sahile çektiler.
“Gelgit onu alıp götürür mü dersiniz?” diye sordu Reece, gemiye bakarak.
Thor da baktı; gemi sahilde emniyette gibi duruyordu.
“Bu çıpayla mümkün değil,” dedi Thor.
“Gelgit onu alamaz,” dedi O’Connor. “Ama birilerini onu alıp götürür mü, asıl sorun bu.”
Thor son bir kez daha gemiye baktı ve arkadaşının doğru söylediğini anladı. Kılıç’ı bulsalar bile, geri döndüklerinde boş bir sahille karşılaşabilirlerdi.
“O zaman geriye nasıl döneriz?” diye sordu Conval.
Thor, attıkları her adımla köprüleri yakmakta olduklarını düşünmeden edemedi.
“Bir yolunu buluruz,” dedi Thor. “Ne de olsa, İmparatorluk’ta başka gemiler de vardır, öyle değil mi?”
Thor, arkadaşlarını temin etmek için otoriter görünmeye çalışıyordu. Ama içinden kendisi de pek emin değildi. Bu yolculuğun uğursuz olduğuna giderek daha çok inanmaya başlamıştı.
Hepsi birden tek beden gibi dönüp sık ormana baktılar. Burası gerisinde karanlıklar olan ve yeşil yapraklardan oluşan bir duvar gibiydi. Hayvanların sesleri etraflarında tam bir kakofoni halinde yükseliyordu. Sanki İmparatorluk’ta yaşayan tüm canavarlar bir araya gelerek çığlık çığlığa onları selamlıyordu.
Veya ikaz ediyordu.
*
Thor ve diğerleri bu sık ve tropik ormanda yan yana ve tedirgin bir şekilde ilerlediler. Her biri tetikteydi. Çevredeki bu hayvanların ve böceklerin orkestra halindeki bağırış ve çağırışları öylesine yüksekti ki, Thor kafasını toparlayıp düşünmekte zorluk çekiyordu. Buna rağmen yaprakların gerisindeki karanlığa baktığında bu yaratıkların hiç birini göremiyordu.
Krohn da hırlayarak hemen yanından onu takip ediyordu. Tüyleri sırtında diken diken kabarmıştı. Thor onun bugüne kadar bu kadar uyanık ve tetikte olduğunu görmemişti. Silah arkadaşlarına baktı ve her birinin ellerinin kılıçlarının üzerinde durduğunu gördü. Onlar da tetikteydi.
Saatlerdir yürüyorlar, ormanın daha da derinlerine giriyorlardı. Hava daha da ısınıyor ve daha da ağırlaşıyordu. Kırık dalların izini takip ederek, bir zamanlar bir grup kişi tarafından kullanılmış olduğu belli olan bir yoldan gidiyorlardı. Thor bu yolun Kılıç’ı çalan kişilerin kullandığı yol olması için dua ediyordu.
Thor başını kaldırıp huşu içinde doğayı seyretti: burada her şey destansı bir boyuta sahipti. Her bir yaprak onun bedeni kadar büyüktü. Kendisini devler ülkesindeki bir böcek gibi hissediyordu. Bir ara, yaprakların arasında hışırdayan bir şey görür gibi oldu ama bunun ne olduğunu anlayamadı. Birilerinin onları gözlediği gibi bir hisse kapılmıştı.
Önlerinde uzanan yol aniden yapraklardan oluşan bir duvarla sona erdi. Hepsi birden durup, şaşkınlık içinde birbirlerine baktılar.
“Ama yol nasıl böyle ortadan kaybolur?” diye bağırdı O’Connor ümitsizce.
“Kaybolmamış,” dedi Reece, yaprakları inceleyerek. “Orman kendi kendisinin içinde büyümüş.”
“Peki, şimdi hangi yoldan gideceğiz?” diye sordu Conval.
Thor dönüp çevresine bir bakış attı. O da aynı şeyi merak ediyordu. Her taraf daha da sık yapraklarla örtülüydü ve bir çıkış yolu yok gibi görünüyordu. Thor içinin karardığını hissetti. O da ne yapacağını bilemez haldeydi.
Ama aniden aklına bir fikir geldi.
“Krohn,” dedi çömelip Krohn’un kulağına fısıldayarak. “Şu ağaca tırman. Ve sonra bize bakarak hangi tarafa gitmemiz gerektiğini söyle.”
Krohn başını kaldırarak ona anlamlı bir şekilde baktı. Thor, o anda hayvanın onu anladığını hissetti.
Gövdesi on adam genişliğinde olan devasa bir ağaca doğru atıldı ve bir an bile tereddüt etmeden tırnaklarını geçirerek tırmanmaya başladı. Daha sonra, en yüksek dallardan birine çıktı. Dalın ucuna kadar gidip, kulaklarını dikti ve bakışlarını çevrede gezdirdi. Thor, Krohn’un onu anladığını her zaman hissetmişti ama şimdi öyle olduğundan kesin olarak emindi.
Krohn geriye doğru kaykıldı. Boğazından tuhaf bir pırlama sesi çıkararak, ağaçtan indi ve bir yöne doğru ilerlemeye başladı. Savaşçılar ne olduğunu anlamamış gibi birbirleriyle bakıştılar ve hepsi birden dönerek Krohn’u takip etmeye başladılar. Yürüyebilmek için sık yaprakları bir kenara iterek ormanın içinde ilerlediler.
Thor birkaç dakika sonra yolun yeniden açıldığını görerek rahat bir soluk aldı. Kırılmış dallar ve ezilmiş yapraklar daha önceki grubun hangi yöne gittiği sırrını açığa çıkarıyordu. Thor eğilerek Krohn’un sırtını okşadı ve başından öptü.
“O olmasaydı, ne yapardık bilmiyorum,” dedi Reece.
“Al benden de o kadar,” diye yanıt verdi Thor.
Krohn mutlu bir şekilde ve gururla pırladı.
Bükülen ve kıvrılan yolu takip ederek, ormanın derinliklerine doğru ilerlediler. Etraflarını kocaman yapraklı yeni türde ağaçlar ve her biri Thor kadar büyük, rengârenk çiçekler sarmıştı. Bazı ağaçların dallarından kaya büyüklüğünde meyveler sarkıyordu.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.