Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Sanşiro», sayfa 2

Yazı tipi:

Sanşiro, aklındaki konuyu değiştirip başka bir dünyayı düşünmeye koyuldu. Şimdi Tokyo yolundaydı. Üniversiteye girecekti. Ünlü âlimlerle dirsek teması kuracaktı. Klas sahibi öğrencilerle ahbaplık edecekti. Kütüphanede araştırma yapacaktı. Yazarlıkla uğraşacaktı. Toplumdan itibar görecekti. Annesi mutlu olacaktı. Böyle bir geleceği tembelce düşünüp keyfini geri getirdi, artık yüzünü yirmi üçüncü sayfaya gömme ihtiyacı duymuyordu. Pat diye başını kitaptan kaldırdı. Kaldırınca, çaprazındaki o adamın yine kendisine doğru baktığını gördü. Bu sefer, Sanşiro da adamın bakışlarına karşılık verdi.

Adam, kalın bir bıyık bırakmıştı. Yüz hatları narindi, göze biraz Şinto rahibi gibi gelen bir adamdı. Yalnız dümdüz ve uzun burnu, ona Avrupai bir hava veriyordu. Öğrencilik hayatı henüz devam eden Sanşiro, ne zaman böyle bir tip görse onun bir öğretmen olduğunu varsayardı. Adam sade desenli bir kimononun altına, mütevazı beyaz bir gömlek giymişti; çorapları çivit mavisiydi. Bu kıyafetten yola çıkarak, Sanşiro karşısındakinin ortaokul öğretmeni olduğuna hükmetti. Görkemli bir gelecek hayali kuran Sanşiro’nun gözüne gayet sıkıcı görünen biriydi. Adam kırkında vardı. Bu saatten sonra kendini geliştiremezdi herhalde.


Adam sigarasından derin nefesler çekiyordu. Burnundan uzun duman sütunları çıkıyordu; kollarını kavuşturarak oturuşuna bakınca, ne kadar rahat bir adam diye düşünüyordunuz. Ve siz tam öyle düşününce, adam ansızın, belki tuvalete gitmek için, ayağa kalkıyordu. Kalkınca hımlayarak gerindiği de oluyordu. Galiba canı sıkılıyordu. Yanındaki yolcu, okuduğu gazeteyi bitirip yanına koyduğunda adam, gazeteyi ödünç almak için teşebbüste bulunmadı. Sanşiro durumu yadırgamıştı, Bacon derlemesini bir kenara bırakıverdi. Başka bir roman çıkarıp gerçekten okusam mı diye düşündü ama üşendiği için bu fikrinden caydı. Onun yerine, önündeki adamın gazetesini ödünç almak istedi. Ne yazık ki, önündeki adam çoktan uykuya dalmış, horlamaya başlamıştı bile. Sanşiro elini uzatıp gazetenin üstüne elini koydu ve bilmiyormuş gibi yaparak, “Bu gazeteyi okuyan var mı?” diye bıyıklı adama sordu. Adam rahat bir suratla, “Yoktur herhalde. Okuyunuz,” dedi. Gazeteyi ele geçiren Sanşiro’nun ise, içi hiç rahat etmedi.

Gazeteyi açtı ama içinde okumaya değecek pek bir şey yoktu. Bir iki dakikada, gazeteye göz gezdirmeyi bitirdi. Gazeteyi güzelce katlayıp önceki yerine koyarken, adama başıyla selam verdi; adam da şöyle bir selam verip, “Lise öğrencisi misin?” diye sordu.

Sanşiro, taktığı eski şapkadaki amblemin izi, bu adamın gözüne çarptığı için mutlu olmuştu. “Evet,” diye cevapladı.

“Tokyo’da mı okuyorsun?” diye sordu adam bu sefer.

Sanşiro ilk önce “Hayır, Kumamotoluyum,” dedi. “Ancak…” diye sürdürecekken sustu. Üniversite öğrencisiyim demek istemişti ama bunu belirtmenin gereği yok diye düşünerek çekinmişti. Beriki “Ah, demek öyle,” deyip sigarasını tüttürmeyi sürdürdü. Neden Kumamotolu bir öğrenci yılın bu döneminde Tokyo’ya gidiyor ki diye de sormadı üstelik. Anlaşılan Kumamotolu öğrenciler hiç ilgisini çekmiyordu. Tam bu sırada, Sanşiro’nun karşısında uyumakta olan adam “Hımm, demek öyle,” dedi. Konuştuğu halde besbelli uykudaydı. Kendi kendine konuşmuş filan da değildi. Bıyıklı adam Sanşiro’ya bakıp neşeyle gülümsedi. Sanşiro, fırsattan istifade, “Siz nereye gidiyorsunuz?” diye sordu.

Adam ağır ağır: “Tokyo,” dedi ve sustu. Artık Sanşiro’ya, bir ortaokul öğretmeni gibi görünmüyordu. Ama üçüncü sınıf vagona bindiğine göre, öyle mühim birisi de olamazdı. Sanşiro, sohbeti o noktada bitirdi. Bıyıklı adam da kollarını bağlayıp ara sıra takunyasının15 burnuyla tempo tutup zeminden ses çıkartıyordu. Herhalde canı çok sıkılıyordu. Ama bu adamın sıkıntısı, ona konuşma isteği vermeyen bir sıkıntıydı.

Buharlı tren Toyohaşi’ye vardığında, uyuyan adam hop diye kalktı ve gözlerini ovuşturarak vagondan indi. “Aferin doğrusu, nasıl da doğru zamanda uyanmayı başarabildi,” diye düşündü Sanşiro. Sonra adamın, uyku sersemliğiyle durakları karıştırmış olabileceğini düşünerek pencereden baktı ama katiyen öyle bir durum yoktu. Yolcu sağ salim bilet kontrolünden geçti, aklı tamamen yerinde bir insanın yürüyüşüyle çıkıp gitti. Sanşiro rahatlamıştı, deminki koltuğunun karşısındaki yere geçti. Böylece, bıyıklı adama komşu olmuştu. Bıyıklı adam ise, pencereden boynunu uzatmış bir satıcıdan beyaz şeftali alıyordu.

Şeftalileri kendisiyle Sanşiro’nun arasına koyup, “Buyurmaz mısın?” dedi.

Sanşiro teşekkür edip bir tane yedi. Bıyıklı adam şeftaliyi seviyordu anlaşılan, iştahla yiyordu. Sanşiro’ya da, “Biraz daha ye,” dedi. Sanşiro, bir şeftali daha yedi. İkisi beyaz şeftalileri yerken aralarında, havadan sudan sıcak bir sohbet başladı.



Adamın teorisine göre şeftali, meyveler arasında en bilge16 görüneniydi. Tatları nedense bir acayipti. Üstelik çekirdeklerinin şekli de çok tuhaftı. Her yerlerinde ufak delikler vardı, görüntüleri çok komikti. Sanşiro, ilk kez işittiği bu teoriyi duyunca, amma da sıkıcı muhabbeti varmış bu adamın diye düşündü.

Sonra adam şöyle bir şey anlattı: Guguk17 meyveyi çok severmiş. Ne kadar meyve bulsa hepsini yiyebilirmiş. Bir keresinde şarapta bekletilmiş on altı hurmayı birden yemiş. Hurmalar ona dokunmamış bile. Bendeniz Guguk’la boy ölçüşemem doğrusu. Sanşiro bunları gülümseyerek dinliyordu. O an ilgisini çeken tek şey Guguk’tu sanki. Sanşiro kendi kendine, “Ben de Guguk’tan bahsedeyim,” diyordu ki, adam “İnsan sevdiği şeye el uzatıyor doğal olarak. Başka çaresi yok. Domuzların eli yok ama onlar da burunlarını uzatıyorlar. Domuzu bağlayıp kımıldamaz hale sokarsan, o burnunun önüne de leziz bir şeyler koyarsan, hayvan kımıldayamıyor ya, burnu uzadıkça uzarmış. Yemeğe ulaşana kadar uzarmış burnu. Dünyada güçlü bir arzudan daha korkunç hiçbir şey yoktur,” dedi ve gülümsedi. Konuşma tarzı, ciddi mi yoksa şaka yollu mu konuştuğunu ayırt etmeyi zorlaştırıyordu. “Çok şükür biz domuz değiliz. Burnumuz istediğimiz her şeye doğru uzasaydı, şimdiye kadar mutlaka trene sığmamızı önleyecek kadar uzun burunlarımız olurdu.”

Sanşiro kıkırdadı. Ama muhatabının çehresi, şaşılacak kadar sakindi.

“Sahiden ürkütücü. Leonardo Da Vinci denen adam, bir keresinde şeftali ağacına arsenik enjekte etmiş biliyor musun; zehir ağacın meyvelerine gidecek mi diye deney yapmış. Ne yazık ki ağacın meyvesini yiyip ölenler olmuş. Ürkütücü, ürkütücü. Dikkat etmezsen başına her şey gelebilir,” diye diye, peş peşe yediği beyaz şeftalilerin çekirdeklerini ve kabuklarını bir gazete kâğıdına sardı ve pencereden dışarıya attı.

Artık Sanşiro’nun içinden gülmek gelmiyordu. Leonardo Da Vinci’nin ismini duyunca biraz irkilmiş, nedense geçen geceki kadını anımsamış ve içinde acayip bir rahatsızlık duymuştu; bu yüzden içine kapandı. Ama adam bunu fark etmişe benzemiyordu. Nihayet, “Tokyo’nun neresine?” diye sordu.

“Aslında oraya ilk kez gidiyorum, şehri pek tanımıyorum… Şimdilik, bizim memleketlilerin konukevinde kalacağım herhalde,” dedi.

“Öyleyse artık Kumamoto’ya…”

“Geçen dönem mezun oldum.”

“Haa, demek öyle,” dedi adam ama ne bir tebrik cümlesi ne bir aferin ekledi. Sadece, sanki çok doğal bir şey söylercesine, “Öyleyse şimdi üniversiteye gireceksin herhalde?” diye sordu.18

Sanşiro verecek uygun bir karşılık bulamadı. Onun yerine, “Evet,” diye iki heceyle yetindi.

“Bölümün ne?” diye bir soru geldi bu kez.

“Sosyal bilimler.”

“Hukuk mu?”

“Hayır, edebiyat.”

“Haa, demek öyle,” diye tekrarladı adam. Bu “Haa, demek öyle”leri her duyuşta Sanşiro bir tuhaf oluyordu. Karşısındaki kesinlikle ya çok eğitimli biriydi ve Sanşiro’yu önemsiz görüyordu ya da üniversitelerle tümden alakasız, onları umursamayan bir adamdı. Ama Sanşiro bu iki ihtimalden hangisinin geçerli olduğunu kestiremiyor; bu adama karşı nasıl bir tutum takınacağını da bilemiyordu.



Hamamatsu’da ikisi beraberce konserve yediler. Yemekleri bittiği halde tren hareket etmedi. Sanşiro pencereden baktığında, dört beş tane Batılı insanın trenin yanında gezindiğini gördü. Aralarında galiba evli bir çift vardı, hava sıcak olduğu halde kol kola girmişlerdi. Kadın tepeden tırnağa bembeyaz bir kimono giymişti ve çok güzeldi. Sanşiro, doğduğu günden bugüne dek sadece beş ya da altı tane Batılı görmüştü. İkisi, Kumamoto’daki lisesinde öğretmendi ve bu iki öğretmenden biri de ne yazık ki bir kamburdu. Kadın olarak bildiği tek Batılı bir misyonerdi. Gayet sivri bir suratı vardı o kadının; mezgit balığına, sarıkuyruğa veya baraküdaya19 benzerdi. Dolayısıyla, böylesine gösterişli ve güzel bir Batılı, Sanşiro’nun gözüne hem çok ilginç geliyordu, hem de çok asil görünüyordu. Sanşiro, kadını seyretmeye dalmıştı. “Batılıların kendilerini beğenmesine şaşmamak gerek,” diye düşündü. “Eğer Batı dünyasına gidip böyle insanların arasında kalsam kesinlikle kendimi çok küçük hissederdim,” dedi kendi kendine. Batılı çift penceresinin önünden geçerken Sanşiro kulak kesilip dinledi, ama konuşmalarından hiçbir şey anlayamadı. Telaffuzları, Kumamoto’daki öğretmeninkinden çok farklıydı.

Biraz sonra, yol arkadaşı pencereden başını uzatıp, “Tren hareket edeceğe benzemiyor,” diyerek az önce geçip gitmiş Batılı çifte göz attı. “Ah, güzelmiş,” diye mırıldandı ve hafifçe esnedi. Sanşiro, kendisinin tam bir taşralı gibi davrandığını fark edip boynunu pencereden içeri çekti ve oturdu. Adam da, onun ardından koltuğuna döndü ve “Batılılar da pek güzel oluyor değil mi?” dedi.

Sanşiro, uygun bir karşılık bulamayıp gülümsemekle yetindi. O gülümseyince bıyıklı adam, “İkimize de acıyorum,” deyiverdi. “Böyle suratlarımız oldukça, böyle çelimsiz göründükçe, istediğimiz kadar Japon-Rus Savaşı’nı kazanalım, Büyük Güçler arasına girelim fayda etmez. Zaten binalara da baksan, bahçelere de baksan ikisi de yüzlerimize benzeyen yerler… Madem Tokyo’ya ilk defa gidiyorsun, Fuji Dağı’nı görmüşlüğün de yoktur. Buradan görünüyor, iyice bak bakalım. O, Japonya’daki en ünlü şey. Onun dışında övüneceğimiz hiçbir şeyimiz yok. Bu arada o Fuji Dağı da, ezelden beri var olmuş doğal bir şey, yani başarıdan sayılmaz. Bizim diktiğimiz bir şey değil,“ dedi ve tekrar gülümsedi. Sanşiro, Japon-Rus savaşından20 sonra böyle bir insanla karşılaşacağını aklının ucundan bile geçirmemişti. Adam ona sanki Japon değilmiş gibi geliyordu.

“Fakat Japonya gelecekte adım adım gelişecek,” diye ülkesini savundu. O zaman adam, sanki olup bitmiş bir şeyden bahseder gibi, “Mahvolacak,” dedi. Eğer Kumamoto’da birisi ağzından böyle bir söz çıkaracak olsaydı, o saat yumruğu yerdi. Hatta belki de vatan haini muamelesi görürdü. Sanşiro, böylesi fikirlerin kafasının bir köşesine bile girmesine müsaade etmeyen bir atmosferde büyümüştü. O yüzden adamın, gençliğinden istifade edip onunla dalga geçiyor olabileceğini düşündü. Adam, halen neşeli neşeli gülümsüyordu. Buna rağmen o sakin konuşma tarzında alay eder gibi bir hal de yoktu. Sanşiro adamı çözememişti, onunla muhatap olmamaya karar verip sustu. O zaman adam şöyle dedi:

“Tokyo Kumamoto’dan geniştir. Japonya da Tokyo’dan geniştir. Ve Japonya’ya…” Sözünü yarıda kesti, Sanşiro’nun yüzüne bakıp onun kendisini dinlediğinden emin oldu. “Japonya’ya kıyasla da insanın kafası geniştir,” dedi. “Aklını ele geçirmelerine izin verme. Yoksa Japonya’ya hizmet ettiğini sanırken bile sadece ona zarar verirsin.”

Bu sözleri duyduğu an, Sanşiro, Kumamoto’yu sahiden geride bırakmış olduğunu hissetti ve anladı ki, Kumamoto’da geçirdiği günler boyunca kendisi çok ödlek birisi olagelmişti.

O akşam Sanşiro, Tokyo’ya ulaştı. Bıyıklı adam, ayrıldıkları ana kadar ona ismini söylemedi. Sanşiro, “Tokyo’ya vardıktan sonra, elimi sallasam böyle bir adama çarpacak nasılsa,” diye düşündü ve adamın adını soyadını sormaya kalkışmadı.

İki

Sanşiro’yu Tokyo’da şaşırtan pek çok şey vardı. İlk önce, elektrikli tramvayların çıkardığı “çin-çin” sesine şaşırdı. Sonra, iki çin-çin sesi arasında inanılmaz sayıda insanın binip inmesine şaşırdı. Daha sonra Marunouçi’de21 şaşırdı. Onu en çok şaşırtansa, ne kadar giderse gitsin Tokyo’nun bir türlü bitmek bilmemesiydi. Üstelik nereye yürürse yürüsün, sökülmüş kalaslar ve yığılmış molozlar buluyordu; her sokağın yanında iki üç tane yeni ev vardı, yarısı yıkılmış depoların ayakta kalmış ön yarılarına bakınca insanın içi daralıyordu. Her şey imha edilme halindeydi adeta. Ve aynı anda, her şey inşa edilmekteydi. Acayip bir hareketlilikti bu.

Sanşiro çok şaşkındı. Yani, alelade bir köylü ilk defa kentin ortasında durduğunda ne kadar şaşırırsa, Sanşiro da o kadar şaşırmıştı. Şimdiye dek aldığı tahsil, onun şaşırmasını önlemekte reçetesiz satılan bir ilaç kadar bile etkili olamamıştı. Bu şaşkınlıkla beraber, Sanşiro’nun özgüveni yaklaşık yüzde kırk oranında azalmıştı. Kendini çok rahatsız hissediyordu.

Eğer bu vahşi faaliyet, gerçek dünya denen şeyin ta kendisiyse, demek ki kendisinin bugüne kadarki yaşantısı gerçek dünyayla tamamen alakasızdı. Adeta bir mağarada, uykuda yaşamıştı. O halde bugünden sonra uyumayı bırakıp bu faaliyete katılabilecek mi diye sorarsanız, bu onun için pek de kolay olmayacaktı. Şu an, o faaliyetin tam ortasında duruyordu. Ancak dört bir yanında sürüp gitmekte olan o faaliyet gözlerinin önüne serilmişti, o kadar. Bir öğrenci olarak sürdürdüğü yaşantıda değişiklik yoktu. Dünya, ileri geri çalkalanıp duruyordu. Kendisi o çalkantıyı seyrediyordu. Ama o çalkantıya katılmak elinden gelmezdi. Kendi dünyası ile gerçek dünya, birer kenarlarıyla yan yana gelmiş olsalar da, halen kesişmemişlerdi. Gerçek dünya, ileri geri çalkalanarak ve Sanşiro’yu geride bırakarak geçip gidiyordu. Sanşiro çok huzursuz olmuştu.

Sanşiro, Tokyo’nun göbeğinde durup elektrikli ve buharlı trenlerin, beyaz kimono giymiş insanların, siyah kimono giymiş insanların faaliyetini seyrederken bunları hissetti. Ancak öğrencilik yaşantısının arka planında yatmakta olan fikir dünyasındaki hareketliliğin hiç mi hiç farkında değildi. Meiji çağının22 fikir dünyası, Batı âleminin tarihinde üç asırda yaşanan her şeyi, son kırk yılda tekrar etmişti.

Sanşiro’nun, hareketli Tokyo’nun bağrında kapana kısıldığı, tek başına tutsak olduğu o günlerde, memleketteki annesinden bir mektup geldi. Bu, onun Tokyo’dayken aldığı ilk mektuptu. Zarfı açtığında karşısına çıkan sayfalar, bir sürü şeyden bahsediyordu. Evvela, bu yıl da hasadı çok şükür kaldırdık diye başlıyor, sağlığına mutlaka dikkat etmelisin diye bir ikazla devam ediyor, Tokyo’da herkes kurnazdır ve insanlar kötüdür, o yüzden dikkatli ol diyor, okul harçlığını her ayın sonunda yollayacağız, için rahat olsun diye ekliyor, Katsutalardan Bay Masa’nın yeğeni olan biri hükümet okulundan mezun olmuş da temel bilimler akademisine mi neye girmiş, onu bir ziyaret et ki sana yardım etsin diye bitiyordu. Anlaşılan annesi en önemli şeyi, yani o adamın ismini yazmayı unutmuştu da, mektubun kenarına “Bay Souhaçi Nonomiya” diye eklemişti. Mektubun kenarında iki üç tane not daha düşülmüştü: Saku’nun kömür karası atı hastalandı öldü, Saku çok zor durumda kaldı, deniyordu. Mivatalardan Bayan O-Mitsu sana tatlıbalık yolladı, ama Tokyo’ya gönderseydik balıklar yolda kokardı o yüzden hepsini biz yedik, diye de bir not vardı.

Sanşiro mektuba bakınca, sanki eline karanlık çağlardan kalma bir belge geçmiş gibi hissetti. Annem kusura bakmasın ama benim bunları okuyacak zamanım yok diye düşündü. Yine de mektubu baştan sona iki kez okudu. Bir diğer deyişle, Sanşiro gerçek dünyayla bir şekilde temas kurmuş olsa bile, şimdilik annesinden başka kimsesi yoktu. Ve o annesi de, eski bir taşra beldesinin eski kafalı insanlarından biriydi. Ondan başka, bir de trende tanıştığı kadın vardı. O da, bir şimşek gibi gelip geçmişti. Kadınla tanışıklığı, birliktelik denmeyecek kadar kısa sürmüş ve çok keskin geçmişti. Sanşiro, annesinin sözünü dinleyip Souhaçi Nonomiya’yı ziyaret etmeye karar verdi.



Sonraki gün, normalden bile daha sıcak23 bir gündü. Sanşiro, “Okullar tatil, o yüzden temel bilimler akademisine gitsem bile Nonomiya’yı orada bulamayabilirim,” diye düşündü. Ama annesi Nonomiya’nın hangi yurtta kaldığını yazmadığı için, hele gidip bir soralım bakalım dedi ve öğleden sonra dörtte, lisenin yanından geçince az ilerideki Yayoi Mahallesi24 kapısından kampüse girdi. Yol bir parmak tozla kaplıydı ve bu tozda, tahta takunyaların dişleri, ayakkabıların tabanları, hasır sandaletlerin altları net desenler bırakmıştı. Arabaların25 ve bisikletlerin izleri sayılamayacak kadar çoktu. Kalbi boğacak kadar iç sıkıcı bir yoldu, ama kampüse girince insan kendini üniversiteye layık bir bahçede, ağaçlar arasında buluyor ve biraz rahatlıyordu.

Sanşiro, en yakındaki kapıdan geçmeye yeltendi ama kapı kilitliydi. Binanın diğer yanına dolanması da hiçbir işe yaramadı. Sanşiro, sonunda binanın yan tarafına çıktı. “Şansımı bir de burada deneyeyim,” diyerek yan kapıyı itince kapı ardına kadar açıldı. Koridorun köşesinde bir müstahdem uyukluyordu. Sanşiro neden geldiğini söyleyince, müstahdem kafasını toplamak istercesine Ueno ormanının manzarasını seyretti ve aniden, “Belki buradadır,” deyip bir odaya girdi. Kısa bir sessizlik oldu. Adam nihayet odadan çıktı. Dostça bir tavırla, “Buradaymış. Geliver hele,” dedi. Sanşiro, müstahdemin peşine takılıp köşeyi döndü, beton koridordan geçip bir kat aşağıya indi. Dünya birden loşlaşmıştı. Dışarıdaki yakıcı güneşte kamaşmış gözleri bir müddet iyi göremedi, ama bir süre sonra karanlığa alıştı. Burası bodrum kat olduğundan nispeten serindi. Sol tarafında bir kapı vardı ve kapı aralık duruyordu. Orada, bir çehre seçiliyordu. Alnı geniş, gözleri iri, Budist keşişleri hatırlatan bir çehreydi. Yazlık gömleğinin üstüne ceket giymişti ama ceketinde yer yer lekeler vardı. Boyu hayli uzundu. Bu sıcak havada bile terlemeyecek kadar sıska biriydi. Eğilip selam verdiğinde, ensesi ve sırtı sanki cetvel yutmuşçasına dümdüz oluyordu.

“Buyurun,” diyerek yüzünü eşikten geri, odaya çevirdi. Sanşiro kapının önüne geldi ve odanın içine göz attı. Genç Nonomiya, bir sandalyeye oturmuştu bile. Bir kez daha, “Buyurun,” dedi. Buyurun diyerek davet ettiği yerde bir sehpa vardı. Dört çubuğun üstüne oturtulmuş bir tahtadan ibaret, sade bir şeydi. Sanşiro, sehpaya oturup adama kendini tanıttı. Sonra da, “Sizinle tanıştığıma gerçekten çok memnun oldum,” diye ekledi. Nonomiya, sadece, “Evet, evet,” diyerek onu dinliyordu. Tavırları, trende beyaz şeftali yiyen adamınkine benziyordu. Sanşiro artık diyeceklerini tüketmişti, sustu. Nonomiya da, “Evet, evet,” demeyi kesti.

Etrafına bakınınca, daha önce fark etmediği meşeden bir masa gördü. Masanın üstü epey kalabalıktı; orada her yanından kalın kablolar görünen bir makine, makinenin yanında da kocaman bir cam çanak dolusu su vardı. Bunlardan başka bir eğe, bir bıçak, bir de boyunbağı duruyordu. Son olarak masanın uzak köşesine, bir metre eninde granit bir levha üzerine, turşu kavanozu ebadında bir acayip aygıt konmuştu. Sanşiro, gözlerini bu kavanoz benzeri şeyin ortasına açılmış iki deliğe yaklaştırdı. Delikler, koskoca bir yılanın gözleri gibi parlıyordu. Nonomiya gülümseyerek, “Işık çıkarıyor değil mi?” dedi. Sonra da, açıklamaya koyuldu:

“Gündüz saatlerinde aygıtları hazırlıyoruz, gece olup diğer insanlar dinlenmeye çekildikten sonra, bu sessiz ve karanlık depoda, teleskopla o göz küresine benzer şeylere bakıyoruz. Ve ışınım basıncını ölçme deneyleri yapıyoruz. Bu yılın başından beri bu işle uğraşıyoruz ama ekipman yetersizliği gibi sıkıntılar yüzünden istediğimiz sonuçları alamadık. Yazın burası nispeten tahammül edilebilir bir yerdir, ama soğuk geceler başlayınca dayanması çok zordur. Palto giyip boynuna atkı dolasan bile öyle soğuktur ki, çalışamazsın.”

Sanşiro çok şaşırmıştı. Şaşkınca, “Işık nasıl basınç yapacak ki? Yapsa bile o basınç ne işe yarayacak ki?” diye düşündü, anlatılanların özünü kavramak için çırpınıyordu.



Sonra Nonomiya, Sanşiro’ya “Bak bakalım,” dedi. Sanşiro yarım bir ilgiyle, taş levhanın iki üç adım önünde duran teleskobun yanına gitti ve sağ gözünü merceğe dayadı, ancak hiçbir şey göremedi. Nonomiya, “Durum ne, görebiliyor musun?” diye sordu. “Bir şey görünmüyor,” diye cevapladı Sanşiro. “Ah, kapağını çıkarmamışız,” dedi Nonomiya, sandalyesinden kalkıp geldi ve teleskobun önünü kapatan şeyi çıkardı.

Sanşiro teleskoptan bakınca, sadece kenarları flu bir ışık ve bu ışığın içinde, ölçüm amacıyla çizilmiş derece çizgilerini gördü. Aşağıda 2 rakamı okunuyordu. Nonomiya tekrar, “Durum ne?” diye sordu. Sanşiro, “2 rakamı görünüyor,” deyince, “Şimdi çalıştıracağım,” dedi ve karşıya geçip bir şeyler yapmaya başladı.

Derece, ışık huzmesinin içinde hareket etmeye başladı. 2 rakamı kayboldu. Onun yerine 3 rakamı geldi. Sonra o da yerini 4 rakamına bıraktı. Ve 5’e. Böylece 10 rakamına kadar çıktı gösterge. O zaman derece, tersine hareket etmeye başladı. 10 rakamı kayboldu, 9 rakamı kayboldu, 8’den 7’ye, 7’den 6’ya, gösterge adım adım 1’e kadar geldi. Nonomiya tekrar, “Durum ne?” dedi. Sanşiro şaşalayarak teleskoptan gözünü ayırdı. Gördüğü derecenin ne anlama geldiğini sormaya cesaret edemedi.

Kibarca teşekkür edip depodan ayrıldı. İnsanların gezindiği yere çıktığında, dünya halen cayır cayır yanıyordu. Sanşiro, sıcağa rağmen derin bir nefes aldı. Batıya doğru alçalmakta olan güneş, tepeye yandan vuruyor; tepenin her iki tarafındaki mühendislik bölümü binalarının camları alev almışçasına parlıyordu. Gökte tek bulut yoktu, açık gökten, Batı ufkundan yakıcı bir ateşin alevleri, kızıl bir pus halinde esip geliyor, Sanşiro kafasının tepesi yanıp kül olacakmış gibi hissediyordu. Yandan çarpan güneş sırtını ısıtırken, Sanşiro sol taraftaki ormanın içine girdi. Akşam güneşi, ormana da yandan vuruyordu. Siyaha çalan yemyeşil yaprakların arasından süzülen gün ışığı kızıldı. Zelkova ağaçlarının tombul gövdelerinde cırcırböcekleri ötüyordu. Sanşiro bir göletin kıyısına geldi ve çömelip oturdu.

Ortalık son derece sessizdi. Tramvayların sesi bile işitilmiyordu. Normalde Kızıl Kapı’nın26 önünden geçmesi gereken tramvayın rotası, üniversitenin protestosu üzerine Koişikava’dan dolaşacak şekilde değiştirilmişti; Sanşiro memleketindeyken gazetede okumuştu bunu. Sanşiro, göletin kıyısına çömelmiş otururken deminki olayları hatırından geçirdi. Civarından tramvayların bile geçmediği bu üniversite, toplumdan oldukça yalıtılmış bir yerdi.

İnsan kazayla kendini burada bulunca, bir bodrumda altı aydan fazla süre, ışığın basıncı deneyleri yapmış Nonomiya gibi insanlara rastlıyordu. Nonomiya son derece mütevazı giyinmişti ve ona dışarda rastlayan birisi, genç adamı elektrik şirketinde çalışan bir teknisyen sanabilirdi. O bile besbelli, bir bodrumu işlik edinmiş ve hiç mi hiç savsaklamadan, kendini araştırmalarına adamıştı. Ancak teleskobun içindeki gösterge ne şekilde kımıldarsa kımıldasın, gerçek dünya onunla ilgilenmeyecekti. Belki de Nonomiya’nın, gerçek dünyayla ömür boyu temas kurmaya niyeti yoktu. Yani Nonomiya, bu sessiz sakin atmosferi soluya soluya, öyle bir karaktere dönüşmüştü. Belki kendisi de günün birinde, farkına dahi varmadan, yaşamını dünyayla alakası kalmamış bir şekilde sürdürmeye başlayacaktı.

Sanşiro kımıldamadan göletin yüzeyine baktı, civardaki büyük ağaçların pek çoğunun yansıması suda kendini gösteriyordu; daha da derinlerde mavi gökyüzü görünüyordu. Sanşiro o an kendini tramvaylardan da, Tokyo’dan da, Japonya’dan da çok uzaklara gelmiş gibi hissetti. Fakat biraz sonra, bu duyguya bulut gibi bir yalnızlık bulaştı. Nonomiya’nın bodrumuna tek başına girip otursa, kendini ancak bu kadar ıssız hissederdi. Kumamoto’daki lisesinde okurken, bu yerden daha da sessiz olan Tatsuta Dağı’na çıkmış, çuhaçiçeklerinin bürüdüğü oyun alanında uyumuş, adeta dünyayı unutmuştu; ama şimdi içine düştüğü yalnızlık duygusunu ömründe ilk kez tadıyordu.

Bunun sebebi, Tokyo’daki o delice hareketliliği görmüş olmak mıydı? Yoksa – Sanşiro’nun yüzü kızardı. Çünkü trende karşılaştığı kadını anımsamıştı. Galiba kendisine gerçek dünya lazımdı. Lakin gerçek dünyanın tehlikelerinden korkuyor ve ona yaklaşamayacağını hissediyordu. Sanşiro, “Bir an evvel öğrenci yurduna dönüp anneme mektup yazayım bari,” diye düşündü.



Gözünü sudan kaldırdığında, sol yanındaki tepenin eteklerinde iki kızın durduğunu gördü. Kızların ayaklarının dibinde gölet başlıyordu; arkalarında, dik bayırda bitmiş ağaçlardan bir koru, onun da ardında ise gösterişli kırmızı tuğlalardan gotik tarzda bir bina vardı. Ve batmaya yüz tutmuş güneş, tüm bunların ötesinden ışınlarını gönderiyordu. Kızlar yüzlerini güneşe doğru dönmüş duruyorlardı. Sanşiro’nun çömeldiği gölgelikten bakınca tepenin üstü müthiş aydınlık görünüyordu. Kızlardan biri parlıyordu adeta, yelpazesiyle yüzünü gölgelemişti. Çehresi görünmüyordu. Ama Sanşiro, onun kimonosunun ve kuşağının rengini açıkça seçmişti. Hatta kızın çoraplarının beyaz olduğu da gözüne çarpmıştı. Sandaletinin bağcıklarının rengini değilse de, kızın hasır sandalet giydiğini görebilmişti. Diğer kızsa bembeyaz giyinmişti. Onun elinde yelpaze yoktu. Alnını kırıştırarak karşı tarafa, dallarını gölete suyu örtmek ister gibi uzatan yaşlı ağaçlara bakıyordu. Yelpazeli kız ondan biraz daha ileride durmuştu. Beyazlı ise gerideydi, göletin kıyısına çok yakındı. Sanşiro’nun durduğu yer kızların tam karşısında değil, biraz çaprazındaydı.

O anda Sanşiro’yu etkileyen tek şey renklerin güzelliğiydi. Ama taşralı olduğu için, renklerin gözüne neden güzel göründüğü sorulsa ne sözle ne de yazıyla cevap verebilirdi. Sadece beyazlı kızın, bir hemşire olduğunu düşünüyordu.

Sanşiro kızlara bakakalmıştı. O bakarken beyazlı kız kımıldadı. Bu kımıldayışın bir amacı yoktu. Sanki ayakları öylesine, kendiliğinden yürüyüvermiş gibiydi. Sanşiro, yelpazeli kızın da hareket etmiş olduğunu fark etti. İkisi, sözleşmişçesine amaçsız bir yürüyüşle tepeden aşağı indiler. Sanşiro da onları seyretti elbette.

Tepenin altında taştan bir köprü vardı. Kızlar köprüye uğramadan dümdüz yürürlerse, temel bilimler bölümünün oraya çıkarlardı. Köprüden geçerlerse, suyun öbür yakasına, yani Sanşiro’nun olduğu yakaya gelirlerdi. Kızlar taş köprüye adım attılar.

Yelpazeli, artık yüzünü gizlemiyordu. Sol elinde küçük, beyaz bir çiçek tutuyordu; onu koklaya koklaya yaklaştı. Burnunun altındaki çiçeğe baka baka yürüdüğü için gözleri aşağıya dönüktü. Böylece Sanşiro’nun bir adım önüne kadar geldi ve aniden durdu.

“Bu nedir acaba?” dedi ve yukarıya baktı. Başının üstünde kocaman bir gürgen ağacı, güneşi göstermeyecek kadar sık yapraklarını su kıyısına dek daire şeklinde yaymıştı.

“Bu bir gürgen,” dedi hemşire. Adeta çocuğa ders verir gibiydi.

“Demek öyle. Ama palamutları henüz olmamış,” dedi ve göğe bakan yüzünü tekrar indirdiği an, Sanşiro’yla göz göze geldi. Sanşiro, kızın kara gözlerinin kımıldadığı ânı görmüştü. O an, renklere karşı duyduğu hisler kayboldu ve yerlerini, adını koyamadığı bir şeye bıraktı. Bu şey kısmen, trendeki kadından “Siz cesaretsiz birisiniz değil mi?” cümlesini işittiği an hissettiklerine benziyordu. Sanşiro, büyük bir korkuya kapıldı.

İki kız, Sanşiro’nun önünden geçtiler. Daha genç olanı, şimdiye dek kokladığı beyaz çiçeği Sanşiro’nun önüne bırakıp gitti. Sanşiro, ikilinin ardından uzun uzun baktı. Hemşire önden gidiyordu. Daha genç olan kızsa geriden gidiyordu. Şaşaalı renklerin arasından, boyanmamış kuşağının beyazı kendini gösteriyordu. Saçına da bembeyaz bir gül takmıştı. O gül, gürgen ağacının gölgesinin altında, siyah saçlarının arasında öylesine ışıltılıydı ki!

Sanşiro dalgınlaşmıştı. Nihayet alçak sesle, “Bu bir çelişki27,” dedi. Üniversitenin atmosferiyle o kız mı çelişiyordu, yoksa renklerle o bakışlar mı çelişiyordu, o kıza bakınca trendeki kadını anımsaması mı çelişkiydi, yoksa geleceği için aldığı iki karar birbiriyle mi çelişiyordu yahut deminki rastlaşmanın ona hem müthiş bir mutluluk, hem de korku vermesi mi çelişkiydi? Taşralı genç adam tüm bu soruların cevabını bilmiyordu. Ama bir yerlerde bir çelişki vardı.

Sanşiro, kızın bırakıp gittiği çiçeği yerden aldı ve kokladı. Ama çiçeğin herhangi bir kokusu yoktu. Sanşiro, çiçeği gölete fırlattı. Çiçek suda yüzüyordu. Ve ansızın, karşı kıyıdan birileri ona seslendi.



Sanşiro gözlerini çiçekten ayırdı. Uzun süredir taş köprüde duran Nonomiya’yı yeni fark etmişti. “Sen hâlâ burada mıydın?” diyordu Nonomiya. Sanşiro cevap vermeden önce sessizce yürüdü. Taş köprüye çıkarak, “Evet,” dedi. Bu cevabı vermesi epey zaman almıştı. Ama Nonomiya, durumu hiç mi hiç yadırgamadı.

“Serinledin mi?” diye sordu. Sanşiro yine, “Evet,” dedi.

Nonomiya, bir müddet göletin sularına baktıktan sonra, sağ elini cebine sokup bir şeyler aradı. Cebinde, yarısı görünen bir zarf vardı. Bu zarfın üstündeki yazı, bir kadının el yazısına benziyordu. Nonomiya, düşündüğü şeyi bulamamış olacak ki, elini cebinden çıkardı ve şöyle dedi:

“Bugün cihazlarımızda ufak bir arıza çıktı da, akşamki deneyleri iptal ettik. Ben de eve gidiyordum, Hongo civarına doğru yürüyecektim. Sen de benimle yürümez misin?”

Sanşiro teklifi memnuniyetle kabul etti. Beraberce yokuşu çıkıp tepenin doruğuna vardılar. Nonomiya, az önce kızların durduğu yerde biraz duraksadı, bakışlarını karşıdaki yeşil ağaçların arasından görünen kırmızı binada, bayırın yüksekliğine nispet yaparcasına durgun gölette gezdirerek:

“Güzel manzara değil mi? Şu ‘building’ bu noktadan biraz daha iyi görünüyor. Ağaçların arasında boşluk var çünkü. Güzel, değil mi? Fark etttin mi? O bina oldukça iyi inşa edilmiş. Mühendislik bölümünün binası da iyidir ama o bina daha güzel.”

Sanşiro, Nonomiya’nın estetik anlayışına biraz şaşmıştı. Ne yalan söylemeli, kendisi iki binadan hangisinin daha güzel olduğunu söyleyebilecek durumda değildi. Bu yüzden Sanşiro, tıpkı az önce Nonomiya’nın yaptığı gibi, söylenen her şeye “Evet, evet,” diye cevap verdi.

“Ya bu ağaçların ve suyun yarattığı etkiye ne demeli? Çok da ahım şahım bir şey değil ama Tokyo’nun tam ortasında olduğumuzu düşününce… Sakin bir yer, değil mi? Böyle bir mekân olmadan eğitim yapılamaz, değil mi? Tokyo son zamanlarda tam bir keşmekeş haline geldi, ne yazık ki. Şurası, Eğitim Sarayı…” diye, yürürken sağ eliyle bir binayı işaret etti. “Profesörlerin kurultay yaptıkları yer. Eh, neyse ki benim oraya işim düşmüyor. Bodrumda çalışmaktan başka bir şey yapmam gerekmiyor. Son zamanlarda ilim çok emek gerektirir oldu, biraz olsun tembellik etsen geride kalırsın. Benim bodrumdaki çalışmalarımla alay edenler var, ama öyle bir işle meşgulken insanın kafası canavar gibi çalışır. Beynin, elektrikli bir tramvaydan daha hızlı işlemeye başlar. Hatta yaz tatiline çıktığında hayıflanırsın,” diyerek başını engin göklere doğru kaldırdı. Gökyüzü, artık neredeyse kararmıştı.

15.O yıllarda pek çok Japon, geleneksel tahta takunyaları Batı tarzı kunduraya tercih ediyordu. (ç.n.)
16.Orijinal metinde Sennin: Çin / Japon mitolojisinde ölümsüzlüğün sırrını bulmuş bilgelere verilen ad. Bazı efsanelere göre, bilgelerin ölümsüzlük kaynağı sihirli bir şeftalidir. (ç.n.)
17.Japon şair Noboru Masaoka (1867-1902), “Şiki” (Guguk) mahlasıyla yazardı. (ç.n.)
18.O yıllarda Japonya’da sadece birkaç üniversite vardı ve bunların çoğu Tokyo’daydı. Taşralı Sanşiro, üniversiteli olmayı büyük bir başarı sayıyor ve karşısındakinin kayıtsızlığına şaşıyor. (ç.n.)
19.Soseki nükte yapıyor. Japon yazısıyla “Kamasu” (baraküda) diye yazarken kullanılan karakter, “misyoner” sözcüğü yazılırken kullanılan karaktere benzer. Ve balık, Hıristiyanlıkta Mesih’i simgeler. (ç.n.)
20.Japonların zaferiyle biten savaş, ekonomik anlamda önemli bir kazanç getirmese de Japonya’ya dünya çapında büyük prestij sağlamış ve Japonlara özgüven vermişti. (ç.n.)
21.Kelime manasıyla “Halka İçi”. O dönemin önemli bir alışveriş bölgesi. (ç.n.)
22.İmparator Meiji’nin saltanat çağı (1868-1912) Japonya için hızlı bir modernleşme devri oldu. Nice Batılı fikir akımı ülkeye bir anda geldi ve bunlar özümsenene kadar tuhaf bir keşmekeş yaşandı. Örneğin Japon mimarisi barok, rokoko ve oryantalist tarzların her birini üç beş yıl deneyip terk etti. (ç.n.)
23.Tokyo oldukça sıcak bir iklime sahiptir. (ç.n.)
24.1884’te bu kapı yanında yapılan kazıda tarihi eserler bulundu. Eserler Japonların Asya anakarasından gelen atalarınca kurulmuş ilk uygarlıktan kalmaydı. Bu uygarlık halen “Yayoi Kültürü” diye anılır. (ç.n.)
25.Bu sözle kısmen at arabaları, ama daha ziyade el arabaları ve çekçekler kast ediliyor. (ç.n.)
26.Japoncada “Akamon“. Tokyo Üniversitesi’nin girişlerinden biri. (ç.n.)
27.Japoncada “çelişki, paradoks” manasında kullanılan Mujun, kelime anlamıyla “Mızrak ve Kalkan” demektir. Delici gücü sonsuz bir mızrak ve dayanıklılığı sonsuz bir kalkanın karşılaştığını hayal edin. (ç.n.)
₺63,51