Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Türk Tarihi», sayfa 5

Yazı tipi:

İşte artık olayları daha açık görmeye başlıyoruz: Çin ile Doğu İmparatorluğu arasında İpek Yolu ticareti hakkında mücadelelerde bulunan kavimlerin asıl ve köklerine doğru çıkabileceğiz.

Kitap başlarında beyan olunduğu üzere ta ilk milâdî asırda bugün Kaşgar ve Çungarya denilen yerlere “Tarik” derlerdi. Bu yolları bağıntılı mevkilere nispetle Tanrı Dağı’nın iki yanında bulunanlardan Çungarya’ya Pe-Lu yani “kuzey yolu” ve Kaşgar’a Nan-Lu yani “güney yolu” derlerdi. Kuzey yolu yani Türklerin “Beş Şehir” dedikleri yol ile gelindiği zaman Çu Vadisi’nde İli’den geçilir. Sonra öncekilerin Yaksarta, Orta Çağ’da Seyhun ve zamanımızda Siriderya denilen Pençu Nehri’nin sağ taraf üzerinde bulunan Türklerin karargâhına gelinirdi. Buraya karargâh söylemini takviye için Türkistan kelimesinin sonundaki Farsça yer bildiren edat olan “sitan” kelimesi de delalet eder. Burayı Türk ve Moğollar kendi dillerinde hudut manasını ifade eden çete adıyla anarlardı. Türkler ve onların öncüsü olan Ti-loular ve bunların da evvelindeki isimleri bilinen ve bilinmeyen kavimler Seyhun’u geçip Soğd, Part ve İran memleketlerine akın etmeden önce işte buraya konup atlarını otlatır ve kendileri rahatlanır idi.

 
Hem duruş fırsatıda misâl-i cibal
(Hem duruş fırsatında dağ gibi)
Hem yürüş aceletide çerh-misal
(Hem yürüyüş acelesinde çark gibi)
 

Olan bu kavimler yine burada idi ki Beş Şehir halkı Altı Balık ahalisi yani Kıpçaklar Uygurlarla, Karluklar Kalaç ve Kanglılarla yol kesmek için çekişirlerdi. İşte burası yiğitler için harap bir yer, harap bir imtihan meydanı idi ki hâlâ Kaşgar lisanında şu:

 
Türkistan’da eksik olmaz kahraman
Her kulaç yerinde yatar bir arslan
 

Mealindeki nağmelerle o hatıra baki kalmıştır. Pe-Lu (Kuzey yolu, Demir Kazık Yolu) ile Beş Şehir ele geçtikten sonra Çitler ve Türkistan’ın da ele geçeceği tabiidir. Nan-Lu yani güney yolu böyle değildi, burası daha ziyade sükûnetli bir memleket idi, yüksek dağlar Tarım ovalarını, Siriderya’nın yüksek vadisinde bulunan çukur ve bataklık yerlere hâkim olan ormanlı etekleriyle ayırıyorlardı. Güney yolundan İran’ın Fergana bölgesine geçmek için Muztag-Buzdağı, Terk-i Divân’ı74 aşmak ve öte yanda da tahammülü mümkün olmayan Balkanlar, sık ormanlar, uçsuz bucaksız bataklıklardan geçmek lazım idi. Kılıç ekmeği kazanmak için bu yolu tutanların hayvanları ve kendileri ulaşmadan önce buralarda helak olurlardı. İşte bundan dolayı o güzelim tarih memleketinde kalmak, ekin ekmek ve hendekler açmak, kasabalar oluşturmak akla ve menfaate daha uygun gelirdi. Bu memleket birleşmek ve şehirleşmek için münasip idi. İşte buna binaen bozkır halkı burada toplanır, bir heyet oluşturur, Uygur olurlar idi. Güney ve doğudan gelen Buda mezhebi işte buradaki Hami (Kumul), Turfan, Hoten şehirlerine girdi. İşte burada önce dışarıdan gelen Zerdüşt, sonra Hristiyanlık ve İslâmîyet’e karşı duruldu. Yine burada Kaşgar şehrinde 461 yılına doğru -elimize geçen- Türk kitaplarının eskisi olan “Kutadgu Bilig” (İlm-i Siyaset) kitabı yazıldı.

Çinliler hicretten bir asır önce Türk ve Uygurların ataları ile münasebette bulunmuş ve kuzey ve güney yollarından işleyip hatta Çit (set) haricine bile çıkmışlardı. Bu ahaliye verdikleri eski isim “Hiung-Nu” idi. Bu kelime ne millî ne de ırkî bir şeye delalet etmediği gibi Türkçe ve Moğolcadan da alınma bir kelime olmayıp Çincedir. Yunanlılar Tuna’nın kuzeybatısında bulunan kavimlere Kelt ve kuzeydoğusundakilere İskit genel adını verdikleri Araplar da kendileri dışındakilere Acem dedikleri gibi Çinliler de Hiung-Nu-Hun derlerdi. Hicretten 863 ve milattan 214 yıl önce bunların hücumunu engellemek için yapılan meşhur Çin Seddi o zamanda Hunların kuzey sınırını tamamen kaplar.

Çin Seddi Huangho Sarı Irmak Nehri’nin kuzeye yönelmek üzere oluşturduğu büyük kısmının kuzey bölümü üzerinde güneyden itibaren iki sülüsi kadar öteye geçtiği gibi batı kolu üzerinde de bir sülüsi geçmektedir. Bundan dolayı şimdi Ordu Moğollarının bulunmakta oldukları dağ ve düzlükler set haricinde bırakılmış olarak nehrin dirseği ile set arasındaki araziyi de Hiung-Nu’nun dirseğini kesen seddin güneyinde Shen-si eyaleti bulunur. Set ile örtülü olan Shen-si ve nehir arasındaki memleket dahi İli, Pe-Lu ve Türkistan gibi bir çit huduttur. Daha doğuda set, Pi-Hu, Sir, Amuderya ve deniz arasındaki gedikte bir üçüncü çittir. Çinliler bu üç çite göre Hiung-Nular kendi aralarında üçe ayrıldıklarını beyan ederler ki onlar da: Pe-Lu’da, cephesi güneye dönük olan “sağ kol” Hiung-Nu dirseğinde “merkez”, Pi-Hu gediğinin önünde bulunup Liao75 adını muhafaza eden yerdeki “sol kol”dur. Liao Mançuları hâlâ Hiung-Nular zamanındaki isimlerini koruyarak kendi kendilerine Solungu yani “soldakiler, solunki”

adını veriyorlar. Yine bunun gibi zamanımız Kırgızları, Uluyuz, Kiçiyüz diye ayrılıyorlar. Hatta Kafkasya’yı yönetimi altına alan Rus orduları da sağ cenah, merkez, sol cenah tabirlerinden başka, araziye isimler tayin etmemiştiler.

Vaktiyle Hunların yani Attila beraberinde Avrupa’ya gelen kavimlerin kökeni arandığı sırada Çinlilerin Hiung-Nu dedikleri kabilelerden olup olmadıklarını ispat için bir hayli emek çekilmiştir. Bu çekişme boşuna idi. Hicretten iki asır öncesine ve daha ileriye kadar kökenini takip edebileceğimiz bir kavmi, yani Türkleri esas sayarak ele alırsak Türklerin Hiung-Nu ve daha evvelleri İskitler olduklarını şüphe etmeksizin iddia edebiliriz. Fakat bütün İskit, Hiung-Nuların Türk olduğunu tasdik edemeyeceğiz. Çinlilerin, hicretin beş asır öncesine kadar Hiung-Nulara verdikleri genel manayı vererek Türkler, Moğollar ve Mançular gibi Hunların da Hiung-Nu olduğunu buluruz. Ak Hunlar, Eftalit yahut Toer Khou adı altında Kıpçaklar ile Finlandiya Ugorlarını karıştırırlardı. Konstantin Porfirogenet, Macarları daima Türk diye yâd eder.

İşte buna dayanarak Türklerin asıllarını anlamak için Hiung-Nulara kadar dikkatleri yöneltmelidir. Yine bu sebebe dayanarak Hiung-Nuların rivayet, âdet ve dinlerini anlamak için de vaktiyle kanları, lisanları karışarak birleşmiş ve milâdî V. asırdan itibaren daha iyi tanınmaya başlamış olan Türklere müracaat lazımdır. Bu kabilelerden ekserisi bugün bazılarının kara ve deniz avlarıyla ilkel bir şekilde vakit geçirdikleri gibi, o zamanlar da hayvan beslemekle geçinir göçebeler idi.

Bütün göçebelerin çölde meskûn oldukları hakkındaki rivayete inanmak lazım gelmediği gibi hepsinin de çobanlık âleminde bulundukları kabul edilemez. Başka yerde oturmak mümkün olduğu zaman, çölde, sahrada iskân olunmaz, otlakları, gölgeli vadileri, kuşların cıvıltılarıyla iç ferahlatan, avlanmaya müsait çayır ve ormanları, ziraata elverişli arazileri, meskûn ve mamur şehirleri kendilerinden daha kuvvetli bir komşunun alması, bunların çoban olmalarına ve çölü mesken tutmalarına sebep olunca büyük bir acz ve yüreklerinde intikam sevdası olduğu hâlde verimsiz, ıssız, donuk boş arazilere çıkar giderlerdi. Türklerin eski rivayet ve hikâyeleri şaşılacak ve güzelleşecek şekilde yenilenerek eski hâlleri ve o hicret hatıralarını zamanımıza kadar muhafaza etmiştir. Hatta bu hikâye içinde muhacir kabile ve kavimlerin isimleri bile bulunur. Mesela Kırgız Kazak ismi biri “seyyar” diğeri “cemaat ve sürüsünden ayrılmış” olarak iki kelimeden oluşmuştur. Sürüden ayrılan hayvanlara “Kırgız” ve kabileden çıkan insanlara “Kazak” denir. Kırgızlar işte bu sebeple “Kırgız Kazak” ismini almışlardır. Uluyüz (Büyük Cüz), Ortayüz (Orta Cüz) Kiçiyüz’ü (Küçük Cüz) teşkil eden oymaklar Kıpçak, Kanglı, Uygur, Karaite (Karay) gibi kollarına zarar geldikçe yıkıntılarıyla yerlerini dolduran büyük kavimlerin, hâlâ bugün isim ve ongun yani armalarını taşıyorlar.76 İşte Kanglı ulusunun Kayı oymağı, Moğolların şiddetli taarruzlarından dolayı ayrılarak batıya gelip Osmanlı Devleti’ni kurmuştur.77

Ufak Türk oymaklarının bitmek tükenmek bilmeyen çekişmeleri sebebiyle otlak ve yaylaklarında hayvan beslemek ve genellikle ekip biçmek ile uğraşanların yerlerini Kazaklara kaptırıp kendilerinin mahsulsüz çöl ve Kıpçaklara düşmeleri ve sonra kuvvet birliği ile eski yerlerine geçmeleri yani şu iki hâlden birisine naklolunmaları sık sık görülmüştür. İşte bu hâl, yani sık mekân değişikliği durumu, bunları mekânsız bırakmıştır. Bazen silahlı kuvvetler içine atılmaları ve bazı kere de avare kalmaları sebebiyle, ümitlerini kesmeksizin fakruzarurete tahammül ederlerdi. Savaşlarda kazandıkları başarılar asaletin muhafazası uğrunda gösterdikleri itinadan dolayı aslı ve nesli belli olmayanların ikbal mertebesine yükselişini gerektirmediği gibi mağlubiyetleri de toplumlarında anlaşmazlığa sebep olmamıştır.

Ekili arazi civarındaki göçebelik hâli zannedildiği gibi sıradan değildir. Bir gece yerleşik bir halk ile alaka kurduktan sonra artık yoksulluğa katlanamaz. Özellikle sürülerinin et, süt ve yapağısı ile kanaat eden göçebe olabilir, fakat böylesi tarihî zeminde asla görülmemiştir. Zamanımızdaki bedevî ve Moğol Kırgızlar gibi eski Türkler de hububatla geçinirlerdi. Bunlara çorba için aşlık darı, arpa veya buğday lazım idi. Bu çorbalara, hâlâ Anadolu’da olduğu gibi, aşlarına bolca süt, yoğurt, peynir, kaymak kattıklarından şüphe yoktur. İlkbaharda kısraklarından sağdıkları sütten, millî meşrubatları olan köpüklü kımız yaparlar ve kışın da buna darı şarabı katarak narasun yaparlardı. Bayram günleri ile gelen misafirlere hürmeten tavuk veya bir kuzu kesilirdi ki bu adet hâlâ bakidir. Başka günler ise sakatlanan hayvanlardan başkasını kesmeye kıyamaz idiler. O vakitlerde şimdi olduğu gibi, sürüsünden değil, mahsullerinden geçinirdi, yani bunları şehirlilerle kumaş, hububat veya sair ihtiyaçları ile değişir veyahut peşince parasını alır idi. Beş Şehir veya Tara gibi verimli bir yere yerleştiği gibi tarancı78 ekinci olurdu ki hâlâ Pe-Lu ve Nan-Lu’da bu isimde bir Türk kabilesi vardır. Sulama kanalı manasında olan eski “ark” kelimesi Türk dillerinin hepsinde bulunur. Fakat yerleşmiş olan halk pazarı kapandığı, hayvanlara kıran girdiği veya boran yeli eserek sürü kırıldığı, yani hâlâ bugün “mal” dedikleri şey ellerinden çıktığı, kuvvetli bir kabile gelip erkekleri öldürüp sürüleri sürdüğü zamanlarda yine yaşamak lazımdır. Böylece kabileler içinde en zayıf bir hâle düşülünce ya buna katlanılır yahut kıp-çağa çıkılıp Kırgız olunur yahut çöllerde Kızaklık edilirdi. Eğer kuvvete güvenilirse intikam alınır, gasp edilmiş mallar silahla geri alınır ve ayaklanılırdı. Sonra toplanan silah arkadaşları kazandıkları başarıya, gasp ettikleri atların çokluğuna güvenerek cesaretlerini artırır, akına başlarlardı. Türkler atlanınca güney ve doğu taraflarında bulunan ve atlarının ayakları altından toz, duman kasırgası çıkan çit yolu, Soğd, İran ve hep tuhaf olan Çin yollarına yönelirler idi. Asrımız seyyahlarından Prjevalsky kuzeyden gelip ucu bucağı belli olmayan bir yolcuya Çin görünmeye başladığı zaman görünen güzel manzarayı şöyle tarif ediyor:

Seyyah son adımına kadar ovanın arazisini oluşturan zemin dalgaları içinde kuşatılmış bulunur. Derken birdenbire önüne ihtiyar kadın görünümlü bir panorama çıkar. Hayret içinde kalan seyircinin ayakları altında peri hikâyelerinde olduğu gibi yüksek dağ silsileleri ihtişamla gözükür. Yüksek kayalar, derin boğaz ve uçurumlar birbirine karışarak içinde gümüş vurulmuş şeritleri andıran birçok su cereyanlarına gezinme yeri olan, hayat bağışlayan vadiyi izler.

Mavi dağlar, rengârenk bir halıyı andıran ovalar, gümüş gibi akan suların manzarasının atlı pusatlı bir adama bahşeylediği derin heyecanı anlamak için o bitmek tükenmek bilmeyen tekdüze uzun günlerde verimsiz, çorak yerler içinde ömür geçirmiş olmak lazımdır. İşte öyle bir yerden gelen bu Türkler ovanın zirvesinde Çin’in bu güzel manzarasını gördükleri zaman artık kurtuluşa şüpheleri kalmaz. Araziden geçmek güç değil; her tarafta su var, hemen ovaya inerler.

Ya geri dönerler yahut memlekette birleşir, orayı benimser kalırlar idi. İşte o zaman iş bir yağma hâlinden çıkarak oranın hükümdarı, sahibi olurlar idi. Eğer kendilerini zayıf bulurlarsa cizye vergisi verir, çit (sınır) muhafızı olmak veya cüretli asker yazılmak üzere müzakerelere girişirlerdi. Hiung-Nuların evlat ve torunları Asya’da Orta Çağ’da icabına göre bu suretle işte bu şekilde yağmacı, hükümdar veya ücretli asker olmuşlardır.

Bunların uzak memleketleri fethedilmiş bir yerdi. Hatta çöllerinden birisine Türklerin kendileri: “Barsa Kilmez” yani “Varan Gelmez” derlerdi. Oralara seyahate gidenlerden dönen olmaz ve nasılsa giden Çin ordusu mensuplarının pek azı döner idiyse de “dönen olmaz” idi. Birçok Çin kumandanları buralarda az ordu telef etmemişlerdir. Batıdan, Volga ve Ural taraflarından gelen Araplar ve Bizanslılar buraya “Memalik-i Müzlime-Karanlık Memleket” dedikleri gibi, birçok zaman güneydoğuda yerleşik olan bizzat Hun ve Türklerin nezdinde bile Hazar Denizi “Kuzgun Denizi” adıyla anılırdı. Çit boyunda tuz kasırgaları arasında barikatı andıran silahların bahşeylediği korku ve dehşeti anlamak için Çanglar zamanından kalma Çin şarkılarını okumalıdır.

Türk muharebesinin dehşeti, kuzey çitinde ardı arkası kesilmeyen heyecan, meçhul çölün bahşettiği korku, Çin göçebe şairini harbe gidiş hengâmesinde şöyle söyletirdi:

Araba ling ling ses verir, siyau siyau diye soluk alır… Askerler yanlarına yay ve oku asıp giderler. Analar, atalar, çoluk çocuklar, asker safları içinde karmakarışık koşarak bunları uğurlarlar. Salıvermemek istiyorlarmış gibi bunların eteklerine sarılırlar.

Çitler memleketinde olan kışı da şöyle tasvir ederler:

Beşinci ayda hâlâ Tiyenşan üzerinde kar erimedi;

Bu kadar sert bir iklimde bir çiçek bile görünmez.

Şafak atar atmaz, çan veya davul sesine kulak vererek harp etmeli, geceleri eyer üstünde uyumalı…

Askerler ancak Gobi kumlarında tozacaklar.

Bu vahşet uyandıran çölde göze görünen bir şey varsa o da gökte asılı hilal şeklindeki aydır.

Orada şebnem kılıç ve canlılar üzerinde belirir.

Uzun bir müddet Türk muharebesindeki erini bekleyen bîçare canlı kadın da şu şekilde ümitsiz feryadını haykırır:

Sarı toz bulutlarının çevrelediği şehre yakın, kargalar geceyi geçirmek için toplanır. Gak gak diye ötüşüp birbirlerini çağrışarak uçup dönerler.

Savaşçının karısı tezgâhı başında oturmuş ipek dokurdu:

Güneşin son ışıklarından hâsıl olan kızıl perdenin ardından, kendisine kuzgun sadaları gelir.

Kadın mekiğini durdurur. Daima beklediğini çaresizlikle düşünür;

Sessiz bir şekilde tek başına uyuduğu yere çekilir. Üzüntüden gözyaşları gözlerinden yaz yağmuru gibi dökülür.

Arap ediplerinden Cahiz, Türklerin Faziletleri79 adlı eserinde Türk savaşçılarını vasfeder;

“Bunlar at ve süvari sahipleri olup atlar üzerinde askerleri devrettiği gibi hamle ve deveranda mahir olduklarından bir kâtip nasıl yaprak çevirirse askerleri dahi düşmanı öylece çevirerek tarümar ve saç gibi darmadağın ve yerle bir ederler. Pusu ve öncüler ile zamanın hâkimi bunlardan olduğu gibi, namlı günler, büyük muharebeler, sancak ve davullar ve çanlar, bölüklerin sahipleridirler. Elbisede, silahta idrakte ve hayvanlarının kuvvetinde ayak patırtıları, at kişnemeleri, rüzgârın elbiselerden çıkardığı sedaları ve hayvanını sürmesinden kaynaklanan avaze, muharebede arayan olup aranan olmamak bunlara mahsustur.

İranlılar “Turan Eli” dedikleri Türkistan’ı Çinlilerden daha az bilirlerdi. Birkaç kere Ceyhun’u geçtikleri Turanlılardan Soğd ülkesini aldıkları hâlde Seyhun’u geçip asıl Türkistan’a girememişlerdi. Çin’de Hiung-Nuların olduğu gibi İran’da da Turanlıların çitleri var idi. Bunlar gâh galip ve gâh mağlup oldukları hâlde egemenlik altına girmemişlerdi. Saka, Massagetler, Hyrkania (Mazenderan), Soğd sınırlarında çatışmalar olmadığı zamanlarda, yine kendi cinslerinden Yue-ti ve Ti-luların Çinlilere ettikleri gibi Part ve İranlılara ücretli askerlik ederlerdi. Fakat çitlerin öte yanı, asıl memleketleri meçhul, karanlık, nüfuz edilemez bir hâlde kalırdı. Eski tarihçiler Romalılara karşı gayet maharetli silah kullanan İran süvarilerinin Türk askerinden ziyadesiyle korkarak gizlendiklerini tamamen tarafsız bir şekilde hikâye ederler. Milâdî V. asır (hicretten iki asır önce) tarihçilerinden Faraplı Lazar, İran şehinşâhı Firuz’un Turan İli’ne savaş için hazırlık emrettiği zaman askerin: Bizi Eftalitlere karşı gönderip telef ettirmekle İran ve İranlılara ebedî bir utanç hâsıl etmekten ise hepimizi oraya gitmeden idam etmek daha ziyade uygun olur, diyerek yakındıklarını beyan etmiştir. Ve hakikaten bu seferde Firuz pişmanlık kadehini içmiştir.

Yine Cahiz, rakibe tahammül bahsinde der ki: “Eğer Fars, Irak ve başka kuvvetler bir şahısta birleşse bir Türk’e kâfi gelemez. Türk uzun emellere meyilli olmayıp ancak gazalarda tecrübe ettiği ve yanından geçen hayvanı geçirmeyen ve bu hususta fevkalade gayret eden hayvanını alıkoyar. Türk; çoban, seyis, bakıcı, baytar ve süvaridir. Her bir Türk sanayide başkasına muhtaç olmayacak kadar mükemmeldir. Eğer Türk, başka Türk askerleri arasına giderse ötekileri on mil yol aldığı hâlde o yirmi mil gider. Zira askerden ayrılarak uçanı kaçanı avlamak için sağa sola ve dağların zirvelerine çıkar ve vadilerin diplerini altüst eder.

Âliye kabilesinden bir adam Ebayezid et-Tâî’yi aslanı vasfetmekten alıkoydu. Zira bu vasıf yiğidin acımasını azaltır ve korkakların dehşetini artırır. Türkleri ise aslan olarak vasfetmektense niteliklerini söyledi. Said’in rivayetine bakarak Türklerden bir kısım Yezid bin Hamza, İbn Derkü’l Haricî’nin memleketini istila ettikleri zaman Hamza halkın ileri gelenleri arasında ashabına dedi ki: Size karışmayanlara yol açınız ve onlara taarruz etmeyiniz. Nitekim size ilişmedikleri gibi siz de onlara ilişmeyiniz, demiştir. Bu cümleyi, Arabî, Horasanî olan Sa’d bin Askî’ye ihbar, hatta bu görüşte bulundu. Yezid bin Mezid, Türklerin Velid bin Tarif Haricî’yi katlettikleri vakayı hatırlatarak Türk’ün ahvalini bir nebzecik nitelendirerek der ki: Türk varlığının canlılar ve arz üzerinde bir yükü yoktur. Bizim süvariler önünde bir şey görmediği hâlde o arkadan gelecek şeyi bilir. Süvarisi bizi av, kendisini aslan ve atını ceylan sayar. Ve elleri bağlı olduğu hâlde kuyuya atılırsa bile hile yapmaksızın kurtulur. Hile olmaksızın cümlesinin ömürleri azalsa bizi uzun uzadıya düşündürürler. Şimdi Türkler, gasbederek, yeterince, kolaylıkla sahip oldukları mülkü tercih ettikleri gibi, yemekleri av, ganimetten ibaret olmasını isterler. Hayvanlar üzerinde gerek talip, gerekse matlup olmasıyla firar etmezler. Semame bin Eşres’in nakline göre: Türk korkmaz, korkutur, açgözlülük edilmeyecek yerde tamah etmez ve elde etmedikçe talepten el çekmediği gibi bir kez bile haddi aşmaz. Bununla birlikte elinden gelen bir işte esir ve emir ile zahir ve bâtınını tamamıyla elde edinceye kadar gayret ederse de elinden gelmeyecek işte ısrar etmez, nefsine menfaati olmayacak şey ile de meşgul olmaz.

Fevkalade yorgun olmadıkça uykuya dalmadığı gibi uyusa dahi ağır olmayıp daima kuşkulu ve uyuklamaktan, sağlıklı bir uyanıklıkla yatar. Eğer ki bunların kabilelerinde peygamber ve ülkelerinde bilgin ve filozoflar olsa Basralıların edebini, Yunanlıların hikmetini ve Çin ehlinin sanatını tahsil edecekleri şüphesizdi.

Yine Cahiz şöyle diyor:

Eğer silahtan kaçınıp muharebeye niyet ederlerse tabii ki nefislerini koruma ve askerlerini sağlamlaştırma ve himaye ve korunma gereği ile müdafaa ederler. Ve yine gayretlerinin çokluğundandır ki: Bunlardan fırsat beklemek veya hile yapmak düşmanlarının hatırına bile gelmez.

Semâme’nin bildirdiğine göre: Türk ellerine esir düştüğüm zaman ikram ve lütuflarını ve eşyalarını pek mükemmel gördüm. Bu Semame bin Eşres, Arap olduğu için Türklere ait görüşlerinden dolayı kendinden şüphe olunamaz. Ben sana Türklerden gördüğüm tuhaf şey ve garip emri hikâye edeyim. Me’mun’un bazı muharebelerinde yolun iki tarafında birçok saflar gördüm ki: Sağ tarafta Türklerden yüz süvari ve sol tarafta sair insanlardan yüz atlı saf bağlayıp Me’mun’un gelmesini bekliyorlardı. Gün yarı olmuş, sıcaklık artmış olduğu hâlde Halife gelince etrafını çevreleyen süvarilerden üç, dördünden başkası at sırtından inip dinlenmeye mecbur oldular, Türk bölüklerinden ise üç dördünden başkası yere inmediler.

Bir defa da Katol’a gittiğim sırada Bağdat’tan çıkıyor idim. Horasan asıllı bedevilerle başka ordu sahibi süvarilerle karşılaştım ki: Bir hayvan bunlardan kaçtığı ve hepsi takip ettikleri hâlde yakalayamamışlardı. Cins ve terbiyeli hayvanlar üzerinde bulunan bu süvarilerin yanından onlara mensup ve onlar ölçüsünde olmayan kılsız bir hayvana rakip bulunan bir Türk geçmekte olduğu sırada hayvanı çevirmeye başlayınca, süvariler memleketin aslanı oldukları hâlde bir hayvanın onları bunalttığını söyleyerek eğlenmeye başlamış iken Türk boyunun kısalığı, hayvanının zayıflığıyla beraber kaçan atı yakalayıp sürüye katarak atalarına, dualarına bakmaksızın bıraktı, gitti. Ve bir hizmet etmiş gibi gururlanmadı.

Çinlilerin Hiung-Nu, Acemlerin Turan dedikleri iklimin bulunduğu yer, Ceyhun, İli ve Sarı Irmak sınırlarının arkasında olup batısı Kıpçak ve doğusu Gobi namıyla ikiye ayrılmış idi; şu iki kelimeden ikisinin de manası boş demektir.

Daha sonra Kıpçakların Güney Rusya’ya yayılma ve geçişi dolayısıyla İranlılar o bölgeyi Kıpçak diye adlandırmışlardır. Türklerin millî kökleri Saka ve Eftalitler ve Kıpçak ve Massaget adlı kavimlerle bağlantılı zannolunur. (Kıpçak bir bölge ismidir, etnografyaya ait genel adları Oğuz olmalıdır.) Milâdî VIII. asırda Tukyular arasında Kanglı ve Kalaçların bulunduğu şüphesizdir. Kanglılar Doğu Oğuzlarından sayılır. Asıl Kıpçak Hazar Denizi ile İli arasındadır. Burası kara, kızıl, ak kumluk ile bataklıktır. İli80 ,Çu, Sir, Amu nehirleri akışı mümkün olacak şekilde buradan geçerler. Kuzey ve doğu iki çöl arasında aralık eden yani Aral Gölü vardır. Siriderya ve Amuderya aracılığıyla kuzey çölünden güneye doğru geçilir. Aral Gölü burayı kuzeydoğudan batıya doğru çevirir. “Türkistan çitleri” ve Çu Nehri vasıtasıyla İli, Pe-Lu (Kuzey Yolu), Gobi ile yani kuzeyde bulunan düz yerler, dağlar, ovalarla güneydeki çite ulaşır.

Çinlilerin Hiung-Nu, İranlıların “Turanî” dedikleri meçhul kavimler kuzey ovalarından güney memleketlerine doğru iner yahut Ceyhun ağızlarıyla, Türkistan çitlerini kapayan iki boğazda, kendilerinden önce yerleştirilip silahlandırılan, bakılıp beslenen hemcinsleriyle geçiş için mücadele ederlerdi. Olağan hâllerde kumluklardan geçmeyi göze aldırarak, çit muhafazasında bulunan hemcinsleri üzerlerine saldırır, durmadan ekili araziyi sahiplenme ile güzel yerleri elde eder yahut da onlara karışıp Kıpçak ile ekilebilir memleketlerin arasında bulunan yerleri idare edemeyecek bir zaman kadar orada kalır idiler. Artık oralara sığmayacak duruma geldikleri zaman güney tarafında bir fırtına koparır idiler. Gobi’nin doğusunda, şarkın nihayetinde, sınırların sonlarında81 Türkler, Moğollar, Mançular zengin memlekete yani tuhaflıkların buluştuğu yer olan Çin’e girmek için mücadele ederlerdi. Şu Kuzey ve Güney Hiung-Nuları arasındaki mücadeleleri kaydederek zamanımıza kadar saklayıp bize yetiştirmişlerdir. İranlılar Güney ve Kuzey Turanîlerin ayrılmasına ait olan hatıraları kaybettiklerinden milâdî VI. asra kadar (hicretin bir asır öncesi) batılılarca bilinen bir şekilde tarihlerinde karanlık ve karışıklık hâsıl olmuştur. Kıpçak İranlılara, Gobi de Çinlilere olduğundan fazla geçilmesi mümkün olmayan bir set oldu. Meçhul ve mazlum ülkeler perdesinin, Kuzgun Denizi, Ak, Karakum’un arkasını güney ve doğu tarafı ahalisi hiç görmemiştir. Çinliler ise Gobi’nin öte yanı hakkında bilgi edinmemişlerdir. İşte bundan dolayı Turanîlerin gizemli kavmi Hiung-Nular hakkında araştırmalar yapıp öğrenmek gerekir.

Çinlilere göre Tukyular, asılları Gobi’nin kuzeyinde bulunan memleketten olan Hiung-Nuların bir kabilesidir. Bunlar göçebedir ve hayvan beslemek ve avcılık ile geçinirler. Çadırları keçedendir, sulak ve otlak yerlerin birinden diğerine göçüp konarlar. Deri tabaklamayı, işlemesini bilir ve yünden elbise yaparlar: Düğmelerini solu sağ üstüne getiren Çinlilerin aksine olarak sağı sol üzerine olmak üzere iliklerler. Elbiselerinin eteğini sol omuzlarına atarlar, saçlarını kesmez, uzatıp salıverirler. Güzel binici ve iyi okçudurlar. Yayları boynuzdandır, kılıç ve palaları vardır. Düdüklü (ıslıklı) oku bilir, göğüslerini zırhla korurlar. Kılıç kayışlarını oyma ve kabartma ile bezer, sancaklarının tepesine bir altın kurt başı dikerler. Gözü pek ve cesur olduklarından yiğitlere hürmet eder, ihtiyarlarını o kadar saymazlar. Eski sözleşme ve kayıtları bir kısa mızrak demiri ile nişanlanmış bir tahta üzerine açılan çentiklerden (çeteleden) ibaret idi. Yazı harfleri vahşilerinkine benzer.82 Asker ve at toplamak, hayvandan ibaret olarak beylerine verdikleri vergiyi kaydetmek için çentilen tahtalar üzerinde muameleler görülür. Dinlerini düzelttiklerine dair senetlere harbe demirinden damga vurulur.

Beyin maiyetindeki memurları beş büyük ve yirmi üçü bunlardan aşağı olmak üzere yirmi sekiz neferden ibaret olup memuriyetleri irsidir.83 Eski Hiung-Nular gibi bunların da yazılmış ne kanunları ne de muntazam usul muhakemeleri vardır. Örf ve âdetlerine dayanarak adalet icra ederler. Fesat cemiyeti teşkil edenler, asiler, katiller, evli kadınlara saldıranlar idam olunur. Bir genç kızı iğfal edenler bikir için tazminata ve evlenmeye mecbur olurlar. Darbeden ve yaralayanlar kısas ile cezalandırılırlar. Hayvan ve eşya çalanlar onları aynen veya bedel olarak on mislini verirler. Kibar kadınlar kendilerinden aşağı sınıfta bulunanlara varamazlar. Dengi olan bir kıza çıkan talibi ebeveyninin reddetmesi âdettir. Ölen bir babanın diğer batından olan oğlu, üvey anasını, küçük birader büyüğünün dul kalan eşini, yeğen amcasınınkini nikâhlamak durumundadır. Bunlar her ne kadar göçebe iseler de her Türk’ün bir tarlası vardır.84 Hanları Tonkin Dağı85 üzerinde ikamet ederler. Eski Türklerin dinleri hakkında Çin tarihçisi az bir şey söylüyor. Hanlarının çadırlarının hürmeten gün doğusu tarafına açıldığını, her yıl hâli vakti yerinde olanların, atalarının mezarına giderek kurbanlar kestiklerini ve beşinci ayın ikinci onunda hepsinin Altın Dağı86 ziyarete gittiklerini, bu dağda “Büt Tengri” Gök Tanrı’ya ibadet için en büyük beylerin bulunduğunu; bu dağdan dört yüz (li) ötede mahsulsüz, ağaçsız ve yine Büt Tengri adıyla bir dağ olduğunu haber veriyor. Bu ikinci dağa Çince “Poteng-i-li” diyorlar ki tam Türkçesinin tercümesidir.

Çinli tarihçi, Türklerin hiç takvimi olmadığını (tarihçinin bundan maksadı orta asırlar-Cycle chronoligiquedır)87 ve yıllarını ortalık yeşillendiği zamanlardan itibaren yani bahar mevsiminden saydıklarını beyan ediyor. Ulularına ziyadesiyle yas tuttuklarını ve hürmeten kurbanlar kestiklerini, yüzlerini bıçaklarla yaraladıklarını ve atı ile giysilerini yaktıklarını söylüyor. Eğer insan baharda ölürse gömmek için yaprakların sararıp solmasını beklerler, kışın ölürse yapraklar yeşerip fidanların çiçeklenmesini beklerler. Zaman geçtikçe bir çukur kazıp oraya gömerler. Defin merasimi icra olunduğu gün merhumun akraba ve dostları bir kurban kesip öldüğü gün yaptıkları gibi at koşuları yaparlar ve yüzlerini bıçakla keserler. Definden sonra mezar üzerine taşlar dikip kitabeler yazarlar. Dikilen taşların sayısı mevtanın hayatında öldürmüş olduğu düşmanların sayısına eşittir. Eğer bir adam öldürmüş ise bir taş dikerler. İçlerinde yüz, belki bin taş dikilmiş mezarlar bulunur. Mezarın yerinin uzaktan belli olması için uzun bir sırık dikerler. Bazı özel durumlarda mezarın üstüne bir bina kurup içine vefat edenin tasvirini ve hayatta iken katıldığı savaşların resimlerini yaparlar. Her vefat yıl dönümünde bayramlık elbiselerini giyinip koyun ve at kurban ederek kellelerini mezar üstüne asarlar.88

İşte bir eski Çin tarihçisi milâdî V. asırda (hicretten iki asır önce) Turkiu veya Türk adını alan Hiung-Nuların hakkında şu malumatı veriyor. Türk ve Moğol vakanüvisleri ile tarihçileri, nâzım ve mürettipleri belli olmayıp Mösyö Radloff vasıtasıyla büyük bir titizlikle toplanan destan, Türk masalları,

Sibirya’nın güneyinde keşfedilip bir kısmı şu yakınlarda çözülüp okunan Türk yazıtları, birtakım kütüphane vesair yerlerde bulunan Türk ve Moğol ferman ve resmî evrakı gibi nadir şeyler Çin tarihçilerinin rivayetlerini doğrulamaktadır. Şu birkaç sene öncesine gelinceye kadar bir kısmı bilinmeyen ve bir kısmı da anlaşılamayan bu gibi eserlerin delaleti ile bugün Hunlar, İranlıların Turanîleri, Macarlar, eski Moğollar ve ilk Mançular gibi bir kısmı yok olmuş ve birazı değişime uğramış olan kolların sonraları, milâdî VI. asırdaki (hicretten bir asır önce) hâllerini âdeta gözle görmüşçesine inceleme imkânı hâsıl olmuştur.

Çin tarihçilerinin verdiği ayrıntıdan âdeta muntazam ve tamamını iyi muhafaza eden bir topluluğun varlığı anlaşılıyor. Bu Türklerin en çok göze çarpan hâli, kendilerinde hiyerarşiye riayet ve askerî terbiye fikri bulunmasıdır. Bunlarda fesat ve isyan idam ile cezalandırılır. İnsanın şahsî değeri kudret ve yetki ile doğru orantılıdır; ancak ihtiyarlar doğal olarak muhteremdir. Çin tarihçisi; “Bunlar savaşta can vermekle iftihar eder, hastalıkla ölmeyi ar sayarlar” diyor. Sanang Setsen adlı Moğol’un şu darbımeseli de bunu doğrular: “İnsan evde doğar, harp hengâmesinde can verir.” Türklerin ne Romalılar gibi peder ve sinyorları, ne Araplar gibi şeyhleri vardır. Bunların yanında en çok hürmet gören (eski) manasına gelen Akalarıdır.89

Askerî mertebede hâlâ yürürlükte olan kıdem usulüne bunlar pek ziyade riayet ederlerdi. Bizdeki başeski ve ağa tabirlerinin oldukça önemli zatlara verildiği malumdur. Ata unvanı dünyadan el çekmiş zahitlere verilir ki ruhanî unvanlardandır. Maddiyat ve dünya ile alakalı hususlarda Türk kendi fevkinde bulunan ağasına riayet ve itaat eder. Hatta lağvedilen Yeniçeri ocağında reis, serasker makamında olan kişilerin ağa unvanını muhafaza etmeleri maiyetleri üzerinde diğer lakaplardan daha etkili olmasındandır diyebiliriz.

Cahiz kitabında şöyle diyor: Yeryüzünde, muharebelerde ve başkanlıkta zarar görmemiş olan yalnız Türkler olup bunlar dayanışmaz ve ortaklık etmezler. Dayanışma ve ortaklaşmayı beğenmeme; fikir ayrılığı ve seyr ü harekette çekememe ve hasetlik vesilesi olmasıdır. Türkler bir askerî saf oluşturdukları zaman içlerinde bozukluk olursa hepsi onu görürler ve bilirler. Eğer mevcut olmazsa tamah etmeyip çekilirler. Kanaatleri ve arzuları ikballeri ile birlikte denktir. Onlar tevil eden, övünen, bilgiçlik taslayan insanlar olmayıp her hususta, her işte sağlamcı, metindirler. Aralarında ihtilaf azdır. Farslar, birbirleriyle dayanışma içinde savaşa çıkan Arapları ayıplayıp harp, zevce ve imarette ortaklık fenadır dediler. Buna cevaben: Bir millet güvenen olduğu zaman dayanışmadan zarar görmüş olur ise birbirini çekemeyen halk acaba ne yapar? denir.

74.“Terk ve terik” kavak ağacı demektir. Terk-i Divan, Kavak Geçidi anlamına gelir.
75.Liao Çincede uzak demek olup (Liao-tug) doğunun sonu, (Liao-si) batının sonu anlamına gelir.
76.Hicrî 1. asra ait olan “Koşo Çaydam=Kocho Tsidam” kitabesinde adı geçen birçok Kırgız oymaklarından “Şah Kırgız, Batumi, Ugrı” diye vasıflanmışlardır. İşbara Kırgızlar hırsız Batımi oymağından” Radloff, s. 20-35.
77.Kayı oymağı Oğuz yani safi Türklerin en ileri gelenlerindendir. (Lehçe-i Osmani Türk kelimesi) Kanglılar, Dokuz Oğuz boylarındandır.
78.Macarcası Aruk’tur.
79.Bu eserin Arapça bir nüshası Ayasofya Kütüphanesinde bulunur.
80.(İli) Çungar lisanında (parlak, meşhur ve bilinen) demektir. (İli Göl) İli Irmağı demektir. Nehrin bu suretle isimlendirilmesine sebep şehir olmuştur. Şimdiki İli şehri 1169’da yeniden imar edilmiştir.
81.Si-liau “batı uzantısı”, Tung-liau “doğu uzantısı” demektir. Bugün Mançurya denen yerdir.
82.Bahsedilen ahval Milâdî 545 tarihine aittir.
83.Büyük memurlar: (1) Yabgu (2) Büt (3) Tegin (4) Sulıpat (5) Tudun pattır. “Büt” denilen ismi hatalı olup “şat”olması gerektiğini iddia ve Tunguzlar zamanında Türk askerlik âleminde ve en büyük rütbe (şat) ikinci “tekin” ve ondan sonra (yabgu), kut, çat, apu, sulıpat, tudun, sukin, yen, hung, nat ki-li-pat ve tangan” olduğunu beyan edilmiştir.
84.Çin tarihçisi burada hal ü vakti uygun olan Karahanlardan yani ikinci ağalardan bahsediyor. Böyle arazinin her türlü tekliften bağımsız olduğunu ve bizim ilk askerî düzenlemelerimizde görülen tımarlı sipahilere benzediğini, önemine binaen şimdiden hatırlatırız.
85.Bu dağın yeri belli değildir. Mösyö “Thomsen” Altay silsilesinin doğu kısmında olduğu görüşündedir. Hun tarihinden alınarak dünya tarihinde “İrtiş Nehri kaynağına doğru” gösterilmiş ve yine Hun tarihinden “Altay dağlarından bir kısım” denilmiştir. s. 395.
86.Bütün Altay silsilesine “Altın Dağı” adını vermek uygun değildir. Zaten bundan önce de Altay kelimesinin (yüksek orman) manasında (Ala Tayga) terkibinden değiştirilmiş olduğunu bildirmiş idik. Türk ve Moğolların merkez idare veya hanın ikamet mevkii olan yerlere hep bu ismi vermelerinden tarihçiler ve coğrafyacılar aldanmıştır: “Altın Dağ, milâdî sekizinci asırda Tukyu Türklerinin payitahtıdır. Altın Ordu (İnanç hükümdarının ordusu demektir.), Sıra Ordu (Kırmızı giysili hükümdarın ordusu) manasınadır ki on üç ve on dördüncü asırlarda Rusya Moğollarının karargâhıdır. (Altan Han) milâdî on beş, on altı ve on yedinci asırda Çin’deki Moğol hükümdarlarının düşüşünden sonra aldıkları unvandır ki (Altun Han) demektir. Hicretten bir asır önce biz insanların da Eski Türkçede (Emir Dağı) manasına gelen (Eke Dağ) terkibini Extan şeklinde (Harrison Ourus) (Altın Dağ) diye çevirerek hata yapmış olmaları muhtemeldir. Bundan dolayı coğrafyacılar çok zaman Ekdağ diye hayalî bir dağdan bahsetmişlerdir. Yahut Rumların Türkçenin mahallî konuşmalarında (yüksek) anlamına gelen (Âl) yerine (en) veya (eni) kelimesini korudukları da muhtemeldir. Altay’dan büsbütün ayrı bir Altın Dağ daha keşfedilmiştir. O da Tibet ile Lop-nur havzasının güneydoğusunda bulunarak Kaşgar ile Tibet arasında sınır oluşturuyor. Gayet yüksek olan bu dağ silsilesinde yakın zamanlara kadar bilinmeyen altın madenleri keşfedilmiştir.
87.Milâdî sekizinci asır başlarında Türklerin bir orta dönemleri var idi. Kül Tigin abidesinde Moğol tarihinde görülen köpek yılı dokuzuncu ay, algazım yılı üçüncü ay tabirleri ve benzer ifadeler bulunmuştur.
88.Stanislas Julien’in tercüme ettiği tarihten alınmıştır.
89.Osmanlılar Aka’yı ağa telaffuz ederler.
₺34,86
Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
11 temmuz 2023
Hacim:
3 s. 5 illüstrasyon
ISBN:
978-625-99843-2-2
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre