Читайте только на Литрес

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Kızıl Cebe», sayfa 2

Yazı tipi:

Dönem Temmuz olsa da, dağın omurgası hala dondurucu soğuk, Akköl açıkları asabiydi. Bu yüzden olsa gerek, kuş yavruları görünmüyordu. Ama gölde hanbalık11 çokmuş, konuk olta atarak, “hemen, şimdi” derken bir kova balığı toplamıştı. Yüksek sesle bağırıyordu. Bilim adamı oltaya balık geldikçe karısı oğul dünyaya getirmişçesine sevinip, şapkasını havaya fırlatıyordu.

“Kendine alimim diyene bak!” diyerek Rıskul onun bu hareketlerini yadırgayarak izledi. Ne kadar fakir olsa da, sudan balık avlamayı kendine meslek edinmemiş olan Kazak için bu hareketler çocuksu göründü.

Yanındaki yorgun kahverengi öküz biraz otladıktan sonra az ötede geviş getirerek, dizlerinin üzerine yanlamasına çöküp gözlerini yumdu. Zengi atanın dizlerini bükerek namazda oturuşu gibi.

Rıskul kucak dolusu taş kıran çiçeği dalını kıyıya taşıyarak, kuru çalılarla ateş yaktı. Taş yığınlarından ocak yaparak, dışı isten kararan çaydanlığı ateşin üzerine koydu. Hanbalığı gerçekten de çok lezzetliydi, Petersburglu konuğu ile birlikte doyana kadar yediler. Atlar ve öküze yırtıcılar dadanmasın diye Rıskul tek namlulu tüfeğinin ağzına fişek sürerek, yanına yasladı. Ateş sönmesin diye yine odun topladı.

Yüksek dağın gövdesine tırmanarak oturan bu iki adam yanan ateşe dalıp gitti. Konuk Kazakça bilmiyor, Rıskul’un Rusçası da “şöyle, böyleden” ibaretti. Dili ve dini farklı iki adam için sadece yanan ateş ortaktı. Alevler onlara tercüman olmuş gibiydi. Dünyada ateşten temiz bir şey yok. Hatta elmas ile altının bile kusuru olabilir. Fakat ateşte kusur göremezsiniz.

Seyahat öncesinde Dmitriyev’in içinde kimi şüpheler oluşmuştu. Yabancı bir adam, dil bilmiyor, çok konuşmuyor, gizemi kimse tarafından bilinmeyen birisi. Talğar’da yaşayan bir Rus’un dediği gibi tipi, mayası soyguncuya benziyordu. Kanyonu bol dağ içerisinde onu yok etse ne yapabilirdi?

O an sofra başında ekmeğini paylaştıktan sonra Rıskul’un aleve bakarken daldığını gördü. Yanan alevin parlayan kıvılcımları arasında güzel bir resme bakıyor ya da harika bir melodi dinliyormuş edasıyla duruşunu süzerken şunu düşündü: “Yok, yok. Böyle bir insanın kötülük yapması mümkün değil”.

Birlikte bağladıkları kendisinin doru atı ile Dmitriyev’in bindiği kara at gecenin karanlığından ürkmüşçesine iç çekip, birbirlerine kişneyerek pineklemekteydi. Kahverengi öküz ise boynuzunu bilemekten sıkılacağa benzemiyordu. Ara sıra damağına kemik sıkışmış gibi yutkunup, tekrar geviş getirmeye devam etmekteydi.

Tevekkül gecesi. Aşağılardan gelerek, “gökyüzü” denilen dağın “Talğar” adlı zirvesinin sırrını çözmek için bu kadar zahmetli seyahate katlanan Dmitriyev’in yaptığı da erlikti. Bilim yolcuğu için sadece erlik gerek. Ona rehberlik ederek, tabanı toprağa değmeden, dağ taş dolaşan Rıskul’un yaptığı da büyük erlikti. Bunun farkında olan bilim adamı sonraları Taşkent’te yayınlanan “Talğar: Trans-İli Ala Dağlarının En Yüksek Zirvesi” adlı eserinde şunları yazmıştı:

“28 Temmuz 1923 tarihi benim Talğar’ın zirvesine tırmanışımın 20.yıldönümü. 28 Temmuz 1903 tarihinde ben Talğar’ın Güney cephesindeki en yüksek buzula tırmandım. Oraya ‘Bagatır’ 12 adını verdim.

Benim rotam, Almatı’nın doğusuna kırk kilometre uzaklıktaki Esik nehri boyu idi. Esik nehri Trans-İli Dağlarının kuzeyinden akar. 1904 yılında bu rotayı Prof. Sapojnikov kullandı. Fakat Sapojnikov bu nehrin boyundan ilerleyerek, Ak Göl’e ulaştıktan sonra oradan geri döndü. Ben ise Ak Gölü geçtikten sonra on, on iki kilometrelik zorlu bir yolculukla seyahatimi tamamladım.

Fakat 1903 yılında şansıma rehberliğimi Doğu Talğar bölgesi Kazaklarından Rıskul Jılkıaydarov yaptı. Prof. Sapojnikov’un Rıskul gibi bir rehberi yoktu.

O Şilmembet boyuna mensup sıradan bir Kazak idi. Köylü olsa da ruhu güçlü, kuvvetli, dayanaklı bir Kazak. O çevrede Trans-İli Dağlarını iyi tanıyan avcı yoktu.

Rıskul daha önce hiçbir haritada yer almayan, zorlu ve tehlikeli yollardan Talğar’ın arkasından dolaştırarak beni Esik nehrinin doğduğu noktadan daha ilerisine götürdü. Onun sayesinde benim 1903 yılındaki seyahatimin önemli ilmi sonuçları oldu. Bu başarım için ben rehberim Rıskul’a sonsuz minnettarım. Onun öylesine çetin uçurumlardan, cam gibi parlak buzullar arasından yol bulup, tüm gücü ve çevikliğiyle beni götürüşünü görmeliydiniz.

Talğar zirvelerine ilk tırmanan araştırmacı, ilim adamı olarak ben buzulların eteğindeki Esik nehrinin ağzından başlayan vadiye ‘Rıskul Vadisi’ adını vererek, onun ismini ölümsüzleştirmek adına bu hakkımı kullanmaya karar verdim. Çünkü onun ilme çok emeği geçmiştir”.

İlim adamı bu dizeleri yirmi sene sonra yazdı. Yirmi yıl önce Ak Göl kıyısında gece yarısı ateşin karşısında otururken o bu kararı vermişti. O gece ateşin başında Rıskul topuklarının üzerine çömelmiş, kömürleşen odunları karıştırırken buz dağının merhametini uyandıracak sır dolu ve öfkeli şarkıyı mırıldanıyordu.

 
“Zenginlik peşine düştüm on yaşımda,
Çekerim ağır kurşundan,
Su koysan sırtına dökülmezdi,
Kendini bilmez o da bir gün rahvan atından”.
 

– Konusu ne? diye, sordu ilim adamı.

– Sinsi yaşam, kısa hayat, uzaklardaki doğduğum yer hakkında, dedi Rıskul.

– Sizin doğduğunuz yer Talğar değil miydi?

– Çimkent. Tülkibas’ı duyanlar, orada Aksu-Jabağılı’yı bilir!

– Ha-a-a? Aksu-Jabağılı? Bilirim, bilirim. Bilim adamının iki gözü önünde yanan kıvılcım gibi parladı.

“O, doğasına kurban olduğum Aksu-Jabağılı! Seni Petersburglular da tanıyormuş ya!” diyerek Rıskul müteessir oldu.

Ertesi günü Rıskul Dmitriyev’i Talğar’ın en yüksek zirvesi olan “Bagatır’ın” (Bahadır) parıltılı buzullarına götürdü. Yukarıdan baktıklarında aşağıdaki oyukta otlayan yaban dağ keçileri açıkça görünüyordu.

– Biz yabanlardan da yükseğe çıktık sanırım, dedi Rıskul.

Yükseklere tırmandıkça nefes almak güçleşiyordu. İlim adamının adımları yavaşladı. Başı dönerek, gözleri kararsa da, o ölüm kalım mücadelesi içinde defterine bir şeyleri not etmeye devam etti, yazdıkça yazdı.

“Rıskul” diye seslendi bilim adamı nefes almakta zorlanarak, “şu aşağıdaki yaban keçilerinin otladığı vadi artık senin adınla anılacak. Bütün ilmi eserlerde oranın adı bundan sonra “Rıskul Vadisi” olarak anılacak. Esik nehrinin başladığı yer” dedi.

– Adım kitaba yazılacak kadar kimim ki ben, hangi âlim mişim? diye soran Rıskul bir şey anlamamıştı.

– Hayır, kardeşim, bir bilim adamı için senin geçen emeğin ve desteğin bir alimin emeğinden az değil. Senin emeğin sadakattir.

– Böyle bir emek için hiç olmazsa, bir dağ keçisi vurup dönelim, diyen Rıskul’un keyfi yerine gelmişti. Emeğinin farkında olanı kim sevmez?! Şu Rus’a yaptığı hizmetin kaç mislini o ömrü boyunca Davılbay ve Saymasay’a defalarca yapmıştı. Onlar Rıskul’u neden fark etmiyordu? Onun emeğine verdiği kıymet nerede? Fakat şu Rus bilim adamı iki-üç gün yol gösterip, refakat ettiği için ona “adını coğrafya tarihine yazacağım” diyordu.

O yolculukta Rıskul kendi adını taşıyan vadiden bir yaban keçisi de avlamıştı.

* * *

O zamandan buyana tam bir yıl geçti. Rıskul kendi vadisine tekrar dönmüştü. Vadiye “Rıskul” adı verildiği için kendini özel mülküne gelmiş gibi hissediyordu. Oradan artık kendi özel geyiklerinin birini avlayarak dönmek istiyordu.

Fakat şanssızdı. Geçen yılki bolluk bu sene yoktu. Havada geyik kokusunu hissetmiyordu. Gün boyu su başında pusuya yattı, geyik görünmedi. Ayak izleri de eskiydi. Yakın zamanda suya inmedikleri belliydi.

Dinlenerek yolda iz sürse, belki bir av denk gelirdi, lakin Turar için endişelenmeye, tayına gem vurulmuş kısrak gibi sabrı tükenmeye, kendi kendine huysuzlanmaya başladı. “Lanet olsun, Saymasay için geyik avlar dönerim diye düşünürken, oğlum kim bilir ne halde? Allah kahretsin, geri dönmeliyim. Yolda atıma sürüden bir kara koyun atar dönerim. Ne olacak, en fazla Sibir’e sürerler” diye mırıldandı.

Derken tüfeğini sürüyerek, aşağıda bağlı bıraktığı atına doğru yönelmişti ki bir hayvanın avuç içi büyüklüğünde izini fark etti. “Pars!” diyerek birden irkildi, tüm vücudu buz kesse de yürümeye devam etti. Anında kendini toparlayarak, gördüğü izi bir müddet sürdü. “Karşıma bir çıksa, avlayabilsem, benekli parsın derisi bolıs için kıymetli bir hediye olmaz mıydı?” diye düşündü.

Dağ sakin, zirve kar ve buz kaplı. Uyuşuk taşlar. Hayat belirtisi yok. “E, gitmiş olmalı uyanık. Geyiğin izini sürüyor olmalı. Bu yüzden geyik suya inmemiş ürkmüş olmalı. Pars ürkütmüş anlaşılan”.

Çalılar arasında bir şey kıpırdar gibi oldu. Gözlerini ovalayarak, hayal gördüğünü sandı. Tam da önünde kapı ve başköşede gerilmiş gibi görkemli bir pars duruyordu. Baş eğecek gibi değil, “gelirsen gel” der gibi dikiliyor.

Birbirlerine çok yakınlardı. Yerinden kımıldasa pars yanında bitecek gibiydi. Ama sıçramadı. Tok olsa gerekti. Altın renkli benekli tüyleri pırıl pırıl parlıyordu. Ayrıca tüyleri yeni uzamışa benziyordu. Savaşçı sultan duruşu, gerçek bir asalet.

Pars Rıskul’a bir süre uyuşuk halde baktı. Avcı tüfeğini kaldıracak olsa, sanırım mermiden önce sıçrardı.

Avcı önceleri yüreği ürperse de, paniğe kapılmadı. Eğer doğrudan kaçsaydı kurtulamazdı. Pars insanın tabanını görsün yeter ki, hemen cesarete gelir. Gücü böyle ortaya çıkıyor derler.

Rıskul savaşçıya gözlerini dikti, efsunlanmıştı. Gözünü o an kırpsa tehlikedeydi. Tek başına dağ, taş dolaşırken birçok zorluk yaşamıştı. Ayı ile de boğuştu, sürü halindeki kurtların arasında da kaldı. Onların hiç biri bu kıyametin yarısı kadar bile olamazdı. Bu gerçek bir sınav olmalıydı. Yüz veya ağzının bir kenarı seğirip, en ufak bir korkuyu hissettiğinde pars ok gibi fırlamak için hazır bekliyordu. Ne kadar pehlivan olsan da, bu erkeğin karşısında dayanabilmek mümkün değil. Bu savaşçı bir çarpmayla ağır bir devenin belini bile kırar.

Aşağıdan Tibet kekliklerinin sesi duyuldu. Pars’ın bir kulağı hafifçe kıpırdar gibi oldu. Az önceki keklikler tekrar gıdaklayarak, kanyonun bir yamacından diğer yamacına doğru uçmaya başladı. Üstlerinde buzulların zirvesi. Yardıma gelecek kimse yok. Rıskul belaya kalsa, onu kim arayacak? Diğer yandan Talğar’ın bu kadar yükseğine kadar tırmanabilen hiç kimse olmamış. Dmitriyev ise uzaklarda. Kısa bir zamanda Rıskul’un aklından neler geçti, neler? Başına bir hal gelse, kurda kuşa yem olacak, kemikleri her yere dağılıp defin bile edilemeyecekti. Geçen yıl gelen bilim adamı vadiye Rıskul’un adını vermişti. Sebepsiz yere gitmese ne olurdu ki, Rıskul’un vadisi ne yapsın, Rıskul’un kazılmamış mezarı olacak.

Birbirini efsunlayan bakışlarla kritik anlar geçti. Bir ara Rıskul dayanamayarak:

– Hey, benekli dedi, yavaşça. Ben sana zarar vermeyeceğim. Git, git hadi!

Pars Rıskul’dan bakışlarını kaçırdı. Fark ettirmeden, yaprak ve çalıları hışırdatmadan, pamuğun üzerinde yürüyormuşçasına, sakin ve cilveli adımlarla, heybetli bir heykel gibi gitmeye başladı. Sonra bir anda karşıdaki sarp kayaya sıçrayarak, zirveye doğru yöneldi. Ne bir taş parçası, ne kırağı aşağıya yuvarlanıp düşmedi. Sarp kayalıklar üzerinde değil de, havada yürüyor gibiydi. Atış mesafesinden hala çıkmamıştı.

“Ateş etsem mi ki?” diye Rıskul’un aklından zalim bir düşünce geçti. Daha sonra tövbe etti. “Bu kadar samimi, sözüne sadık, kral savaşçıya arkasından sürünerek ateş edersem, bu ölümdür” diye düşündü Rıskul. Tanrı gibi benekli deri yerine, Saymasay keçi derisini niye giymesin?

* * *

Dağ keçisinden yana şanslı olmasa da, parsla karşılaşan Rıskul kan dökmeden ayrıldığına seviniyordu, kederli gönlü bayağı bir hafiflemiş, keyfi yerine gelmişti. Az önceki parsın mertliğine kani gelerek, onu kendine pir kabul edip kanatlanmış gibiydi. Sıradan ufak-tefek nafile hayatın kaygıları için, sıradan bir yaban keçisi avı için gönlü kırılmış, hüzünlenip küsmüşken birden silkindi ve gayreti yerine geldi. “Börünün azığı ile erin azığı yolda değil midir Tanrım, Saymasay’ın bir kara koyununu izinsiz alıp gitsem ne olur? Bolısa birçok koyun ederince hakkım geçti, ben neden bu kadar yalnızım, lanet olsun!” diyerek, Rıskul bolısın sürülerinin yayıldığı otlağa doğru at bindi.

“Köjeden 13 başka aşım yok, Hüda’dan başka dostum yok” kendimden medet ummasam, bana kimin canı acısın. Bolıs için bir koyun, bostancının bir kavun çekirdeği gibi değil midir?”.

Kara koyun sürüsü Kekilik vadisinin güney sırtlarındaki otlarla kaplı, sulu çimeninde yayılıyordu. Dağdan inerek yaklaşmakta olan yalnız atlıyı fark eden çoban Eralı eşeğini “dehleyip”, avcının önüne çıktı. Atlı yaklaştıkça Rıskul olduğunu tanıyarak:

– E, bu kimmiş desem, bahadır mıydın? İyi misin, babalık? Ailen, sağlığın, malın mülkün yerinde mi? Avdan mı döndün? Av bereketli miydi?

Basık burunlu yaşlı adam yaltaklanmaktaydı. Gerçek hali de dağ vadisi gibi safdildi. Fakat az önce sorduğu hal hatırı dalga geçer gibi duyuldu. “Eli boş olduğunu gördüğü halde bir de “Av bereketli miydi?” diye soruyor. Avdan yılan yalamış gibi eli boş döndüğüm apaçık ortada değil mi?!”

– Ereke, oradan bir kunan14 koyunu yakalayıp, önüme atar mısın? dedi, avcı.

Koyun çobanı “şakalaşıyor” diye düşündü.

– Zenginin malını ne edeceksin yiğidim, diye yayılarak gülümser gibi oldu.

– Hey, Ereke ben gayet ciddiyim.

– A-ha, bahadır, düşkün ağanla kafa bulasın geldi değil mi?! Doğrusu, kendimin olsa “sözünün sadakası olsun” der, o kunan koyunu atına atardım. Elden ne gelir, ne çare babalık?!

– Olmadı, beye git de ki “bir koyununu Rıskul zorla götürdü” de, ben sana eziyet etmişim gibi sızlan. Sonrasını ben kendim hallederim. Koyuna çok ihtiyacım var, kusuruma bakma ne olur.

Rıskul sürünün kenarına yaklaşırken, sadece semiz koyunlar homurdanıp, yaban koyunu gibi bakışlarla ürkek kaçmaya başladı.

– Hey, bahadırım, ne yapıyorsun sen, çocuk gibi kendi halinde otlayan sürüyü ürkütüyorsun.

Rıskul artık onun sözünü dinlemiyordu, atını dörtnala koşturarak, semiz bir koyunu yakaladığı gibi atına çekti ve önüne bağlayarak yoluna devam etti.

– Kusura bakma Ereke. Affet beni! Bolısa beni kötüle. Hepten kötüle gitsin.

– Bu delirdi mi? diyen çoban eşeğini dehledi.

* * *

Çoban Eralı (Ereke) Rıskul’un dediği gibi ne sızlandı, ne de onu bolısa yetiştirdi. Avcının yaptığı kabalık, hatta ihanet bile olsa da “Rıskul da benim gibi fakir. Ne yapayım, kendi dirseğini kendin dişleyemezsin ki. Onu yakalatarak elime ne geçecek. Böyle azgınlığı yoktu, çaresizliğin pençesine düşmüş olmalı, dara düşmüş demek ki” diyerek, Eralı olanlar hakkında hiç kimseye bir şey söylemedi.

Fakat “köyün hırsızı uyumaz” derler. Kara koyunu önüne bağlayıp, dörtnala giden Rıskul’u bolısın köylerinden bir yandaşı görüp bolısa yetiştirdi. Bey bu haberi önemsememiş gibi davrandı. Çobana da baskı yapmadı. “Hey Allah’ım bunu da laf diye konuşuyorsun” diye haberciyi tersleyerek gerisin geri yolladı.

Bu konuşmaya şahit olanlar:

“Vay be, bizim bey çok anlayışlı ve aydın kişi. Tukımbay olsaydı, sağa sola pisleyen bir keçi için öfkelenir, kıyameti koparırdı” diyerek bolısın şanına şan kattı.

– Böylelikle bu konuşma unutuldu bile. Bir gün bolıs çevre köyleri dolaşmak için atına bindi. Yanına birkaç adam alarak yola çıktı. Aralarında köy muhtarı Tavbay da vardı. “Köye bolıs eğer kendi geldiyse, bu sebepsiz değildir” diye düşünen halkın keyfi kaçtı. Yine ya yeni bir vergi konulacak veyahut birilerini yargılayıp, cezalandıracaklar. Bolıs boşu boşuna gelmedi.

Halkın beklediği gibi çıkmadı. Kimse cezalandırılmadı. Yeni vergi de koyulmadı. Bolıs köy muhtarının evinde kımız içtikten sonra yemeğe de kalmadan Tav-Şilmembet’in yurduna doğru atını sürdü. Atını Rıskul’un fakirhanesinin sundurmasına kadar yanaştırdı:

– Rıskul! Hey batur, dışarı çık diye seslendi.

Rıskul’dan önce kurt bakışlı, esmer çocuk dışarıya fırlayarak, kapının önündeki atlıları görünce hemen içeriye koştu:

– Baba çabuk olsana, dedi Turar çocuk yüreği çırpınarak.

– Kim geldiyse ödü patlamaz, bekler. Endişelenme! diye öfkeli söylendi babası.

Rıskul dışarıya çocuğuyla çıkmak istedi. Babası Turar tereddüt edince “yürü” dedi.

– O, beyim! Her şey yolunda mı!? diyen Rıskul at üstündeki Saymasay’a elini uzattı. Daha sonra Turar’ı dürterek:

– Bolısa selamını versene dedi. Baraka gibi yüksek kızıl aygır üzerinde oturan bolısa çocuğun uzattığı el yetişmedi. Bolıs ise eğilmedi.

– A-ha, bu cılız şey senin mi, batur, dedi bey umarsızca. Uzattığı eli havada kaldığı için öfkelenen çocuk bolısın iğneleyici yuvarlak suratına, çarpık, kırışıklıklarla dolu, sırıtan gözüne dik dik baktı. Onun bu halini fark eden bey: “Kurt yavrusuna da bak sen, babası gibi yürek yemiş” diye tiksintiyle bakıp, gönülsüz eğilerek elini uzatmıştı ki, çocuk kıvılcım saçan gözleriyle bir kez daha bakarak, arkasını dönüp gitti. Rıskul sırıtarak baktı. Çocuğu suçlamadı. Onun bu davranışını içinden desteklemiş gibiydi.

– E, beyim in atından. Gelmişsin, davet edip getirtemediğimiz saygıdeğer konuksun. Fakirhanenin koyunu demez isen, bu evin dumanı, niyeti helaldir. Misafirimiz olun.

– Yiğidim hey. Ben indiğim yere yük olurum. Bana keseceğin koyunu kesip yemişsindir.

– Haa, kayıp koyunun peşindeyim desene bolıs bey. Anlaşıldı, niye beni özledi diyordum. Çoban Eralı’nın suçu yok. O koyunu zorla ben aldım. Bu çocuk tifüsten yeni kurtuldu. Ona kara koyunun eti lazım dediler. Borçlu kalmam bilirsin, “bir koyun için bolısa gidip keyfini kaçırmayım” diye düşündüğüm için de çobandan selam göndermiştim. Kusur varsa benimdir… Borcumu öderim.

– Hey, bahadırım, er adamın boynunda ince sicim çürümez derler. Boş ver onu şimdi. Benim gelme sebebim seninle özel bir konuyu yüz yüze görüşmek.

Biri atlı, diğeri yaya ötedeki dağ geçidine doğru ilerlemeye başladılar.

Bolısın bu özel görüşme isteğine anlam veremeyen muhtar ve ulaklar şaşkınlık içerisinde Rıskul’un kapısı önünde kala kaldılar. Turar ise bir onlara, bir dağ geçidine doğru giden babası ile bolısın ardından bakarak hoşnutsuzluğunu gösterdi.

Başka bir çocuk olsa, evine gelen bu kadar çok yetkiliden dolayı kıvanç duyardı. Turar’ın tekrar içi ürperdi. Nihayetinde bu gelişin sebepsiz olmadığını, iyilik getirmeyeceğini çocuk bile hissetmişti.

– Hay, anasını!.. Annen nerede? diye sordu atının üstünde canı sıkılan muhtar Tavbay.

– Onun annesinden ne istiyorsun? diye diğeri güldü.

– Bunun anası genç, bilmiyor muydun? İzbayşa, hala çok güzel. Bu cılızın öz anası rahmetli Kalipa vefat edince, Rıskul bolısın rızasını almadan İzbayşa’yı nikâhına aldı.

Çocuk şişman surata cevap vermedi.

– Bunun yanı sıra erkek kurdun kendisi de yabancı. Yoksa uluyacak iti, sıkacak biti yok, fakir şey birilerinin istetmeye hazırlandığı İzbayşa’sını alıp kaçmadı mı? diye şişman suratlı muhtar devam etti.

“Çocuk duyuyor, anadan öksüz çocuğun yüreği incinir” diye düşünmek şöyle dursun aklından bile geçirmedi. Her şeyi ters düz etti. Yanındaki ulak:

– “Hey, muhtar, bırak artık. Çocuk dinliyor” – demek üzereyken, ukala şeyden çekindi. Bir diklenirse kabalık yapmakla kalmaz, vurup yıkmadan durmaz. Bolısın polisi gibi. Üzerinde üniforması, belinde jopu yok, yoksa polisin ta kendisi. Onlara özeniyor.

İzbayşa Tüymetay’ın elinden tutarak köydeki İhtiyar Ahat’ın evine gitmişti. Ahat’ın yaşlı eşi küçük köy Tav-Şilmembet’in akraba ve komşu kadınlarını keçe basmak için yardıma çağırmıştı. Rıskul’un barakası önünde bolısın başını çektiği bir grup atlının durduğunu tüm köy gördü. Hepsi de evlerinin eşiğinden sıkış-tıkış bakıyordu. Mülteci olan ve panikleyen köy ahalisi “nasıl yani?” diyerek korkmuştu. Keçi kılından buzağılar için çekme halatı ören dağınık kaşlı Ahat’ın yanı sıra hem kollarını sıvayıp keçe yapan kadınlar, hem de onların gölgesine gizlenen çocuklar korkunç bir şey olacak beklentisiyle, nefeslerini tutmuş, yere çakılmış kazık gibi şaşkınlıkla bakıyordu.

Temmuz sıcağında güzün aralığında kara soğukta titreyen ağacın tepesindeki yaprak gibi o küçük köy bolısın aniden yanındakilerle gelişinden huzursuzdu.

“Vergi mi topluyorlar?” dedi Ahat çaresizlikten. “Yoksa bir şeyden dolayı suçlu muyuz?”

Ahat – Tav-Şilmembet boyunun aksakalı, bilgesiydi. Tülkibas’tan göçeli saygınlığı daha çok artan ihtiyarı. Sinsi fakirliğin döngüsüne ne kadar direnirse dirensin baş eğmemiş, doğruluktan şaşmamış, yüreği tertemiz bir ihtiyar. Meselesi küçük olsa da, temiz giyinip, bembeyaz sakalını yuvarlak şekilde her gün kısaltan takva sahibi bir adam. Büyük burunlu. Kaşları gözüne düşüyor. Yaz kış kırağı düşmüş gibi. Bunu halk işaret kabul ederek, Ahat’ı kendilerince aziz gibi görüyor. Tanrıdan başkasına tapmayan, dağ taş demeden gezen Rıskul’un kendi de Ahat’ın sözüne saygı duyardı. Ahat ise bahadır kardeşinin halinden anlar, yanlış yönlendirmezdi.

Ahat’ın arzusu vakti geldiğinde göçmek zorunda kaldıkları topraklara geri dönmekti. Güz rüzgârıyla sürüklenen çalı gibi Şilmembet boyuna mensup yirmi hane Aksu-Jabağılı nehrinin kaynağından çıkarak, düşe kalka bu Talğar’ın eteklerindeki sayısız dağ geçitlerinin birinde sıkışıp kaldı. Yerli halk bunları “Tav-Şilmembet” diye adlandırdı.

Bundan otuz kırk yıl kadar önce Tülkibas’ın Aksu-Jabağılı bölgesinden Hokand Hanlığı’nın zorbalığına dayanamayarak göçmek zorunda kalan bir Kazak köyü, Almatı’nın yamacına gelip yerleşmişti. Onlara da ‘Dala-Şilmembet’15 denilmişti. Onlar dağda değil, ovada yaşardı.

Başlangıçta Ahat, Rıskullar kendilerinden önce gelen muhacir akrabalarının yanına barınmaya gelmişlerdi. Fakat yabancının adı yabancı, Dala-Şilmembet sonradan gelen soydaşlarına yardım edemedi. Doğu Talğar Bölgesinin bolısı Rıskul’un grubunu Dala-Şilmembetlerle aynı yere değil, dağın bir vadisine Besağaş denilen bölgesine yerleştirdi.

Ekin yetiştirerek, mahsulleriyle geçinenler için Besağaş uygun bir yer değildi. Su çıkarıp, tohum ekmek için takke kadar yeri yok, eşeğin arkası kadar küçük bir yer. Sadece az hayvanla geçinilebilirdi.

Kara toprağın eteğinden tutarak, sefalet içinde yaşayan Tav-Şilmembetliler eski yurtlarına dönmek istiyordu. Doğdukları toprakları, altın beşiğini çok özlüyordu. Kuş gibi uçup varacak değil ya kanatsız halk. Bir de onun üstüne Davılbay hala öfkeliydi. Yirmi hane Selik’in isyanını püskürtemedi. Davılbay da ölümlü can. O ölünce ne değişecekse? Yerine gelecek başka bolıs ne düşünür? Bilinmez.

Tüm dünya kapanmış, Talğar’ın beyaz zirvesi ile bazen bulutlu bazen açık gökyüzünden başka bu Besağaştan hiçbir şey görünmüyor. Dünyada ne olup bittiği belli değil. Rus devleti ile Japonya savaşıyor dedikoduları yayılıyor. Bu neyin savaşı kim neyi paylaşamıyor, orası karanlık.

Böylesine ayrı kalmış, “yabancılar” olarak adlandırılan küçük bir köye bolısın kendisi gündüz vakti gelip, Rıskul ile özel görüşmesinin sırrı neydi?

Köy şaşkındı. Ahat da şaşkın görünüyordu. Bilge ihtiyarın şaşkın bakışlarını fark eden diğerlerinin umut ve endişeleri birbirine karışmış, ilgisiz bir haldeydi.

* * *

Kara koyunun maliyeti pahalıya mal oldu. Az evvel bolıs da, “Er lokması er kursağında kalmaz” demişti. İşte bu lokma Rıskul’un boynuna bir yular gibi bağlanıp, boğmaya başladı. Bolıs Rıskul’un küçük hatasını bağışlamadı. Kara koyunu bahane edip, Rıskul’u başka bir çetin yola sürdü. Dediğini yapmazsa suçlu duruma düşecekti.

Akşamın alaca karanlığında ahali hanelerine çekilirken Rıskul Şolak Şabdar’ı eyerleyip bindi. Çalılarla kaplı ovanın aşağısına doğru ağaçlar arasından aheste aheste ilerlemeye başladı.

Bu yolculuğu Ahat’tan başka kimse fark etmedi. İhtiyarın kalbi yine bir şey sezmiş gibi titredi. İçinden “Aşağılık bolıs, bu yiğidi yine kesin atlara gönderdi. Tekrar bir belaya düşmeyeydik. Daha önce etraftaki kılkuyruklu toynaklıları bolısın açgözü doysun diye onun boğazını tıka basa dolduran Rıskul’un eline ne geçti, zavallı, ne kazandı? Bu işten zar zor el çektirmiştik. Kendisi de bundan sonra at almaya (çalmaya) gitmeyeceğine söz vermişti. Bu ne iş, bu ne gidiş, yahu! Demek, tekrar kapana sıkıştı, aslanım!” diye düşünerek, “ah” çekti. Rıskul’u yutan uçurumun dibindeki ürkütücü karanlığa uzun uzun baka kaldı. Obur, karanlık gece, tıpkı bolısın boğazı gibi çökmüştü, umursamazca baktı. Şabdar ile binici uçurum aşağısındaki patikadan usulca, kaplan yürüyüşüyle kayarak ilerliyordu. Birkaç kere yakınından yarasalar uçuştu. Ansızın karanlık dalların arasından gözleri ışıl ışıl parlayan bir baykuş belirdi. Baykuşa dönerek:

Ah, eğik gözüm, diyerek baykuşa gülümsedi. İkimiz de gece eşkıyasıyız. Bizim hayatımız gece başlar. Hee-e, tavşan avlamak için pusuda yatıyorsun demek” dedi. Bu sefer Rıskul at sürüsü alıp dönmeyecek. Bu seferki yolculuk sadece yalnız bir at için yapılacak bir eylem. O yalnız atı almaktansa, at sürüsünü getirmek daha kolaydı. Bolıs Rıskul’u bu sefer Tukımbay’ın meşhur Kızıl Cebesini çalmaya yollamıştı.

Kızıl Cebe, ötesi Alban, berisi Kañlı, Istı, Janıs, Jalayır, Şapıraştı boylarının yerleştiği civarın yalnız parlayan yıldızı gibi ün salmış bir küheylanıydı.

Kızıl Cebe, Kerim adında kasabadan bir çiftçinin salpı karın16 kara kısrağından doğma safi kırmızı bir tay. Sıska jabağıyken17 Karakemer’den gelen Kañlı boyundan Kerim’in bir dünürü gelip almıştı. Kızıl Cebe, kunan18dan dönen19 e geçişinde Nisan ayında boy veren lale gibi muhteşem bir küheylana dönüşerek, toy eğlencelerinde düzenlenen baygeleri20 kazanarak dillere destan oldu.

Bir sene evvel Karakemer ovasında yapılan baygeye Rıskul Turar’ı atının arkasına bindirerek götürmüştü. Turar Kızıl Cebe’nin yaman bir koşu atı olduğunu o an anlamıştı. Daha sonra Besağaş’a döndüğünde çocuklarla koşarak oynarken yarışıp: “Ben Kızıl Cebe’yim!” diye bağırmıştı. Korğan ustanın oğlu Arman ise:

– Ne Kızıl Cebesi ya, sen Şolak Şabdar’sın, diye tartıştı.

Arman Besağaş’ta dünyaya geldi. Turar’la yaşıt. Babası ata topraklarına döneceği günü ümit ettiği için oğluna Arman adını vermişti.

– Yok ya, ben Kızıl Cebe’yim, diye diklendi Turar.

– Ya sen kendin bir düşünsene babanın bindiği at Kızıl Cebe değil, Şolak Şabdar dedi Arman, doğru söylediğini vurgulayarak.

– Şolak Şabdar ben değilim, o Orazbak diye Turar cevap verdi. Orazbak Rıskul’un kardeşi Moldabek’in oğlu. Kibirli ve kendini beğenmişti.

– Evet, evet Şolak Şabdar benim, diye Orazbak kibirlendi. Çünkü Şolak Şabdar Besağaş’ın en iyi atıydı. Bu durum Orazbak’ın övünmesi için yeterliydi.

– İşte, dedim ya size, diyen Turar tartışmadan haklı çıktı. Artık onun Kızıl Cebe olduğunu kimse tartışmayacaktı.

Şimdi Rıskul Tukımbay’ın Kızıl Cebesi’ni ne yapıp yapıp getirmek zorundaydı.

Bolısın onunla az önce özel görüşmesinin sebebi buydu. Bolıs Tukımbay’dan Kızıl Cebe’yi almak istediği haberini ileteli epey zaman geçmişti.

Tukımbay ise liyakat göstermedi. Kızıl Cebe’nin yurdu bizim köy. Kerim’in kara kısrağından doğduğunu kimse inkâr da etmiyordu. “Hayvanımızı geri yolla” diyerek, tehdit etmeyi de denedi. Bey buna da yanaşmadı.

Tukımbay da sıradan birisi değildi. Son seçimde bolıs olmak için yarışmıştı. Bu nedenle Saymasay ile arası daha da açıldı. Sonrasında ise durum kavgaya dönüştü. Sayma-say “alacağım!”, dedi. Tukımbay “alamazsın!” dedi. Bir sonraki hedefi pis Tukımbay’ı ne pahasına olursa olsun aşağılamak.

Rıskul neyle karşı karşıya olduğunu ve sonunda onu neyin beklediğini biliyordu. Kızıl Cebe’yi elde ettiği takdirde Saymasay’ın eli boş durmayacağını hissetti bile. Bolıs ile özel konuşurken tüm varlığını sarsan bu sonun şüphesini açıklamak istemişti, ancak bolıs:

– Hey, yiğidim, senin işin sadece getirmek, sonrasında ne yapacağımı ben bilirim. Belki Kırgız tarafına aşırırım. Orasını bana bırak, diye niyetini biraz göstermişti. Ardından:

– Bu sefer dileğimi yerine getirirsen, kazanırsın. Yanlışa düşmeden doğru bulanmaz. Dolayısıyla dediklerimi yaparsan, aramızdaki husumeti de unutmaya hazırım, sen de unut. Darılırsın, gücenirsin ancak benden hayırlısını bulamazsın. Aynı soydanız. Sen Şımır boyundan, bense Janıs boyundanım. Her iki boy da aynı ata anadan gelmekte. Kırk sene cenk yaşansa bile hısım hısıma kılıç çekmez, dahası kılıç kınını kesmez, demişti.

Rıskul bolısın bu konuşmasından şüpheliydi. “Kökleri bir olan birbirine zarar vermezse, hısıma hasımlık edilmezse, Janıs boyu şöyle dursun, Şımır’ı Şımır boyu öz yurduna neden sığdırmadı, dışladı? Davılbay baba tarafından seninle kıyaslayınca bana daha yakın değil miydi?”

Rıskul bu düşüncesini sesli dile getirmedi.

Yine çaresiz “tamam, bolıs beyim” demekle yetindi.

Saymasay’ın topraklarına yerleşmiş, suyundan içmiş, otlağını kullanmışsın o halde dediğini yapacak, emrine boyun eğeceksin. İtaat etmeyeceksen, yoluna git. Haydi, Doğu Talğar bolısının sınırlarından defol. Nereye istiyorsan oraya git.

Doğu Talğar toprağına ayak basalı yirmi yılı aşmış. Yirmi yıldır göze görünmeyen o kıl boyunduruğu Rıskul boynuna geçirmiş. Bütün çırpınışına rağmen bu kölelik esaretinden kurtulamadı. Son bir sene bolıstan uzak durmak için çabaladıysa da yine tuzağına düştü.

– Bir koyunun değeri bahanesi oldu. Koyun bir yana Saymasay yurdundan kovacaktı. Nereye gidecek? Tülkibas’ın kapıları kapalı. Merke ile Juvalı’dan yer bulunmadı.

Yedi höyüklü Talğar’ın yüksek zirvesi, Janğırık düzlüğünde su birikintisi altınla buharlaşmışcasına erimiş; etrafını koyu alev kaplamış, dolunay nazlanarak yükseliyordu. Her zaman göze görünmeyen kaymak renkli bulutlar, altın yalatılmış gibi eşsiz bir güzelliğe büründü. Ay tamamen yükseldi.

Ayın nuru ovadan çıkarak, bozkıra yayılmaya başladı. Rıskul’un kirli ak kalpağına da düştü. Şabdar da belirdi, boz renkli kıyafette. Tülkibas’tan tek hatıra kalan ak kalpağı da belirdi. Düzlüğe alçaldıkça arka yöndeki Talğar yükselmiş, uzaktan daha heybetli görünmeye başlamıştı.

Rıskul o an yapa yalınız çıktığı yolculuğunu sürdürürken arkasına dönerek, ayın nurunu bürünmüş o güzelim Talğar’a baktı. Geçen yıl eğitimli bir Rus ile dağın zirvesine nasıl tırmandığını anımsadı. “Bahtiyar olduğumuz günlerdi, adil ve masum bir yolculuktu” diye ah çekti.

Daha sonra Kur’an’ı21 gibi gördüğü tek kısa şiirini mırıldanarak söyledi.

* * *

“Kızıl Cebe”, diye fısıldadı. Talihi yaver gider de Rıskul Kızıl Cebe’nin eğer takımına bir dokunsa, lanet olsun deyip dağ, taş aşarak Aksu Jabağılı’ya arkasına bakmadan çekip gidesi vardı. Aksu Jabağılı’yı hatırlayınca tekrar hevesi kursağında kaldı, gözyaşı akmaya başladı. Fakat Tülkibas’tan liderlik ederek bu topraklara getirdiği yoksul akrabaları ne olacaktı? Varlıklı olduğu için değil de, yiğitliğinden büyülendiği için genç kızken nikâhına aldığı eşi İzbayşa’yı nasıl terk edecekti? “Ben Kızıl Cebe’yim!”, diye arada sırada kendini gösteren Turar ne olacaktı?

Geçtiğimiz sonbahar Maylıbay’ın anısına aş verildi. Doğudan Alban, Suvan ve Kızay boyları; güneyden Aladağ’ın ötesindeki Kırgızlar; batıdan Şapıraştı, Dulat, Jalayır boyları ile kuzeyden Ayagöz ve Aksu’dan bu tarafa Arğın, Nayman boylarının katılımıyla büyük bir davetti.

11.hanbalık. Bir çeşit gri benekli alabalık.
12.Bagatır. Bahadır.
13.köje. Taneli tahıl tohumlarıyla suda pişirilerek yapılan bir Kazak yemeği.
14.kunan koyun. 3 yaşındaki koyun.
15.Dala-Şilmembet. Tülkibas’ın Aksu-Jabağılı bölgesinden gelerek, Almatı’nın ovalık bölgelerini yurt edinen Kazak boyu.
16.salpı karın. Kazaklarda 8-12 yaş aralığındaki atlara verilen ad.
17.jabağı. 5-6 aylık at yavrusu.
18.kunan. 3 yaşındaki erkek at.
19.dönen. 4 yaşındaki erkek at.
20.bayge. Ödüllü at yarışı.
21.Kur’an suresi gibi. Kur’an gibi tekrar tekrar söylediği şiir anlamında kullanılmıştır.
₺42,25

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
01 ağustos 2023
Hacim:
301 s. 3 illüstrasyon
ISBN:
978-625-6853-88-1
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок