Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Sanşiro», sayfa 3

Yazı tipi:

Durgunlaşmış gökyüzünde ince beyaz bulutlar, bir fırçanın bıraktığı izler misali, yanlamasına uzanıp gidiyordu.

“Şunu biliyor musun?” dedi Nonomiya. Sanşiro, başını kaldırıp yarı saydam bulutlara baktı.

“Onların hepsi, aslında kar taneciklerinden oluşuyor. Böyle aşağıdan bakınca, hareket etmiyor gibi görünüyorlar. Ama aslında, yeryüzünde görülen kasırgalardan bile daha hızlı rüzgârlarca savruluyorlar. Ruskin’in eserlerini okudun mu?”

Sanşiro, cesareti kırılmış bir edayla okumadığını söyledi. Nonomiya sadece, “Şu göğün resmi yapılsa ne ilginç olurdu. Belki de Haraguçi’yle konuşmalıyım,” dedi. Elbette Sanşiro, Haraguçi denen bu ressamın da kimin nesi olduğunu bilmiyordu.


İkisi, Baelz’in28 bronz heykelinin önünden Karataçi Tapınağı’na bitişik demiryolu geçidine kadar yürüdüler. Heykelin önünden geçerken, “Bu heykel sence nasıl?” diye bir soruya maruz kalan Sanşiro yine bocaladı. Etrafta vızır vızır akan bir trafik vardı. Tramvaylar peş peşe geçip duruyordu.

“Tramvay sesi sinirini bozuyor mu?” diye sordu Nonomiya. Tramvayların gürültüsü, Sanşiro’ya göre sinir bozucu değil, dehşet verici düzeydeydi. Yine de, sadece “Evet,” demekle yetindi. Nonomiya ise, “Bence de sinir bozucu,” dedi. Ancak hiç de siniri bozulmuş gibi durmuyordu.

“Ben kondüktöre sormadan, tek başıma, kafama göre aktarma yapamıyorum. Son iki üç yılda tramvayların sayısı o kadar arttı ki. Hayatı kolaylaştırmak yerine zorlaştırıyorlar. Tıpkı benim araştırmalarım gibi,” diyerek gülümsedi.

Ders yılı yeni başladığı için, başlarında yeni lise şapkalarıyla yürüyen çok öğrenci vardı. Nonomiya neşeyle bu gençlere bakıyordu.

“Bir sürü yeni öğrenci var, değil mi?” dedi. “Gençlerin enerjisi hoşuma gidiyor. Bu arada, sen kaç yaşındasın?” diye sordu. Sanşiro, konukevinde kaldığı akşam deftere yazdığı cevabı verdi. O zaman Nonomiya, “Öyleyse benden yedi yaş küçükmüşsün. Yedi yılda insan pek çok şeyi başarabilir. Ama günler çabuk geçer. Yedi yıl dediğin nedir ki?” dedi. Sanşiro, berikinin söylediği iki zıt sözden hangisinin doğru olduğunu anlayamadı.

Yotsukado civarına geldiklerinde, bir sürü kitapçının ve dergicinin arasından geçtiler. Bu dükkânlardan iki üç tanesinin önüne insanlar yığılmıştı ve hepsi dergi okuyordu. Sonra da dergi falan almadan gidiyorlardı. Nonomiya, “Herkes çakal olmuş,” diyerek gülümsedi. Sonra başını kaldırıp güneşe bir bakış attı.

Dörtyol ağzına çıktıklarında kendilerini, sol tarafta Batı tarzı bir öteberi dükkânıyla, karşı taraftaki Japon tarzı bir öteberi dükkânının arasında buldular. Tramvaylar, iki dükkânın arasındaki yolda bir dönemeci aldıktan sonra, büyük bir süratle yollarına devam ediyordu. Zilleri çin-çin çalıyordu. Trafik yoğundu, karşıdan karşıya geçmek zordu. Nonomiya, karşıdaki öteberi dükkânını işaret ederek, “Şurada biraz alışveriş yapacağım,” dedi ve çınlaya çınlaya giden iki tramvayın arasından koşarak geçti. Sanşiro onun bir adım ardından koşup karşıya geçti. Nonomiya duraksamadan dükkâna girdi. Sanşiro dışarıda bekliyordu, neden sonra vitrine baktığında karşısına, raflara dizilmiş taraklar ve saç tokaları çıktı. Sanşiro şaşırmıştı. Nonomiya ne alıyor acaba, diye merak edip dükkâna girdiğinde Nonomiya, cırcırböceği kanadına benzeyen bir kurdeleyi sallayarak, “Nasıl?” diye sordu.

Sanşiro, ben de bir şeyler alayım da, yolladığı balıklara teşekkür için Mivatalardan Bayan O-Mitsu’ya yollayayım diye düşündü. Ama O-Mitsu aldığı eşyanın bir teşekkür hediyesi olduğunu anlamaz, kendi kendine gelin güvey olup umutlanırdı. Sanşiro ona hediye göndermekten vazgeçti.

Sonra Masago mahallesine gittiler ve Nonomiya, ona Batı yemeği ısmarladı. Nonomiya’ya göre Hongo’daki en lezzetli yemekler o dükkânda yapılıyordu. Fakat Sanşiro’nun damağı, alelade Batı yemeği tadından öte bir tat algılamamıştı. Yine de yemeğini sonuna kadar yedi.

Batı yemeği lokantasının önünde Nonomiya’dan ayrıldı; Oivake’ye29 dönmek için, geldikleri yoldan dört yol ağzına kadar gidip sola saptı. Takunya alayım, diye düşünerek bir takunyacı dükkânına baktı; ama orada bembeyaz gaz lambasının altında, bembeyaz boyanmış bir kız, alçıdan yontulmuş bir canavar gibi oturuyordu; manzara Sanşiro’ya o denli itici geldi ki, genç adam takunya almaktan caydı. Oradan eve dönene kadar, üniversitedeki göletin kıyısında rastladığı kızın yüzünün renginden başka bir şey düşünmedi… O kızın teni çok hafif bir bronzluktaydı, ateşe tutulmuş pirinç lokumu gibiydi. Ve teninin dokusu kusursuzdu. Sanşiro, kadın dediğinin teni mutlaka o renkte olmalı, diye düşündü.

Üç

Ders yılı, Eylül’ün on birinde başladı. Sanşiro, uslu çocuk olup sabah saat on buçukta okula gitti, ama kapının önüne geldiğinde duyuru panosuna asılı ders programı dışında hiçbir şey bulamadı; meydanda tek bir öğrenci bile yoktu. Kendini ilgilendiren derslerin saatlerini defterine not edip öğrenci işlerine gitti ve orada, memurlardan başka kimseye rastlamadı. Derslerin ne zaman başlayacağını sorduğunda memurlar, “Eylül’ün on birinde başlayacak,” dediler. O gün zaten ayın on biriydi. “Ama bir sürü sınıfa baktığım halde ders yapan kimseyi görmedim,” dediğinde, “Hocalar yok da ondan,” diye cevap verdiler. Sanşiro, “Demek bu yüzdenmiş,” diye düşünüp ofisten çıktı. Binanın arkasına kadar yürüyüp, oradaki büyük zelkova ağacının altından gökkubbeye baktığında, gök ona normalde olduğundan daha aydınlık göründü. Bambu otlarının arasından yürüye yürüye su kıyısına indi, o malum gürgen ağacına kadar geldi ve onun altına, yine çömelerek oturdu. “Keşke o kız yine bir daha buradan geçse,” diye düşünerek ara sıra tepenin üstüne doğru baksa da, orada hiçbir insan silueti yoktu. Bu çok doğal, diye düşündü Sanşiro. Yine de oturmayı sürdürdü. Sonra öğle topu atıldı ve Sanşiro irkilerek öğrenci yurduna döndü.

Ertesi gün tam sekizde okula gitti. Kampüsün ön kapısından girince dümdüz uzanan yolun iki yanına dikilmiş mabet ağaçlarının sıralanışına baktı. Yol, mabet ağaçlarının sona erdiği yerden aşağı, hafif eğimli bir yokuşu iniyordu; Kampüs kapısının yanı başından bakınca Sanşiro’nun bina namına tek görebildiği, yokuşun öte yanındaki temel bilimler fakültesinin ikinci katının bir kısmıydı. Binanın çatısının ardında da, sabah güneşinin aydınlattığı Ueno ormanı30 ışıldıyordu. Güneş tam karşısındaydı. Sanşiro, bu derinlikli manzaradan çok hoşlanmıştı.

Mabet ağaçları sırasının bu yanında, sağ tarafta hukuk ve edebiyat fakülteleri vardı. Sol tarafta, biraz içeride, doğa tarihi amfisi duruyordu. Karşılıklı duran bu iki bina birbirinin tıpkısıydı, ince uzun pencerelerinin üstünden, üçgen şeklinde çatılar yükseliyordu. O üçgen çatıların kenarları, çatının siyah rengiyle kırmızı tuğladan duvarların kesiştiği yer, yontma taştan ince bir şerit şeklinde yapılmıştı. İşte bu taş uçuk mavi renkte uzanıyor, hemen altındaki tuğlaların kızıl rengi bu sayede göze daha çarpıcı geliyordu. Ve o uzun pencerelerle o yüksek üçgenlerin kim bilir kaç tanesi, yan yana uzanıp gidiyordu. Sanşiro, geçen gün Nonomiya’nın teorisini dinler dinlemez, bu binayı daha güzel görmeye başlamıştı; ama bu sabah, binanın güzel olduğu düşüncesi Nonomiya’nın değilmiş de başından beri kendisine aitmiş gibi hissediyordu. Bilhassa doğa tarihi binasının, hukuk ve edebiyat fakülteleriyle aynı hizada durmayıp biraz içeride oluşu ona bir intizamsızlık gibi gelmeye başlamıştı. “Bir dahaki sefere Nonomiya’yla karşılaşınca, bunu bizzat icat ettiğim bir teori olarak sunayım,” diye düşündü.

Hukuk ve edebiyat fakültelerinin sağında, elli metre kadar ileride duran kütüphane binasını da çok beğenmişti. Neden bilmiyordu ama bu iki bina, gözüne aynı mimariyi paylaşıyormuş gibi gelmişti. Kütüphanenin kırmızı duvarının hemen dibinde bitmiş şu beş altı tane koskoca telli palmiye bilhassa güzel görünüyordu. Sol tarafta, epeyce ileride yükselen mühendislik fakültesi, feodal çağa ait Avrupa tarzı bir şatodan kopartılmışa benziyordu. O bina, kusursuz bir kare şeklinde yapılmıştı. Pencereleri de kareydi. Sadece köşeleri yuvarlatılmıştı ve girişi halka şeklindeydi. Herhalde bir şatonun kulesi model alınarak inşa edilmişti. Tıpkı kale gibi sağlam olduğuna şüphe yoktu. Hukuk binasının aksine, asla yıkılamazmış gibi görünüyordu. İnsana kısa boylu bir sumo güreşçisini hatırlatıyordu.

Sanşiro, durduğu yerden bakabildiği her şeye uzun uzun baktıktan sonra, daha bunların dışında göremediği pek çok binanın da bulunduğunu hesaba katınca, belli belirsiz bir büyüklük hissi duydu. “Eğitim kenti dediğin işte böyle olur. Böylesi yapılar varsa insan daha iyi araştırma yapar. Harika bir şey bu.” Sanşiro, kendini sanki âlim olmuş gibi hissediyordu.

Ama sınıfa gittiğinde, zil çaldığı halde hoca gelmedi. Hatta öğrenciler de gelmedi. Sonraki ders saatinde de durum değişmedi. Bu durum karşısında siniri bozulan Sanşiro yerinden kalktı, sınıftan çıktı. Ne olur ne olmaz diye göletin civarında iki tur attıktan sonra öğrenci yurduna döndü.



O günün üzerinden on gün daha geçtikten sonra, nihayet dersler başladı. Sanşiro sınıfa girip de ilk kez diğer öğrencilerle beraber hocanın gelişini beklediğinde, kalbinde gerçek bir kıvanç duydu. Bir Şinto rahibi, kıyafetlerini giyip tören gerçekleştirmek üzereyken herhalde böyle hisseder, diye kendi hislerini yine kendi başına betimledi. Üzerine, eğitimin yüceliğinden bir damla olsun yağdığından emindi. Ayrıca, zil çalalı on beş dakika geçtiği halde halen gelmemiş oluşu içindeki beklentiyi kamçılamış, hocaya duyduğu hürmeti çoğaltmıştı. Sonunda, şık görünümlü, Avrupalı bir amca kapıyı açıp geldi ve akıcı bir İngilizceyle ders vermeye başladı. O saat Sanşiro, answer sözcüğünün Anglo-Sakson dilindeki andswaru’dan türemiş olduğunu öğrendi. Sonra da, Scott’ın ilkokula gittiği köyün adını öğrendi. Bu bilgileri özenle defterine kaydetti. Daha sonra, edebiyat eleştirisi dersine gitti. O dersin hocası sınıfa girip, kara tahtaya bir süre baktıktan sonra, tahtada yazılı duran Geschehen ve Nachbild kelimelerine bakıp “Haaa, demek Almanca,” dedi; gülerek tahtayı sildi. Sanşiro, bundan ötürü Almancaya karşı beslediği hürmetin biraz zayıfladığını hissetti. Hoca, tahtayı sildikten sonra antik çağların edebiyatçılarının, edebiyatın ne olduğunu izah için getirdiği tanımlardan yaklaşık yirmi tanesini anlattı. Sanşiro, bunları da özenle defterine kaydetti. Öğleden sonra sınıftan çıkıp anfiye gitti. Bu anfide yaklaşık yetmiş seksen dinleyici vardı. Dolayısıyla hoca da, tiyatro sahnesindeki oyuncuların sesiyle konuşuyordu. Ders, “Bir top gürlemesiyle Uraga’nın rüyası son buldu31,” diye başladığı için, Sanşiro ilgiyle dinliyordu; ama sürüyle Alman filozofunun ismi geçmeye başlayınca dinlediğini anlamakta zorlanır oldu. Oturduğu sıraya bakınca, önceki öğrencilerin kazıdığı yazıları gördü. Birisi, kusursuz şekilde “Sınıfta Kaldım” diye yazmıştı. Bunu kazıyan kişinin epeyce boş zamanı vardı anlaşılan; sert meşeden masaya böyle muntazamca yazı kazıyabilmek emek ve ustalık isterdi. Yazılar, çok derince kazınmıştı. Yanında oturan adam, takdir edilesi bir sebatla not alıp duruyordu. Sanşiro, adamın defterine göz attı ve not almadığını gördü. Adam, bu mesafeden hocanın karikatürünü çiziyordu. Sanşiro bakar bakmaz, yanındaki adam defterini Sanşiro’ya uzatıp gösterdi. Resim çok güzel çizilmişti çizimesine ama yanına “Bulutlu Göklerin Guguk Kuşu” diye yazılmıştı; Sanşiro bunun anlamını çözmeyi başaramadı.

Ders bitince, Sanşiro belli belirsiz bir yorgunlukla, dirseğini pencerenin pervazına, çenesini de eline dayayarak bahçeyi seyretti. Büyük bir çamla bir kiraz ağacı dikilmişti; aralarından çakıl döşeli geniş bir yol geçiyordu sadece, görünürde başka bir şey yoktu; ama yine de güzel bir manzaraydı. Nonomiya’nın anlattığına göre, burası eskiden bu kadar güzel değildi. Nonomiya’nın bir hocası, adı her neyse, öğrenciyken buralarda atla dolaşmaya çıkmıştı. At komutlarını dinlememiş, ağacın altından geçmişti ve bu yüzden adamın şapkası çam ağacının dallarına takılmıştı. Takunyasının dişleri32 de üzengiye dolanmıştı. Hoca böyle sıkıntıdayken, kampüs girişinin önündeki Kitadoko adlı berber dükkânının çalışanları topluca çıkıp gelmiş ve onun haline neşeyle gülmüşlerdi. O günlerde bir gönüllü, bağış yapıp kampüste bir at ahırı inşa ettirmiş, ahıra üç at ve bir de at terbiyecisi tahsis etmişti. Bu arada, bahsi geçen hoca epey içkici biriydi ve gün gelmiş, o üç at arasından en hası olan beyaz atı satıp parasını içkiye yatırmıştı. Nonomiya, o atın III. Napolyon zamanından33 kalma yaşlı bir hayvan olduğunu söylemişti. Ama at sahiden 3. Napolyon döneminden kalma olamazdı herhalde. Sanşiro, amma da rahatmış o dönemin insanları, diye düşünüyordu ki, az önce karikatür çizmiş olan adam gelip “Üniversitenin dersleri de çok sıkıcı değil mi?” dedi. Sanşiro, öylesine bir yanıt verdi. Aslına bakarsanız Sanşiro öyle toydu ki, dersler sıkıcı mı değil mi diye yargıda bulunamıyordu. Ama o dakikadan itibaren, o adamla ne zaman karşılaşsalar selamlaşıp sohbet eder oldular.



O gün üstüne nedenini bilmediği bir sıkıntı çöktü, içinden gelmediği için göletin civarında turlamaktan vazgeçip yurda döndü. Akşam yemeğinden sonra notlarını gözden geçirdi, ama okudukları ona ne keyif ne de can sıkıntısı vermişti. Annesine, gündelik konuşma diliyle mektup yazdı: “Okul başladı. Bundan sonra her gün oradayım. Okul çok geniş bir yer ve binalar da çok güzel. Tam ortasında bir gölet var. O göletin etrafında gezinti yapmayı iple çekiyorum. Tramvaylara binmeye yeni alıştım. Size hediye göndermek istiyorum ama ne alacağımı bilemediğimden almadım. İstediğiniz bir şey varsa bana yazın. Bu yılın pirinç fiyatları henüz açıklanmadı, mahsulü satmayıp elde tutsanız iyi olur. Mivatalardan Bayan O-Mitsu’yla da fazla samimi olmasanız iyi edersiniz. Tokyo’ya gelince gördüm ki burası çok kalabalık. Burada adam da çok, kadın da…” Bu gibi şeyleri rastgele anlatıp durdu.

Mektubu bitirince eline aldığı İngilizce kitabının altı yedi sayfasını okuduktan sonra sıkıldı. Yabancı dilde basılmış bir tek kitabı okumak bana bir şey kazandırmaz, diye düşündü. Uzanıp uyumaya karar verdi, ama uykusu gelmedi. Eğer uykusuzluk hastalığına tutulduysam hemen hastaneye gidip doktora görüneyim, diye düşünürken uyuyakaldı.

Ertesi gün de tam saatinde okula gidip dersleri dinledi. Ders arasında, bu yılın mezunlarından hangisinin nerede, ne kadar maaşa iş bulduğu konuşulurken kulak misafiri oldu. Birisi, kimlerin hâlâ işsiz kaldığının, kimlerin hangi devlet okulunda kadro için birbiriyle rekabete girdiğinin dedikodusunu yapıyordu. Sanşiro, henüz uzakta olan gelecek bir anda burnunun dibine sokulmuş gibi, belli belirsiz bir baskı hissetti; ama bu hissi çabucak unuttu. Dedikoducular, “Şounosuke” hakkında konuşmaya başlamıştı ve bu sohbet Sanşiro’ya, gelecek kaygısından daha ilginç gelmişti. Koridora çıkıp kendisi gibi Kumamotolu bir sınıf arkadaşına, Şounosuke de kimin nesidir diye sordu; onun konser salonunda sahnelenen bir kukla tiyatrosu olduğunu öğrendi. Bu konser salonu sahnesi nasıl bir yerdir, Hongo’nun neresindedir diye sorduğunda arkadaşı, “Gelecek Cumartesi oraya beraber gidelim,” diyerek onu davet etti. Sanşiro, Tokyo’yu ne çabuk öğrenmiş, diye düşündü; ama sonra o arkadaşının da konser salonuna, ilk kez geçen gece gitmiş olduğunu öğrendi. Sanşiro’nun canı, o salona gidip Şounosuke’yi seyretmeyi nedense çok istemişti.

Öğle yemeği yemek için öğrenci yurduna dönmeyi tasarlarken, dün karikatür çizen adam gelip, “Hey, hey!” dedi ve onu, kolundan tuttuğu gibi Hongo’nun ana caddesindeki Yokomiken diye bir yere götürüp körili pilav34 ısmarladı. Yodomiken denen bu yerin önündeki dükkânda meyve satılıyordu. Yeni bir binaydı. Karikatür çizen adam, binanın cephesine işaret ederek, “Bu art nouveau tarzı bir binadır,” dedi. Böylece Sanşiro da, mimaride art nouveau tarzının bulunduğunu öğrenmiş oldu. Dönüş yolunda, Aokido’nun35 yerini de öğrendi. Burası üniversite öğrencilerinin sık gittiği bir yerdi. İki arkadaş Kızıl Kapı’dan girip göletin etrafında tur attılar. O zaman Karikatürcü Adam, “Merhum Yakumo Koizumi Hoca öğretmenler odasında bulunmayı hiç sevmez, dersten çıkar çıkmaz bu civarda volta atardı,” dedi; sanki Koizumi Hoca’yı bizzat tanırmış gibi konuşmuştu. Sanşiro, öğretmenler odasını neden sevmezmiş diye sorunca, “Sevmemesi çok tabii değil mi? Onların anlattığı dersi dinler dinlemez anlamadın mı? Aralarında sohbet edilecek bir tek adam yok,” dedi; böyle zalimce bir şeyi rahatça söyleyerek Sanşiro’yu şaşırtmıştı. Bu adamın adı Yojiro Sasaki’ydi, yüksekokuldan mezun olmuştu ve bu yıl seçmeli dersler alıyordu. “Doğu Katamaçi’de beş numarada, Hirota diye birinin yanında kalıyorum, bir ara gel de biraz takılalım,” dedi. Öğrenci yurdunda mı kalıyorsun, diye sorunca; “Yok yahu, hocamın evinde kalıyorum,” diye cevapladı.



O günden sonra bir müddet, Sanşiro her gün okula gidip uslu uslu ders dinledi. Ara sıra, zorunlu dersler dışındaki derslere de giriyordu. Yine de tatmin olamıyordu. Bu yüzden, aklına estikçe kendi dalıyla hemen hiç alakası olmayan derslere bile uğrar oldu. Ama her birine en fazla iki üç kez gidiyordu. Hiçbir dersi bir aydan fazla sürdürmedi. Yine de, haftada ortalama kırk saat derse giriyordu. Çoğu köylü gibi çalışkan olan Sanşiro için bile haftada kırk saat biraz aşırıydı. Sanşiro, üstünde azalmak bilmez bir baskı hissediyordu. Ama yine de tatmin olamıyordu. Dersler, Sanşiro’ya zevk vermez olmuştu.

Bir gün Yojiro Sasaki’yi görmeye gidip bu derdini anlattığında, Yojiro “kırk saat” sözünü duyar duymaz gözlerini kocaman açarak, “Aptal, aptal!” dedi ve öyle bir benzetme yaptı ki Sanşiro yumruk yemişe döndü: “Öğrenci yurdunun berbat yemeğini günde on defa yersen damak zevkinin tatmin olacağını sanmak gibi bir şey bu!” Sanşiro utanarak, “Öyleyse ne yapmalıyım?” diye sordu.

“Tramvaya bin yeter,” dedi Yojiro. Sanşiro, “Herhalde mecazi konuşuyor,” dedi içinden ve bir süre fikir yürütmeyi denedi; ama aklına “Yojiro demek istiyor ki,” diye başlayan bir düşünce gelmeyince, “Gerçek tramvay mı?” diye sordu. O zaman Yojiro kahkahalarla gülerek, “Tramvaya binip Tokyo’yu on beş ya da on altı defa gez; sen gezerken öğrenme isteğin kendiliğinden tatmin olacaktır,” dedi.

“Niye?”

“Niye mi, eh, yaşayan kafanı ölü derslere hapsederek kendini kurtaramazsın. Dışarı çık, taze hava al. Aklını doyurmanın pek çok yolu vardır ve eh, tramvaya binmek de hem en sade hem de en pratik çözümdür.”

O günün akşamı Yojiro, Sanşiro’yu kaçırıp Yonçome’ye giden tramvaya bindirdi, Şinbaşi’ye götürdü; Şinbaşi’den tekrar tramvaya bindirip Nihonbaşi’ye36 getirdi, orada indirip, “Nasılmış?” diye sordu.

Sonra ana caddeden dar bir yan sokağa saptılar; tabelasında Hiranoya yazan bir lokantaya girdiler, akşam yemeği yiyip içki içtiler. Orada çalışan garson kızların hepsi Kyoto ağzıyla konuşuyordu. Ve gençlere çok sıcak davrandılar. Dışarı çıkınca, Yojiro kırmızı bir suratla yeniden, “Nasılmış?” diye sordu.

Yojiro’nun, “Şimdi de seni en iyi Yose37 salonuna götüreceğim,” demesiyle yine dar sokaklara daldılar, Kiharadana diye bir salona girdiler. Burada, Kosan diye bir Rakugo38 sanatçısını dinlediler. Saat onu geçtikten sonra ana caddeye döndüklerinde Yojiro yine, “Nasılmış?” diye sordu.

Sanşiro tatmin oldum diyemedi. Ama içindeki tatminsizlik duygusu hafiflemişti. Ardından Yojiro, Kosan’ı tartışmaya başladı.

“Kosan bir dâhidir,” diyordu Yojiro, “Öylesi sanatçılar dünyamıza sık gelmez. İnsanlar, her istediklerinde gidip dinleyebildikleri için ona kıymet vermiyorlar; çok acı bir şey bu. Aslında, onunla aynı çağı paylaşan bizlerin kendimizi bahtiyar saymamız gerek. Eğer biraz daha erken doğsaydık, Kosan’ı dinleyemezdik. Biraz geç doğsaydık da aynısı olurdu… Enyu da çok iyi bir anlatıcıdır. Fakat Kosan’la farklı bir ekolden geliyor. Enyu, Davulcu’yu oynarken aslında Davulcu’ya dönüşmüş Enyu’yu gördüğümüz için gülüyoruz; Kosan Davulcu’yu oynadığındaysa, Kosan’dan ayrı bir Davulcu gördüğümüz için gülüyoruz. Enyu’nun oynadığı tipler, Enyu kendini gizlerse adeta yok olur. Kosan’ın oynadığı tiplemelerse, Kosan kendini gizlese bile yaşamaya, nefes almaya devam eder. İşte bu müthiş bir başarı.”

Yojiro bunları söyledi ve bir kez daha, “Nasılmış?” diye sordu. Aslında Sanşiro, Kosan’ın tadını pek alamamıştı. Üstelik Enyu diye anılan adamı dinlemişliği de yoktu. Dolayısıyla, Yojiro’nun teorisinin doğruluğunu tartacak durumda değildi. Ama onun, iki oyuncuyu edebiyat diliyle kıyaslayacak kadar bilgili oluşunu takdir etmişti.

Lisenin önünde vedalaştıklarında Sanşiro, “Teşekkür ederim. Çok doyurucu bir deneyimdi,” diyerek teşekkürlerini sundu. Cevap olarak Yojiro, “Bundan böyle kütüphaneye girmeden mutlu olamazsın,” dedi ve Katamaçi’ye doğru kavşağı dönüp gitti. Bu tek cümle sayesinde Sanşiro, ilk kez kütüphaneyi ziyaret etmek istedi.



Ertesi günden başlayarak Sanşiro, kırk saatlik ders yükünü yarı yarıya azalttı ve kütüphaneye gitti. Geniş, uzun, tavanı yüksek, iki yanında bir sürü penceresi olan bir binaydı. Sanşiro, bu kitap deposunun sadece girişini görebildi. Karşıdan bakınca, içinin bir sürü kitapla donatıldığı anlaşılıyordu. Durup seyredince, içeriden iki üç tane kalın cildi kucaklayarak çıkan, girişe gelip sola dönen insanlar görüyordunuz. Bunlar, personel okuma odasına giden kişilerdi. Aralarında, gereken kitabı raflardan indirip göğüslerine yaslayarak açan ve ayakta araştırma yapanlar da vardı. Sanşiro çok imrenmişti. İçeriye gidip ikinci kata çıkmak, sonra üçüncü kata çıkmak, Hongo’dan çok daha yüksekte, yaşayan kişilere hiç yaklaşmadan kâğıt kokusunu soluyarak okumak istiyordu. Ama neyi okuyacaksın deseler, o an bir cevap veremezdi. Okumadan bilemezdi tabii ama herhalde bu binada okumaya değer bir sürü şey vardı.

Sanşiro birinci sınıf öğrencisi olduğundan, kitap yığınları arasına girme imtiyazına sahip değildi. Mecburen, koca koca çekmecelere konmuş fihrist kartlarını tek tek inceledi; kaç kart çevirirse çevirsin arkasında hep başka kitap adları görüyordu. Nihayet omzu sızlamaya başladı. Mola verdi, yüzünü kaldırıp gözlerini binanın içinde gezdirdi, içerisi bir kütüphaneden bekleneceği üzere sessizdi. Üstelik bir sürü insan vardı burada. Karşıda, biraz ötede duran insanların kafaları gözüne karaltı olarak görünüyordu. Onların gözlerini, ağızlarını net seçemiyordu. Yüksek pencerelerin ötesinde, dışarıda yer yer ağaçlar göze çarpıyordu. Gökyüzü de ucundan görünmekteydi. Çok uzaklardan kentin sesi işitiliyordu. Sanşiro öylece durmuş bakarken, öğrencilik hayatı sessiz ve derin bir şeymiş diye düşündü. Ve o gün başka bir şey yapmadan yurda döndü.

Sonraki gün, ortalıkta bir hayalet gibi gezmeyi bıraktı ve kütüphaneye girer girmez bir kitap ödünç aldı. Fakat yanlış kitabı almıştı ve onu hemen iade etti. Ardından aldığı kitap çok zordu, okuyamadığı için onu da iade etti. Sanşiro, bu şekilde her gün en az sekiz dokuz kitap ödünç alır oldu. Hatta ara sıra, aldığı kitabın birazını okuyordu bile. Sanşiro en büyük şaşkınlığı, hangi kitabı alırsa alsın, o kitabın daha önce en az bir kişi tarafından incelenmiş olduğunu keşfettiği an yaşadı. Bu, yazıların arasında yer yer rastladığı kurşunkalem izlerinden belliydi. Bir keresinde Sanşiro, deneme yapmak için Aphra Behn adlı yazarın bir romanını ödünç aldı. Kitabı açana kadar, yok canım daha neler diye düşünüyordu ama kitabı açınca yine, kurşunkalemle hafifçe çekilmiş çizgiler buldu. “Dayanılır şey değil bu,” diye düşündü Sanşiro. Sonra pencerelerin dışından bir bando geçti; bu yüzden Sanşiro yürüyüşe çıkma isteği duydu, caddeye çıktı ve Aokido’ya gitti.

Kafeye girdiğinde orada iki müşteri öbeği vardı, herhalde öğrenciydiler; ama bir de ilerideki köşede tek başına çay içen bir adam vardı. Sanşiro bu adamın yüzünü ilk bakışta, Tokyo’ya gelirken vagonda bir sürü beyaz şeftali yiyen adama benzetti. Adam Sanşiro’yu fark etmemişti bile. Çayından bir yudum içip sigarasından bir nefes çekti, çok rahat görünüyordu. Bugün o sade yukatasını39 giymemişti, sırtında ceket vardı. Fakat kıyafeti katiyen şık değildi. Hatta ışık basıncıyla uğraşan Nonomiya’nın kılığından tek üstün yanı, gömleğinin daha beyaz oluşuydu. Sanşiro adama bakarken, gözü ister istemez beyaz şeftaliler arıyordu. Üniversitede dinlediği derslerden ötürü olsa gerek, trendeyken adamın söylediği şeyler birden ona çok anlamlı gelmeye başladı ve Sanşiro, gidip adama selam vermeye karar verdi. Fakat adam sadece karşıya bakıyor, çay içip sigara tüttürüyor, sigara tüttürüp çay içiyordu. Ona yaklaşmak Sanşiro’ya zor geldi.

Sanşiro, adamı profilden süzmeye devam etti, ama sonra fincanındaki şarabı bitirdiği gibi kalkıp gitti. Kütüphaneye döndü.



Sanşiro mutluydu; çünkü o gün, şarabın etkisi ve bir nevi beyin fırtınası arasında, daha önce hiç çalışmadığı kadar sıkı ders çalışmıştı. İki saat boyunca tüm zihnini okumaya vermiş, saatin geç olduğunu fark edip dönüş hazırlığına başladıktan sonra, ödünç aldığı kitaplar arasından henüz açmaya fırsat bulamadığı bir cilde şöyle bir göz gezdirmişti. Kitabın son sayfasının arkasına, kurşunkalemle ve kargacık burgacık harflerle, bir şeylerin yazılı olduğunu görmüştü:

“Hegel, Berlin Üniversitesi’nde felsefe dersi verdiği günlerde, felsefeden para kazanmayı hiç düşünmezmiş. Verdiği dersler de gerçeği izah eden dersler değil, gerçeği bizzat yaşayan insanlar olmayı öğreten derslermiş. Dille verilen dersler değil, kalple verilen derslermiş. Gerçek ve insan karşılaşıp birleştiklerinde, her şeyin izahı doğacaktır; o zaman ders yapmış olmak için ders verilmez, yol göstermek için ders verilir. Felsefe dersleri, işte bu noktadan yola çıkarak dinlenmelidir. “Gerçek”ten eften püften bir şeymiş gibi bahsedenler, ölü mürekkeple ölü kâğıda boş laflar yazmaktan başka şey yapamazlar. Bunun hiçbir anlamı yoktur. Şimdi sınavlar için, yani ekmek parası için, üzüntünü ve gözyaşlarını yutup bu kitabı okumalısın. Başını ellerinin arasına al ve ebediyete kadar sınav sistemini lanetlemeye ant iç.”

Böyle yazıyordu. İmza yoktu tabii. Sanşiro farkına varmadan gülümsedi. Fakat bir bakıma aydınlandığını hissetmişti. Bu yazılanlar sadece felsefe için değil, edebiyat için de geçerli diye düşünerek sayfayı çevirince, karşısına yazının devamı çıktı:

“Hegel’in…” Hegel’i çok seven bir adama benziyordu bu. “Hegel’in derslerini dinlemek için Berlin’in dört yanından gelen öğrenciler, bu dersler hayatımızı kazanmamıza, para kazanmamıza yarayacak umuduyla toplanmıyordu. Sadece bilge Hegel diye birinin olduğunu, kürsüden saf ve evrensel gerçekleri bildirdiğini duymuşlardı; onları buraya getiren samimi bir gerçek arayışıydı; kürsünün karşısında toplanan kalabalık, içimizdeki kuşkulara izah diliyoruz diyen saf bir emelin tezahürüydü. Bu sayede onlar, Hegel’i dinleyerek geleceğe karar verebildiler. Kendi yazgılarını değiştirebildiler. Şahsiyetini yitirmiş dersleri dinleyip şahsiyetsizce mezun olan siz Japon üniversite öğrencileri kendinizi onlarla aynı kefeye koyuyorsanız, tarihteki en büyük yüzsüzlüğü yapıyorsunuz demektir. Sizler daktilodan başka bir şey değilsiniz. Üstelik de açgözlü daktilolarsınız. Sizin yapacaklarınızın, düşüneceklerinizin, söyleyeceklerinizin, amansız toplumun yaşam gücüyle alakası yoktur. Böyle giderse ölene kadar şahsiyetsiz kalacaksınız. Ölene kadar şahsiyetsiz kalacaksınız.”

Sanşiro, sessizce düşüncelere daldı. O sırada birisi, arkadan omuzuna dokundu. Yojiro’ydu bu. Yojiro’yla kütüphanede rastlaşmaları çok nadirdi. Derslere faydasız diyen ama kütüphanenin önemini vurgulayan Yojiro’ydu. Ama Yojiro, önemini vurguladığı bu yere çok seyrek geliyordu.

“Hey, Bay Sohaçi Nonomiya seni arıyordu,” dedi. Yojiro’nun Nonomiya’yı tanıması beklenmedik bir şeydi; Sanşiro bu yüzden, her ihtimale karşı “Temel bilimlerden Bay Nonomiya mı?” diye sordu ve “Evet,” cevabını aldı. Derhal kitapları bırakıp girişin yanındaki gazete okunan odaya kadar gitti, ama Nonomiya’yı göremedi. Sonra girişe kadar çıktı, ama adamı yine bulamadı. Taş basamakları inip, boynunu uzatıp etrafa bakınca bile, adamdan en ufak ize rastlamadı. Çaresizce geri döndü. Kitaplarının yanına vardığında Yojiro, deminki kitaptaki Hegel’e dair yazıyı göstererek, alçak sesle, “Birisi epey uğraşmış bunu yazmak için. Mutlaka eski mezunlardan biridir. Eskiler çok vahşiymişler, ama ara sıra ilginç işler de yapmışlar. Adam yazdıklarında haklı,” dedi ve keyifle gülümsedi. Okudukları epeyce hoşuna gitmişti anlaşılan. Sanşiro, “Bay Nonomiya yoktu,” dedi.

“Az önce girişteydi ama.”

“Sence benimle önemli bir şey mi konuşacaktı?”

“Bana öyle geldi.”

İkisi beraber kütüphaneden çıktılar. O zaman Yojiro anlatmaya başladı. Nonomiya, evinde kaldığı Hirota Hoca’nın eski çırağıydı ve sık sık eve geliyordu. Bilgiyi çok seven biriydi ve hayli araştırma yapıyordu. Onunla aynı dalda çalışan Batılılar arasında bile, Nonomiya çok ünlüydü.

Sanşiro, Nonomiya’nın hocası olan ve vaktiyle, ön kapının orada attan eza gören adamın hikâyesini anımsadı ve acaba o hoca, Hirota mıydı diye merak etti. Yojiro’ya bunu sorduğunda Yojiro, “Bilmem ki… Bizim hoca sonuçta, ondan beklerim doğrusu,” diyerek güldü.



Sanşiro’nun şansına, ertesi gün pazardı; yani okulda Nonomiya’yla görüşmesi gibi bir ihtimal yoktu. Ancak adamın dün kendisini aramaya gelmiş oluşu da Sanşiro’yu endişelendirmişti. Neyse ki daha önce Nonomiya’nın yeni evini ziyaret etmemişti. “Güle güle oturun,” deme vesilesiyle gidip adamın derdinin ne olduğunu sormaya niyetlendi.

Nonomiya’ya gitmeye karar verdiğinde sabahtı; ama gazete okuyup tembellik ederken vakit öğle oldu. Öğle yemeğini yedikten sonra yola çıkmaya yeltendiğinde, nicedir görmediği Kumamotolu bir arkadaşı geldi. Nihayet onu yolcu edebildiğinde saat dördü geçmişti. Biraz geç olmuştu, ama yine de planladığı gibi yola çıktı.

Nonomiya’nın evi biraz uzaktı. Nonomiya, dört beş gün önce Ookubo’ya taşınmıştı. Ama tramvay kullanarak çabucak gidilebilirdi oraya. Nonomiya’nın evinin istasyona yakın olduğunu duymuştu, o yüzden adresi bulmak güç olmayacaktı. Doğrusunu söylemek gerekirse, Sanşiro başka bir yolculuk denemesinde başarısızlığa uğramıştı. Kanda’daki meslek okuluna gideyim derken, Hongo-Yonçome istasyonundan tramvaya binmiş, aktarma yapıp Kudan’a kadar gelmiş, sonra kendini İida Köprüsü’nde bulmuş, oradan Sotobori hattına aktarma yapmış, Oçanomizu’dan40 Kanda Köprüsü’ne gelmiş, hâlâ akıllanmadığı için aceleyle yanlış tramvaya binmiş ve Kamakura Nehri’nden Sukiya Köprüsü yönüne doğru gitmişti. O günden beri tramvaylar ona ayrı bir tehlikeli gelmeye başlamıştı; ama Koubu hattındaki tramvayın aktarmasız, dosdoğru gittiğini öğrenmişti; bu sayede araca rahatça bindi.

28.Ömrünün çoğunu Japonya’da geçirmiş Alman hekim. Japonya Uyanıyor adında bir kitabı vardır. (ç.n.)
29.Üniversitenin yakınında bir semt, burada (Sanşiro’nun da kaldığı) bir öğrenci yurdu vardı. (ç.n.)
30.Ueno: Tokyo’da bir semt. Burada 540 dönümlük bir park bulunmaktadır. (ç.n.)
31.1638’dan 1854 yılına dek Japonya kendini dış dünyaya kapattı. Yabancıların ülkeye gelmesi yasaktı. 1854’te, Amerikan savaş gemilerinin Uraga limanına gelmesiyle bu izolasyon devri sona erdi. (ç.n.)
32.Japon takunyası, iki ahşap platform üstünde durur. Diş sözüyle bunlar kastediliyor. (ç.n.)
33.Fransa kralı (Egemenlik Dönemi 1853-1870) (ç.n.)
34.Köri, Japonya’da bir baharatın değil; bu baharatla yapılan et yemeğinin adıdır. (ç.n.)
35.Savunma disiplini Aikido ile alakası yoktur. Aokido, o yıllarda öğrencilerin sık uğradığı bir kafeydi. İsmi, “Mavi Ağaç Salonu” anlamına gelmektedir. (ç.n.)
36.Kelime anlamıyla “Japonya Köprüsü”. Eskiden Japonya’daki tüm yollar Tokyo’ya, Tokyo’daki tüm yollar bu köprüye bağlanırdı. Dolayısıyla Nihonbaşi, bir bakıma Japonya’nın kalbiydi. (ç.n.)
37.Geleneksel tarzda inşa edilmiş, komedyenlerin ve hikâye anlatıcılarının sahne aldığı salon. (ç.n.)
38.Meddahlığa benzer bir hikâye anlatma sanatı. Kosan, anlatıcının gerçek adı değil, sahne adıdır. (ç.n.)
39.Sıcak havalarda giyilen hafif kimono. (ç.n.)
40.Eski Tokyo’da bir akarsu ve bu akarsuyu geçen köprü. Oçanomizu, “Çay Suyu” demektir. (ç.n.)

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

₺63,51