Kitabı oku: «Silahlarin Teslimi », sayfa 2
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Kendrick atın üstündeydi, yanında Erec, Bronson ve Srog yüzünü Tirus ve İmparatorluk’a döndüğünde ise önünde binlerce adam vardı. Hepsi de doğruca tuzağa düşmüşlerdi. Tirus hepsini satmıştı ve Kendrick anlamakta geç kalmıştı, ona inanmak büyük bir hataydı.
Kendrick önüne baktı, sağında, vadinin sırtında, okları hazır binlerce İmparatorluk askerini gördü solunda ve arkasında bir o kadar daha vardı. Kendrick’in bir kaç bin adamı bu sayıdaki askerleri asla yenemezdi. Denemek bile katliam demekti. Çekilmiş tüm o yaylarla, en küçük bir hareketi bile adamlarının katledilmesi demekti. Coğrafi olarak, vadinin başlangıcında olmaları da kar etmiyordu. Tirus pusunun yerini güzel seçmişti.
Kendrick orada çaresizce duruyordu, yüzü öfke ve hiddetle yanıyordu, tatmin olmuş kendi kendine gülümseyerek atında oturan Tirus’a baktı. Yanında dört oğlu ve onların yanında İmparatorluk komutanı duruyordu.
“Para senin için bu kadar önemli miydi?” diye sordu Kendrick Tirus’a, ondan sadece on adım uzaktaydı, sesi çelik gibi soğuktu. “Kendi insanlarını, kendi kanından olanları satar mıydın?”
Tirus hiç bir pişmanlık belirtisi göstermedi, gülümsemesi daha da yayıldı.
“Halkınla aynı kandan değilim hatırladın mı?” dedi. “Bu yüzden senin kanunlarına göre kardeşimin tahtına çıkmam yasak.”
Erec öfkeyle boğazını temizledi.
“MacGil yasalarında taht babadan oğula geçer – kardeşe değil.”
Tirus kafasını salladı.
“Artık hiç birinin önemi yok. Yasalarının bir kıymeti yok artık. Güç her zaman yasaların üstündedir. Sadece gücü olanlar yasalarda söz sahibi olur. Şimdi senin de gördüğün gibi, ben güçlüyüm. Yani bundan sonra yasaları ben yazarım. Bundan sonraki nesiller senin yasalarını hatırlamayacak. Beni, Tirus’u Kral olarak bilecekler. Seni ve kız kardeşini değil.”
“Kanunsuz alınan hiç bir taht yerinde durmaz,” diye karşılık verdi Kendrick. “Bizi öldürebilirsin, hatta Andronicus’u sana bir taht bahşetmesi için ikna bile edebilirsin. Ama sen ve ben biliyoruz ki uzun süre tahtta kalamazsın. Bizi terk ettiğin bu ihanet bir gün gelip seni de yakacak.”
Tirus istifini bozmadan durdu.
“O zaman şu kısacık taht günlerimin keyfini süreyim – sana ihanet etmek için kullandığım maharete haiz olan adamı bana ihanet edecek olsa kutlarım.”
“Bu kadar konuşma yeter!” diye bağırdı İmparatorluk komutanları. “Şimdi teslim olun yoksa adamlarınız ölecek!”
Kendrick dik dik baktı, öfkeliydi, istemediği halde teslim olması gerektiğini biliyordu.
“Silahlarınızı indirin,” dedi Tirus yavaşça, sesi güven veriyordu, “ben de size bir savaşçının diğerine yapacağı gibi adil davranayım. Benim savaş tutsaklarım olacaksınız. Sizin yasalarınız beni bağlamasa da bir savaşçının savaş kuralını onurlandıracağım. Size söz veriyorum, benim gözetimimdeyken kılınıza zarar gelmeyecek.”
Kendrick hepsi de muhteşem savaşçılar olan Bronson, Srog ve Erec’e baktı, altlarında hareketli atları, sessizliğe gömülmüşlerdi.
Bronson Tirus’a “Neden sana güvenelim?” diye sordu. “Adaletinin yoksunluğunu tecelli ettin. Bana kalsa şu suratından o pis gülümsemeni silmek için burada savaşarak ölürüm.”
Tirus dönüp küçümseyerek Bronson’a baktı.
“Bir MacGil bile değilsin ama yine de konuşuyorsun. Sen bir McCloud’sun. MacGil işlerine burnunu sokma hakkın yok.”
Kendrick arkadaşını savunmaya geçti: “Bronson en az bir çoğumuz kadar MacGil’dir. Söyledikleri, adamlarımızın sözleridir.”
Tirus dişlerini gıcırdattı, belli ki sinirlenmişti.
“Karar sizin. Etrafınıza baktığınızda hazır halde bekleyen binlerce okçumuzu görüyorsunuz. Kandırıldınız. Kılıçlarınıza davranırsanız, hemen oracıkta adamlarınızı öldürürüz. Bunu da gördüğünüze eminim. Savaşacak zamanlar vardır, teslim olunacak zamanlar vardır. Adamlarınızı korumak istiyorsanız, her iyi komutanın yapacağını yapmalı silahlarınızı indirmelisiniz.”
Kendrick defalarca çenesini sıktı, içten içe yanıp kavruluyordu. Her ne kadar kabul etmekten nefret etse de Tirus haklıydı. Etrafına baktı, savaşa girişmeleri durumunda hepsi olmasa da adamlarının çoğunun oracıkta öleceğini biliyordu. Savaşmak istese de bu bencil bir karar olurdu ve her ne kadar Tirus’u küçümsese de doğruyu söylediğini ve adamlarına zarar vermeyeceğini hissediyordu. Onlar yaşadıkları sürece bir başka günde, bir başka yerde, bir başka alanda karşı karşıya gelebilirlerdi.
Kendrick, sayısız defa birlikte savaştığı, Gümüş şampiyonu Erec’e baktı ve onun da aynı şeyi düşündüğünü biliyordu. Bir lider olmak, bir savaşçı olmaktan farklıydı. Bir savaşçı hiç umursamadan savaşabilirdi ama bir lider önce diğerlerini düşünmeliydi.
“Silahlar için olduğu kadar, teslim olmanın da bir zamanı var,” diye seslendi Erec. “Bir savaşçı olarak adamlarımıza zarar vermeyeceğin sözüne güveniyoruz, bu şartla silahlarımızı indiriyoruz. Fakat eğer sözünde durmazsan, Tanrı şahidimiz olsun, her bir adamımın intikamını almak için ta cehennemden kalkıp gelirim.”
Tirus tatmin olmuş halde kafasını salladı ve Erec kılıcını ve kınını yere bıraktı. Hepsi yere inerken şıngırdadı.
Kendrick onu takip etti, sırasıyla Bronson ve Srog da aynını yaptı; hepsi gönülsüz olsa da yapılabilecek en akıllıca şey buydu.
Arkalarından binlerce silahın yere inme sesi geldi hepsi havadan aşağıya kış zeminine iniyordu, tüm Gümüş, MacGil ve Silesia ordusu teslim oluyordu.
Tirus sırıttı.
“Şimdi atlarınızdan inin,” diye emretti.
Sırayla hepsi atlarından inerek, hayvanların yanında durdular.
Tirus daha geniş sırıttı, zaferinin keyfini sürüyordu.
“Tüm bu zaman boyunca, Yukarı Adalar’a sürüldüm, Kraliyet Sarayı’nı, ağabeyimi ve sahip olduğu tüm gücü kıskandım. Ama şimdi hangi MacGil gücün sahibi oldu bakın!”
“İhanete güç denemez,” diye cevap verdi Bronson.
Tirus kaşlarını çatıp adamlarına kafasını salladı.
Öne gelip her birinin bileklerini kalın iplerle bağladılar. Hepsi, binlerce tutsak sürüklenmeye başladı.
Kendrick sürüklenirken birden kardeşi Godfrey’i hatırladı. Hepsi birlikte yola çıkmışlardı ama o zamandan beri onu veya adamlarını görmemişti. Bir şekilde kaçıp kaçmadığını merak etti. Daha iyi bir kaderi bulması için dua etti. Bir şekilde iyimserdi.
Konu Godfrey’se ne olacağı bilinmezdi.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Godfrey, adamlarının önünde atını sürüyordu, etrafını Akorth, Fulton ve Silesialı generali çevrelemiş, onun yanında da yüklü ödeme yaptığı İmparatorluk kumandanı gidiyordu. Godfrey, davasında ona katılmış ve onunla birlikte ilerleyen binlerce İmparatorluk askeri kıtasına bakınca tatmin olmanın da ötesinde, yüzünde kocaman bir gülümsemeyle ilerliyordu.
Onlara yüklü ödemeyi yaparken, sayısız altın kesesini verdiğinde yüzlerinin aldığı hali hatırlayınca duyduğu zevk yüzüne yansıyordu, planının işe yaramış olmasından dolayı sevinçten havalara uçuyordu. Son ana kadar planından emin olamamıştı ama ilk kez rahat nefes alabiliyordu. Bir savaşı kazanmanın bir çok farklı yolu vardı ve o bir damla kan akıtmadan savaşını kazanmıştı. Belki bu onu bir kahraman ya da şövalye veya diğer savaşçılar gibi cesur yapmazdı ama yine de başarılı olduğu kesindi. Sonuçta amaç neydi? Tüm adamlarının hiç düşünmeden atılmış cesur bir adımla ölmesindense, birazcık rüşvetle hayatta kalmış olmasını yeğlerdi. İşte bu Godfrey’di.
Sahip oldukları için çok uğraş vermişti. Kimin kiminle birlikte olduğunu, İmparatorluk askerlerinin Halka’da hangi genelevleri ziyaret ettiğini ve hangi İmparatorluk kumandanlarının rüşvete açık olduğunu bulmak için genelevler, arka sokaklar ve tavernalar üzerinden tüm kirli bağlantılarını kullanmıştı.Godfrey’in çoğundan daha kirli bağlantısı vardı, aslında hayatı boyunca buralarda zamanını harcayarak biriktirdiği tüm ilişkiler yardımına koşmuştu. Bu kişilere yüklü ödemeler yapmak ona hiç koymamıştı ayrıca. Nihayetinde babacığının altınları iyi bir yere gitmişti.
Yine de Godfrey bu insanlara güvenebileceğinden son ana kadar emin olamamıştı. Sizi bir hırsızdan başka kimse kolayca satmazdı ama bu riski almak zorundaydı. Bu insanlara güvenmek yazı tura atmaktı, yalnızca ödediği altınlar kadar güvenilirlerdi. Fakat Godfrey ödemesini çok kıymetli altınla yapınca düşündüğünden daha güvenilir olmuşlardı.
Elbette İmparatorluk birliklerinin ne kadar süre sadık kalacakları hakkında bir fikri yoktu ama en azından savaş yoluna doğru kurtçuklar gibi kıvrılırken şu an için yanındalardı.
“Senin hakkında yanılmışım,” dedi bir ses.
Godfrey döndüğünde, Silesialı generalin yüzünde bir hayranlık ifadesiyle ona yaklaştığını gördü.
“Kabul etmeliyim ki senden şüphe etmiştim,” diye devam etti. “Özür dilerim. Ördüğün kurguyu tahmin bile edemezdim. Dahiyaneydi. Seni bir daha sorgulamayacağım.”
Godfrey generale gülümsedi, haklılığı doğrulanmıştı. Tüm generaller, tüm askeri tipler tüm hayatı boyunca ondan şüphe etmişti. Babasının sarayında, savaşçılar arasında her zaman küçümsenmiş, hor görülmüştü. Şimdi nihayet onun kendi çapında en az onlar kadar yetkin olduğunu görüyorlardı.
“Merak etme,” dedi Godfrey. “Kendimi sorguluyorum. İlerledikçe öğreniyorum. Ben bir komutan değilim ve hayatta kalmak için tüm yolları kullanmak dışında başka bir planım yok.”
“Şimdi nereye?” diye sordu general.
“Kendrick, Erec ve diğerlerine katılıp davalarında onlara elimizden geldiğince yardım etmeye.”
Garip ve rahatsız bir ittifakla ilerleyen İmparatorluk’un ve Godfrey’in binlerce adamı atlarını sürdüler, vadilerden ve ovalardan geçtiler; uzun, kuru ve tozlu düzlüklerden ilerleyerek Kendrick’in buluşma yeri olarak söylediği vadiye doğru yol aldılar.
Bu yolculuk sırasında Godfrey’in kafasında milyonlarca düşünce vardı. Kendrick ve Erec’in nasıl başa çıktıkları, düşmanın onlardan sayıca ne kadar üstün olduğu ve bir sonraki savaşta, yani gerçek bir savaşta nasıl hayatta kalacağını düşünüyordu. Artık bundan kaçış yoktu; arkasına sığınacağı başka kurnazlık veya altın kalmamıştı.
Yutkundu, gergindi. Diğerlerinin sahip olduğu cesaret seviyesine kendisi sahip değildi, hepsi bu cesaretle doğmuş gibilerdi. Savaş alanında herkes son derece korkusuzdu, aslında hayatta da öylelerdi. Godfrey ise korktuğunu itiraf ediyordu. İş savaşa gelince, alana inmek zorunda olduğunda, yan çizmeyecekti ama son derece sakardı ve orada eğreti duruyordu. Diğerlerinin sahip olduğu yetenekler onda yoktu ve daha kaç defa tanrıların şansı ile hayatta kalabileceğini bilmiyordu.
Diğerleri, ölseler de umurlarında değilmiş gibi görünüyorlardı, hepsi de zafer için hayatlarını vermeye isteklilerdi. Godfrey zaferi seviyordu ama yaşamak daha kıymetliydi. Birasını, yiyecekleri seviyordu, şimdiden karnına ağrılar giriyordu, bir yerlerdeki tavernada güven içinde oturmak için geri dönmeye zorlayan bir histi bu. Savaş hayatı ona göre değildi.
Fakat Godfrey, Thor’u düşündü, bilmediği bir yerde tutsaktı. Bu dava için savaşan tüm akrabalarını düşündü, her ne kadar lekelenmiş olsa da onurunun burada yeşerdiğini, burada olmak zorunda olduğunu biliyordu.
Yollarına durmaksızın devam ettiler ve nihayet zirveye ulaştıklarında önlerinde uzanan vadinin engine görüntüsüyle karşılaştılar. Durduklarında Godfrey kör edici güneşe karşı gözlerini kısarak kendini alıştırmaya, önündeki manzaradan bir anlam çıkarmaya çalıştı. Bir eliyle gözlerini koruyarak ileri baktı, aklı karışmıştı.
Sonra dehşetle anladı. Godfrey’in kalbi durdu; aşağıda, Kendrick, Erec ve Srog’un binlerce adamı tutsak edilmiş sürükleniyordu. Bu buluşmayı planladığı savaş güçleriydi. Sayıca on kat üstün olan İmparatorluk askerleri karşısında hepsi teslim olmuştu. Ayakları üzerinde, bileklerinden bağlanmış esir olarak alınmış götürülüyorlardı. Godfrey, ortada geçerli bir sebep olmaksızın Kendrick ve Erec’in teslim olmayacağını iyi biliyordu. Görünüşe göre onlara tuzak kurulmuştu.
Godfrey panikle dondu kaldı. Bunun nasıl olmuş olabileceğini merak etti.Hepsini adil bir savaşın ortasında bulmayı, onlara katılarak saldırmayı planlıyordu. Ama şimdi bunun yerine ufukta kaybolduklarını, neredeyse yarım gün daha sürecek bir yolculuk uzağında olduklarını görüyordu.
İmparatorluk generali alaycı bir ifadeyle Godfrey’in yanında bitti.
“Görünüşe bakılırsa adamların kaybetmiş,” dedi İmparatorluk generali. “Böyle anlaşmamıştık.”
Godfrey ona döndü ve generalin ne kadar endişeli olduğunu gördü.
“Sana yüklü bir ödeme yaptım,” dedi Godfrey, gergin olmasına rağmen kendinden son derece emin bir tonda konuşuyordu, anlaşmanın bozulacağını hissetmişti. “Sen de bu davada bana katılacağına söz verdin.”
Ama İmparatorluk generali kafasını salladı.
“Sana savaşa katılacağıma söz verdim – bir intihar girişimine değil. Bir kaç binlik adamım Andronicus’un tüm birliğine karşı savaşmayacak. Anlaşmamız değişti. Onlarla kendi kendine savaşabilirsin- altınların da bende kalacak.”
İmparatorluk generali dönüp haykırdı ve atını topuklayarak diğer yöne doğru hareket etti, adamları onu takip etti. Kısa süre sonra vadinin diğer tarafında gözden kayboldular.
“Altınlarımız onda!” dedi Akorth. “Onu takip edelim mi?”
Godfrey, adamları giderken izledi ve kafasını salladı.
“Bu ne işimize yarayacak ki? Altın altındır. Onun için hayatlarımızı riske sokmayacağım. Bırak gitsin. Her zaman daha fazlası gelir.”
Godfrey döndü ve ufukta Kendrick ve Erec’in adamlarının kayboluşlarını izledi, onlar hakkında daha fazla endişeleniyordu. Artık desteği yoktu ve öncekine göre daha yalnızdı. Tüm planlarının kafasına çöktüğünü hissediyordu.
“Şimdi ne yapacağız?” diye sordu Fulton.
Godfrey omuzlarını silkti.
“Hiç bir fikrim yok,” dedi.
“Bunu söylememen gerekir,” dedi Fulton. “Artık komutan sensin.”
Fakat Godfrey yeniden omuzlarını silkti. “Doğruyu söylüyorum.”
“Bu savaş işi çok zor,” dedi Akorth, miğferini çıkarmış göbeğini kaşırken. “İşler pek umduğun gibi gitmedi, değil mi?”
Godfrey atında otururken kafasını salladı, ne yapması gerektiğini düşünüyordu. Hiç beklemediği bir el gelmişti ve acil durum planı yoktu.
“Geri mi dönsek?” diye sordu Fulton.
Godfrey “Hayır,” dedi ama kendinden çıkan sese kendi de şaşırdı.
Diğerleri dönüp şaşırmış halde ona baktılar. Emirlerini duymak için yaklaştılar.
“Harika bir savaşçı olmayabilirim,” dedi Godfrey, “ama oradakiler benim kardeşlerim. Götürülüyorlar. Geri dönemeyiz. Bunun anlamı ölüm olsa bile.”
“Aklını mı kaçırdın?” diye sordu Silesialı general. “Oradakilerin hepsi Gümüş’ün, MacGillerin ve Silesialıların en kaliteli askerleri, hepsi öyle; ve İmparatorluk adamlarına karşı savaşmadılar. Bizim bir kaç bin adamımızın senin emrin altında bunu nasıl başaracığını düşünüyorsun?”
Godfrey ona döndü, sinirlenmişti. Kendinden şüphe duyulmasından bıkmıştı.
“Hiç kazanacağız demedim,” diye karşılık verdi. “Tek söylediğim bunun yapılacak en doğru şey olduğu. Onları terk etmeyeceğim. Eğer dönüp evinize gitmek istiyorsanız, buyrun. Onlara kendi başıma saldıracağım.”
“Tecrübesiz bir kumandansın,” dedi küçümseyerek. “Neden bahsettiğini bile bilmiyorsun. Tüm bu adamları kesin ölüme götüreceksin.”
“Öyle,” dedi Godfrey. “Gerçek bu. Fakat bir daha benden şüphelenmeyeceğine söz vermiştin. Ben geri dönmüyorum.”
Godfrey biraz yukarı çıkıp tüm adamları tarafından görünebilmek için atını biraz ileriye sürdü.
“ADAMLARIM!” diye bağırdı, sesi patlıyordu. “Beni, Kendrick, Erec ya da Srog gibi güvenilir bir komutan olarak görmediğinizi biliyorum. Bu doğru. Onlardaki yetenek bende yok ama yürekliyim en azından gerektiğinde. Sizler de öyle. Tek bildiğim orada yakalanmış olanların kardeşlerimiz olduğu. Ben şahsen gözlerimin önünde onlar tutsak edilirken, köpekler gibi evimize şehirlerimize dönüp İmparatorluk’un bizi gelip öldürmesini beklemek üzere yaşamayı tercih edemem. Şundan emin olun ki bizi bir gün öldürecekler. Şu an hepimiz dimdik aşağı inip, savaşabilir ve özgür adamlar olarak düşmanı kovalayabiliriz. Ya da utanç ve iki paralık şerefimizle dönebiliriz. Seçim sizin. Benimle gelin; hayatta kalabilirsiniz ya da ölürsünüz her halükarda zafere gideriz!”
Adamları haykırdılar, öyle hevesli bir haykırıştı ki Godfrey bile şaşırdı. Hepsi kılıçlarını havaya kaldırdılar, Godfrey de cesaretlendi.
Ayrıca biraz önce söylediklerinin gerçekliğine varmasını sağladı. Bunları söylerken üzerinde hiç düşünmemişti, anın şevkine kapılmıştı. Şimdi ise kendini buna adadığını, kendi sözlerinin üzerinde yarattığı şaşkınlığı fark ediyordu. Kendi cesareti onu korkutmuştu.
Adamlar atlarının üzerinde yürüyüşe geçmiş, silahlarını ve son bir saldırı için kendilerini hazırlıyorlardı. Akorth ve Fultın yanına geldiler.
“İçki?” diye sordu Akorth.
Godfrey döndü ve onu şarap tulumuna uzanırken gördü, Akorth’un ellerinden neredeyse çekti; kafasını geriye atıp durmaksızın içti, tulumun tamamını yuvarlamıştı, sadece nefes almak için sonuna doğru durabilmişti. Nihayet Godfrey ağzını sildi ve tulumu geri verdi.
Ne yaptım ben? diye düşündü. Kazanamayacağı bir savaşa kendini ve diğerlerini atıyordu. İyice düşünmüş müydü?
“Sende bundan eser yok sanıyordum,” dedi Akorth, sırtına dostça vurarak. “Ne konuşmaydı ama, bir tiyatro oyunundan bile daha iyiydi!”
“Bu gösteriye bilet kesmeliydik!” diye ekledi Fulton.
“Bir yerde haklısın,” dedi Akorth. “Titreyerek ölmektense alnımız açık ölmek daha iyidir.”
“Tabii titrerken ölmek, genelev yatağında olacaksa o başka,” dedi Fulton.
“Doğru söze ne denir!” dedi Fulton. “Ya da ellerimizde maşrapalarımız, geriye düşmüş kafalarımızla ölmeye ne dersiniz?”
Akorth içkisini yudumlarken, “Hiç fena olmazdı gerçekten,” dedi.
“Fakat bir süre sonra sanırın sıkıcı bir hale gelirdi,” dedi Fulton. “Bir adam kaç maşrapa içebilir, kaç kadını yatağa atabilir?”
“Aslında çok,” dedi Akorth.
“Öyle bile olsa, farklı bir şekilde ölmek de eğlenceli olur. O kadar sıkıcı olmaz.”
Akorth iç geçirdi.
“Eğer tüm bunları atlatırsak, en azından içmek için gerçek bir nedenimiz olacak. Hayatımızda ilk kez bunu gerçekten hak etmiş olacağız.”
Godfrey döndü, Akorth ve Fulton’un sonu gelmez sohbetlerini kesmeyi hedefliyordu. Odaklanmaya ihtiyacı vardı. Artık adam olması, hayatı hafife alan o avare hallerini ve taverna ağzını geride bırakması gerçek dünyada gerçek adamları etkileyen gerçek kararlar vermesi gerekliydi. Bir ağırlık hissetti, babasının da böyle hissedip hissetmediğini merak etti. Garip bir biçimde ondan ne kadar nefret etse de onu anlamaya başlamıştı hatta ve hatta dehşetle fark ettiği üzere onun gibi oluyordu.
Önündeki tehlikeyi unutarak Godfrey kendine güven patlaması altında kaldı. Aniden atını tekmeledi ve bir savaş çığlığıyla vadiden aşağı hızla inmeye başladı.
Arkasından binlerce askerin çığlığı ve arkalarından gelirken atlarının çıkardığı sesler kulakları doldurarak duyuldu.
Godfrey şimdiden çakır keyifti, rüzgarı saçlarında hissediyor, şarap kafasına etki ediyordu. Kesin ölümlerine doğru giderken içine neyin girerek onu bu hale getirdiğini merak etmeden duramıyordu.
BEŞİNCİ BÖLÜM
Thor, atının üstünde oturuyordu, bir yanında babası diğer yanında McCloud duruyordu, Rafi de yakınlarındaydı. Arkalarında on binlerce İmparatorluk askeri, son derece disiplinli Andronicus ordusunun ana birliği sabırla Andronicus’un emirlerini bekliyordu. Hepsi bir tepede duruyor, zirveleri karla kaplı Yüksek Topraklar’a bakıyordu. Yüksek Topraklar'ın üstünde McCloud şehri, Yüksek Vatan vardı. Thor şehirden çıkan binlerce askerin savaşa hazır halde onlara doğru geldiğini görünce gerildi.
Bunlar ne MacGil’in adamlarıydı ne de İmparatorluk askerleri. Thor giydikleri zırhtaki amblemi tanır gibi oldu ama yeni kılıcının kabzasını sıkıca tutarken kim olduklarından veya neden saldırdıklarından tam olarak emin olamadı.
“Eski adamlarım. McCloudlar,” diye açıkladı McCloud, Andronicus’a. “Eski şanlı McCloud askerleri. Bir zamanlar eğittiğim ve birlikte savaştığım adamlar.”
“Şimdi sana karşılar,” dedi Andronicus. “Seni savaş alanında karşılamaya hazırlanıyorlar.”
Tek gözü olmayan McCloud küçümser bir ifadeyle baktı, yüzünün yarısında İmparatorluk mührü vardı ona çok ürkütücü bir hava katıyordu.
“Üzgünüm lordum,” dedi. “Bu benim hatam değil, bu oğlum Bronson’ın işi. Kendi halkımı bana karşı kışkırttı. O olmasaydı şimdi hepsi bu yüce davada bana katılıyor olacaklardı.”
“Oğlunla ilgisi yok,” diyerek ona dönüp düzeltti Andronicus, sesi çelik kadar sertti. “Sebebi zayıf bir kumandan ve zayıf bir baba olman. Oğlunun hatasının sebebi sensin. Kendi adamlarını bile kontrol edemeyeceğini bilmem gerekirdi. Seni uzun zaman önce öldürmeliydim.”
McCloud gerildi ve zorla yutkundu.
“Lordum, sadece bana karşı savaşa gelmediklerini size karşı durduklarını da hesaba katmalısınız. Halka İmparatorluğu’nu çökermek istiyorlar.”
Andronicus kafasını salladı, kuru kafa kolyesine dokundu.
“Ama şu an sen benim yanımdasın,” dedi. “O yüzden bana karşı savaşanlar sana karşı da savaşıyorlar.”
McCloud kılıcını çekti, yaklaşan orduya küçümseyerek baktı.
“Kendi adamlarımın her biriyle dövüşüp hepsini öldüreceğin,” dedi.
“Biliyorum,” dedi Andronicus. “Eğer yapmazsan seni ben öldüreceğim. Yardımına ihtiyacım olduğu için değil. Adamlarım tahmin edebileceğinden bile fazla zararı zaten verecek- özellikle de oğlum Thornicus.”
Thor atında oturmuş bu sohbeti şöyle bir duyuyor ama aynı zamanda hiç bir kelimesini dinlemiyordu. Sersemlemişti. Zihni algılayamadığı yabancı düşüncelerle, beyninde nabız gibi atan ve ona sürekli olarak babasına ettiği bağlılık yeminini, İmparatorluğa karşı olan görevini ve Andronicus’un oğlu olarak kaderini hatırlatan düşüncelerle doluydu. Düşünceler bitmeden tükenmeden zihninde dolanıyordu ve ne kadar çabalasa da kafasını toplayamıyor, kendi düşüncelerine yer açamıyordu. Kendi vücudu tarafından tutsak edilmiş gibiydi.
Andronicus konuşurken ettiği her kelam Thor’un zihninde bir öneriye ardından emre dönüşüyordu. Sonra bir şekilde kendi düşüncesi haline geliyordu. Thor bununla mücadele etti, küçük bir yanı bu işgalci hislerden zihnini kurtarmaya, bir netlik kazandırmaya çalışıyordu. Ama mücadelesi arttıkça bunu başarmak daha zor hale geliyordu.
Atında oturup düzlüklerden dörtnala gelen orduyu görürken damarlarında akan kanı hissetti ve tek düşünebildiği şey babasına olan sadakati, onun karşısında duran herkesi yerle bir etme isteğiydi. İmparatorluğu yönetmek onun kaderiydi.
“Thornicus beni duydun mu?” diye dürttü onu Andronicus. “Savaş alanında baban için kendini kanıtlamaya hazır mısın?”
“Evet baba,” diye cevap verdi Thor, gözünü ona dikerek. “Sana karşı savaşan herkesle savaşırım.”
Andronicus kocaman gülümsedi. Döndü ve adamlara baktı.
“ADAMLARIM!” diye kükredi. “Düşmanı karşılama, Halka’yı geriye kalan isyancılardan sonsuza dek kurtarmanın vakti geldi. Bizlere meydan okuyan McCloud adamlarıyla işe başlayacağız. Thornicus, oğlum, bize savaşta önderlik edecek. Beni takip ettiğiniz gibi onu takip edeceksiniz. Benim için vereceğiniz hayatlar gibi onun için de hayatınızı vermekten çekinmeyeceksiniz. Ona yapılan ihanet bana yapılır!”
“THORNICUS!” diyerek bağırdı Andronicus.
Arkalarındaki binlerce İmparatorluk askerleri yankı yaparak “THORNICUS!” diye haykırdılar.
Thor cesaretlenerek yeni kılıcını, sevgili babasının ona verdiği İmparatorluk kılıcını havaya kaldırdı. İçinden akan bir güç hissetti; bu neslinin gücü, halkının gücü ve kim olması gerektiğiydi. Nihayet evindeydi, tekrar babasına kavuşmuştu. Babası için Thor her şeyi yapardı, ölümü bile göze alırdı.
Thor, savaş çığlığını haykırarak atını topukladı ve vadiden ilk savaşı için aşağı inmeye başladı. Arkasındaki ordu da büyük çığlıklar atıyor, binlerce, on binlerce adam Thornicus yolunda ölümlerine hazırlanıyordu.