Kitabı oku: «Kızıl Cebe», sayfa 3
Rıskul Şolak Şabdar’ı eyerleyip Karakemer, Şelek istikametine doğru yola hazırlanırken, Turar daha önce görülmemiş bir davranış sergiledi. Önceleri birçok defa yola gitti, ancak hiç “beraberinde götür” dememişti. Bu gidişinde çok ısrar etti. Çocuğun gönlü kırılmasın diye Şolak Şabdar’ın sırtına bindirip beraberinde götürdü.
Adeta karınca yuvası gibi kaynayan kalabalık arasında kaybolur korkusuyla oğlunu dizinin dibinden ayırmadı. Törenin en ilginç yanı altmış kilometrelik mesafeye düzenlenen ödüllü at yarışmasıydı. Cebe bu yarışmayı ok gibi önde tamamlayarak, ününe ün kattı. Törenin üçüncü günü kökpar22 yapıldı. Özellikle kökpar denilince coşan Rıskul Turar’ı sırtına attığı gibi yarışmacıları dolaşıp, müsabaka meydanına kendi çıkmasa da avare avare sesler çıkartıyordu.
Yarışma iki üç kilometre mesafedeki iki tepe arasında başladı. İlerideki Saztöbe Saymasay köyünün, berideki yönde ise Kesiktöbe Tukımbay köyünün varış noktasıydı. Saymasay’ın Küren Kaska23 atı koşu hayvanıydı. Küren Kaska’ya binmiş olan pehlivan Makaş kökparı üst üste iki kez kazanına götürüp attığında (kökparı kazandığında) Tukımbay dona kalıp, sakalını yolmaya başladı, küplere bindi. Şanına şan katan Saymasay ise keyifle gülerek, cesaretlendi.
Aşırı sinirlenen Tukımbay kökpara Kızıl Cebe’nin getirilmesini emretti yiğitlerine. Ancak Kızıl Cebe bu yarışmada yok gibiydi. Ancak yarışmanın kazananı olan Makaş’ın Küren Kaska’sına adım attırmadan yanında biter oldu. Maalesef, Cebe’nin üzerindeki yiğit Makaş’ın bacakları altındaki tay gibi eyerinden silkinip kökparı kapamıyor, boşa çıkıyordu. “Ah, be! Lanet olası! Oh, zavallı Kızıl Cebe!” diye ahali dizlerini dövüp, ah çekiyordu.
Kökpara olan düşkünlük duygusu coşmaya görsün! Coşunca insanın iki gözünü kan bürür, ötesini düşünmez. Rıskul da bu düşkünlük duygusuna kapıldı. Saymasay’ın hizmetinde olduğu aklından çıktı, Kızıl Cebe’nin bir acemi binicinin bacakları altında hor görülmesine dayanamayıp, Şolak Şabdar’ı mahmuzlayıp kalabalığı yararak doğrudan Tukımbay’ın huzuruna çıktı.
– Ey, Tukımbay! Kañlı ya da Janıs boyları için değil, Kızıl Cebe’nin şerefi için, benim gibi garibe izin ver. Ver ben de şansımı bir deneyeyim, dedi.
Tukımbay “Bu nasıl olur?”, diye etrafındakilere bakındı. Kañlı boyunun kalabalığı:
– Ver, Tukımbay, ver! Bu Tav-Şilmembet Rıskul.
– Kökparın piri, kökbörünün ta kendisi zavallı!
– Bacaklarının altında küheylan olmadığı için can atmakta belli ki, diye ahali haykırıştı.
Rıskul Şolak Şabdar’dan inerek eyerin üstüne Turar’ı oturttu, dizgini ve kamçısını oğlunun eline tutuşturdu.
– Çok dikkatli ol. Atlılara yaklaşma. Ezer geçerler, dedi Turar’a.
Ardından keçe kalpağını bastırarak giydikten sonra kollarını sıvayıp Kızıl Cebe’nin dizginini eline aldı. O an üzerindeki binici ucu ucuna kendini aşağıya atmayı başardı. Sonra Rıskul’a burun kıvırarak ters ters baktı ve:
– Haydi bakalım, ne kadar güçlüymüşsün göster kendini diyerek mırıldandı.
Rıskul Kızıl Cebe’ye atladıktan sonra çok nadir yumuşayan esmer tenli asık suratına nur bitti, gözleri kor saçıyordu, etrafına ruhları bağlamış ve coşan baksı24 gibi birdenbire gururlandı. Bindiği at ise, akan deli kanı, gücü sezmişçesine; gemini çiğniyor, dizgini sert gerilen yay kirişinden fırlamaya hazır ok gibi bekliyordu. Kızıl Cebe’ye güvenmiş, sınırsız mutluluğu tattığı o anlarda kudretli Saymasay da, varlıklı Tukımbay da Rıskul’un gözüne kıpır kıpır yaşamak için mücadele veren sıradan canlar olarak göründü.
Mutluluk duygusu Rıskul’un başını döndürmüş gibiydi. “Ya, ben sarhoş muyum?”, diye söylenerek, atın başıyla ilgilenirken, aynı zamanda Makaş’ın yarışmadan çıkacağı sırayı hazır bekleyip kalkıverdi.
Rıskul gibileri mutlu etmek için çok mala gerek yok. Kızıl Cebe yeterlidir.
… Kökparı bir sonraki yarışmada çekiştirerek alıp, Saztöbe noktasına alışıla gelmiş yöntemiyle böbürlenerek koşturan Makaş’ın eyeri kökparla birlikte kopmuş gibi sezildi. Ahali aniden gürültüyü bastırdı. Ne olduğunu bile anlamayan, koca kafasına kan sıçrayan Makaş, Küren Kaska’nın dizginini çekti, geri dönüp, rakibinin peşine düştü. Boşuna denedi. Çünkü Kızıl Cebe’nin tozunu yuttu.
İşte o koşuda Kızıl Cebe Turar’a parlayan yıldırım gibi göründü. Onun dalgalanan kuyruk yelesi tıpkı yıldırımın ayırımları alev almış gibi koşuyordu. Şolak Şabdar’ın üzerinde oturan Turar’ın ağzından “Oo, Kızıl Cebe!” lafı istem dışı çıkıverdi.
Kızıl Cebe Kesiktöbe’ye ok gibi fırlayıp, toynağı yere değer değmez ulaştı. O koşarken herhangi bir kaplanın atlayışı yahut göl üzerindeki gri ördeği kapmak için gökten süzülen şahin gibi görünüyordu. Kalabalık atın toynağı yere değdi mi, değmedi mi, onu fark edemiyor, “rüya mı, gerçek mi?”, diye düşünüyordu. Yaşananlar hakikatti.
Yanından babasının bindiği Kızıl Cebe’nin geçtiğini gören Turar’a babası at değil de, yıldırıma binip uçuyormuş gibi göründü. Yine “Oo, Kızıl Cebe!”, diye aniden bağırdığını fark etmedi bile. Çıkardığı sesten utandı, etrafındakilere bir göz gezdirdi. Ahali bir ağızdan: “Kızıl Cebe! Rıskul! Kızıl Cebe! Rıskul!”, diye haykırıyordu. Öz evladı önünde itibarı olmayan baba yoksuldu. Rıskul’un bahtı açıkmış. Çünkü Turar onu itibarsız olarak değil, tam tersine o an peygamber gibi görüyordu. Yedi yaşındaki ufaklık ne bilir diyenler yanılıyor aslında. Onun hakkında söylenecek çok şey var. “Oğlan sofra açmayı atadan öğrenir”, derler. İşte yedi yaşındaki bu oğlan çocuğu babasının dürüstlüğünü, güçlüye ezdirmediği gururu, kuvvetliden metanetli olduğunu ve “yoksulum” demenin eksiklik olmadığını bilerek büyüdü. Turar için Rıskul erlerin içindeki en seçkiniydi.
O an babasının Kızıl Cebe’ye bindiğini görünce sevinçten başı göğe değip, gökyüzündeki yıldızları eliyle tutmuş gibi hissetti. Kızıl küheylanın üzerinde gördüğü o güzel manzara çocuğun ruhunu okşadı. Rıskul yay ile atılmış Kızıl Cebe’nin okun demir ucu gibi uçtuğunu, dillere destan Makaş’ın taş gibi sımsıkı bacaklarını ezdiğini ve bacağının arasından kökparı kaptığını görünce, bu hayatın bir yarış olduğunu, mücadeleyi bıraktığında insanın öz kısmetinden belki de bahtından mahrum kalacağını çocuk yüreğiyle olsa da bir nebze anladı. Eğer Rıskul az önceki seyirci kalabalığı içinde sessizliğe gömülseydi, kibirliliğin sarhoşluğundan Makaş’ın iki gözü büyüyecek ve dağıtacaktı.
Turar o zaman korkmamak gerektiğini, adil bir mücadeleden vazgeçmeden, sinsilikle değil, bir çocuk zekâsıyla hissetti.
Kızıl Cebe ile Rıskul Turar’ın okuduğu “hayat” adlı kalın kitabın bir sayfası.
Yalnız bu kudret sınırsız coşkunun, sevincin sonrasında büyük kavgaya dönüşüyordu. Elbette, fitneyi önce Saymasay çıkardı. Rıskul’a:
– Hainsin! Haydutsun! Yurtsuz sığıntı köpek! Mahvedeceğim! dedi.
Makaş buğra gibi üstüne çullanarak, kamçısıyla dövmek istedi. Diğer yandan Kañlı boyu Rıskul’u savunmak için araya girdiler.
– Kabahat bende, beyim! diyerek, Rıskul Saymasay’ın huzuruna elini göğsüne vurarak, baş selamı durdu. Ancak bolısın gözünde değeri yoktu. Çünkü öfkesi büyüktü.
– Atadaşının atı kazanacağına, köylünün tayı kazansın! derler. Rıskul tüm Dulat boyunun namusunu değil, küheylan soyunun namusu, Kambar Ata25 ruhunu, törenin, geleneklerimizin itibarını savundu. Ondan sana zarar gelmez, bolıs! “Yurtsuz” diyerek hor göreceksen, ben ilgilenir yanıma alırım. Şımır ve Dulat boyları bana uzak değildir, sonuçta akrabalarım! diye Tukımbay çıkıştı.
Törenden döndüğünden beri Kızıl Cebe’nin silüeti Saymasay’ın göz önünde oynaştı durdu. Geceleri adeta rüyasına giriyordu. Rüyasında birileri onu kırk kulaç halatla bağlayıp zindana indiriyor. Zindanın bir köşesinde Kızıl Cebe kulaklarını oynatıp, arka bacaklarını kaldırarak, tepmek istiyordu. Saymasay Kızıl Cebe’nin yanına yaklaşamadı. Kırk kulaç halatın ucunu bağlayıp, atın başına kement vurmak istedi. Ancak ela halat, ela boz yılana dönüştü ve başını oynatmaya başladı.
Saymasay rüyasından irkilerek: “Bismillah! Bismillah!” diye uyandı.
– Dur bakalım, Tukımbay! dedi bolıs. Senin cezan Tav-Şilmembet olsun!
* * *
Dediği gibi Tav-Şilmembet onun kurduğu tuzaktan kurtulamadı bir türlü. Rıskul bu gidişi, uzun zamana yayılan bu tuzağın bir ucunun kendi boynunda, diğer ucunun bolısın elinde olduğunu çok iyi biliyordu.
* * *
Tukımbay da bir şeylerden kuşkulanıyordu. Kızıl Cebe’nin namı yayıldıkça beyin huzuru kaçmaya başladı. Yüğrük atın sahibine düşman çok olur. Talih kuşunun konduğu yere hasetlik de çöreklenirmiş. Mal sahibini ayakları altına alamayınca, malına zarar vermek kadim zamandan beri süregelen bir kötülük. İşte bunlardan haberdar olan Tukımbay Kızıl Cebe’nin ayağına bilek kalınlığında bir pranga takarak, kara bir keçe evin içine yerleştirdi ve geceleri eşiğinin önüne bekçi koymaya başladı.
Rıskul bundan da haberdardı. Ay iyice yükselip, dolunay halini aldığında köyün yukarı yamacından aşağı doğru inmeye başladı. Yaban elma ağaçlığının kenarındaki ovadan geçerken, köy ay ışığıyla açıkça görülebiliyordu. Koyunların yattığı ağılı çevreleyen kahverengi evler bulunuyordu. Zenginlerin evlerinin dış cephesi genelde beyaz renkli olurdu. Tukımbay ağılın yakınına ev yapmazdı. Kaplumbağa şeklindeki koca ev köyün tam ortasından yer almıştı. İşte, zenginin evi orasıydı.
Yay gibi eğik yerleşmiş evlerin tam ortasında, koyun ağılının yanı başında ayrı bir ev belirdi. Kızıl Cebe ise oradaydı.
Tepedeki yaban elması ağaçlığının arkasına gizlenerek, etrafı iyice gözetledikten sonra Şabdar’ı bir ağaca bağlayıp, yürüyerek köye indi. Ağılın köşesinde nöbetçi duruyordu. Koyunlara bekçilik eden koca ağızlı, uzun tüylü çoban köpekler de oradaydı. Ağılın köşesinden girmeyi denemedi. Rıskul doğrudan zengin beyin koca, kahverengi evinin yanından geçti. Geçerken kulak misafiri oldu. Tüm köyde uyumayan tek kişi varsa, o Tukımbay’ın ta kendisi olmalıydı. Ötekiler aylı gecenin ninnisiyle derin uykudaydılar.
Uykusu hafif, ürkek ihtiyarın uyanık olduğuna dair işaret yoktu. Hareketsizdi. Sobanın yanı başında uyuyan yaşlı kedinin mırıltısı gibi ses çıkarıyordu. Arada küçük evde hapsolmuş yalnız eniğin acı sesi gibi bir ses duydu. “Zenginin kuması!” dedi Rıskul. “Zavallı, titrek, dermansız bir ihtiyarın elinde sefil olmuşsun. Yanında eğer aklını başından alan bir erkek yatsaydı, bu vaziyette olmaz, uykun su kadar duru ve sakin olurdu”.
Bir an İzbayşa düştü aklına. Sıcacık yatağında, İzbayşa’nın sımsıcak kucağında papatya ile yıkanmış o güzel saçlarını koklayarak, servi boyu, yay şeklindeki belini sağ eliyle kavrayarak, atlas gibi pürüzsüz vücudunu okşayıp, gecenin hediye ettiği lezzeti almak varken, aç kurt misali köyün eşiğinde sessizce soluk alarak, gizlendiğine çok pişmandı.
Tanrı geceyi huzur, gündüz çekilen azaptan bir müddet ayrılarak, sıcak bir kucak, tatlı bir uyku için var etti. Fakat Rıskul’un birçok gecesi zorluk, gürültü, baskın ve kavgalarla geçti. “Bu sefer talihim dönerse, bu işi mutlaka bırakacağım” diye kendine defalarca söz verdi.
Ancak kendi özgürlüğü, kendi elinde olsaydı. Kimsenin görmediği lanet bir tuzak vardır. İstemsiz ve kararsız bırakır, karşına dikilir, lanet olası bu kötü yola sürükler, yine sürüklüyor. Hayat dediğin uzun bir halat, geniş bir kementmiş, çoğunlukla kısalır, daralırmış.
Kızıl Cebe’nin kapatıldığı eve gizlenmeden, dik ve yavaş adımlarla yürüyerek geldi. Pusuda gizlendiğini insan değil, hayvan da hissederdi. Geviş getirirken çenelerini gıcırdatan koyunlar yatmaktaydı. Ürkmediler.
Asıl zor olan kapıdan baktığında Kızıl Cebe’nin ürkmesiydi. Geçen seferki kökparda heyecanlanan küheylanı damağından çıkardığı sesle sakinleştirmişti. Evin kapısına yaklaşır yaklaşmaz damağıyla seslendi. At birdenbire hareketlendi, kulağını kabartarak ona gözlerini dikti, burnunu kaldırarak yavaşça kişnedi.
Eşikte iri yarı yan yatan nöbetçi uyanmadı. Burnundan nefes alamayan ve ağzı açık uyuyan şey dev gibiydi. Rıskul onun üzerinden dikkatlice atladı ve düğümleyip bağladığı yumruk gibi başörtüyü açık ağzına sokuverdi. İki şakağının damarlarına bastırıp, bayılttıktan sonra bir kenara sürükleyip bıraktı. Cebini karıştırarak pranganın anahtarını aldı.
Gençliğinden bu yana tay kokusuyla büyüyen, insandan ziyade attan sadık dost edinen Rıskul’u Kızıl Cebe de tanımış gibiydi. At yabancılık çekmedi hafifçe koklayıp, yavaşça içini çekip boynunu eğdi.
Rıskul asil olarak dünyaya gelen kanatlı atın ince kafasını kucaklayıp, ceylan gibi kambur geniş burnunu okşamaya başladı. Hayvan uysallaşıp iki kulağını da aşağıya sarkıttı. Büyük gözlerini kapatıp, burnunu Rıskul’un göğsüne yasladı. Soylu bir at olarak dünyaya gelmiş, tanrının yarışmalarda rakiplerine denk görmediği yüğrüğün değerinden anlayan senin gibi erlerin alnına yazsaydı, diye gamlanmış gibiydi. Rıskul onun göğsünü okşayınca atın vücudu taş atılmış duru su gibi titredi.
Rıskul artık daha fazla nazlandırmayı uzatmak istemedi. Kızıl Cebe’nin bronz gibi dimdik toynaklarına hızlı bir şekilde keçe çorapları giydirdi.
* * *
Yaban elmalarının arasına bıraktığı Şolak Şabdar’a ulaşınca, yularlı Kızıl Cebe’yi yedeğine alarak hızla uzaklaştı. İstikameti Soldat ovasında bulunan bolısın köyüydü. Önünde duran hafif kelleşmiş, devenin boynundaki ölü tüy yumağı gibi görünen yaban elma ağaçlı dağ yamaçları endişesizce uykuya dalmıştı. Gökteki ay ve yıldızlar tepeden çullanıp, tüm olup bitenlerin farkındaydı sanki. Rıskul’u bir ara suçluyor gibiydiler. Rıskul’un farkında olmadığı felaketi ay ve yıldızlar önceden sezmiş, şüphelenmişti. “Hay aksi, keşke yapmasaydın”, diye sessizce içlerinden sızlandılar.
Talğar’ın buzdan başlık giymiş yedi zirvesi kaşına kırağı düşmüş yiğitleri gibi sertti.
Etrafın sessizliği Rıskul’u rahatsız ediyordu. “Ben böyle ne yapıyorum?”, diye canı sıkıldı. Yüğrüğü ele geçirmek önceleri çok ilginçti. Zor bir işti, kendine has heyecanı da vardı elbet. Elde ettikten sonra aklının başına geldiği, heyecanının kaçtığı ve gönlünün kırıldığı andı.
Bir müddet Tukımbay için üzülmüştü bile. Geçen seferki aşta Kızıl Cebe’yi verip, kökpar merağını gidermiş, eğlendirmişti. Saymasay’ın öfkesini dindirerek, aralarını yapmıştı. Öyle ki, kendi yetkisindeki köyden yer verip, himayesine alma isteğini de bildirmişti.
İşte, o iyiliğe cevap olarak verdiği minnetdarlığı buydu. Yuvarlatılmış sivri sakallı ihtiyar, artık sakalını yolup, dizlerini dövecek gibi görünüyor.
Rıskul’un bu düşüncesini daha güçlü, başka bir düşünce bastırdı. “Bunlardan hiçbirinden bir hayır görmedim. Zenginlerin tamamı aynı hamurdan yoğurulmuştur. Acınır gibi davranır, ardından önüne bir kemik atıp, aldatıp boynuna tasma takıp, ayaklarının altına alıp ezerler. Hayatın boyunca kapana kısılırsın. Tukımbay sudan da temiz, sütten ak ise Kerim fakirin dünüründen Kızıl Cebe’yi inleterek alıkoyar mıydı? Sonuçta Kızıl Cebe Tukımbay’ın malı değildir. Onun da, bolısın da yaptığı zorbalık. Bizim gibi fakirin geçinmesi gerek. Benim hiç bir suçum yok” diye düşündü.
Bunları düşünürken Şolak Şabdar’ı mahmuzladı. Kızıl Cebe oynarcasına koşuyordu.
* * *
Bolısın sabrı tükenmiş, uyku tutmuyor, gözleri açık bekliyordu. Evin dışında gürültüleri duyarak, yatağından fırladı. Beyaz iç don üzerine yumuşak devetüyünden kaftanını geçirip, ayakkabılarını yarım yamalak ayağına geçirip dışarı çıktı.
– Hey, gök börüm! diyerek, at üstündeki Rıskul’a iki elini birden uzattı. “Senin üstesinden gelemeyeceğin iş var mı ki! Güvenim tamdı sana. Başka kimsenin elinden gelmeyecek bir erlik gösterdin. Hey gidi bozkurdum! Attan in”.
– Yorgunum beyim. Ben döneyim. Çoluk çocuk da endişe eder. Rıskul’un artık beklemeye dermanı kalmamıştı.
– Eee, yiğidim, genç eşinin yanına gitmek için acele ediyorsun, demek?! Sabret, işimiz daha bitmedi. Atından in artık.
– İşim bitmedi mi, beyim? Olacak oldu. Bundan ötesi sizin bileceğiniz iş. Nihayetinde iki dağ arasında sinek ölmesin. Benim getirdiğimi kimseye sezdirme, beyim. Verilen söze Allah şahittir.
– Eskiden böyle kararsız değildin, sen de ödlekleşmeye mi başladın, yiğidim. Bu Tukımbay köpeğine yapılan eziyetin başlangıcı. Artık onu hepten beter etmemiz gerek.
– Artık ne kaldı, beyim? Alacağını almadın mı? Kızıl Cebe’yi elde ettin. Fakat nasıl saklayacaksın bakalım. Sıradan bir at değil. Ünü var.
– Bu yüzden de bu yaratığı ortadan kaldırmak gerekiyor. Göze batan siğil, canavar. Artık Tukımbay’a da yok, bana da yok. Peşindekilerin gelmesi an meselesi. Tez attan in, yiğidim. Tez boğazlayıver, at suratlı cini! diye bolıs Şolak Şabdar’ın dizgininden tuttu.
Rıskul dizgini kendine doğru çekti. Şolak’ın kafasını yukarı doğru kaldırdı. Kızıl Cebe homurdanarak kulağını kabarttı. Bolıs hızlıca Kızıl Cebe’nin yularını tuttu.
– Bu söylediğin insanoğlunun ağzından çıkacak söz değil bolıs. Uykulu söylemiş olmalısın. Aklı başında olan asil bir atı kesmeye nasıl kıyar? Kan istiyorsan onun yerine beni kes! Ne dediğini kulakların duyuyor mu?
Rıskul söylenenler karşısında inanıp inanmayacağına şaşa kaldı. Bu dünyaya asil olan çok nadir gelir. Bu kocaman dağlar taştan ibaret. Altın varsa, o da ufak bir parçadır. Kızıl Cebe gibi asil soylu bir at, bu halkın kaderinde dünyaya bir daha gelir mi, gelmez mi bilinmez. Kıskançlık ve hasetlik denilen hastalık insanı doğru yoldan saptırır. Kıskançlık ve hasetlik kötü niyetten doğar. Adil olan kimse hak yemez, hasetlik etmez. Rakiplerin başındaki beyinler zehre dönüşür. Zehirli beyinden kavga çıkar.
– Makaş! diye haykırdı bolıs. Komşu küçük evden:
– Efendim! diye aceleyle cevap veren gür bir ses geldi. Bolısın tekrar çağırmasını beklemeden Makaş’ın evinin kapısı birdenbire açıldı. Gözlerini yumruklarıyla ovuşturarak koşup çıkan Makaş Rıskul’a selam vermedi. Üstündekilerle yatmış olmalıydı.
Rıskul kötü bir şeyin yaşanacağını anladı artık.
– Gözünü seveyim ağam. Bir Allah’tan, bir de Kambar Ata’dan korkun. İnsan olanın eli varmaz, bu yaptığınız suçtur! diyerek, Rıskul yalvarmayı da denedi.
Bolısın çekik gözlerinde ayın yansıması tıraş bıçağının yüzü gibi parlayarak, öfke saçıyordu:
– Boş konuşma, aklını başına devşir. Boşuna duracağına şu Makaş’a yardım et. Çabuk! Çabuk! Tan ağaracak şimdi.
– O halde ben, bu yüzkarası marifetini tüm dünyaya yayacağım. Bu katlanacağım bir iş değil! Rıskul atına çevik bir şekilde binip, Kızıl Cebe’nin yularına elini uzattı. Ancak Makaş eline vurdu.
– Yayarsın, tabi zavallı! Yay da gör! Ağzından bir çıkar, dilini söker atarım.
Tukımbay’ın yüğrüğünü çalıp getiren sen misin, ben miyim? Buna da aklın ermedi mi, nerede öleceğini bilmeyen ahmak!
Bu söz Rıskul’un iki ciğerini de delip geçen oktan da beterdi. Sinirli, yarım akıllı Makaş da seslendi:
– Anasını… Serseri, beyime karşı çıkacak kimsin sen? Haddini bil, diye Kızıl Cebe’nin boynuna kıldan bir kement geçirip, evin dışındaki kısa çalılara doğru yöneldi.
Rıskul zamanı harcadığına pişman oldu. Az önce yüğrüğün yularını çözüp birkaç kez kırbaçlasaydı, hayvan kaçıp kurtulurdu.
– Hey! Saymasay, dön bu yoldan. Tüm at soyunun bedduasını alırsın.
Atın sultanını keseceğine, işte, benim kanıma doy, diye Rıskul atından atlayıp bolısın ayağına yıkılır gibi oldu. Çıkan gürültüye çobanlar da, kısa sarı Tavbay da gelmişti. Adamlarının sayısının çoğalmasından güç alan bolıs Rıskul’un omzuna bir tekme attı. Rıskul yerinden kalkar kalkmaz bolısın yüzüne dik dik baktı. Bolısın yüzü sanki alev saçılıyordu. Merhametten zerre iz kalmamıştı. İçi boş, kör olmuştu. Muhtemelen kalpsizdi.
– Haddini bil, Rıskul! Seni hapiste çürütür, geride kalan Şilmembet soyunun tozunu alır, küllerini saçar, avare ederim. Dilini ısır, dişinin arasından çıkmasın, anladın mı?
İnatçı bolısın top sakalı kabardı. Artık bundan hayır gelmez.
“Gününe doksan dokuz türlü bela görsen dahi Allah’tan hiçbir zaman umudunu kesme” diye başlayan şiiri Rıskul her zaman Kur’an ayeti gibi tekrarlardı. Şu bolıstan halen umudunu kesmemişti, başka bir çare önerdi:
– Beyim, boğazlatma. Ben bu atı öldürmeden ortadan kaybedeyim. Şu gördüğün dağın içlerinde ıssız yerler var. Kızıl Cebe’yi orada saklayayım. Hatta istemiyorsan Kırgız tarafına geçireyim, Olmadı, Hokand’a süreyim. Sonuçta Tukımbay’ın bulamaması senin için yeterli değil miydi? Kabul ediyor musun beyim? Sözüme kulak ver.
Bolıs kızgın halde bir süre dikildikten sonra:
– Hayır! diye başını sertçe salladı. Bu iblisten yaratılmış yüğrüğün namı yerin dibinden de duyulur. Bunu canlı bırakamayız. Ortadan kaldırmak tek yol, ancak böyle kurtuluruz. Çözüm bu işte. Hey, albastı26 gibi ne dikiliyorsunuz öyle! Git, Makaş’a yardım et. Çabuk halledin! Bolısın adamları birden yerlerinden fırladılar. Rıskul’un atına atlamasından şüphelenen bolıs:
– Hey, hazır olun! diye haykırdı.
Rıskul Şolak’ı mahmuzlayıp, kısa çalılar arasındaki açık alana hızla ulaşıp, Kızıl Cebe’nin sağrısına kamçısını indirdi. At yerinde zıplayarak, şaha kalkıp hızlandı. Fakat Makaş’ın elinde tuttuğu kıldan yapılan kemendin ipi hayvanın gırtlağını sıkınca tekrar dört ayağının üzerine indi. Rıskul yulara tekrar asılınca sağ omuzu kopmuşçasına vücudu halsizleşip, takatsiz atından düştü.
Tavbay’ın onun başına vurmak için salladığı salıncak direği omzuna isabet etmişti. Birçok çetin çarpışmada beş altı kişinin vurduğu sopalardan sağ salim kurtulan Rıskul, bu sefer aniden yere yığılmıştı.
– Bağlayın it oğlu iti! dedi koşarak gelen bolıs adamlarına. Kazak’ta ne bol, ip çok. Kısa sürede Rıskul’un kolunu ayağını sımsıkı kıl iplerle bağladılar. Direğin isabet ettiği omuzu altta kalmıştı, ağrı başladı. Alnına kısa çalının iri dikeni girmiş, kemiğini delip, beynine saplanacak gibi yavaş yavaş batıyordu. Manda gibi dev Makaş bağlı yatan adama doğru gözüne bakarak gelip tekme attı. “Yeter artık, dokunma!”, diye bağırdı bolıs. “İnşaallah bu iti bu halde cezaevine yollayacağız. Öncelikle şu atı yere yatırın. Hemen boğazlayıp, derisini yakın, etini ise bu Şilmembet’in evinin arkasındaki ovaya götürüp gizleyin. Ya Besağaştaki evi ne olacak? Ondan sonrasını kendim hallederim. Haydi hızlanın”. Kızıl Cebe’yi bacaklarından halat geçirerek, dört kişi bir anda çekip yere yıktı, asil hayvan gökyüzü ay ile birlikte yere çakılmış gibi sert bir ses çıkardı.
Ne kadar serseri de olsa, eskiden beri kölelik de yapsa Makaş’ın içinde bir tutam merhamet ateşi kıvılcım aldı, Kızıl Cebe’yi boğazlamaya kalkınca elleri titreyerek:
– Eyvah, hakikaten kıyacak mıyız? diye etrafına bakındı.
Nerden çıktı bilinmez, bolısın Kaldıbek adındaki oğlu, bodur çalıların arasından çıkageldi, şaşkın şaşkın naif gülüşüyle:
– Eyvah, Kızıl Cebe’yi kesecekler diye alkışladı.
Azarlarsa, evladının delleneceğini iyi bilen bolıs:
– Kaldaş27, canımın içi. Eve git, tamam mı yavrum! diye kandırıp aklı kıt evladını uğurladı.
– Kimseye söyleme, anladın mı, Kaldaş. Bu Kızıl Cebe değil, besiye çekilen bizim aksak boz atımız. Yarın şehirden önemli konuklarımız teşrif edecek, onlar için hazırlık yapıyoruz, diye oğlunun başını giderken okşadı.
– Hayır babacığım, bu Kızıl Cebe! diyen aklı başında olmayan çocuğun yüreği gerçeği söylemekteydi.
– Boş boş konuşma, ne Kızıl Cebe’si!
Aklı çıkıp, boynunu eğmiş Makaş’a geri dönen bolıs:
– Hey, çürümüş, geçen kökparda seni rezil eden bu at değil miydi? Acıma duygun nereden depreşti? Çabuk ol, dedi.
Saymasay böyle olacağını düşünememişti. Birden yüzüne sıçrayan kanı eliyle sildi. Eline siyahımsı pıhtılaşmış kan parçası yapışıverdi. Ay ışığında parlayan avucunda her türlü renkler yaldız gibi yansıdı. Saymasay çok ürktü, tüm bedeni birdenbire titredi. O an kendine gelen Rıskul yan dönerek, bu gaddarların zalimliğine bakarak:
– Eyvahlar olsun, bolıs, sonunda kan döktün mü? Dur sen, bu taş gibi bedeli ağır kan. Boşu boşuna akmaz bilesin, dedi.
Acımasızlık ve zayıflık birlikte gezer. Kendi acımasızlığını namus huzurunda aklamaya gelince zayıflığı olan kişi ustalığını gösterirmiş. Saymasay kendine bulaştırmamak için bu suçtan aklanma gerekçesi olarak Kızıl Cebe’nin bu köyden çıktığını iddia edecekti. Tukımbay’a pek çok kez haber yolladığını, bolıs yetkisiyle isteği yerine getirilmeyip, onurunun kırıldığını yüzüne vuracaktı. “Az önce ürkerek, eyvah nasıl edeceğiz?”, demiş olsa da, tekrar toparlayarak o zalim haline geri döndü. Elini kalın geniş yapraklara silerken, adamlarından birine:
– Hey, su getir, görgüsüz, diye azarladı.
Eline ve yüzüne bulaşan kanı, kurumaya başlayan siyahımsı pıhtıyı su temizledi. Ancak kirli bir duyguyu yüreğinden temizleyemedi. Defalarca ovalayıp yıkasa da, az önceki günahı eline ve yüzüne hala yapışmış gibi Azrail’in korkusundan arınmak yok. Derinlerdeki İblis gibi günahını su da temizleyemeyecek. Yeryüzünde ateşten daha temiz bir şey yok. Suçla nefes alamayan bedenin günahını sadece ateş temizleyebilir. Sırat köprüsünden düşerek, cehennem ateşinde yanınca tüm günahlarından arınır. O durumda da ateşin yaktığı yüz ve avuçta ebedi lanetlenmenin işareti olarak siyah bir leke kalmaması yeğdir…
At neslinin sultanı Kızıl Cebe’nin derisi yüzüldü, gecenin serinliğinde buğulanan eti telef oldu. Etinde bir parça yağ bile çıkmadı. Sadece kara et. Kaslı kızılı fark eden bolısın aklına yine korkunç bir düşünce geldi. Bu düşünceyle onun, tüm endişe ve şüphe gibi duygulardan kurtularak, keyfi yerine gelmeye başlamıştı.
Bu azap dolu aylı geceden bir gün evvel, Sofisk istasyonundan (Talğar şehri) bir Rus köylüsü bolısa şikayetle başvurmuştu. Koşum atlarından biri çalınmıştı. “Onu bulmam için yardım edin beyim”, demişti. Bolıs Rus köylüsünü:
– Boş konuşma, bizde senin sıska atını çalacak kimse çıkmaz. Kazak at alırsa, işine yarayanı bolca alır ve uzaktan edinir. Köylüsüne zarar vermez, diye geri yollamıştı.
Ulaklar dört bir yana at bindi. Bolıs şişko Tavbay’ı kolluk görevlisine yolladı. Bir ulağını Talğar’daki atı çalınan Rus köylüsüne gönderdi. Makaş ve diğer bir adamını da Kızıl Cebe’nin etini Rıskul’un evinin arkasındaki düzlüğü yollayarak, nane yapraklarıyla birlikte gömmelerini istedi. Rıskul ise eli ayağı bağlı gözaltında tutuldu.
Hesabını yapmıştı. Kolluk görevlisi ve Rus köylüsünü Rıskul’un “hırsızlığına” denk getirmişti. Kolluk görevlisi bağlı bulunan tutukluyu Almatı’ya sürgün edecekti. “Kızıl Cebe kayboldu”, diye tüm Tukımbay köyü kargaşa içindeyken, Saymasay köyü Kızıl Cebe’nin şüphesinden kurtulmuş olacaktı.
Hesabı, hesap. Tukımbay doğrudan Saymasay’dan şüphelendi. Doğrudan bolısın yanına geldi. “Durum böyleyken böyle, bolısım. Çaldıran taraf anasının koynunu açar, derler! Bu işi senin adamların yaptı. Rıskul denen eşkıyan var. Ondan her şey beklenir. Yüğrüğümü ona çaldırdın, bulup, iade et”, dedi.
Bolıs:
– Aklın başında mı, zavallı. Rıskul hapiste yatmakta. Cezaevindeki adam senin atını nasıl çalar? O zavallı bugünlerde sıçan avlamakla meşgul. Bir Rus’un cılız atını çaldığı için azap içinde cezasını çekiyor, diye cevap verdi.
Tukımbay:
– Eyvahlar olsun! Ne diyorsun, bu ne iştir? Geçen günkü aşta da Karakoldaki kızlar ona göz koymuştu. Bu kötülüğü onlar mı yaptı? Hayır, dışarıdan alamazlar. Sırrı olan biri var mutlaka, birileri biliyor olmalı, diyerek kırbacına yaslanarak yumruğunu yere vurdu.
Saymasay:
– E, sır kendi köyünde. Özünde, köyünde ara! diye kendinden emin bir şekilde konuştu. Saymasay’ın işi hesabına uygundu.
* * *
Tav-Şilmembet’in Ülker yıldız kümesi gibi ufacık köyüne bulutsuz gökyüzünde gürleyip, çakan şimşek, düşen yıldırım etkisi yarattı. Önceleri de aylı gecede cılız bir tavşan gibi korkarak, üvey ananın bakımına muhtaç öksüz sabiler gibi yaltaklanııyorlardı.
Salik Sarı’nın sonraki günü hepten müşküldü. Erkeklerin tamamı ihtiyar Ahat’ın evine yığıldı.
– Hey, ahali, biz ne ettik de, bu felaketi yaşıyoruz? Ne öz topraklarımıza, ne de geldiğimiz bu yaban topraklara sığabildik? Ne eyledik bu Tanrı’ya? Aramızdaki bir zorbalığın bedelini hepimiz mi çekmeliydik? Konuşun, bir karara varalım, diye birden açılan Omar ela gözleri ağarmış vaziyette içindekini dizginleyemeyerek saçmaladı.
– Sen ne dersin? Ahat gözlerini kapatan kabarık kaşının altından yüzünü aşağı eğerek.
– Ben söylersem, doğruyu söylerim. Dilimi ne zamana kadar yün iple düğümleyeceğim.
Belanın hepsi Rıskul’dan çıkıyor. Bizi yoldan çıkaran Rıskul’du diyerek, büyüklerimize iletelim. Davılbay’a hata ettiğimizi söyleyip özür dileyerek ata topraklarımıza dönelim.
– Hay çürümüş kütük, baştan beri aptaldın. Gereksiz iş güçsüz adamlardan çıkar, diye Şınıbek çıkıştı.
– Öyle mi, sümüklü köpek, madem ben aptalım, sen uyanıktın da ne yaptın? diye Omar küplere bindi.
– Tamam, yeter artık! diye azarladı Ahat. “Kendi aramızda kavga etmediğimiz kalmıştı”. Artık bırakın. Onun yerine hapiste yatan yiğidimizi nasıl kurtaracağız, onu söyleyin. Bu yüzden toplanmadık mı? Korğan, sen ne dersin?
– Ben Rıskul’un bu işte parmağının olmadığını biliyorum. Rus’un atını o almadı. Bu bir iftira, dedi Korğan. Şakağı ve bıyığına ak düşse de, kızıl güzel yüzünden hala çocukluğunun günahsız hali görünüyordu.
– Üsip ne diyor? dedi, Ahat sarkan gövdesine dayadığı başını sallayarak.
Üsip’in appak basık başı sallandı. Elinin kuvveti kalmamıştı. Esen rüzgârın rahatsız ettiği sonbahar yaprakları gibi sürekli titriyordu.
– Biz neler görmedik, ne zaman yok olacağımızı bir Allah bilir. Hısım kardeşimizi, aslan gibi yiğidimizi yalnız bırakıp, ata topraklarımıza döndüğümüzde neyin bereketini bulacağız.
– Hani, bu halka bir çözüm önersen, yün gibi taranıp, zayıflardı diye Omar yine kızgınlığını gizleyemeyerek konuştu. Sürüsünden ayrılan kaybolur. Ata topraktan çıkalı yirmi beş yıl olmuş. Talğar’da evlatlarımızın sakal bıyığı terledi. Allahım, ata topraklara varamadan, akılsız kelebek gibi Saymasay’ın bir parça toprağından gidemez olduk. Bu azap ne zamana kadar sürecek? Çoğumuzun bir ayağı çukurda unutmayın. Yad yerde kemiklerimiz çürüdüğünde, oradaki atalarımızın ruhları sitem etmez mi? Bütün Salik, Şilmembet, Şımır boyuna leke çalınmaz mı? Bu ne büyük felaket? Yurda dönüp “yanıldık, hata ettik” desek, “yolunu kaybedenin ayıbı olmaz, tekrar yuvasına dönmüş” diye bağırlarına basmazlar mı? Karakoyun’a tekrar dönelim, bir arşın toprağa tohum ekip, aldığımız darıya karın doyururken boğazım tıkanıp ölsem, başka arzum yok. Siz yaparsanız yapın, ben dönmeye karar verdim. Ya tevekkül!
Omar sözünü soluk soluğa anca bitirdi.
Uykulu oturan ihtiyar yavaşça sağ elini kaldırdı. Pineklemiyordu, kadim zamanın mollası gibi büzülmüştü.
– Evladım, Omar, sen şu an ortak konudan uzaklaştın farkında mısın? Sesi tifüsten yeni kurtulmuş adam gibi halsizdi. İnsanın kafası Allah’ın topu, hangi ovada kalacağı belli olmaz. Kısmetimizse, Allah izin verir, ataların ruhu bizi terk etmezse, topraklarımıza da döneriz. Ancak oradaki ahali: “Rıskul’u kurban edip, Davılbay’ın gönlüne yakınıp yalvararak, eninde sonunda geri döndünüz” demezler mi? Hepimizin yüreğinde ebediyen lanetlenme şüphesi kalmayacak mı, yani? Sağlıklı kanlı canlı bir yiğidimiz Rıskul, bu felaketten sağ salim kurtulduğunda yüzümüze tükürmez mi? Dahası onun bu sefer suçlu olduğundan kuşkuluyum. Burada mızrak boyu kadar uzun bir iftira olduğu aşikâr. Eğer böyle olmasa, geçen gün bolıs bizim köye neden geldi? Rıskul ile neden yalınız konuştu? İnciterek, kasten tuzak kurup, tüm gücüyle çukura atmadı mı? Onun hilekârlığı Davılbay’ı aşar. Evvela işin karasını akını ayıralım, sonra en tepedekine başvurup huzuruna çıkalım. En azından, ardına düşmezsek, insanlığımız, akrabalığımız nerede kaldı?
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.