Kitabı oku: «Silahlarin Teslimi », sayfa 3
ALTINCI BÖLÜM
Mycoples devasa Akron ağının içine sıkışmış kıvrılarak, uzanmasına ve kanat çırpmasına olanak olmadan oturuyordu. İmparatorluk gemisinin dümen bölümünde ağdan kurtulma mücadelesi içinde çenesini, kollarını hareket ettiremiyor, pençelerini geremiyordu. Kendini hayatı boyunca bu kadar kötü, özgürlükten ve güçten bu denli mahrum hissetmemişti. Bir topun için kıvrılmış, yavaşça göz kırpıyor, kendinden ziyade Thor için çaresiz hissediyordu.
Mycople Thor’un enerjisini, bunca mesafeye rağmen hissediyordu, gemisi denize açılmış, canavar dalgalar arasında aşağı yukarı hareket ediyordu; dalgalar güverteye vurdukça vücudu bir havaya kalkıyor bir yere çarpıyordu. Mycoples, Thor’un değiştiğini, başka biri haline geldiği artık o tanıdığı adam olmadığını hissediyordu. Kalbi kırılıyordu. Bir şekilde onu hayal kırıklığına uğrattığını hissetmeden alamadı kendini. Bir kez daha mücadele etti, ona gitmeyi, onu kurtarmayı her şeyden çok istiyordu ama özgürlüğüne kavuşamıyordu.
Kocaman bir dalga güverteyi vurdu ve Tartuvain dalgaları ağının altında kayarak onun kaymasına ve kafasını ahşap gövdeye çarpmasına neden oldu. Sinip, hırlamaya başladı, eski ruhundan ya da gücünden eser yoktu. Yeni kaderine boyun eğmiş, öldürülmek hatta daha kötüsü tutsak edilmek için götürüleceğini biliyordu. Kendine ne olacağı umurunda değildi. Sadece Thor’un iyi olmasını istiyordu. Tek istediği ona saldıranlardan intikam alacağı bir şans, son bir şanstı.
“İşte orada! Güvertenin diğer tarafına kaymış!” diye bağırdı İmparatorluk askerlerinden biri.
Mycoples aniden yüzündeki hassas pulları delip geçen bir acı hissetti ve iki İmparatorluk askerini ellerinde yaklaşık on metrelik hançeriyle gördü; güvenli bir mesafeden ağ içinden onu dürtüyorlardı. Onlara saldırmak istedi ama engelleri vardı. Mycoples onlara hırlarken, onlar tekrar tekrar onu dürtüyor, gülüyor ve eğleniyorlardı.
“O kadar da korkunç değil, değil mi?” diye sordu biri diğerine.
Öteki de güldü, hançerini gözlerine yakın bir yere batırıyordu. Mycoples son saniyede kaçınarak kör olmaktan kurtuldu.
“Uçan bir hayvan olarak aslında zararsız,” dedi biri.
“Yeni İmparatorluk başkentinde onu herkese göstereceklermiş diye duydum.”
“Ben öyle duymadım,” dedi diğeri. “ Benim duyduğuma göre kanatlarını koparıp, adamlarımıza yaptığı tüm zararların intikamı olarak ona işkence edeceklermiş.”
“Umarım bu sahneyi izleyebilirim.”
“Onu cidden zarar vermeden mi teslim etmemiz gerekiyor?” diye sordu biri.
“Emirler böyle.”
“En azından biraz sakatlayabiliriz. Ne de olsa her iki gözüne de ihtiyacı yok, değil mi?”
Diğeri güldü.
“Madem öyle söylüyorsun, sanırım yok,” diye cevap Verdi. “Hadi bakalım, biraz eğlenelim.”
Adamlardan biri yaklaştı ve hançerini yukarı kaldırdı.
“Kıpırdama, küçük kız,” dedi asker.
Mycoples, ona yakınlaşarak hançeri gözüne sokmak için gelen adam karşısında çaresiz irkildi.
Aniden bir başka dalga güverteyi vurduğunda askerin ayakları yerden kesilerek doğrudan Mycoples’in suratına doğru kaydı, gözleri korkudan fal taşı gibi açılmıştı. Son bir çabayla Mycoples askerin altına kaymasına yetecek kadar pençesini kaldırdı ve adamın tam üstüne vurarak boğazını deldi.
Çığlığı bastı ve kanı her yere dağıldı, suyla karışıyordu. Adam altında ölürken Mycoples bir nevi rahatlama hissetmişti.
Diğer İmparatorluk askeri dönüp koştu ve yardım çığlığı atmaya başladı. An içinde bir düzine İmparatorluk askeri yaklaştı hepsinin elinde uzun hançerler vardı.
“Hayvanı öldürün!” diye bağırdı biri.
Hepsi öldürmek için ona yaklaştılar, Mycoples bunu yapacaklarından emindi.
Aniden içinden yükselen çok güçlü bir öfke hissetti, daha önce böylesi bir şey hiç yaşamamıştı. Gözlerini kapadı ve son bir güç vermesi için tanrıya dua etti.
Yavaşça göbeğinden yükselen kocaman bir ateş hissetti, boğazına doğru yol alıyordu. Ağzını açtı ve dışarı kükredi. O anda bir ateş yığının dışarı döküldüğünü görünce kendi de şaşırdı.
Alevler ağı geçti, Akron’u yok etmese de, ona doğru gelen bir düzine askerin oluşturduğu et duvarı alevle kaplandı.
Vücutları ateş içinde kalınca hepsinin çığlıkları duyuldu, çoğu güverteye çöktü ve o anda ölmeyenler koşarak denize atladılar. Mycoples gülümsedi.
Bir düzine asker daha ellerinde sopalarla göründü, Mycoples ateşi tekrar çağırmaya çalıştı.
Fakat bu sefer işe yaramadı. Tanrı dualarına cevap vermiş ve ona son bir şans vermişti. Ama şimdi yapabileceği daha fazla bir şey yoktu. En azından aldığı küçük intikam için minnettardı.
Onlarca asker üstüne çullanarak, onu sopalarla dövmeye başladı; Mycoples yavaşça tükendiğini, gözlerinin kapandığını hissediyordu. Kaskatı kıvrıldı, koyuverdi, dünyadaki zamanının sonuna gelip gelmediğini merak etti.
Kısa süre sonra tüm dünyası karardı.
YEDİNCİ BÖLÜM
Romulus gövdesi siyaha ve altın renge boyalı, ağzında kartal tutan aslanlı İmparatorluk bayrağının rüzgarda tüm gücüyle dalgalandığı devasa gemisinin güvertesinde duruyordu. Elleri belindeyken kaslı çatısı her zamankinden daha geniş görünüyordu, sanki güverteye çivilenmişti; Ambrek’in hareketli ve parlak dalgalarına gözlerini dikmişti. İleride, henüz görünen Halka kıyıları uzanıyordu.
Nihayet.
Romulus’un kalbi, Halka’yı ilk kez gördüğü bu zamanda beklentiyle doldu taştı. Gemisinde özenle seçtiği onlarca en iyi adam ve arkalarında en iyi İmparatorluk gemileriyle denize açılmış binlercesi birlikte ilerliyorlardı. Denizi dolduran bu kalabalık donanmadaki her gemi İmparatorluk bayrağını taşıyordu. Çok uzun yoldan geliyorlardı, Halka’nın etrafını dolanmış ve McCloud tarafından karaya ulaşmayı hedeflemişlerdi. Romulus, Halka’ya kendi girerek, eski patronu, Andronicus’un arkasından sinsice gidip onu en beklemediği zamanda öldürmeyi planlıyordu.
Düşüncesi onu gülümsetti. Andronicus görevinin başındaki sağ kolunun gücü veya kurnazlığı hakkında hiç bir fikri yoktu ve bunu en acı yoldan öğrenecekti. Onu hafife almamalıydı.
Koca dalgalar gemiyi dövüyordu ve Romulus yüzüne vuran soğuk serpintilerden keyif alıyordu. Kolunda ormandan edindiği sihirli pelerin vardı, bunun işe yarayacağını, onu Kanyon’dan geçirebileceğini düşünüyordu. Onu giydiği zaman görünmez olduğunu, kalkandan geçerek Halka’ya tek başına gidebileceğini biliyordu. Görevi son derece gizli, kurnaz olmayı ve karşısındakini hazırlıksız yakalamasını gerektiriyordu. Adamları elbette onu takip edemezdi ama hiç birine ihtiyacı yoktu. Bir kere içeri girdi mi Andronicus’un adamlarını, İmparatorluk adamlarını bulacak ve davası için onları bir araya toplayacaktı. Onları bölerek kendi ordusunu , kendi iç savaşını yaratacaktı. Ne de olsa İmparatorluk askerleri Andronicus’u sevdikleri kadar Romulus’u da seviyorlardı. Andronicus’un adamlarını ona karşı kullanacaktı.
Sonrasında MacGil’i bulup pelerinin emrettiği gibi onu Kanyon’a getirecekti ve eğer efsane doğruysa Kalkan yok olacaktı. Kalkan indiğinde tüm adamlarını çağıracak, donanması içeri doluşunca da Halka’yı sonsuza dek ezeceklerdi. Ardından nihayet Romulus tüm evrenin tek hakimi olacaktı.
Derin bir nefes aldı. Şimdiden bunun tadını alıyordu. Tüm hayatı boyunca bu an için savaşmıştı.
Romulus kan kırmızısı gökyüzüne baktı, ufukta devasa bir top gibi görünen ikinci güneş batıyor ve günün bu saatinde uçuk mavi bir renkle parlıyordu. Bu, Romulus’un tanrılara dua ettiği vakitti, Kara Tanrısı, Deniz Tanrısı, Gökyüzü Tanrısı, Rüzgar Tanrısı ve hepsinden önemlisi Savaş Tanrısı. Hepsinin hakkını vermesi gerektiğini biliyordu. Hazırlıklıydı, feda edecek çok sayıda köle getirmişti, dökülen kanlarının ona güç bağışlayacağını biliyordu.
Kıyıya yaklaşırken dalgalar gemiyi daha kuvvetle dövüyordu. Romulus diğerlerinin ipleri indirmesini beklemedi bunun yerine pruva kuma değer değmez gövdeden kendini atıp yirmi adım kadar düştükten sonra ayakları üzerinde beline kadar suyun içinde durdu. Biraz olsun irkilmemişti bile.
Romulus, sanki kendi mülküymüş gibi sahilde dolanmaya başladı, ayak izleri kumda ağır izler bırakıyordu. Ardında, adamları ipleri indirmeye ve gemileri birbiri ardına karaya yanaştırmaya başladılar.
Tüm yaptıklarını inceleyen Romulus gülümsedi. Gökyüzü kararıyordu, bir kurban vermek için mükemmel bir zamanda kıyıya ulaşmıştı. Bunun için teşekkür etmesi gereken tanrılar olduğunu biliyordu.
Dönüp adamlarına baktı.
“ATEŞ!” diye bağırdı Romulus.
Adamları üç başlı bir yıldız formunda yayıp şekil verdikleri beş metre yüksekliğinde, devasa bir odun yığınını hazırlamışlar, yakmayı bekliyorlardı.
Romulus kafasını salladı ve adamları birbirlerine bağlı bir düzine köleyi getirdiler. Köleler kamp ateşi odunlarının etrafında sıralanarak bağlanmışlardı. Gözlerinde panik okunuyordu. Hazır olan ateşi ve canlı canlı yakılmak üzere olduklarını anladıklarından çığlık çığlığa bağırıyor, korkudan çırpınıp duruyorlardı.
“HAYIR!” diye bağırdı biri. “Lütfen! Size yalvarıyorum! Bu şekilde değil! Herşey olur ama bu değil!”
Romulus onları görmezden geldi. Bunun yerine sırtını onlara dönerek ileriye doğru bir kaç adım attı. Kollarını iki yana açtı ve kafasını da gökyüzüne uzattı.
“OMARUS!” diye bağırdı. “Bize görebileceğimiz ışığı ver! Bu geceki kurbanlarımı kabul et. Halka’ya yolculuğumda yanımda ol. Bana bir işaret ver. Başarıp başaramayacağımı bilmemi sağla!”
Romulus ellerini indirdiğinde, adamları koşarak meşaleleri odunlara fırlattılar.
Tüm köleler diri diri yakılırken korkunç çığlıklar yükseldi. Kıvılcımlar her yana dağılırken Romulus, yüzünde alevlerden yansıyan ışıkla bu sahneyi izliyordu.
Romulus kafasını sallayınca adamları gözleri olmayan, yüzü kırışmış, iki büklüm yaşlı bir kadını getirdiler. Romulus sabırla kadını izledi, kehanetini bekledi.
“Başaracaksın,” dedi. “Güneşlerin birleştiğini görmezsen eğer.”
Romulus gülümsedi. Güneşlerin birleşmesi mi? Bu, bin yıldır olmamıştı.
Ruhu neşeyle doldu, sıcacık bir his göğsüne yerleşti. Tek duyması gereken buydu. Tanrılar onunlaydı.
Romulus pelerini alıp atına bindi ve onu hızla tekmeleyerek Kanyon’u geçip onu Doğu Geçidi’ne ve kısa süre sonra da tam Halka’nın kalbine yönlendirecek yola doğru kumun üstünde yalnız başına dörtnala gitmeye başladı.
SEKİZİNCİ BÖLÜM
Selese savaş alanındaki yıkıntılar arasında yürüyordu. Yanında Illepra vardı, yerdeki bedenlere bakıyor, hayat belirtisi arıyorlardı. İkisi bir arada kalmış, ordunun ana bölümünü takip ederek yaralı ve ölülere baka baka Silesia’dan buraya uzun ve yorucu bir yürüyüşle gelmişlerdi. Diğer şifacılardan ayrılmış ve iyi arkadaş olmuşlardı, sıkıntılar onları birbirlerine bağlamıştı. Bu bağ çok normaldi elbet, yaşları birbirine yakındı, birbirlerine benziyorlardı ve belki de en önemlisi ikisi de bir MacGil’e aşıktı. Selese Reece’i, Illepra ise kabul etmekten nefret etse de Godfrey’i seviyordu.
Ordunun ana bölümüne yetişmek için ellerinden geleni yapmışlar, arazilerden, ormanlardan, çamurlu yollardan geçerek yaralı MaGilleri aramışlardı. Ne yazık ki onları bulmak o kadar zor değildi, araziyi doldurmuşlardı. Bazı durumlarda Selese onları iyileştirebildi ama çoğu zaman Illepra’yla beraber tek yapabildikleri yaralarını sarmak ve iksirlerle acılarını hafifleterek huzurlu bir ölüme yol almalarına izin vermek oldu.
Bu, Selese’nin kalbini kırıyordu. Tüm hayatı boyunca küçük bir kasabada şifacılık yapmıştı, bu denli büyük ve ciddi bir durumla başa çıkması gerekmemişti. Ufak sıyrıklar, kesikler, yaralar ve belki bazen Forsyth ısırıklarıyla uğraşmıştı. Ama bu denli büyük bir kıyım ve ölüme, bu kadar büyük yaralar ve yaralılara alışkın değildi. Bu onu derinden üzüyordu.
Onun mesleğinde Selese insanları iyileştirmeyi arzu ederdi, fakat Silesia’ya ayak bastığından beri sonu gelmeyen bir kan zincirinden başka bir şey görmemişti. İnsan insana bunu nasıl yapardı? Bu yaralı adamların her biri, birinin oğluydu, babasıydı, kocasıydı. İnsanoğlu nasıl bu kadar zalim olabilirdi?
Selese’in kalbi, karşılaştığı ve yardım etmeye gücünün yetmediği her insanla daha çok kırılıyordu. Taşıyabilecekleri malzemeler kısıtlıydı, bu uzun yolculuk göz önüne alınırsa hemen hemen hiç bir şeyleri yoktu. Krallığın diğer şifacıları tüm Halka’ya dağılmışlardı. Bizatihi kendileri bir orduydu ama yeterli değildi, malzemeleri kafi gelmiyordu. Yeteri kadar araba, at ve yardımcı ekip olmadan taşıyabileceği şeyler belliydi.
Selese gözlerini kapadı ve derin bir nefes aldı, yürürken yaralı insanların yüzleri gözlerinin önünde beliriyordu. Çok defa acı içinde çığlık atan ölümcül yara almış bir askere bakmış, gözlerinin cama dönüşmesini izleyerek ona Blatox vermişti. Bu etkili bir ağrı kesici ve yatıştırıcıydı. Fakat kötüye giden yaraları iyileştirmez ya da enfeksiyonu durduramazdı. Malzemeleri olmadan yapabileceğinin en iyisi buydu. Aynı anda hem ağlamak hem çığlık atmak istiyordu.
Selese ve Illepra birbirlerinden bir kaç adım ötede yatan yaralı iki askerin başına çömelerek iğne ve iplikle dikmeye başladılar. Selese bu iğneyi çok fazla sayıda kullanmak zorunda kalmıştı, temiz bir tane olmasını istedi. Fakat başka şansı yoktu. Bir türlü kapanmak bilmeyen ve sürekli açılan pazusundaki yarayı uzun ve diklemesine dikerken asker acı içinde çığlık attı. Selese bir avucunu üstüne bastırarak kan akışını kesmeyi denedi.
Fakat savaşı kaybediyordu. Bu askere bir gün önce ulaşabilmiş olsaydı her şey yoluna girecekti ama şimdi kolu yeşildi ve sadece kaçınılmazı biraz erteleyebiliyordu.
“İyi olacaksın,” dedi Selese ona eğilerek.
“Hayır olmayacağım,” dedi, yüzünde ölen birinin bakışı vardı. Selese hali hazırda bu bakışı çok defa görmüştü. “Söyle bana, ölecek miyim?”
Selese derin bir nefes alıp tuttu. Buna nasıl cevap vereceğini bilmiyordu. Yalan söylemekten nefret ediyordu ama askere bunu söylemeye de dayanamazdı.
“Kaderimiz yaradanın elindedir,” dedi. “Hiç birimiz için geç değildir. İç,” diyerek belindeki ilaç çantasından küçük şişe bir Blatox verdi, ağzına götürerek alnını okşadı.
Gözleri yuvarlandı, iç çekti, ilk kez huzurluydu.
“İyi hissediyorum,” dedi.
Bir an sonra gözleri kapandı.
Selese yanaklarından yaşların süzüldüğünü hissetti, çabucak sildi.
Illepra ilgilendiği yaralıyla işini bitirmişti, ikisi de yorgun argın kalkıp sonsuza uzanan yolda birlikte yürüyüp art arda cesetleri geçmeye devam ettiler. Ana orduyu takip ederek çaresiz doğuya doğru yol aldılar.
“Burada bir işe yarıyor muyuz ki?” diye nihayet sordu Selese, uzun bir sessizliğin ardından.
“Elbette,” diye cevap verdi Illepra.
“Ama öyle görünmüyor,” dedi Selese. “Çok azını kurtardık ama çoğunu kaybettik.”
“Peki o azı?” diye cevap verdi Illepra. “Onların kıymeti yok mu?”
Selese düşündü.
“Elbette var,” dedi. “Ama ya diğerleri?”
Selese gözlerini kapatıp onları düşünmeyi denedi ama artık sadece bulanık yüzler görüyordu.
Illepra kafasını salladı.
“Yanlış düşünüyorsun. Hayalcisin. Safsın. Herkesi kurtaramazsın. Bu savaşı biz başlatmadık. Ancak başladıktan sonra devraldık.”
Sessizce yürümeye devam ettiler, daha doğuya yol alarak vücut tarlalarını geçtiler. Selese en azından Illepra yanında olduğu için mutluydu. Birbirlerine eşlik etmiş ve teselli vermişler, bilgilerini ve ilaçlarını paylaşmışlardı. Selese, Illepra’nın daha önce hiç görmediği geniş yelpazeli bitkilerinden çok etkilenmişti. Illepra ise Selese’nin kendi küçük kasabasında keşfettiği eşsiz merhemlerden etkilenmişti. Birbirlerini çok iyi tamamlıyorlardı.
Ölüleri gözleriyle tarayıp yürümeye devam ederken, Selese’in düşünceleri Reece’e kaydı. Etrafındaki bunca şeye rağmen onu aklından çıkartamıyordu. Silesia’ya tüm bu yolu sadece onu bulmak, onunla olabilmek için kat etmişti. Fakat kader yollarını çok kısa zamanda ayırmış bu aptal savaş ikisini de farklı yönlere savurmuştu. Geçen her anda Reece’in güvende olup olmadığını merak ediyordu. Savaş alanında tam olarak nerede olduğunu bilmek istiyordu. Geçtiği her cesedin yüzüne önce korkuyla bakıyor, Reece olmaması için dua ediyordu. Yaklaştığı her bedeni çevirip yüzünü görüp o olmadığını anlayana kadar geçen sürede karnına ağrılar giriyordu. Sonra her birinde rahat bir nefes alıyordu.
Yine de attığı her adımda diken üstündeydi, onu yaralı olarak daha da kötüsü ölü bulacağından korkuyordu. Eğer bu olursa devam edebilir miydi bilmiyordu.
Onu ölü ya da diri bulmaya kararlıydı. Bu kadar yol gelmişti ve kaderini bulana kadar da geri dönmeyecekti.
“Godfrey’e dair hiç bir işaret göremedim,” dedi Illepra, yürürken önündeki taşları yuvarlıyordu.
Ayrıldıklarından beri Illepra Godfrey hakkında ara ara konuşuyordu ve ona vurgun olduğu aşikardı.
“Ben de ,” dedi Selese.
İki kardeşe aşık bu iki kadın arasında süregelen bir sohbetti bu. Reece ve Godfrey, birbirinden daha fazla farklı olamayacak iki kardeş. Selese, kendi içinde Illepra’nın Godfrey’de ne bulduğunu anlayamıyordu. Godfrey ona sıradan bir ayyaş, ciddiye alınmayacak aptal biri gibi geliyordu. Eğlenceliydi, güldürüyordu ve kesinlikle kurnazdı. Ama yine de bu Selese’in kendine yakıştıracağı bir adam olamazdı. Selese daha içten, samimi ve yoğun bir adam istiyordu. Cesaret ve onur gösteren bir adam vardı arzularında. Reece, onun aşkıydı.
“Tüm bunları nasıl atlatmış olabilir, bilemiyorum,” dedi Illepra, üzgün.
“Onu seviyorsun, değil mi?” diye sordu Selese.
Illepra kızararak kafasını çevirdi.
“Hiç sevmekten bahsetmedim,” dedi savunmaya geçerek. “Sadece onun için endişeliyim. O arkadaşım.”
Selese gülümsedi.
“Öyle mi? O zaman neden sürekli ondan bahsediyorsun?”
“Öyle mi yapıyorum?” diye sordu Illepra şaşırarak. “Fark etmemiştim.”
“Evet, mütemadiyen.”
Illepra omuz silkip sustu.
“Sanırım artık kanıma işledi. Beni bazen o denli delirtiyor ki. Onu sürekli olarak tavernalardan çekip alıyorum. Bana her seferinde bir daha dönmeyeceğine söz veriyor. Ama hep dönüyor. Bu gerçekten insanı çıldırtır. Yapabilsem bir güzel pataklayacağım.”
“O yüzden mi onu bulmak için bu kadar endişelisin?” diye sordu Selese. “Onu pataklamak için?”
Şimdi gülümseme sırası Illepra’daydı.
“Belki değil,” dedi. “Belki ona bir de sarılmak istiyorum.”
Bir tepeyi aştılar ve Silesialı bir askere rastladılar. Bir ağacın altında inliyordu, belli ki ayağı kırılmıştı. Selese olduğu yerden uzman bakışlarıyla bunu görebiliyordu. Yanında ağaca bağlı iki at vardı.
Yanına koştular.
Selese kalçasındaki derin yaraya bakarken, karşılaştığı her askere sormaktan kendini alamadığı soruyu sordu:
“Kraliyet ailesinden kimseyi gördün mü?” diye sordu. “Reece’i gördün mü?”
Diğer tüm askerler dönüp kafalarını sallamışlardı ve Selese bu hayal kırıklığını öyle kanıksamıştı ki yine olumsuz bir cevap bekliyordu.
Fakat onu şaşırtan bir şey oldu ve asker doğrularcasına kafasını salladı.
“Onunla sürmedim ama evet leydim onu gördüm.”
Selese’in gözleri heyecan ve umutla kocaman açıldı.
Adamın bileğini kavrayarak, “Yaşıyor mu? Yaralı mı? Nerede olduğunu biliyor musun?” diye sordu kalbi hızla atmaya başladı.
Kafasını salladı asker.
“Biliyorum. Özel bir görevde. Kılıcı geri getirmek için.”
“Ne kılıcı?”
“İşte, Kader Kılıcı.”
Hayretle askere baktı. Kader Kılıcı. Efsaneye konu kılıç.
“Nerede?” diye sordu çaresizce. “Nerede o?”
“Doğu Geçidi’ne gitti.”
Doğu Geçidi diye düşündü Selese. Çok uzaktı, çok çok uzaktı. Oraya yürüyerek gidemezdi bu hızla imkansızdı. Reece oradaysa mutlaka tehlikedeydi. Elbette ki ona ihtiyacı vardı.
Askerin yarasıyla ilgilendikten sonra ağaca bağlı iki atı fark etti. Adamın ayağının kırık olduğu hesaba katılırsa bunlara binemezdi. Atlar adamın işine yaramayacaktı. Eğer atlarla ilgilenilmezse de kısa süre sonra öleceklerdi.
Asker, Selese’in atlara baktığını gördü.
“Onları alın leydim,” diye önerdi. “Benim ihtiyacım olmayacak.”
“Ama onlar senin,” dedi.
“Onlara binemem. Bu haldeyken. Siz kullanabilirsiniz. Alın ve Reece’i bulun. Buradan uzakta, oraya yürüyerek gidemezsiniz. Bana çok yardımcı oldunuz, burada ölmeyeceğim. Üç gün yetecek yiyecek ve suyum var. Benim için adamlar gelecek. Buraya sürekli devriyeler geliyor, onları alın ve gidin.”
Selece adamın bileğini tuttu, minnet hissiyle doldu taştı. Kararlı bir şekilde Illepra’ya döndü.
“Gidip Reece’i bulmak zorundayım. Üzgünüm. Burada iki at var. Diğerini alıp dilediğin yere gidebilirsin. Benim Halka’yı geçip Doğu Geçidi’ne gitmem lazım. Üzgünüm, ama seni bırakmak zorundayım.”
Selese ata bindi ve Illepra’nın koşarak yanındaki ata bindiğini görünce şaşırdı. Illepra uzanarak yanındaki küçük kılıcı çıkardı ve atları ağaca bağlayan ipleri kesti.
Selese’e döndü ve gülümsedi.
“Bunca yaşadığımız şeyden sonra yalnız gitmene izin vereceğimi mi sandın?” diye sordu.
Selese de ona gülümsedi. “Sanırım vermezdin,” diye cevap verdi.
İkisi atları tekmeleyip yola koyuldular, doğuya Selese’in dua ettiği gibi Reece’in olduğu yerlere doğru hızla atlarını sürdüler.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.