Kitabı oku: «Türk Tarihi», sayfa 6
Türkler dalkavukluğu, nifakı, gıybeti, riyayı, idarecilere mahsus casusluğu, ekâbire mahsus tekellüfü ve âlî kimselere haddi aşmayı, nefsin arzularına bağlı olmayı bilmedikleri gibi malları tevili de helal etmezler. Memleketlerine muhabbet ve galip ve hâkim oldukları memleketler, yağmada lezzet alma ve alışkanlık, âdet ve ahvale bağlı kalıp daima zafer sevincinden süregelen ve birbirini takip eden ganimetin çokluk ve tatlılığından ve çayırda oynamaktan bahs ve zikrederler. Her bir zamanda meşgul bulundukları gibi yıldırana kadar bırakmazlar ve beğenmezlerse uzaklaşırlar. Bunlar hep yükseklik mertebesi ile bütün Acem (Arap haricindeki kavimler) arasında ihtisas kazanmışlardır. Zira terkip ve tabiatlarının karışımında, memleket ve topraklarının terkibinde ve sular ile azıkların ayniyetinde başka kavme benzemeyip mesela: Bir Basralı gördüğün zaman Basralı mıdır, Kûfeli midir? Keza Cebelî’nin Cebelî mi, Horasanî mi? Cezerî’nin Şâmî mi?.. Cezerî (Cizreli) mi? olup olmadığını bir bakışta tayin edemez isek de Türklerde kıyafet ve sezgi ile sorma gereği duymadan kimliğini tahmin ederken hataya düşmezsin! Kadınları da erkekleri gibi olup Cenab-ı Hak bu beldeyi böylece yaratıp, toprağını taksim ve fark eyleyerek dünyanın sevinçlerini, sınırsız kuvveti ve sebeplerinin miktarı ile Rabb’e bağlılık irade ve ihsan eylediği hasletler ve aletlerini, yürürlükte olan ecel müddetinin sonuna kadar onda toplamıştır. Eğer ki ahirete giderlerse Hak Teâla’nın, Şüphesiz biz onları (eşlerini) yepyeni bir yaratılışta yaratmışızdır. 90 İlh. ayet-i kerimesi manasına mazhar olurlar. Bunun gibi Horasan’a nazil olan Arap ve Arap evladı görürsen asıl Ferganalı ile sonradan Ferganalıyı ayırıp aralarındaki açık kumral zülüfleri ve buğday rengiyle iri kafaları ve Fergana ihramları gibi bir fark bulamazsın! Yine o havalide iskân etmiş olanlarda da fark yoktur. Memleket sevgisi her yerde galip ve bütün insanlığı kapsar ise de birbirine benzemek ve ilgi ve yakınlık derecesi ve terkipte yeterlilik sebepleriyle Türklerde daha ziyade galiptir.
Türk dili sert ve kelimeler kısa olduğundan kumandaya pek yakışır. Mesela şimdiki askerî talimatımızda: Hazır ol! kumandasını takiben verdiğimiz bak kumandası yerine tek denirdi. Türk ata binmiş, babasını tanımamış sözünün hükmü askerliği terakki ettirmek arzusunda bulunan her kavim için gıpta olunacak bir hâldir. Askerî hizmet için ata binen, karakol bekleyen bir asker hiçbir zaman amirinden başka kimseyi tanımamaya mecburdur. Türk bir anadan ve bir babadan doğan refikine karındaş (kardeş) dediği gibi kendisiyle aynı yolda yürüyene yoldaş, hâl yakınlığı olanlara arkadaş diyerek asıl kardeşi ile arkadaşları hakkında kullanacağı kelimeleri de yakınlaştırır.
İşte bu şekilde Türklerde akraba yakınlığından başka dost yakınlığı seçmek de vardır. İki Türk veya iki Moğol bir oymak ve hatta bir ulustan olmadıkları hâlde birbirlerini takdir ederek ant yoluyla kardeş olurlar. Bunlar birtakım şahitler önünde kollarından bir damar yararak kanlarını bir fincan içine akıtır ve bunu süt veya kımıza karıştırarak her birisi o karışımın yarısını içer, ikisi de Türk ve Moğolcada aynı manaya gelen “anda” olurlar. Özel merasimle icra olunan bu hâl her ikisini tabii kardeş ilan ederek bunlar kavim ve kabileleri, hısım ve akrabaları arasında sair evlatlardan fark olunmayarak aynı imtiyaz ve hukuka sahip olur ve yaşlarına göre birbiriyle muameleleri de iki kardeşten ayırt edilmez. Bu suretle kan kardeşi olmak âdeti günümüzde batı Türklerinde yoksa da çocukları arasında iğne ile kolunu kanatarak içmek hâlâ mevcut ve gözlemlendiği gibi, dilimizde Arapçadan yemin ve aynı manada kullandığımız “ant içmek” tabiri de bu eski âdetimizin kalıntılarındandır. Kan yalayıp kardeş olmak yalnız çocuklarda kalmış bir eski hatıra olarak kalmayarak edebî eserlerimizde bile korunmuştur. Mesela cennetmekân II. Sultan Bayezid Han hazretleri devri şairlerinden Mesihî şehit Sadrazam Ali Paşa hakkında kaleme aldığı makbul mersiyesinde:
Subh-dem bir acîb uğraş oldu
Her taraf lagza-i sabaş oldu.
Dil-i paşa ile peykân-ı adu
Kan yalaşdı ve karındaş oldu.
Tîr-i şemşîrine zahm urduysa
Bedenine gözüyle kaş oldu
Dediği gibi cennetmekân Sultan Selim Han Hazretleri devri şairlerinden Âhî de:
Okların can almaya tîrinle yoldaş oldular
Sînelerde kan yalaşdılar karındaş oldular
demiştir. Kan kardeşliği arz ettiğimiz şekilde kaldığı gibi “kanı sıcak”, “kanım kaynadı” gibi sözlerimiz de bu eski âdetten kalmadır. Kan yalaşmaya ve karındaşlığına ne kadar önem verildiği Cengiz ve evladının kuvvetli Türk milleti ile olan münasebetinde görülür.
Türk ve Moğol tarihini ziyadesiyle aydınlatacak özel durumlardan birisi de “tevarüs-i ma’kus” (yansıyan veraset) söyleyişine uygun olan veraset usulüdür. Türk âdeti gereğince veraset büsbütün hususi bir tarzdadır. İkame olunan vâris yani aldığı reisliği devam ettiren evladın en küçüğüdür. Moğolların “ot çekin” ve Türklerin “tekin” dedikleri “ocak muhafızı, ev bekçisi” bu çocuktur. Çin tarihçileriyle Batı seyyahlarının kimseye devrolmayıp daima sahibi elinde kaldığından bahsettikleri tarla en küçük erkek çocuğa aittir. Bunun büyükleri naklolabilir malları yani asıl “mal” adlandırmasına şayan olan hayvan sürülerini bölüşürler.
Bölüşmek bir kaideye tabidir. Ebulgazi: En uslu ve cesaretli olana atlar, en zayıfa koyunlar diyor. Bey aileleri içinde dört ayaklı maldan ziyade önemli ve diğerlerinin istimlakini temin eden, kudret ve saadet bahşeden bir şey vardır ki o da askeriye sınıfıdır. Çünkü eski Türk ve Moğolcada “kuvvet”, örf gereğince beğendiğine vermek, evladı arasında taksim etmek yetkisine sahiptir. Hatta bu taksime kızların da dâhil oldukları nadir değildir. Bu taksim şeklinde evlat çocuklu kadın niteliğine nail oluyorsa da genellikle babalarının mirası en büyük ile en küçük arasında taksim edilerek ortadaki yay, kılıç, belki de bir iki kötü at ile kalır. İşte özel bir hâl olan “tevarüs-i ma’kus” burada görülüyor. Mirastan mahrum kalan ortanca, gidip kendisine bir ata ve bir ana aramaya mecbur oluyor. Eski destan ve masallarda bunun hâli iki şekilde tasvir olunur. Bazen o çocuk atlanarak az gider, uz gider, dere tepe düz gider nihayet kocası tarlada bulunan bir kocakarının yanına varır: Anam ol der. Kadın razı olursa kalır. Akşamüstü ihtiyar gelir, ona da: Atam ol der. İkisi de razı oldukları gibi: Ana, ata bana bir ad veriniz der. Bundan anlaşılıyor ki böyle talih ardına düşen delikanlının hatta bir adı bile yoktur. Türkiye’deki söylencelerde tasvir edilen kahramanlardan birçoğu (atsız, adsız) diye lakap verildiği gibi tarihte birtakım hükümdarlar, cenk erleri de atsız lakabını büyük bir iftiharla muhafaza etmişlerdir.91 Bazen de küçük çocuk gide gide nihayet bir hükümdar sarayına varır. Peri cinsinden olan atı zayıf bir tay şeklinde ve kendisi de çula bürünmüş bir keloğlan kıyafetine girer. Böyle bir sefalet içinde bulunan at ve atlı, her türlü cenk oyunlarında, yarışlarda başarılı olur. Denizler aşmak, alev deryalarından atlamak, yedi başlı ejderler ve devlerle güreşmek gibi fevkalade tekliflerde bulunulur. Bunlarla başa çıkan yiğit nihayet başarı kazanır. Hükümdarın kızını alır. Sonra “bir düşmanın dağıttığı memlekete halkı toplamak için” yurduna geri gelir. O safiyâne emsal içinde edebî hikâyeler yahut sonraları âdet olduğu üzere güneş sistemi ile ilgili efsaneler aramak boşunadır. Eski Türklerin roman tarzındaki hikâyeleri kendi hayat gerçekleridir. Bu türden hikâyelerdeki “Atsız” gibi binlerce talih denemek isteyen yiğitler, Part kralları, Acem şahları, Arap emirleri, Çin imparatorları, Soğd beylerine müracaatla kılıçla hizmet teklif ederek bir ad ve aile istemişlerdir. Timurlenk, işte o pejmürde kıyafetli, artık atlı Türk yiğidi gibi izzeti için batılıların mahbesinden kaçmış ve aksak atının terkisine karısını bindirerek dünyayı fethe başlamıştır. Yine o delikanlılar gibi Timuçin dahi Kerayet kralından hizmet talep etmiş ve sonra Moğolların Cengiz’i olmuştur. Selçuklu ve Osmanlı devletlerini teşkil edenler de küçük emîrlerdir. Moğolların yüce hükümdarı Babür Şah, miras kalan mülkü olan Fergana’dan mahrum edildikten sonra “Kazak ve Mardan” yani serseri bir de Bey oldum der idi. Hicretten bir asır önce IX. asır sonuna bin altı yüz altıya kadar hükûmetler yıkıp yapan Türk, Kazak ve Mardanları Arap emîrlerinin habercisi İran, Çin, Anadolu ve Suriye’nin ücretli askeri, Mısır Memluklerinin kat’ü’s sâkı olarak yer almışlardır.
Şecere-i Türkî ve diğer eserlerden hülasa edilen bundan sonraki bilgiler Tarih-i Âlem’den az bir değişiklik yapılarak alınmıştır.
Babadan ayrıldıktan sonra Sincar sahrasını terk ile arzın dört bir yanına yayılan Nuh oğullarından Yafes ve evlâdı dahi Asya’nın yükseklerine doğru yola çıkarak oraları kendilerine mesken tuttular. Rivayete göre bunlardan bir kısmı “Fars” ve “Bahteran”ı bir müddet vatan eyledikten sonra Kaşgar şehrinin bulunduğu dağ eteklerine doğru ilerlediler. Ve Çinliler ortaya çıkışlarını Şansi eyaletinden sayıp itibar edegeldiklerinden, ihtimaldir ki anılan kısım Kaşgar’ın doğusunda bulunan çöl yoluyla Şansi eyaletine hicret ile orayı vatan tutup Çin sülalesi dahi ondan ayrılmış ola.
Yafes oğullarının bir kısmı da Sincar sahrasının kuzeyine doğru yola çıkarak Kürdistan ve Gürcistan dağları aralarına ve oradan Tanay (Ten-don) ile Volga nehirleri arasına girdiler ve ondan sonra bir kısmı doğuya ayrılarak Türk insanı ve diğer kısmı batıya ayrılarak Avrupa milletlerini teşkil eylediler. Bazı tarihçiler de Yafes’in sekiz evladı olup hep birlikte Hazar Denizi’nin kuzeyi ile kuzeydoğusu arasına göç edip orada bir müddet ikametten sonra Volga yahut İdil Nehri ile Yayık Nehri arasına göç ettiklerini ve adı geçen Yafes sülalesinin en akıllısı gördüğü Türk adlı oğlunu aile reisi seçerek vasiyette bulunduktan sonra kendisi vefat edip sonra da her birisi bir tarafa dağıldıkları sırada Türk dahi evlatları ve halkıyla Kalmuk Beldesi yakınlarındaki Issıg Göl kenarına giderek vatan tuttukları rivayet edilir. Türk orada çadır inşasını keşfedip ailesinin idaresi için dahi bazı kanunlar koyup başlattı. Ve Türk hayatında oğlu Tutung’u kabile reisi atayarak kendisi sahra taraflarına gitti. Ve Tutung gayet zeki ve akıllı olup Fars padişahlarından ve Pişdadiyandan Kuyumers ile çağdaş idi. Tutung bir gün ava çıkmış iken bir geyik avlayarak oturup kebap etti. Yer iken elinden parçası yere düşüp ve o yer de zaten tuzla olduğundan kebaba lezzet geldi. Bundan sonra yemekte tuz kullanmayı âdet edindi ve tuz kullanımı ilk defa onunla başlamıştır diye geçer. Onun vefatında oğlu İlçi Han makamına geçti ve o dahi uzun bir zaman kabilesine başkanlık yaptıktan sonra Dibbaku Han, ondan sonra oğlu Kuyuk Han başa geçip yönetmişlerdir. Kuyuk Han dahi birçok seneler yaşadıktan sonra vefatında Alınça Han yerine geçti. Bunun zamanında hükûmet ettiği bölgeler olağanüstü bayındırlık kazandığı gibi putperestlik ortaya çıktı. Alınça Han’ın birbirine çok benzeyen iki oğlu olup birinin adı Tatar diğerinin adı Moğol idi. Alınça Han hayatında hükmü altında bulunan yerleri iki oğluna taksim etti.
Bu Tatarlar yetmiş üç bin boy oldukları hâlde uzunca bir zamanda bir Han idaresinde bulunup sonra pek çok kollara ayrıldılar. Ve bir kısmı Hıtay hududuna yerleşerek onlarla harp ede ede buyruğu altına girdiği gibi, bir kısmı da Ikrak Müren yahut Yenice dedikleri nehir sahilinde yayıldılar.
Tatar Han ölünce Han’ın terk ettiği ülkede bir müddet hüküm sürdükten sonra oğlu Yuga (Yuka) Han yerine geçti. Ve o dahi uzun müddet yönettikten sonra vefat ederek oğlu Yelince Han ve onun vefatından sonra oğlu Yelsalı Han, ondan sonra oğlu Atsız Aksur (Akçur) Han ondan sonra oğlu Ordu Han hanlık makamına geldiler. Zamanında Hıtay taraflarına doğru mülkü genişledi. Ve Turan tarafına doğru sefere çıktı. Vefatından sonra oğlu Bay-du Han yerine oturdu. Ve bunun zamanına kadar Moğol ile Tatar evladı arasında bir çekişme olmamıştı. Ve her biri kendi ataları tarafından verilen mülkte hükûmet etmekle yetinirlerdi. Az önce adı geçen Han fikir ve tedbirden yoksun gafil bir kişi olduğundan gereksiz yere amcazadeleri Moğol evladı ülkesini işgal ve yağmaya kalkıştı. Ve onlar ile harp üzere iken vefat ederek oğlu Sevinç Han yerine geçti ve babasının zamanından miras kalan harp gailesini uzatıp şiddetlendirerek sonunda Moğollara galip geldiler. Dört yüz sene kadar evlat ve torunları Moğollar üzerinde nüfuz sahibi oldular ise de Ergenekon’dan çıkan Moğolların hücumlarıyla sonunda yok oldular.
Moğollara gelince, Moğol Han babası ölünce Han’ın verdiği ülkede uzun müddet hükümdarlık yaptıktan sonra vefat ederek dört evlat bıraktı ki isimleri şunlardır: Kara Han, Uz Han, Guz Han, Kur Han’dır. Hayatında büyük oğlu Kara Han’ı kendine halef olarak tayin etmesi sebebiyle makamına o geçti. Zamanında yaz vakitlerinde Ulu Dağ ve Küçük Dağ’daki yaylaklarda ve kışları Karakum ve Sir yahut Yaksart suyu civarında kışlamak geleneği başladı. Ve Kara Han’ın büyük eşinden bir oğlu oldu ise de Moğollar arasında çocukları bir yaşına gelmeyince isim koyma geleneği olmadığından doğumundan bir sene geçince mu’tad bir düğün ve ziyafet tertip ederek Moğol beylerine: “Bizim bu oğlumuz bir yaşına geldi, buna bir ad koyunuz.” demesi akabinde çocuk, beylerden evvel cevaba başlayarak: “Benim adım Oğuz Kağan’dır.” dedi. Ve hazır bulunan büyük ve küçük cümlesi bir yaşındaki çocuktan bu sözü işittiklerine şaşırarak çocuğun kendine koyduğu ismi güzellikle kabul ettiler. Ve Oğuz büyüyünce babası Kara Han amcası Uz Han’ın kızını kendisine eş eyledi. Bu Oğuz Han, Hazreti İbrahim dinini bir vasıta ile öğrenerek kabul etmişti. Aldığı kıza da tevhidi teklif etti ise de reddedildiğinden o da kız ile birleşmekten sakındı ve babasına: “Oğlun kızı sevmiyor ve ayrı yatıyor.” diye haber verdiklerinde o da diğer amcası Guz Han’ın kızını alıverdi ve o kız dahi tevhiten sakınınca onunla da birleşmekten vazgeçti. Ve bir gün ava çıkmış idi. Diğer amcası Kur Han’ın kızını bir su kenarında çamaşır yıkayan birtakım fakir kızların yanında görerek çağırdı. Evvelce iki kız almış ise de dinini kabul etmedikleri için yatağına almadığını ve eğer dinine dâhil olursa kendisiyle evlenmek istediğini kıza anlattı ve o da “Sen ne dinde olur isen ben de o dinde bulunurum.” demesi üzerine, Oğuz babasına Guz Han’ın kızına da talip olduğunu anlattı ve babası Kara Han da bir büyük düğün kurarak evlendirdi. Bir gün Oğuz uzakça bir yere ava gitmiş idi. Kara Han da aşiret beylerini çağırıp sohbet esnasında Oğuz’un annesinden yani eşinden “Oğuz sonraki aldığı kızı sever ve evvelki aldığı kızlara asla iltifat etmez, acaba bunun sebebi nedir?” diye sual etmesi üzerine o da: “Gelinlerin daha iyisini bilirler, onlardan sual eyle” dedi. Onlara sorunca büyük gelini: “Bizi kendi dinimizden çevirmek ve kendisinin inandığı dine dâhil etmek istedi, biz kabul etmedik. Küçük gelin kabul etti, onun için onu çok sever.” dedi. Kara Han bu sözü işitince bütün beylerini çağırıp istişare etti ve Oğuz’u avda iken tutup öldürmeye karar verdiler ve Oğuz tarafına adam çıkardılar. Bu söz küçük gelinin kulağına gidince Oğuz’a derhâl adam göndererek durumu anlattı. Ve Oğuz da bunun üzerine etrafa adamlar göndererek “Atam asker tertip etmiş ve beni öldürmeye geliyorlar imiş. Beni seven bana, atamı isteyen atam tarafına ayrılsın.” diye ilan etti. Ahalinin çoğu Kara Han tarafına geçerek çok azı Oğuz Han’ın yanında toplandı. Kara Han’ın kardeşlerinin birçok oğulları ve torunları var idi. Cümlesi Oğuz Han tarafına geçtiler ve Oğuz Han onları Uygur olarak adlandırdı ve Kara Han ile Oğuz askeri birbiriyle çarpışınca Allah’ın hikmeti Oğuz galip geldi ve Kara Han kaçtı ve başına bir ok isabet ederek yaralamasından dolayı vefat etti.
Oğuz Han yönetime geçmesiyle memleketinde bulunan ahaliyi de kendi dinine davet ederek icabet etmeyenleri öldürüp ve evlat ve torunlarını esir etti. Oğuz Han’ın yönetiminde kalarak davet ettiği dini kabul etmeyenlerin birazı da birtakım ufak hanlara tabi olarak tavaif-i müluk gibi oldular. 92 Oğuz Han, Moğol memleketinde her sene bunlar üzerine harp açarak memleketlerini zapt eder idi ve bunlardan kaçıp kurtulanlar “Cürcit”93 yani Çin civarında ve Hıtay ikliminin Temür Kazık tarafında ikamet eden Tatar Han’a iltica ederler idi. Bu dinî savaş on iki sene sürdü ve nihayet Oğuz Han, Tatar Han’a savaş açıp edip kazandığı büyük muzafferiyet sonucu olarak askerinin galip gelen eline birçok ganimet geçtiyse de mevcut olan atlar onları nakil için yeterli değil idi. Askerlerin içinde bir akıllı kişi var idi, o zat araba inşasını icat ederek diğerleri de ona bakıp birçok araba yaptılar ve mallarını arabalara yüklediler… Nihayet Oğuz Han yetmiş iki yıl Tatarlar ile savaşarak yetmiş üçüncü yıl onları da cebren dinine dâhil etti. Ondan sonra Hıtay’ı ve Çin’i, Tankut yani Tibet taraflarını ve Kara Hıtay’ı istila etti. Hıtay’ın doğu tarafında ve Tunguz (Tingiz-deniz) cihetinde sarp dağlar içine yerleşen Türk’ten birtakım kabileler oluşmuştu ve “İt Barak” isminde bir hanları var idi. Oğuz Han onlar üzerine de yürüyerek savaştı ve bu savaşta mağlup olup firar etti. Ve muharebe meydanının beri tarafında iki büyük nehir olup, birçok gün o iki su arasında bekleyerek firar eden askerinin arkasını aldı.
Oğuz Han, İt Barak Han ile yapmış olduğu savaştan on yedi sene geçtikten sonra askerini toplayarak yine bahsedilen Han üzerine yürüdü. Muharebe esnasında katlederek mülkünü zapt edip dinini kabul edenleri affedip kalanların evladını esir edip kendilerini kılıçtan geçirdi.
Oğuz Han, Moğol ve Tatar vilayetlerini tamamen bir araya topladıktan sonra bunlardan asker tertip ederek Taraz ve Sayram 94 ve Taşkent tarafına yürüdü. Semerkant ve Buhara hükümdarları başkaldırmak üzere asker tertip ettilerse de gözlerine kestiremediklerinden kalelere kapandılar ve adı geçen şehri altı ay kuşattıktan sonra zapt ile muhafızlara terk ederek Semerkant’a doğru yürüdü. Semerkant, Buhara ve Belh’i de zapt edip muhafızlara terk ettikten sonra Gur vilayetine hücum etti ve havalar soğuk olup Gur’un dağlarına kar yağmış idi.
Gur vilayetini zapt edip kendisine bağladıktan sonra Kabil ve Gazze’yi zapt ile Keşmir üzerine yürüdü ve Keşmir’in o tarihte Yağma isminde bir şahı var idi. Keşmir dağları ve sularıyla kendisinde kuvvet göstererek Oğuz Han’a bir sene kadar karşı koymak istedi ise de nihayette mağlup olarak Keşmir, Oğuz eline geçti. Padişahları Yağma ile ahalisini toptan katletti. Ve bir müddet Keşmir’de ikamet ettikten sonra Bedehşan yoluyla Semerkant’a gelerek oradan vatanı olan Moğolistan’a geri döndü.
Hindistan seferinden dönüşünde bir yıl kadar istirahatten sonra ikinci yıl tertip ettiği büyük kuvvet ile Talas ve Taraz şehrine geldi. Han’ın askerinin arkasında daima dümdar 95 kılıklı bir askerî bölük gelir ve ordudan geri kalanları ileri sevk eder idi. Adı geçen fırka bir ev halkını geri kalmış bularak Han’ın huzuruna getirdi. Han ne için geri kaldığını sual ettiği zaman azığının azlığından geri kaldığını ve askerin arkası sıra gelmekte iken eşinin doğurduğunu ve açlık münasebetiyle anasının sütü çocuğa yetmediğinden ne yapacağım diye düşünerek gelmekte olduğunu, yol esnasında gelir iken suyun kenarında bir çakalın bir karga avladığını görüp çakala ağaç ile vurarak kaçırıp, kargayı kebap ederek eşine yedirdiğini ve o aralık askerin artçılarının gelip kendisine kavuştuğunu ifade etti. Han dahi o fakire at, azık ve mal vererek ordu hizmetinden muaf tutup “Kal aç” dedi ki “Kalaç” (Hâlâç) boyları o nesildendir. Sonra Oğuz Han, Talas’tan Semerkant ve Buhara’ya gelip oradan Amuderya suyunu geçerek Horasan’a vardı. Ve o tarihte İran’da Pişdâdiyân meliklerinden Huşenk hükümdar idi ve Araplar Tavaif-i Müluk96 idiler ve her kabilenin bir şeyhi var idi. Evladının hamlesi de İran’ı kendine bağladı ve Horasan’ı zapt etti ve Irak ve Acem ve Şam ve Mısır’ı ve sonra Azerbaycan’ı ele geçirdi. Şam tarafında ikameti esnasında bir hizmetkârını çağırarak eline bir altın yay ile üç altın ok verdi ve: “Yayı gün doğusu tarafında çölün ayak basılmayan yerine gömüp bir ucunu çıkar ve okları dahi gün batımı tarafına götürüp yay gibi onu da sakla.” diye tembih etti. Hizmetkâr da tembihi gereğince hareket ederek aradan bir yıl geçtiğinde Gün, Ay, Yıldız isimlerinde olan üç büyük oğlunu çağırıp Gök, Dağ, Deniz isminde üç küçük oğlunu da kardeşlerine söylediği söz ile gün batımı tarafına gönderdi. Gök Han Osmanlıların, Deniz Han Selçukluların, Dağ Han Oğuz Guz ismiyle bilinen Türklerin büyük atalarıdır. Aradan bir müddet geçtikten sonra üç büyük oğulları bir altın yay ile pek çok av ve küçük oğulları dahi üç ok ile çok sayıda av getirdiler. Ve oğullarının getirdiği av eti vesair yiyecek ile büyük bir şölen tertip ederek beyleri huzurunda yayı bulan üç kardeşe ve okları da küçüklere paylaştırdı ve Hira’dan Mısır’a kadar zapt ettiği memleketlere tarafından hâkimler atayarak sonra Moğolistan’a döndü.
Bu seferden dahi dönüşte evlat ve aşiretiyle emin ve selamet üzere dönüşüne şükran babından birçok hazırlıklar yaparak şenlik düzenledi. Ağaçları altın ile kaplı bir çadır hazırlattırarak içini la’l, yakut, zümrüt, firuz ve inci gibi şeylerle süsledi ve o altı oğluna çok nasihatler edip boy beylerine yönetim adabını talim ederek birçok şehirler ve vilayetler bahş ve ihsan eyledi. Ve hizmetinde bulunan askerî amirlere bir hayli dirlikler ve şehirler verdi ve üç büyük oğluna: “Siz altın yay bulup onu bozarak aranızda paylaştınız. Sizin adınız bundan sonra ‘Bozok’ olsun ve üç oku getiren oğullarına da sizin adınız ‘Üçok’ olsun.” dedi. Ve “Bu oklar ile yayı siz kendiniz bulmayıp bu Tanrı Teâlâ’nın size bahş ettiği bir nasip ve kısmet olduğundan ve bizden evvel gelen ecdadımız arasında yay hangi tarafta ise okun ona tabi olması kanunu muteber olup bundan dolayı yay, şah ve ok onun vezirleri makamında tanındığından, vefatımdan sonra Gün Han benim tahtımda otursun ve onun vefatından sonra Bozok neslinden her kimin ehliyeti var ise o saltanat makamına geçsin ve üç oklarda vezirlik hizmetine razı olsunlar.” dedi. Ve bu şenlikten sonra çok geçmeden vefat etti. Saltanat süresi yüz on altı yıldır! Ve hicretten otuz dört sene önce kabul edilir. Sonra Türkistan’da bulunan Yesi şehrini başkent seçmiş idi ki bu şehir Özbek hanlarına da bir müddet payitaht oldu.
Oğuz Han’ın vefatından sonra Gün Han hanlık tahtına oturdu. Ve Uygur kabilesinden olup babasının veziri bulunan İrfil Hoca’nın nasihati üzerine diğer beş kardeşi ile onların yirmi dört kişi olan oğullarına gereği kadar malikâneler verdiği gibi Oğuz Han’ın cariyelerinden olan çocuklarına da iltifat edip nimetlenirdi. Ve Oğuz’un yaptırmış olduğu süslü otağı kurdurarak bir büyük ziyafet çektirmesiyle hükümdarlığın gereklerini yaptıktan sonra vefat ederek kardeşi Ay Han’ı yerine atadı. Ondan sonra Yıldız Han, Mengli Han, Deniz Han, İl Han birbirlerinin peşinden hükümdarlık makamına geçtiler. Ve Tatar Hükümdarı Sevinç Han da İl Han’ın çağdaşı idi. Bunların arasında savaş ve kavga uzayıp şiddetlenerek Sevinç Han, Kırgız Han’dan ve Moğol Türklerinin mahkûmu olan daha başka kavimlerden yardım ile İl Han’ın ordugâhı üzerine yığınak gösterdilerse de yine galibiyet İl Han’ın askerleri tarafında kaldı. Nihayet Tatarların bir yalancı dönüş yaparak geriye çekilmeleri üzerine İl Han takip etti ve Tatarlar uygun bir mevkide saf bağlamış olarak yeniden savaşa başlayıp Türkler üzerinde tam bir galibiyet kazandılar. Ve ekâbirlerinin çoğunu öldürüp kılıç artıklarını esir ederek Oğuz Devleti’ne son verdiler.
Bu rivayetler bir dereceye kadar Türk tarihinin efsane kısmı sayılabilirse de milattan on üç, hicretten yirmi asır önce Çe’u sülalesinin Çin tahtında hüküm sürdükleri sırada Asya kıtasının kuzey kısmında Hunların97 hâkimiyet kurmuş oldukları görülür. Bunlara o zaman “Hien-Yun” diyorlardı. “Hiung-Nu” şeklinde adlandırması ise daha sonraları “Han” hükümdar sülalesi zamanına tesadüf eder.
Milâdî I. asırdan (hicrî VII. asırdan önce) itibaren “Kiyan-Nu” ismi de bulunmaktadır.
Hükûmetleri, bir zaman Okhotsk Denizi’nden Altay Dağlarına, hatta Yayık-Ural Nehri’ne kadar uzanıyor ve “Doğu Tatarları”
adı verilen Kopa, Siyen-pi ve Cucanlara nispetle Bssatı Tatarları adıyla Asya kıtasının doğu tarafı kastedilirdi.
Hiung-Nular Çinlilerle uzun uzadıya savaşmışlardır. O zaman birkaç vilayetten ibaret olan Çin hâkimiyetine nispetle Hiung-Nuların hâkimiyet alanı son derecede geniş ise de dil ve tarihleri ile alakalı bir eser bırakmamışlardır.
Çinliler, Türklerle birçok kere barış antlaşması yapmaya mecbur olmuşlar ve kız vermek suretiyle bu anlaşmaları kuvvetlendirmek ve hızlandırmak istemişlerdir. “Hun” beylerinin başı Tengri Kutu, Şen-Yu (Göğün oğlu, şanı yüce kısaltması “Şen-yu” yahut “Tanju” ve eşleri “Yen-şi=eş”) adını alır idi.
Tanjular, diğer kabileler üzerinde üstünlük hakkı ve onlardan çokça asaleti, işlere hâkimiyeti olan “Siyen-pi” ailesinden seçilirler idi. Hâkimiyetin mirasçılarına “Huyen-vang” denilir idi. Hükümdarın maiyetinde bulunan bütün beyler ve zabitler arasında muntazam şekilde tertip edilmiş rütbe silsilesi hüküm sürer idi.
Tanju’nun hükûmet merkezi şimdiki “Kuay-Hua-Çing” şehrinin kuzeydoğusunda bulunan İn-Şan Dağı idi. Bu dağ, Altay dağlarının İrtiş Nehri kaynaklarına doğru uzanıp giden bir şubesidir ki kuzeydoğu tarafından Hunların sınırlarını teşkil eder.
Tanju, Çin hakanıyla akran muamelesi eder idi. Tanju hakana yazdığı mektuplarda: “Gök ve güneş ve ay tarafından hükümdarlık tahtına getirilmiş olan Hunların büyük Tanju’su Çin hakanından büyük bir saygı ile rica eder… ilh.” tarzında idare-i lisan eyler idi.
İki hükûmet arasında cereyan eden hakiki ilişkinin tarihi milattan iki yüz on ve hicretten sekiz yüz yedi sene öncesine ancak çıkabilir. Fakat bu tarihten çok zaman önce yani hicretten iki bin sekiz yüz on dokuz sene önce, Çin’de hükümran olan Hiya hükümdar sülalesinden önce Çin’in kuzey sınırında Türklerin varlığı bilindiği gibi, ikinci Şang sülalesinin hâkim olduğu dönemde Hunlar üzerine gönderilen Çin askeri hicretten önce bin yedi yüz otuz sekizde mağlup olup hezimete uğramıştır. Sonra III. sülale olan Chouların kurucusu Wu Wang zamanında Hunlar, Çinlilerden itaat talep etmiş ve adı geçen sülaleden Yuvang asrında Çite ve Şen-Si eyaletine doğru şiddetle hücum etmişlerdir. Hicretten önce bin beş yüz otuz iki tarihinden itibaren taarruz etmiş ve musallat olmuşlardır. Hicretten önce bin üç yüz on dokuzda Çi Emirliği’nin hükmettiği Kansu98 eyaletine kadar girdiler.
Ondan kırk beş sene sonra da Peçili eyaletine akın ettiler. Türklerin birbiri arkasına olan hücumları Çinlileri âciz bıraktığından, saldırılarını önlemek üzere Çin Seddi’ni99 inşaya başladılar. Hicretten önce sekiz yüz otuz altıda bu set IV. Çin sülalesinin kurucusu olan Çin Şi Huang’ın himmetiyle vücuda gelmiş ise de ondan önce Yang Beyi, Doğu Tatarlarından korunmak için Peçili eyaletinin Vuçang Beyi, Şansi eyaletinin kuzey sınırına set çekmişlerdi. Şansi’de bulunan Çin Şi Huang’ı dahi onları taklitle hükmettiği bölgenin kuzeyine set çekmiş ve sonra bütün Çin Hıtay’ına sahip olduğu zaman duvarları birleştirilmiştir.
Çin Şi Huang’ının vefatından, yani yukarıda beyan ettiğimiz milâdî iki yüz on senesinden sonra Çin’de karışıklık çıkarak sınır koruyuculardan arındırılmış ve bunu fırsat sayan Türkler tekraren Tatarların “Kara Muren” dedikleri Nehr-i Asfer’den dolaşarak Çin’i yağmaya başlamışlardır.
Bunların o zaman Tanjuları “Tü-men” yahut “Teoman” denilen zat idi. Namı zamanımıza kadar korunmuş olan ilk Hiyung-nu hakanı işte bu zattır.
Teoman kumandasında olan Hunlar Çin Seddi’ni aşarak Ordu vilayeti ile eskiden sahip oldukları vilayetleri istila ettiler ve Hazar Denizi’ne kadar ezici kuvvetlerini gösterdiler.
Teoman milattan önce iki yüz dokuz senesinde vefat etti. Yerine geçen Mete Han milattan önce yüz yetmiş dört senesine kadar büyük fetihler gerçekleştirdi. Bu zamanda Çin Hükûmeti’ni dehşetli kargaşalar sarsmakta ve hâkim idare Han sülalesi kurucusu Kao-Huang-Ti’nin eline geçmekte idi. Bu Hakan idareye gelir gelmez Mete Tanju üzerine hücum etti ve Maya (şimdiki Su-Ping-Fu) şehrini kuşattı. Şehir zapt olundu. Tanju üç yüz bin Hun’un başında olduğu hâlde Şansi’ye girdi ve Singan-Fu şehri yakınına kadar ilerledi. Kao-Ti karşı çıkmaya cesaret edemeyerek kızlarından birini Tanju’ya vermek suretiyle barış talep etti.
Bundan sonra Türkler ve Çinliler arasında kız alıp vermek suretiyle akrabalık hasıl olmuş ise de Çin tarihçileri büyüklük taslayarak bu verilen kızların hükümdar ailesine mensup olmayıp bayağı cariyelerden olduklarını beyan ederler.
Milattan yüz yetmiş beş sene önce Hiung-Nular, Yu-şileri çoktan beri yerleşik bulundukları Kansu ve Şansi eyaletlerinden sürüp batı tarafına Balkaş Gölü ve İli Nehri civarına sığınmaya mecbur ettiler. Yu-Şileri daha önceleri Mete rahatsız ettiği hâlde bunun ardı sıra Lao-Çang isminde birisi onların hükümdarlarını katlettirip kafatasından bir kupa yapmış bunun üzerine artık Yu-Şiler Tayvan’ın (Stanislas Julien vb. yazıları “Matu Anlan” diye tercüme etmişlerdir.) öte tarafına firara mecbur olmuşlardır. Yu-Şiler de Yaksart’ı aşarak Soğd ve daha iyi bölgeleri işgal ve oralarda bulunan “Şu” veya “Saka” kavmini sürdüler.
Yine bu zamanda Tanju, Doğu Tatarlarının hükûmetini dahi yerle bir eyledi. Bu kavimlerin bir kısmı (Pekin’in kuzeyinde) Wu-Huan Dağlarına çekilip bu dağın ismiyle anıldılar. Bir kısmı da Siyen-pi Dağlarına sığınıp o adla anıldılar. Yu-Şilerin Maveraünnehir’e indikleri bir zamanda Hiung-Nuların müttefiki olup daha batı taraflarına yerleşen Wu-sun=Vu-sinler dahi İrtiş Nehri ve Aral’a kadar Kıpçak memleketi arasında yani Hiung-Nuların kuzeybatı taraflarında ortaya çıkıyorlar idi. Wu-sunlar, Alanlar vs. kavimler gibi mavi gözlü idiler. Reislerine “Kun-Mi” namı veriliyor ve İli sahilinde oturuyorlar idi. Wu-sunların ülkesine Çinliler “Kun-Mi Kua” yani “Kun-Mi”nin hükûmeti adını verirler. Çinliler Wu-sunları büsbütün Hunlara bağlılıktan ayırmak yolunu aradılar. Bunun için Batı memleketlerinde ilk seyahatleri gerçekleştirmiş olan Çinli meşhur gezgin Çian Kien’i bunların arasında yücelttiler.
Çin hakanı bu zamanda bile Batı Tataristan, Maveraünnehir, Kan-kiu, Fars, Pu-s kavimleriyle ticari ve siyasî münasebette bulunur idi. Fakat Çin ile bahsedilen memleket arasında yerleşen Hunlar bu tarz ulaşıma mâni olmak istiyorlar idi. İşte Çan-Kien’in Wu-sun’da Yu-Şiler nezdinde memur olduğu vazifeyi ifa etmezden evvel on sene kadar Tanju tarafından tutuklanması bu muhalif fikirden kaynaklanmıştır.