Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Yol», sayfa 2

Yazı tipi:

Son yıllarda amcaoğluna zaten gönlü soğuyan Eskul aksakal sözlere oldukça kırıldı. “Eski dediğimiz geçip gitmiş, kemikleri çürümüş bir şeydir…” demesinden dehşete düştü. Eski yoksa insan ve yurt nasıl olacak? Eski, belleğinden silinirse ne olur? Eski dediğimiz atalarımız; atalarımızın kişiliği, anlayışı, sevinci ile üzüntüsü, ıstırabı il ferahı, yengisi ile yenilgisi, akan teri ile dökülen terinin büyük göçü değil midir? Bunun hepsini bu insanlar, itişip kakışarak peşine düştükleri baylık denen el kiri uğruna feda mı ediverecek? Böyle yapacaklarsa Kazak neyiyle Kazak olacak, nasıl millet kalacak?..

Kestane dorusu kısrak yine pıskırdı. Ön ayaklarıyla yere vurarak eşinip duruyor. Aygırkişi’ye gitmek istiyor galiba… Kim bilir… Yoksa Aygırkişi, kabir başından ayrılmış gidiyor mu? Kestane dorusu kısrak bunu sezer… Peşinden gitmek ister belki…

Ya Rabbi… At balasını, insan kabrine getirerek yas tutturdun…

Aygırkişi’yi Kırgızların alıp götürdüğü günün ertesinde şehirden dönen Calgas, olan biteni işitince üç gün hiç kalkmadan yatmıştı. Hiç kimseyle konuşmadı. Hiç kimseye bağırıp çağırmadı. Sessiz, dilsiz yatıverdi öylece. Babasının onu şehre bir iş gönderdiği günkü vaka şöyle olmuştu:

Öğlene yakın Buldıy’ın yüksek bahçe kapısının önüne iki cip arabası gelmişti. Gelenler Talas’ın öbür yakasındaki Kırgızlar imiş. Birkaç gün önce de gelmişti aynı beş altı adam. Geliş sebepleri Aygırkişi. Karşılığında Aladağ’ı12 vermek gerekse de atı satın almak istiyorlar. Geçen sefer Buldıy “Aladağ’ı yerinden sökemezsiniz, sökseniz bile Aladağ bizde de var, ayrıca bizim avıla sizin Aladağ sığmaz.” diyerek hırpalamıştı onları. Eskul aksakalın fark ettiğine göre geçen seferki gibi değil sıcak karşıladı. “Evet, Baykeler,13 evvela şu Eskul ağama selam verin.” deyip yanlarına gelen Eskul ile görüştürdü. Amcaoğlu iki yıldan beri evine hizmetçi tutuyordu, hangi arada hazırladıysa masayı donatmış, bir kuş sütü eksik; ayrıca boy boy aklı kızıllı şişeler…

– Buldıy bayke, lokanta mı bu dedi kıpkızıl yüzlü Kırgız ve avurtlarını cumbuldatarak güldü. Baysınız,14 evet! Çestnoye slovo!15

– Buyurun, yemek alın dedi Buldıy. Sabah kahvaltısı.

– Sperva içimizdi kızdırıp albaymız ba, bayke?16 Deminki kızıl surat şişelere uzanıp birini alıverdi: Aça bersek bolabı?..17

İki üç yol içildikten sonra;

– Bayke, cılkı salatın maşina da, vot-vot kep kalad. Artıbızdan yehal,18 diyen Kırgızlar, ellerini ovuşturdular. Aldıñğı kün kol alışkanday, akçanı, to-est’ dollardı ap keldik. Maneki…19

On deste gökkâğıt20 masaya kondu.

– Rovno sto tsyaç21 dedi kızıl surat Kırgız.

Hiçbir şey anlamayan Eskul, bir Kırgızlara, bir gökkâğıtlara, bir amcaoğluna baktı.

– Sizde “yular parası”22 denen âdet var mı? Buldıy, bütün bardaklara içki doldurdu.

– Burun bar boluşkan, v dannom sluçaye, k çemu eto?23

– Demin söylediğim gibi bu zat benim amcamın büyük oğludur. Buldıy, Kırgızların dikkatini Erkul’a çevirdi. Aygırı oğlumla birlikte bakan, yarışa hazırlayan odur. Yular bahşişini bu ağama verin. Beş bin!

– Beş bin…

– Evet, dolar.

Kızıl surat Kırgız çiğnemekte olduğu mezesini zorla yuttu.

– Aman, bayke…

– Yoksa aygır satılmaz.

Kırgızlar kalkıp hep birlikte dışarı çıktılar. Ahırın köşesine değin gidip fısıldaşmaya başladılar.

Eskul aklını oynatmak üzeredir.

– Yahu Buldıy, nedir bu?

– Ne nedir?

– Aygırkişi’yi satacak mısın?

– Öyle yapacağım, amca. Şehirdeki merkez pazarı satın almak için param yetişmiyor.

– Aygırkişi’yi satmak doğru değil, Buldıy.

– Bugün insanı bile satmak mümkün, amca! Elden ne gelir!

– Calgas’a ne deriz? El âlem ne der?

– Calgas, Calgas deyip… Ne derse desin. O mızırdanacak diye Allah’ın ayağımıza gönderdiği akçadan vaz mı geçeceğiz? El âleme gelince… Hangi el âlem? Yarısı pazarda el arabası çekiyor, serserice dolaşıyor; yarısı avılda iki eli de cebinde, birini iki etmek aklından geçmiyor; yaz boyu kâğıt oynayan, kış boyu uyku çeken, ölüsünü de borç alarak gömen, toyunu da borçla yapan, sıradan bir Kazak olduğu için memnun, en fazla Tamaşa’ya24 ağzının suyu akan, Aytıs’a25 ağzı açık kalan el âlemden mi söz ediyoruz? Bu el âleme de çoktan bir şeyler oldu. Hatta alsalar onları da Kırgızlara toptan satıverirdim.

– Ne dersen de ama Aygırkişi’yi satma iki gözüm, derken Eskul’un bedeni ürperdi, çenesi titredi. – Akıllı ve kutlu bir attır o. Soyuna, şu biricik çocuğun Calgas’a nasip olan bahttır, kurban olayım!

– Yo, bırakın bunları amca!

– Buldıy, ömrümce kimseden ricada bulunmadım, yapma lütfen. Yapma, kulun kölen olayım. Calgas’a acı, bana acı.

– Size acıyorum elbet; biraz sonra şunlardan yular bahşişi olarak beş bin dolar alıp vereceğim ya!

– Gereği yok. Lazım değil onun. Satma aygırı. Kutlu malı satmak doğru değildir. Kutu çarpar.

– Bıraksanıza, amca! Ne kutu, nasıl bir kut! Lüzumsuz ne varsa onu hayal ediyorsunuz.

– Sen böyle değildin, gözümün nuru, nasıl böyle oldun!

– Onu zamana sorun.

Bu arada toplaşmış olan Kırgızlar da beri doğru yürüdüler.

– Bayke dediler hep birlikte konuşarak. Nemnogo ne hvatayt bop catpay ma.26

– Ne kadar?

– Dve şutuki.27

– Tamam, onu da size ikram edelim.

Avlunun kapısı açıldı. Biraz önce gelen, tren vagonuna benzeyen ağır araba avluya girdi. Buldıy, aygırı çekip dışarı çıkardı. Olacakları sezdi mi yoksa Kırgızları yabancıladı mı bilinmez, çok korktuğu açık; soluğu hırıldıyor, bütün vücudu tir tir titriyor.

– Yıkıp dört ayağını bağlamazsak bu arabaya binmez dedi Buldıy. Tutun yularını, ben urgan getireyim.

Daha fazla kalmaya yüreği dayanmadı. Gözüne dolan sıcacık yaşı silmeden açık kapıya doğru yöneldi. Tam çıkarken… Aygırkişi’nin dertli, acı kişnemesinden yere düşeyazdı. Dönüp bakınca ne görsün! Aygırkişi ona doğru atılarak dört dönüp tepiniyor…

Gecenin bir vaktinde içi geçen Eskul aksakalın düşüne Calgas girdi. Üstünde apak kefeni. Süzüle süzüle uçup geliyor. Uçarak onun üstüne gelince “Amca, Aygırkişi gelmedi mi?” diyor. “O gelecek. Ben yeni avıl inşa edeceğim yeri aramaya gidiyorum. Aygırkişi’yi alıp oraya gelin.” Uyanıverdi. Tan yeri de ağarmış. Kestane dorusu kısrak, Aygırkişi’nin kaldığı kabristan tarafına doğru bıraktığı gibi kulak kesilmiş, endişeyle kulaklarını çaprazlamış vaziyette.

– Hey gidi kestane dorusu, düşüme Calgas oğlum girdi dedi fısıldayarak. Cancağızım benim. Küskün gitmişti bana. Herkese küsmüştü. Yüzükoyun yatmıştı. Çığlık atarak ana babasını da yaklaştırmadı yanına. Yalnızca giderken geldi bana. Her şeyini toplayıp düğmüştü. “Hoşça kal, amca!” dedi. “Burada benim için ilgi çekici bir şey kalmadı. Babam bani aldatarak şehre gönderip sakar yağızımı satarken siz onu durduramadınız. Siz biri adam öldürürken bile araya girip kurtarmak için bel bağlayarak, kolunuzu çemreyerek girişmiyorsunuz. Tek kuru söz. Hareket yok. Üzücü, amca, üzücü… Ben gidiyorum, amca. Aygırkişi’yi arayacağım.”

Hiçbir şey diyemedi bu sözler üstüne. Hiçbir şey…

Böylece Calgas şehre gitmiş. Aldiy’in enstitüde okumakta olan oğluna. Arabası vardı onun. Arabayı ödünç alıp Talas’ın öbür yakasındaki Kırgızlara doğru yıldız gibi akmış. Yıldız gibi akıp giderken otobüse çarpmış…

Eskul aksakal, kestane dorusu kısrağa eyer vurdu. Üzengiye atar atmaz, sanki bunu bekliyormuş gibi, kısrağı başını dikerek ileri atıldı. Atın başını güç bela zapt etti. Umumen yeni doğmakta olan güneşin yeryüzüne yayılmaya başlayan kızıl şafağında avıla değin birkaç kez döne döne oynayan kulun, bugün anasının böğründen ayrılmadı.

İşte, mezar da göründü. Aygırkişi görünmüyor. Gitti mi acaba?.. Biraz yaklaşınca Eskul aksakalın yüreği yerinden fırlayacakmış gibi attı. Mezarın demir korkuluğu paramparça… Aygırkişi’nin başı ıslak toprak yığınının üstünde, gövdesi bükülmüş hareketsiz yatıyor. Korkuluğun dört köşesindeki kalınca demir kazıklardan biri yüreğin yanından yarı beline kadar girmiş. Aygır ölü yatıyor.

Eskul aksakal, eyerin üstünden ağıp indi, bayılır gibi oturakaldı. Kara yer fırıl fırıl dönerek onu alıp bir yere kaçıyor gibi.

İlk kez böyle ağır bir azap yaşamıştı; kendini hiç acımadan için için yiyip bitirdi; ya Rabbi, Aygırkişi’yi Kırgızlar alıp giderken neden yürüyecekleri yola upuzun yatıvermedi; “Oğlunun umuduna, inancına, kanadına neden balta vuruyorsun?” deyip Buldıy’ın yakasına yapışıp neden boğazına sarılmadı? Çok eskiden bunların bir batur dedesine avıldaşları sert bir tartışmada “Sen sürekli elim yurdum canın kurban olsun, hayatım feda olsun diyorsun; hadi bakalım, et kendini kurban…” deyince hiç düşünmeden keskin meçiyle kendisini boğazlayıvermiş. Bugün kim böyle yapabilir? Bunu hiç kimse yapmazsa, böyle yapmak aklının ucundan bile geçmezse, neticede herkes sadece kendisini düşünmeye başlarsa, birlikte yaşadığı öz eline yurduna düşmanlık edip kanına ekmek doğrarsa hayatın değeri, ne de itibarı kalır. Başkasını bir tarafa koyalım, kendisi hangi zalime karşı durmuş, hangi felaket için kan kusmuş, dertten iki büklüm olmuştu?.. Hayır… İçin için ağlamasına rağmen uzaktan dolanıp ıraktan öfkelenmekten başka ne yaptı?.. Gücenecekse kendisine gücenmesi gerek demek ki. Kendisine gönül koyması gerek… Birden kulağına hüzünlü bir ses geldi “Ömrünüz böyle geçecek olursa yalnızca Calgas ve Aygırkişi’yi değil bütünüyle kendinizi de, yitireceksiniz!” diyor ses. “İyi ümit ve emelin iyesi ile kutunu koruyamayan yurdun göreceği kıyamettir!” Aksakal irkildi. Zorla aklını toplayarak gözünü açmıştı ki… Aman Allah’ım!.. Aygırkişi’nin cansız bedeninden arka arkaya buram buram bulutlar çıkıp yüksele yüksele bütün gökyüzünü kapladı; kara gök yarılmışçasına şiddetli bir gök gürültüsünden sonra çakan tek şimşeğin ışığı bütün yeryüzünü aydınlattı, arkasından başlayan sağanaktan Eskul aksakalı çevreleyen âlem gözünü açamadan kalakaldı… Onun ardından… Ertesi günü halkın aklı çıktı. Mayıs ayında avılı apak kar bastı. Yüzü buz tutmuş. “Felaket bu!” dedi el. “Böyle bir şey gören var mı içinizde? Soğuk çaldı bu yıl her şeyimizi. Ne afettir bu?..”

Ağızları açık kalan insanların hiçbiri hiçbir şeyi idrak edemedi.

KÖKMOYNAK’TAN ÇIKAN HOCA NASRETTİN
(Hikâye)

Dün ikindiye yakın -semiz şişeğin etini kellesi ve paçasıyla birlikte toptan alarak- Asıravbay, Almatı’ya dünürünün evine varmıştı. Oğlu geçen güzden beri kaynatasının yanında duruyor. Gelini, dünürünün tek çocuğudur. İki genç düğün yapıp evlendikten sonra dünürleri “Yapayalnız kalakalacağız öyle… Çocukların evlenmesinden sonra senin, benim diyecek ne kaldı?.. Dünür, eğer esirgemezseniz iki genç şimdilik bizim yanımızda dursa…” diyerek gerçekten de ağlamsı hâlde umutlanarak konuşunca Asıravbay bir anda ne söyleyeceğini bilememiş ve oğluna bakmış, eskiden beri sadedil bir genç olan oğlu da başını eğdi. “Ağzını kırayım…” dedi içinden o vakit. “Şu hâlinle babanın seslenişine artık cevap vermezsin.”

Dünürünü gün boyu kesin bir cevap için merakla bekleten Asıravbay, nihayet akşamleyin rızasını vermişti. Ayrıca oğlu dört beş yıldan beri bir bilim araştırma kurumunda çalışıyordu. Tam söylemek gerekirse merinos koyununun yününü daha da inceltmek için mi, kısaltmak için mi, işte öyle bir şey için araştırma yapıyor.

– Hanımı da alıp gelseydiniz ya dedi, pahalı bir önlük giymiş olan güzel gözlü kadın dünür, sofra sererken.

Kırkını geçtiğine kimse inanmaz, ipince beli, yusyuvarlak kalçası insanın gözünü okşuyor. Elin karısı böyle… Seninki gibi bacağı kısacık, kıçı fırlak değil.

– Hanım dediğiniz… -Asıravbay’ın her zamanki gibi dili kaşındı.– Şöyle sizin gibi süzülerek yürüse ne âlâ dedi. Süzülüp yürüyemediğine göre kendi bedenim bile kendime yük olurken onu nasıl sürükleyeyim yanımda?

– Aman, siz de deyip güldü kadın.

– Dile getirsek de getirmesek de gerçek bu, dünür.

O sırada kan ter içinde banyodan ev sahibi çıktı.

– Geleceğinizi bilmiyorduk dedi. Bilseydik karşılardık. Telefon etseydiniz…

– İlahi dünür, bizim Kökmoynak’ta ne telefonu! Doksanlı yılların hemen başında iç dış hırlı hırsızlar, demir teli şöyle dursun direklerini de düşman gibi kesip götürdüler.

– Evet, avıl gördü göreceğini deyip cıgarasını tüttürdü dünürü. Öylece oturup biraz siyaset yaptılar. Öylece oturup avılın perişanlaşmasında suçu bulunan bazı adamların adı anıldı. Allah’ın cezası heriflerin hepsi de avılda doğup, sığıra it koşup avılda büyüyenler imiş. Sonra başlarına devlet kuşu mu kondu ne olduysa aygır binmediyse de at binen, belli mevkilere gelen dünkü kara ayaklı çocuklar, su isteyene süt veren avılın girdisi çıktısıyla ilgilenmez oldu.

İki dünür avıl sohbetinin ocağına sırasıyla odun atarak gecenin bir vaktine değin oturdu. Asıravbay’ın bu gelişi Kökmoynak avılının durumu yüzünden. Keçe çadırın tepesindeki kırlangıç yuvası gibi Kökmoynak avılı da ırak yüksek dağlardan birinin yamacında yer alan küçük bir mekân. Buranın ne zamandan beri meskûn olduğunu kesin olarak hiç kimse söyleyemiyor. Bağımsızlıktan bu yana “tarih hastalığına yakalanıp” kendince yaptığı araştırmalar ilçe gazetesinde ara sıra dört parmak hacminde de olsa neşredilip duran bir resim öğretmeni vardı. Öğretmen her şeyi tespit etmek niyetiyle altmış evin kiminin dişi gedik, kiminin kulağı sağır kocamışlarını meşgul etmeye başlayalı on yıl kadar oldu. Hepsinin söylediği şu: Atalar bilmiyorsa… Atalar nerede? Atalar bir yana, bu ihtiyarların babaları, dedeleri de çoktan öbür dünyaya göçmüş. Ya Rabbi, öyleyse Kökmoynak’ın ne zamandan beri meskûn olduğunu şimdi kim araştırıp tespit edecek? Resim öğretmeni de hiçbir şey söyleyemediği için ilçe gazetesinin verdiği “tarih araştırmacısı” unvanını kaybetmek tehlikesiyle karşı karşıyadır. Ancak Kökmoynak sakinleri son zamanlarda Kökmoynak’a ilk yerleşim tarihinin tespit edilmemesinden memnun gibiler. Düşünceleri şudur: Yılını, ayını hiç kimse bilmiyormuş; demek ki Kökmoynak kadimden beri var ve eskiden beri meskûn. Meskûn dedikleri de doğrudan kendi atalarının mekânı. Burada kaç nesil yaşadı, buradan kaç nesil geçti. Şu kargaşada, bu kargaşada kaçı Çin’e kaçtı, kaçı Türkmenistan’a ağdı. Her şeye rağmen Kökmoynak eli bitip tükenmiş, kuruyup soğulmuş değil. Ya Rabbi, burada bizim vazgeçemeyeceğimiz ne kaldı ki artık? Daha dün evlerimizin yanında sabah dağa bakıp bağıran, akşam eve bakıp böğüren hayvanlar nerede; yediden yetmişe kadınına kızına kadar merak ve zevkle bazen sinema bazen öğretmen konseri seyredilen kulüp çöktü; kütüphane ve sağlık merkezi kapatıldı; yıllarca ahaliyi sabahleyin tıka basa doldurup içini dışına çıkararak ilçe merkezine götürüp, akşamleyin aynı şekilde geri getiren çekirge yeşili otobüsün nereye kaybolduğunu soran hiç kimse yok; eski gibi dağdan aşağı hızla inen derin vadinin birbiriyle bağıra bağıra sohbet edenlerin sesinin bütün avılca duyulduğu iki yakası bütünüyle sessiz. Kökmoynak ahalisi gök yarılıp yere düşse de kımıldamaz yerinden herhâlde. Bir zamanlar Hruşşev’in küçük çiftlikleri birleştirip küçük yerleşimleri bir merkeze topladığında da Kökmoynak ahalisi yerinden kımıldamamış. O yüzden mezra yöneticisi zavallı Soltubay, parti üyeliğinden çıkarılmış. Ancak işin peşini bırakmamış, Moskova’ya kadar gidip üyelik kartını geri almış. Sonra taban patlatıp geri aldığı parti üyeliğini kutlamak maksadıyla avılda hayvan kesip dağıttığı, kökpar28 düzenliği için parti üyelik kartı tekrar alınmış… Asıravbay, Soltubay’ı çocukluğunda gördü. Her sözüne “eğer ki” diye başlardı; her şey için delil arayarak tartışmaya hazır, ateşli bir kişi idi, mübarek. Parti kartını ikinci kez geri aldıktan sonra “Bu lanetlerde iman yokmuş!” deyip her şeyi bırakarak Kökmoynak’ta babasının ta otuzlu yıllarda inşa ettirdiği, sonradan kendisini öncülük edip genişlettiği, her yıl baştan aşağı elden geçirilen mektebin bekçiliğini yapmaya başladı. Gerekçesi şuydu: “Hükûmete gereğim yok? Babamın yadigârıdır, öyle ise artık bu mektebi gözeteyim. Canları sağ olursa çocuklar yenisini yaparlar, o vakit biz bu mektebi Kökmoynak Müzesi’ne çeviririz.” Şu derin vadinin iki yakasında birbiriyle bağırarak selamlaşan, bağırarak sohbetleşen, bağırarak birbirini konuk çağıran altmış evden kurulu Kökmoynak’tan kimler çıkmadı… Soltubay parmağı ile bugün saymaya başlasa batur da, şair de burada. Okumuşu da, siyasetçisi de az değil. Emek kahramanları desen SSCB Yüksek Sovyeti’ne milletvekili seçilen bile var…

Mukadderatın önüne geçmek mümkün mü, zavallı Soltubay emeline ulaşamadan hayata veda etti. Ondan sonra köprünün altından çok sular aktı. Soltubay dünyadan göçeli bayağı oluyor ancak babasının yaptırdığı, kendisinin de bir zaman bekçilik yaptığı mektep hâlâ ayakta. Ayakta ama enikonu eskidi. Kışın yakacak kıtlığı yüzünden doğru dürüst ısınmadığı odaların köşeleri göverip, sıvaları düşmeye başladı. Öğretmenler ve öğrenciler yaz boyu çamur taşıyıp gedikleri kapatmakla uğraşıyorlar. Lakin başkalarının umurunda değil. Yeniden yapılanma, ıslahat, serbest piyasa derken artık millet kaç yıldan beri kendi kendine kumda oynuyor. Daha büyük yobazlıklar da gördü millet. Birkaç yıl önce vilayetin başına gelen biri, eğitim ve kültür kurumlarını katarak büyük rezillik etti. Sonra anlaşıldığına göre bütçe açığından dolayı öyle yapmış. Tasarruf yöntemi imiş… Tasarruf yapacak başka şey yokmuş gibi eğitim ve kültürden tasarruf etmiş, ya Rabbi!..

Asıravbay’ın kahrını sessizce dinlemekte olan dünürü yakasını ısırdı.

– Millete eğitim ve kültürün lüzumu yok mu demek istiyor?

– Öyle demek istiyor.

Asıravbay’ın deminden beri alev alev yanan yüzü artık iyice alardı. Bu durumda iken sözle birlikte ağzından tükürük de sıçrardı, o mu aklına geldi bilinmez, cebinden mendilini çıkarıp ağzını sildi.

Eh, yukarısı öyle uygun görmüşse ne yapabiliriz, hayırlısı olsun deyip baş sallayacak adam mı Asıravbay; doğru kazaya gitti. Öğrenmek istediği bu kararın kalıcı mı, geçici mi olduğuydu. Önce ilçe eğitim müdürlüğüne uğradı; bir de baktı ki küçük ama iki katlı binanın böğründe bambaşka bir tabela duruyor. Ardından kaymakamlığa gitti. Allah’tan kaymakamın eğitimden sorumlu yardımcısı yerindeymiş. Söylediği şu: “Valinin kararı… Şimdi gerçekten biraz şey…” Asıravbay “Biraz şey de ne demek?..” dedi diklenerek. “Siz de biliyorsunuz.” “Neyi biliyorum?” “Şey yani… Bakarız…” “Ne vakit?” “Yahu ağa, beni sorguya mı çekiyorsunuz? Benim elimden ne gelir?” “Neden elinden bir şey gelmiyor? Neden her şey tek bir adamın elinde? O adam deli sözü söylese de itaat etmek mi gerek? Öyle ise siz niye oturuyorsunuz bu ‘kutluhanede’ kurularak? Ne işe yarıyorsunuz?”

Asıravbay ağzını mendille üst üste silerek kaç yere gitti. Yardımcı, sadedil bir Kazak yiğidi imiş, ağzını açıp tek söz etmedi. Ondan işe yarar bir kelam işitmenin mümkün olmadığını anlayan Asıravbay, cepkenimi çıkarıp alacak değil ya deyip doğru kaymakama gitti. Kalemdeki kız “Kaymakam şahsi mesele görüşmek isteyenleri sadece Çarşamba günü kabul ediyor; dizelgeye yazılın isterseniz.” deyip sızlandı bir sürü. “Evladım, benimki şahsi mesele değil halkın melesi; ta kör itin öldüğü yer olan Kökmoynak’tan geldim.” diye diye sonunda kaymakama girdi. “Karar öyle…” dedi kaymakam. “Kararı uygulamama yetkimiz yok.” “Nasıl yani, eğitim ve kültürün artık lüzumu yok mu? Eğitim ve kültür kurumlarını kapatan millet, nasıl bir millettir?” “Kapatıldıysa eğitim ve kültür müdürlükleri kapatıldı; mektepleriniz duruyor, eğitime devam edin; kulüpler duruyor, konserlere devam edin.” “Yahu bizim bastığımız yerde ne zaman ot bitecek?” dedi Asıravbay öfkelenerek. “Ne otu?” Deminden beri ciddi ve vakur bir şekilde oturan kaymakamın elindeki kalem, sert sert basan kadınların sivri ökçesi gibi masanın üstüne tak etti. Bu durumda her zaman olduğu gibi Asıravbay’ın yine ağzı tükürükle doldu, dili ağzına sığmamaya başladı. “Bugün eğitim ve medeniyet müdürlüklerini kapatan vali yarın yerinde olmayacaktır. Yerine başkası gelecek. Onun da ne düşündüğünü Allah bilir. Bildiğimiz tek şey şu: O meret ne söylerse hemen yapıveriyorsunuz. Bu nedir böyle? Valiler hiçbir şey söylemese kendi kendimize hiçbir şey yapamayacak bir halka mı döndük biz?” “Bunları varıp valiye söyleyin, soracağınızı da ona sorun.” “Siz söylediniz mi, siz sordunuz mu?..”

Asıravbay, Kökmoynak’a hayal kırıklığı içinde, bitkin ve kırgın döndü.

– Bunları da gördük ya, dünür dedi Asıravbay, ev sahibinin önüne koyduğu tabaktaki buda elini uzatırken. Neticede ben mektep müdürlüğünden alınıp sıradan öğretmenliğe tenzil edildim. Yeni vali iki yıl sonra vazifeden alındı, eğitim müdürlüğü yeniden açıldı. Kültür müdürlüğü de…

– Doğrusu da o zaten.

– Elbette. Şimdi şu mektebimizi iyileştirmeye, iyileştirmek derken esaslı bir tadilattan geçirmeye gücümüz yetmiyor. Para meselesi yani… Geçen güz açılışının yetmişinci yıldönümünü kutladık…

Mektebin açılışının yetmişinci yıldönümünü kutlama meselesini de gündeme getiren Asıravbay idi. Tam iki ay hazırlık yaptı. Sadece bu mektebi bitirip Almatı ve Astana’da çeşitli işlerin başında bulunanların dizelgesini hazırlamak bir hafta aldı. İlçe ve il yetkililerinin ekleyip çıkardıkları da çok oldu. Konuşmayı kimin yapacağı meselesi de oya sunuldu, ciddi tartışmalara sebep oldu. Emekliye ayrılmış olmalarına rağmen hâlâ mektebe girip çıkarak biri millî güvenlik, biri ise müzik dersleri veren Türkbay ile Kıylıbay aksakallar eşit oy alınca çekişme enikonu kızıştı. Mektep idaresi kimin galip geldiğine karar vereceğini şaşırdı. Nihayet biri şöyle bir çözüm önerdi: “Dostlar! Bu mektebi yaptıran merhum Soltubay’ın babasıdır. Hepimiz Karabala’nın çocuklarıyız. Ancak bu Kıylıeken,29 Soltubay ile amca çocuklarıdır. Demek ki diğerlerine göre daha yakındırlar. Dolayısıyla konuşma yapma hakkı manevi olarak Kıylıbay Ağa’nındır diye düşünüyorum…” Bunu bekliyormuş gibi resim öğretmeni “Bu apaçık kabilecilik!” deyip yerinden kalkarken uçayazdı. “Yahu bu kabilecilik de nedir?” dedi biri. “Kabilecilik…” dedi resim öğretmeni, adama bunu da bilmiyor musun dercesine şaşkın bir yüzle bakarak. “Kabilecilik, kabileciliktir!”

Hararetli tartışmalar sonucunda konuşma yapma şerefine Türkbay aksakal sahip oldu; konuşmayı yazma vazifesi ise -dört parmak uzunluğunda olsa da- tarihî makaleleri ilçe gazetesinde ara sıra neşredilen malum resim öğretmenine verildi. Ne çare ki ikisinin üç gün üç gece uymadan uğraşarak yazdığı konuşma metni değerlendirmede beğenilmedi. Resim öğretmeni umumen Kazak Hanlığı’nı anlatarak asıl konudan sapmıştı. Şimdi ne yapacağız darboğazı başlayınca yine bu avılın çocuğu imdada yetişti. Vaktiyle ilçe gazetesinde çalışmış, şimdi dede yaşına gelmesine rağmen sakalını kesmeye devam ederek içkiyi bütün bedenini ve ruhunu ortaya koyarak içen gazeteci akrabaları akıllarına geldi; ondan rica edelim, kendisi de bu mektepte okudu ne de olsa dediler. Gelgelelim o bela, ayyaş olduğu için çağrılılar dizelgesine girmemiş meğer. Onu da eklediler mecburen. İlçe merkezinde oturan gazeteciye resim öğretmeni gönderildi; öğretmen, giyimiyle bir fıçı votkaya düşmüş gibi dünyası şaşmış, ayağını bastığı yere görmeyecek şekilde on gün sonra ancak döndü. Allah’tan konuşma metnini bitirmişti.

Asıravbay esas olarak konukları karşılayıp ağırlama meselesiyle ilgilendi; gerekli hazırlıkları yaptı, eksikleri temin etti. Yarım gün yol yürüyerek askerlerden içine iki yüz üç yüz kişinin rahatlıkla sığabileceği bir çadır alıp getirdi. Kesilecek hayvanları hazırlattı. Yalnızca içki meselesinde ağzını hiç açmadı. Çünkü danışmak için gittiğinde Almatı’da büyük bir mevkide bulunan dostu Caylıbay “Eğer gözüme bir şişe ilişirse o saat kaybolurum oradan, bunu unutma.” demişti. Caylıbay’ın sözü onun için kanundur. Caylıbay’ın dediğini yapmamak ise itliktir. Mektebin yıldönümü kutlamasına Caylıbay katılıp başköşede oturmazsa ne yarar!

– Caylıbay dediğin şu yurt dışına çıktığı için çocukların düğününe katılamayan dostunuz mu diye sordu dünürü araya girerek.

– Ta kendisi.

– Ağzınızdan düşürmüyorsunuz da.

– Nasıl düşüreyim? Niye düşüreyim deyip yok yere övündü Asıravbay. O benim Caylıbay’ım.

– Peki. Neticede mektebin yıldönümü kutlaması yapıldı mı?

– Yapıldı. Caylıbay’ın kişiliğini o vakit gördük. Gördük derken vaka şöyle olmuştu…

Konuşmanın son iki üç bölümcesini Asıravbay, mektebim bugünkü müşkül vaziyetine hasrettirmişti. Bakım yapılmadan böyle durursa iki üç yıl içinde yıkılma tehlikesi olduğunu bilhassa yazdırmıştı. Kutlamaya gelenler üzerinde bu sözler bayağı etkili oldu. Bilhassa Caylıbay çok yazıklandı. Onun söylediğine göre Kökmoynak’ta doğup da bugün adam sırasına girmiş, insan olmuş, devlet ve toplum nezdinde hatırı sayılır bir şahsiyet derecesine yükselmişse bu mektep sayesindedir. Kökmoynak’taki mektebi bitirenler arasında yazar da, bilgin de, siyasetçi de, besteci de varmış. Özellikle iş adamının çok olduğu anlaşıldı. Koca koca on beş kişi… Bunların her biri bugünlerini her şeyden evvel Kökmoynak Mektebine borçludur. Kökmoynak Mektebini koruyup kollamak -bilen kişi için- babamızın ak duasının, anamızın ak sütünün hakkını vermek demektir…

– Usul bilen, erkân tanıyan kişinin sözü böyle olur dedi ev sahibi.

– Yoksa Caylıbay olur mu dedi Asıravbay ve iyice coştu. Uzun sözün kısası dostum çok güzel konuştu. Taşı öyle gediğine koydu ki mektebi onarmak, eksiklerini gidermek ve zaruri ihtiyaçlarını karşılamak üzere para toplamak için özel banka hesabı açmayı teklif etti. Hesabı açtığınız gün bana bildirin, ilk parayı ailem adına ben yatıracağım; dışarıdan gelenler, içeriden olanlar, hepinizi bunu yapmaya davet ediyorum dedi.

– Büyük yiğitlik göstermiş gerçekten.

– Seselim oluşturdu dersek daha doğru olur. Caylıbay’ın söylemesi üzerine hemen orada hesaba para yatıracakların dizelgesi yapıldı, başımız göğe ermiş gibi oldu. Orada toplanan parayı içimden tahmin yürüterek hesaplıyordum.

Asıravbay’ın hesabına göre bayağı bir iş görülecekti hatta mektebi onardıktan sonra da para artacak gibiydi. Öyle güzel bir fırsat doğarsa bıldır biçerdöverin altında kalıp vefat eden Seyit’in öz ailesinden kaçıp şehirde ticaret yapmakta olan esnaf karısının peşine çoluk çocuğunu terk ederek takılan İlyas’ın evindeki yavrucaklara kışlık giyecek yardımı yapmasak hiç olmaz. Yoksa anladığı kadarıyla çocukların bu yıl mektebe gelecekleri şüphelidir. Ayrıca Asıravbay’ın kendini bildiği günden beri beslediği emel var: Kökmoynak’ın dışında tek başına duran taşlık tepeye Ağıbay batur önderliğinde Sovyet Hükûmeti’ne karşı çıkan ataları için bir anıt dikmek… O tepenin altında Kökmoynak’tan ve aşağı etekteki avıllardan Ağıbay batura katılan yüz kişinin naaşı yatmaktadır. Sovyet’in kızıl askerleri onları tam burada katletmişler, avıl sakinlerine tepeye derin bir çukur kazdırmışlar, cesetleri gömdükten sonra da üstüne iri taşlar yığmışlar. Kökmoynaklılar buraya eskiden Taştepe derlermiş, şimdi Kızılkıran diyorlar.

– Şimdi bu, geçen gün olan hikâye mi dedi ev sahibi.

– Aynen öyle.

– Netice ne oldu, peki?

– Hesabı hemen açtık. O saat her yere haber de gitti fakat şu güne değin hiç kimseden hiçbir hareket görmedik; işte görüyorsun, yakıp kavuran yaz sıcakları da geldi; sonra Caylıbay’a bir gideyim dedim ve geldim.

Ev sahibi ses etmedi. İkisi de ellerini yıkayıp çaya oturdular. Karanlık çoktan çökmüş. Demli sütlü çayı yudumlarken Asıravbay artık oğlu ile gelininin durumunu sormaya başladı.

– Görünmüyorlar…

– Bizde de havadis çok deyip gülüyor kadın dünür. Biz de yakın arada size haber göndermek istiyorduk.

– Hayırdır inşallah?

Ev sahibi söze karıştı. Meğerse dünürleri bunun oğlu ile gelinine yakında Maygül’den iki odalı bir daire satın almış. Oğlu Manarbek işten ayrılmış.

– Ayrılmış ne demek? Asıravbay başını kaldırıverdi: Beş altı yıldan beri yaptığı araştırma boşa mı gitti şimdi?

Dünürün düşüncesi: Bugün Kazaklarda koyun denecek koyun kaldı mı? Kalmadığına göre neyin yününü uzatacak, neyin yününü inceltecek…

– Bu dünya böyle kalmaz herhâlde… Asıravbay’ın ağzı tükürükle dolmak üzereydi; Allah’tan tam o sırada içeri oğlu ile gelini girdi de bela çıkmadı. Oğlunu görmeyeli üç dört ay oldu; gözleri yuvasından çıkmış, butları incelmiş. “Altı ay kışta yılkıda mı kaldın, ağzını kırayım…” diyeyazdı.

Sabah çayına iyice kandıktan sonra Asıravbay “Ya Allah!” deyip sokağa çıktı. Biraz sonra dostu Caylıbay’ın çalıştığı çok katlı görklü binanın merdivenlerinden yavaş yavaş yukarı çıkmaya başladı. Yukarı demek yanlış olur, kelimenin tam anlamıyla göğe doğru yükseldi. Böyle güzel duygularla bekleme odasının kapısını açmıştı ki müdürünün kapısını gözetleyerek oturan ince zarif belli sekreter kız “Cin mi kovalıyor ardından?” dercesine hoşnutsuzca baktı. “Bu sekreter kızların hepsi neden birbirinin kopyası gibi!” diyerek cinlendi Asıravbay.

– Caylıbay yerinde mi dedi soğuk bir sesle.

– Meşgul.

– Meşguliyeti biter mi bu yıl deyip öfkesini de dile getirdi.

Kız, omzunu silkti.

– Bir bakıversene, Kökmoynak’tan Asıravbay geldi de.

– Moskova’dan gelmiş olsanız de şimdi kabul etmesi mümkün değil sizi.

– Beni kabul eder, kurban olayım.

– Poymite, tam lyudi, şetelden.30

– Ben ise o itin aynı avılda birlikte büyüdüğü dostuyum.

Sekreter kız kaşlarını yıktı.

– Hangi itin?

– Caylıbay itinin.

– Kak vı smeete, tak Jaylıbay Sembayeviçti31… Sekreter kız “Bu nasıl bir bela!” der gibi döşündeki şişkin çifte şamanayı32 eliyle bastırdı: On je… On je…33

Kızın soluğu kesilip hıçkırıp durmasıyla hiç mi hiç ilgilenmiyor.

– Yurt dışı, murt dışı anlamam ben; doğru içeri gireceğim şimdi deyip yerinden kalktı.

Kız hemen telefona sarıldı.

– Evet… Asıravbay, Caylıbay’ın sesini uzaktan da olsa açık işitti.

– Caylıbay Sembayeviç, affedersiniz… Burada biri var, doğruca… Söz dinlemiyor hiçbir şekilde.

– Kim?

– Govorit Kökmoynak,34 Asıravbay…

Öbür taraftaki ses bir müddet kesildi. Neden sonra;

– Ahizeyi ver bakayım dedi.

Ahize eline değer değmez Asıravbay bağırmaya başladı.

– Hey Caylıbay, selamünaleyküm!

– Nasılsın?

– İyiyim de içeri giremiyorum.

– İçeride yabancılar oturuyor. Sen şöyle yap; öğleye doğru gel. Öyle yap!

Asıravbay böyle bir durumda hayır öyle yapmam diyemedi. Gelir gelmez içeri girmediğine pişman olmuş değil, bilakis sokağa neşeli bir ruh hâliyle çıktı. Saatine baktı, henüz on buçuktu. Kaldırım boyunca biraz yürüdü. Oğlu ile gelininin gök pazardaki35 dükkânına gidip bir göreyim dedi, sonra vazgeçti. Temiz işe ticareti karıştırmak istemedi. Büfeden bir iki gazete alıp dostunun çalıştığı binanın yanındaki küçük bahçede bulunan bir oturağa yerleşti; elindekileri bir öteye bir beriye çevirdi ama doğru dürüst okumadı; aklı tamamen Caylıbay’da. Kökmoynak’ta doğdu, Kökmoynak’tan çıktı ne de olsa. Hepsinden önemlisi budur. Ya Kökmoynak’tan çıkan Caylıbay’ın Almatı’nın ortasındaki bu göz kamaştırıcı binanın başköşesinde oturması… Şükür, şükür… E, sonra Allah’ın kudretiyle Asıravbay’ın en samimi dostu bu Caylıbay oldu. Son yıllarda çok sık görüşmedikleri doğru. Dostu bugünkü gibi yükselmiş olmadığı geçen yıllarda ailesiyle birlikte avıla sık sık uğrardı. İlkin dul yengesinin evinde geceler, ertesi gün Asıravbay’a gelirdi. Hem de bir oğlunu omzuna bindirip bir oğlunun elinden tutarak bizzat Asıravbay getirirdi onları eve. Bu arada Caylıbay için geceleyin hususi kesilen semiz şişeğin etinden yapılmış sıcak kavurma Gülcemal’in sofrasında dumanı çıkararak hazır beklerdi. Kaymak, sütte ezilmiş katık, kuru üzüm gibi kurumuş sarı kurut, peynir, şekerli darı talkanı36 ve daha bir sürü şey… Bunlar sıcak kavurmaya girişir girişmez Kökmoynak’ın tozunu toprağını vaktiyle birlikte altüst ettikleri, biri on yıl mektebe devam etmesine rağmen kendi adını bile başkasından kopya çeken, biri tahsile devam edecek imkânı olmadığı için çaresiz avılda kalan ve köylünün kazanında kaynayıp giden sınıftaşları toplanırdı. Gülcemal’in sandığındaki iki üç şişenin başı görünüverirdi. Ondan sonra uğuldamaya başlardı bunlar. Kavurmadan sonra kebap pişerdi, ardından ise kelle. Bu arada çocuklar da dükkâna birkaç kere çaparak gidip gelirlerdi. Vakit geçtikçe konuşulmayan konu kalmazdı. Daha çok Caylıbay konuşurdu. Hepsi birlikte onun ağzına bakardı. Dünyada neler olup bitiyor, yarın ne olacak, hepsini bilirdi Caylıbay. Her meseleye ayrıntısıyla girip enikonu yorulduktan sonra da insan hayatının anlamı, iyilik, insanlık konularına girerdi. Sınıftaşları aralarından böyle gönlü yüce, bilgili ve ateşli bir hatibin çıkmış olmasına hem seviniyor hem ağzı açık hayret ediyorlardı. Hayret ediyorlardı çünkü daha dün aralarında kimseden geride kalmayan ancak kimseden ileri de gitmeyen herkes gibi bir insan olan Caylıbay’ın birkaç yıl içinde filozofa, siyaset bilimciye ve ansiklopediye nasıl dönüştüğüne akıl erdiremiyorlardı. Yoksa Caylıbay ileri zekâsını, geniş anlayışını, derin düşüncesini onlara göstermeden içinde mi saklamıştı?..

12.Kırgız Aladağı (Kaz. Alataw, Kır. Alatoo), kutlu sayılır ve Kırgızların millî simgelerinden biridir.
13.Bayke, Bay Äke (Bay Ağa) hitabının kısaltılmışıdır ve daha çok baylar yani zenginler için kullanılır.
14.Bay, zengin demektir.
15.“Doğru söylüyorum! Harbi sözdür!” anlamında Rusça ibaredir.
16.“Önce içimizi ısıtmayalım mı, bayke?”
17.“Açabilir miyiz?”
18.“Bayke, atı taşıyacak araba da birazdan ulaşır. Ardımızdan geliyor.”
19.“Geçen gün el sıkıştığımız üzere parayı yani doları da getirdik. İşte…”
20.Kökqağaz/gökkâğıt, dolar demektir.
21.“Tam tamına yüz bin.”
22.Kazakça “noqtabaw” yani yular parası, satılan malın yular parası olarak verilen bahşiştir.
23.“Evvelce varmış, şu zamanda neye lazım? “
24.Tamaşa, Kazak televizyonunda uzun yıllar yayımlanan skeçli mizah programıdır. Büyük salonlarda, binlerce seyircinin önünde çekimi yapılan program daha sonra televizyonda da yayımlanmaktadır.
25.Aytıs, atışma demektir. Aytıs geleneği Kazak kültüründe hâlâ çok canlıdır. Büyük ödüller konarak düzenlenen aytıs yarışmaları televizyonlarda da yayımlanmaktadır.
26.“Çok az bir şey yetişmiyor, eksik.”
27.“İki tane.”
28.Kökpar, boğazlanmış keçi veya enek tekeyi rakiplerinden kurtularak getirip belli bir dairenin içine atma esasına dayanan, atlı iki takım hâlinde oynanan Kazak millî oyunudur.
29.Qıylıekeñ/Kıyleken, Qıylı Äkeñ yani Kıylıbay Ağa hitabının kısaltılmış biçimidir.
30.“Anlayın lütfen, yanında birileri var, yurt dışından.”
31.“Nasıl cesaret ediyorsunuz, böyle Caylıbay Sembayeç’i…”
32.Şamana veya şepeten, Kazakçada “äñgelek” denen kokulu küçük bir kavun türüdür.
33.“O var ya… O var ya…”
34.“Kökmoynak diyor.”
35.Gök pazar, sebze, meyve ve gıda maddeleri satılan yarı açık pazar.
36.Talqan/talkan, kavrulmuş mısır, buğday ve darı unu ve bundan yapılan yemektir.
₺33,77

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
01 ağustos 2023
ISBN:
978-625-6494-57-2
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre