Читайте только на Литрес

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Yol», sayfa 3

Yazı tipi:

Hakkını yememek lazım, saat tam birde Caylıbay, Asıravbay’ı girişte karşıladı. Dostunu samimice kucaklayarak öptü, Asıravbay da dostluk işareti olarak sırtına vurarak karşılık verdi.

Çalışma odasının arkasında özel bir dinlenme odası daha varmış. Küçük bir divan, büyük bir buzdolabı, bir de masa var. Yer ise halı döşeli.

Sekreter kız sofra hazırladı. Masanın üstü bir anda sucuk, sarı yağ, kara havyar, şeker ve şekerleme ile doldu. Sıcak çayı yudumlarken evvela Kökmoynak sakinlerini gözden geçirdiler. Parmaklarını bükerek sayınca kendi önündekilerin bayağı seyreldiğini anladılar. Hatta kendileriyle birlikte büyüyenlerden üç dördü de bâki âleme göç etmişler.

– Hayat böyle böyle tezek gibi süpürüyor herkesi işte dedi Asıravbay mahzunca.

– Elden ne gelir deyip iç geçirdi Caylıbay.

– Birbirimizi de seyrek görür olduk.

– Ne yaparsın… Ben şunlara bağlıyım. Caylıbay yan yana duran iki üç telefona baktı: Mecbur…

– Tabii, deyip Asıravbay dostuna nedense acıyarak baktı: Vazife denen belanın çevresinde dolaşanların hürriyetleri ellerinde olmuyor… Ne olursa olsun halk senden razı. Caylıbay’ımız var deyince Kökmoynak’ı sallıyoruz.

Caylıbay gülümsedi. Asıravbay’ın boğazına bir söz daha takıldı. Söylesem mi, söylemesemmi diye bir türlü karar veremediği sözler var. Erimbet aksakalın torununun düğününde ayyaş Botaş “Caylıbay, Caylıbay deyince aklınız başınızdan gidiyor; yassı kavun başlı o yaramazı kaç kere dükkâna içki almaya gönderip tekmelemiştim… Şimdi gelip… Gökten zembille indiriyorsunuz. Gökten zembille inmiş bir önder olsa da -başkaları şöyle dursun-merhum Seyit’in tek yorganın altında bitlenerek büyüyen çocuklarına neden elden geldiğince yardım etmiyor?”

Asıravbay bunu tam söyleyecekken kendini zor tuttu.

– Geçen güzde gelişinizin üzerinden de sekiz dokuz ay geçti diyerek sohbeti asıl meseleye getirdi.

– Biliyorum.

– Açtığımız hesaba, avıldan toplanan bir miktar parayı saymazsak, henüz bir kuruş da yatırılmadı dedi Asıravbay. Mektebin onarımına başlayamadığımız için perişanız. Yaz desen hızla yaklaşıyor. Hasılı ne yapayım, çaresizlikten sana geldim.

Caylıbay bir müddet sessiz oturdu.

– O işten bir netice çıkmaz herhâlde. Ticaretle uğraşan yiğitlerimizi yakalamak mümkün değil; bugün Almatı’da, yarın Astana’da veya yurt dışındalar dedi Caylıbay. Devir böyle.

– Öyleyse bütün halkın önünde ettiğiniz vaat unutulup gidecek mi deyip Asıravbay elindeki çay dolu fincanı masanın üstüne koyuverdi: Öyle mi yani?..

– Vaat derken…

– Vaat, Allah sözüdür, Caylıbay.

– Sen hiç değişmemişsin dedi Caylıbay, sorgularcasına bakarak. Aynı çocukluğundaki gibisin…

– Yahu Caylıbay, hesap açın, ilkin ben para yatıracağım diyen herkesten önce sen değil miydin?

– Söylüyorum ya, tıpkı çocukluğundaki gibisin. Ben halka önayak olmak için öyle yaptım. Onları teşvik edeyim dedim, yoksa ben para mı basıyorum. Sen de biliyorsun, iki oğlan yurt dışında okuyor. Kızım ile güveyiye merkezden daire aldık. Almatı’nın fiyatlarını duymuşsundur…

Asıravbay kendinden geçti. Kırgınlık, pişmanlık, üzgünlük karışık bir duygu içini yaktı, gözünün önü puslandı.

O pusarığın arasından Caylıbay’ın yassı kavun biçimli uzun başı zar zor görünüyor.

– Senin iki çocuğun yurt dışında okuyorsa Kökmoynak’ın bütün çocuklarının okuduğu mektep -sıvası düşmüş, temeli oyulmuş, çatısı delinmiş- yıkılmak üzeredir.

– Sakin ol dedi Caylıbay soğuk bir sesle. Bağırıp çağırmakla hiç kimsenin evi yıkılmaz.

– Yıkılıyor işte.

– Dinle. Önümüzdeki yıldan itibaren üç yıl “avıl yılı” ilan edildi. Hükûmet avıllara hadsiz yardımda bulunacak. Her gördüğüne el açmanın anlamı ne, para kendiliğinden gelirken?

– Peki ya kendimiz?.. Avılımız için kendimiz bir kişilik, bir erlik yapmayacak mıyız?

– Felsefeyi bırak şimdi.

Sohbetleri artık tatsızlaştı. Asıravbay’ın çıkmaza girdiği andı bu. Ya Rabbi, şimdi Kökmoynak’a varınca ne diyecekti? Bomboş elle nasıl çıkacak milletin karşısına? Halk bekliyor, ümit ediyor. Alet edevatınızla birlikte hazır kıta bekleyin deyip gitmişti. Tüh, yazık. Sart,37 zekâsıyla bayırmış… Olacak da olacak, yapacağız da yapacağız deyip pes etmeyen; önüne dağ çıksa dağa tırmanan, taş rast gelse taşa çıkan; bu heyecanlı ve ateşli deli karakter kimden geçti buna! Ne zaman görsen hareket hâlinde, oraya buraya koşturup duruyor. Nereye iviyor, neye iviyor? Bu dünya ona gerek mi? O olmasa bu dünya viran kalacakmış çoluk çocuğunu utuyor. Ev işlerini ite kaka yalnız başına çekip çeviren karısı ise bir deri bir kemik kaldı. Sanki bir tahta at. Arada sırada bir coşup oynaşmak istese sıcak ve yumuşak bir ten arzulayan eli, domalıç kaburga ile çıkıntılaşmış kalçaya değer değmez sırtını dönüveriyor. Yaşları yakın iki kızının geçen kış bir mavi paltoyu sırayla giymeleri başka bir mesele… Yo, olmaz, yoksulluk bir kusur değil. İnsan defalarca zenginleşmiş, defalarca fakirleşmiştir; defalarca fakirleşmiş, defalarca zenginleşmiştir. Aynı derinin içinde hep dolmuş hem solmuştur…

Başkasını bilmem ama Asıravbay bugününe de şükretmektedir. Bir yağı akıp suyu taşıp dökülmese de yiyecek yemeği, parıl parıl etmese de giyecek giysisi var. Allah’ın nuru yarattığı bütün kullarına aynı şekilde düşer. Bunların da baylıklarının bugün yarın yayık gibi gümbürdeyeceği kesindir. Beyaz camdan, gazete ve dergilerden sınırsız bolluk ve refah içinde yaşayan nicelerinin iflas edip talihinin ters döndüğünü hatta bu durumda bazılarının intihar ettiklerini öğrendikçe yakasını ısırıyor. Peki, insanın insanlığı iflas ederse ne olur? İnsanlığım iflas etti, eyvahlar olsun diyerek saçını başını yolan, kendini asan veya vuran bir kimse var mı yahu?…

Dinlenme odasının ayakyoluna giren Caylıbay hâlâ çıkmış değil. Ya Rabbi, millete… Kıpkızıl bir utanca uğradı şimdi. Kışın kendisini dönüşümlü olarak sokum38 başına çağırıp saygıyla ağırlayan Kökmoynak’ın her hanesindeki oturmada “Şu kadar para mektebe, şu kadar para kızıl askerin kırdığı yüz kişiye dikilecek anıta, şu kadar para yetim ve dullara…” diye bol keseden dağıttığı konuşmalarla kendinden geçen halk şimdi ne diyecek? Dur hele… Birden… Birden Asıravbay’ın aklına bir fikir geldi.

– Hey Caylıbay, çıkacak mısın, dedi bağırarak hemen, bir anda gelen düşünceyi anında unutup gitmiş gibi.

Caylıbay çıktı.

– Aklıma bir fikir geldi.

– Söyle.

– Söyleyeyim, bana iki bin kadar gökkâğıt39 bul. Borç olarak tabii. İki kısrak var, buzağı dana var, satıp borcumu bu güz öderim.

Caylıbay yanına geldi.

– Neye lazım bu para sana?

– Avıla götüreceğim. Sizin verdiğinizi söyleyeceğim. Boş elle gitmek ayıptır, hepimiz için ayıptır.

– O kadar para elde bulunmaz dedi Caylıbay kayıtsızca. Gelen para gerekli yere harcanır.

– Sende yoksa birinden alamaz mısın? Arkadaşın çok, itibarın da var diyerek yalvarır gibi yaptı Asıravbay.

– Yanlış anlama dedi Caylıbay. Ben hiç kimseden borç isteyemem. Vazifenin konumu yüzünden böyle.

– Yani…

– Söyledim ya yanlış anlama diye. Dostu saatine baktı: İki olmuş, akşam eve gel; yemek yersin, bizde gecelersin. Şimdi benim toplantım var. Gücenme…

“Kime güceneceğim. Benim gücenikliğim kimin umurunda artık…” cümleleri boğazına gelip gelip dayanmasına rağmen sesini çıkarmadı Asıravbay, sessizce çıkıp gitti.

Hava gelirken açıktı, yağmur serpiştirmeye başlamış. Bir anda bin kılığa girersin dedi Asıravbay içinden; değiş bakalım değiş. Değişimden başka ne var bu yalan dünyada.

Yol kenarında etrafı açık bir kafe gördü. Buraya nasıl ve niçin girdiğini kendisi de bilmiyor; yağmur düşmeyen orta masalardan birine oturuverdi.

Garson kız elinde bloknotu ile kalemi, tık tık basarak geldi.

Etine yapışmış bir pantolon giymiş. Ön taraftan kabarık kıymetlisi, art taraftan kalkık kalçası açık seçik fark ediliyor. Değiş… Bu da değişimin bir türü, değiş…

– Ne dediniz? Kız bunun dişinin arasından çıkan fısıltıyı işitmişti sanki.

– Hiçbir şey.

– Girip içeride de oturabilirsiniz, dedi kız kırıtarak.

– Boş ver, buraya getir.

– Ne içersiniz.

– Votka.

– Ne kadar?

– Büyük bardağa doldur.

– Bizde kadeh var.

– Ne varsa ona koyuver.

– Yemek olarak?

– Boş ver yemeği.

– Belki salata? Mevsim salatası…

– Tamam.

Asıravbay bir kadeh dolusu votkaya uzun uzun baktı. Ağzına sürmeyeli birkaç yıl olmuştu. Çocukken sarılık geçirmişti, o meret karaciğerde bir iz bırakıyormuş mutlaka, bir zaman sonra ortaya çıkıp sızlatmaya başladı. Hekimin tavsiyesi: “Hayatın sana lazımsa içki içme…” Asıravbay şimdi kendisine ne lazım olduğunu bilmiyor. Lazım olan Caylıbay’ın yardımı, yardımıydı ancak artık yok. Ya hayat?.. Derin bir nefes aldı ve ağıyı içine çekiverdi… Hayat… Nedir hayat? İnsanların hayatı mı?.. Eğer öyle ise o vakit hayat da insanın kendisidir. Eğer insan hayatın kendisi ise… Yok, hayır… Hayat bütün dünyadır. Toprak, göl, bozkır, dağ, ırmak, okyanus, hava, dal, ağaç… Onun için bengidir. Kazakların “dünya yalan” demesi boş söz. Dünya yalan değil, insanın kendisi yalan… Dünya kendi biçimini korur, bozmaz. Lakin insan dönek, değişken. Öğleden önce gördüğün adamı öğleden sonra tanıyamıyorsun. O bugün söylediği sözü yarın unutup gidiverdi.

Asıravbay akşamleyin dünürünün evine ateş gibi yanarak geldi. Ev sahibi şaşkın…

– Dünürüm…

– İçtin dedi. İçmesem olmazdı.

– Dostunuzla mı?

– Dost… Hangi dost? Dost nedir? Ne zaman, kim icat etmiş onu? Her şey yalan… Evvelce belki her şey gerçek idi fakat bugün yalan… En iyisi doldur, dünür.

– Hay Allah, tamam dedi aklı kızıllı iki üç şişeyi alıp koştu.

Yüz gram içtikten sonra Asıravbay gözyaşlarına boğuldu. Sebebi açıktı: İnsan yalan imiş demek. Yalan değilse dünkü Caylıbay nerede? Dünkü Caylıbay bugün neden başka Caylıbay? Niye bozuldu, niye kokuştu? Yoksa et yüreğini, yumuşacık bağrını aldırıp yerine demir yürek, taş bağır mı koydurdu?

– Öyle bırakmayın kendinizi, dünür dedi dünürü teskin ederek. Her şey bir Tanrı’nın elindedir.

– Tanrı’nın elinde… Peki, adaletin iyesi kim? Var mı? Varsa niçin nasibimiz eşit değil? Niye birileri sürekli yükselerek, birileri de sürekli alçalarak göçüp gidiyor bu dünyadan? Niçin Caylıbay, Almatı’daki gösterişli bir binanın başköşesinde, ben ise kör itin öldüğü yerdeki Kökmoynak’ın odu ile külündeyim? Kökmoynak avılı diye diye kendini bildi bileli çarık eskiten, eteği gözyaşı ile dolan benim ve benim başımda şu kötü şapka; onun başında ise parıldayıp duran baht… Tanrı diyorsunuz… Tanrı’ya ne yaptım ben?

Benim suçum, enstitüyü bitirdikten sonra şehirde kalmayıp avıla dönerek Kökmoynak’ın çocuklarını okutayım, canım sağ olursa Kökmoynak’ta Bolşeviklere karşı çıkıp kızıl askerlerin kılıcıyla vefat edenler için anıt dikeyim deyişim mi?

– Galiba kimisi başkasının mutluluğu, kendi mutsuzluğu için doğuyor, deyiverdi Asıravbay sonra. Eğer benim alnıma yazılan ikincisi ise razıyım. Koy azıcık, dünür.

Ev sahibi kadehi doldurdu.

– İşiniz rast gitmedi sanırım…

– Rast gitse böyle oturur muydum? Uçardım uçar, Kökmoynak’a doğru uçardım. Asıravbay kadehi tokuşturmayı bile beklemeden dikti başına: Ne kadar ilginç, baksanıza dünür. Bugün düşünüyorum da sürekli Caylıbay ilerliyormuş, ben ise hep geride kalıyormuşum. Bakın ne kadar ilginç.

Asıravbay içini döktü iyice:

– Caylıbay’ın benden neresi artık idi? Ayyaş Botaş’ın da dediği gibi gökten zembille inmedi ya. İkimiz de sığır çobanı oğluyuz. Yünü didik didik olmuş yamalı yorganın altında birlikte yattık. Bitimizin sayısı da bir olurdu. Yediğimiz aynı yemek. Ancak sürekli onun yıldızı parlıyor. Çocukluğundan beri öyledir. Çocukken yaz boyu tırpancılara yardım ederdik. Çalışma günümüz de var. On on iki yaşlarındaydık tahminen. Bir gün Caylıbay dağdaki alaçığa bağsız, burnu küt, ele alınca yaylanıp duran bir lastik ayakkabı getirdi. Evvelce gördüğümüz bir şey değil. “Bu ne, iskarpin mi?” diyoruz. “Bot…” diyor Caylıbay. “Su geçirmiyor.” Bıldır ablası demir yolu istasyonuna kocaya varmıştı, “Güz çamurunda giyersin…” diyerek o satın alıp getirmiş. Caylıbay bize gösterip övünmek için evinden gizlice çıkarmış onu. Çok heveslendik. Sırasıyla giyip bakıyoruz, sırasıyla giyip yürüyoruz. Yazın en sıcak günleri. İki üç gün ya geçti ya geçmedi, ayağımız sasık sasık kokmaya başladı. Meğerse bot dediğimiz sıcak havada ayağı terletip kokutan bir bela imiş. Denemediğimiz ilaç kalmadı. Nihayet katık şifa oldu. Oldu olmasına ama Caylıbay’ın ayağı tamamen iyileşti, benimki ise azalmasına rağmen tam iyileşmedi. Ne korkunç bir şey! Onun sürdüğü katığı ben de sürdüm. Kalınlığı da aynı idi. Onunki geçti, benimki kaldı… Yine bakın, beşinci sınıfta okurken temriye belasına uğradık. Kafa derimiz tamamen lekelerle dolu. Kükürt serptiler, tavulga yağı sürdüler olmadı; geceleyin iki elimizle başımızı dalayarak yatıyoruz. Nihayet analarımız çaresiz ilçe çocuk hastanesine götürdü bizi. Koyulan teşhis çok ürkütücü: kellik. Tam olmamışız ancak böyle devam ederse olurmuşuz. O yetiyormuş gibi bir de temriye bulaşıcı bir illet imiş. Dolayısıyla Kökmoynak’tan gelen kafa derisi kızıl ala dört oğlan, üç kızımızın başı önce elektrik akımı ile yakıldı, sonra ak gazlı bezle sarılıp alçıya alındı. Birkaç gün sonra başımızın küçüldüğünü görünce, daha doğrusu alçının baskısıyla kavlayan illeti, önünü makasla keserek başımızdan sıyırıp alınca aklımız başımızdan gitti; kafa derimiz deri değil, pelteleşmiş kıpkızıl et… Uzun sözün kısası, bu kıpkızıl et, sonraki tedavinin ardından kara kabuk bağlayarak iyileşti ve yeniden deriye dönüşüp kafamızda saç çıktı. Caylıbay’ın başı yassı kavun gibi uzundu, benim ise tepem sivriydi. Allah nasip etmeyecek ya, benim eski sık saçım, ilkyazda biçilip güze değin gün altında yatan ve çoğu yele savrulan ot gibi seyrekleşti; Caylıbay’ın çölün sorguç otu gibi seyrek eski saçı ise sık ve dalgalı bir şekilde çıktı. Başının yassı kavun biçimindeki uzunluğu da fark edilmez oldu. Benimkiyse, işte, eskisinden daha sivri bir biçim aldı. Başının üstünü ev sahibine gösterdi: Neden? Neden Caylıbay’ın işi sürekli rast gidiyor da benimki niye geri gidiyor diyorum.

Ben de hiçbir şey anlamadım dercesine omzunu kaldırdı ev sahibi.

– Sekizinci sınıfı bitirdiğimiz yıldı… Asıravbay konuşmasını kaldığı yerden sürdürdü: Beni şeytan dürttü. Her hâlükârda öğretmen olacağım hayalinden olsa gerek, öğretmen okuluna girelim diyerek Caylıbay’a aman vermedim. O vakitler şehri kim görmüş, karmakarışık bir dünya… Babamın verdiği adresle, gün boyu yürüdükten sonra amcasının kızının evini güç zorla bulduk. Akşam yemeği yerken ablamız “Paranız varsa evvela güzelce bir giyinin, yoksa bu kılığınızla milleti ürkütürsünüz.” dediği için ertesi gün alışveriş merkezine gittik. Orada ilk gözümüze ilişen, alışveriş merkezinin pencereleri önünde duran iri iri kız mankenler oldu. Çok şık bir şekilde giyindirmişler. Evvelce böyle bir şeyi düşümüzde bile görmeyen biz zavallılar olağanüstü şaşkınlık içindeyiz. Şaşkınlığımız batsın, dünür, siz şu itliğimize bakın şimdi. Yahu diyoruz, bu manken kızların başı, ayağı, eli, yüzü, ipince beli var, peki ya şeyi… Şeyini göreceğiz diye kimseye çaktırmadan eteklerini kaldırıp altına da baktık ya…

Ev sahibi gülümsedi.

– Acayip olmuş.

– Yok, hayır, dünür; acayipliğin dik âlâsı öğretmen okulunda oldu; çekiştire çekiştire götürdüğüm imtihanı Caylıbay verdi, ben ise veremedim. Ömrümde bu kadar utanmamıştım. Başkası şöyle dursun, Caylıbay’ın bile yüzüne doğru dürüst bakamadım. Hakkını yemeyelim, ben imtihanı veremeyince Caylıbay da belgelerini geri aldı, avıla birlikte döndük. Söyler misiniz, dünür; her yere birlikte gidip her yerden birlikte döndüğümüz o günler nerede kaldı? Önceleri bir olan yolumuz sonra neden ona, yüze bölünerek bölük bölük olup gidiyor? Takdirden mi? Tamam, öyle olsun lakin neden ara sıra kesişip bireşmiyor?.. Yarın bir gün, Allah uzak etsin, hepimiz küçücük patikalara dönüşüp ot saman içinde yolsuz izsiz kaldığımız zaman ne yapacağız?

– Üzülmeyin lütfen dedi ev sahibi.

– Üzülmemek elde değil dedi Asıravbay. Üzülmezsek ümit tükenir, hayal biter. Benim ümidim Kökmoynak’ımdır. Kadimden beri odu sönmeden, dumanı dinmeden yaşayagelen Kökmoynak’ın bengi yaşayıvermesidir. Hayalim ise Kökmoynak’ın oğlu ile kızının bunu bilmesi, buna kıvanması ve onun için ömür sürmesidir. Caylıbay, iki oğlum yurt dışında okuyor diyor, okusun. Peki, Kökmoynak’ın bugününü ve yarınını onun yurt dışında okuyan iki oğlu mu düşünür, yoksa Kökmoynak’ta sıvası sarkmış sürekli düşüp duran mektepte okuyan, giysilerinin biri uzun, biri kısa olan çocuklar mı düşünür?.. Bütün Kazak eline yarın iye olacak erin, belki de Kökmoynak’taki o sekiz yıllık mektepte okuyan çocukların arasında koşturup durmaktadır…

Dünürü uzun uzun yüzüne baktı.

Gecenin bir vaktine değin gevezelik eden, yattıktan sonra da döşeğinde uzun süre ağnayan, ancak tan atarken güç bela uykuya dalan Asıravbay düş görüyordu.

Kökmoynak’ın üstü boz duman. Kendisi kuyuda duruyor. Kuyunun ağzından biri el uzatıyor, bakıyor ki -o da nesi- kendisi…

Bir zaman sonra belinleyerek uyandı. Pencereden gün ışığı dökülüyor. Çıt sesi bile yok. Kafası karmakarışık. Giyinip mutfağa girdi, sofra hazırlanıp üstü örtülmüş. Kıyısındaki tepside ağzı açık bir zarf ve el kadar bir kâğıt duruyor. “Dünür!” Böyle başlıyor kâğıttaki not. “Evde azıcık birikmişimiz vardı, kabul edin, zarfın içinde. Mektebinize bir yardımı dokunur. Eliniz bollaşınca ödersiniz, acelesi yok. Sabah Manarbek’le de konuştum, oğlunuz ve gelininiz de bir şeyler yapar. Manarbek kendisi telefon edecek. Biz işe gidiyoruz. Bir şey lazım olursa buzdolabındadır.”

Asıravbay hemen zarfı aldı, içindekini saydı, tamı tamına bin dolar. Sevinçten oturduğu sandalyeden düşeyazdı. Ya Rabbi, bu dünür… Bir de oğlu ve gelin de verirse…

Kalkıp buzdolabını açtı, şişelere biraz göz gezdirdikten sonra “Hayır, Asıravbay…” dedi kendi kendine. “Artık unut bu belayı. Artık ırak olsun senden. Artık bu hayırlı işe temiz bedenle başla.”

Oğlu telefon edebilir düşüncesiyle banyoya telefonu da götürdü, sımsıcak suda güzel bir yıkandı. Yıkanırken de yıkandıktan sonra terleye terleye çay içerken de dünürü aklından çıkmadı. Neden böyle yaptı? Acıdı mı? Yoksa insanlık mı yaptı? Ara sıra bir araya gelmeleri dışında oturup derin derin konuşarak dertleştikleri de yok. Hakkında bildiği tek şey ana babasını çok erken yitirdiği için yetiştirme yurdunda büyüdüğüdür. Doğduğu avılı arayıp sormak gençlik çağında aklına gelmemiş; sonradan bulup gitmiş ama anlamış ki avıl ona, o da avıla yabancıdır. “Böylece avılsız Kazak olduk. Avılsız Kazak…” deyip derin derin iç çekmişti bir keresinde.

Nedense o anda Asıravbay’ın aklına Caylıbay’ın yurt dışında okumakta olan çocukları geldi. Şimdi onlar… Böyle düşünmeye devam ediyordu ki telefon zır zır çalarak düşüncesini böldü. Oğlu imiş.

– Benim, baba.

– Ha, Manarbek, iyi misiniz dedi heyecanla. İt eniği, şu babanı biri ala koyun tekmeleyerek zindana atsa da arayıp sormazsın yahu!

– Öyle demeyin baba! Birazdan gelip eve götüreceğim sizi. Giyiniverin.

– Hey, dur bakalım. Eve götürmeyi bırak şimdi. Şimdi onu düşünme; yeni eve tek başına, eli boş, odun gibi gitmek yol yordama uymaz. Çok yakın bir zamanda ananla birlikte geliriz. Ev alıp ayrıldığınızı bilmiyorduk.

– Şimdi baba, buraya kadar gelmişken bize uğramadan mı döneceksiniz?

– Söyledim ya. Sözümü dinle. En iyisi ben şimdi sana geleyim. Uğrayıp dükkânını göreyim. Sonra avıla gitsem iyi olur, ahali beni bekliyor. Kurban olduğum dünür aklıma bile gelmeyen bir iyilik yapıp…

– O kadar da gelininiz hazırladı, baba.

– Öyle mi?.. Asıravbay’ın göz çukuru ısınıverdi. Acayip bir şekilde duygulandı. İçinden “Gelininiz de…” dedi. “Gelini öne çıkarıyor, it oğlu it, karısını ölesiye seviyor demek…” deyip düşünecek vakit de buldu.

– Baba, araba tutup geleyim mi dedi Manarbek. Neden sesiniz çıkmıyor?

– Hayır, kendim gelirim. Dükkân pazarın hangi yanında? Gün doğusu tarafı… Adı?

– Meyram.40

– Bulurum, bulurum.

– Evin kapısını dışarıdan sertçe iterseniz kendisi kapanır, İngiliz kilidi ya…

– Asıravbay apar topar giyinip dışarı çıktı. Ayakları yere değmiyor sanki, yepyeğni. Gönlü de oldukça kedersiz. Oğlu ile gelininin yanında en çok yarın kalır, sonra ver elini Kökmoynak… “İşte getirdim…” diyecek. “İşte…” Büyük caddece araba, otobüs sağlı sollu akıp duruyor. Yolun karşısında iki üç taksi var. Durakta duran otobüsün önünden onlara koşmak için davranmıştı ki nereden çıktıysa… Asıravbay’ın aklında kalan son sürat gelen cip, sert çarpma ve zifirî karanlık…

Birkaç sonra ancak kendine gelebildi. Gözünü açtığında anladı ki her yanı sızlayarak yatıyor. Sanki birileri üstüne saldırıp elini ayağını burkmuş, içini dışını enikonu ezmiş.

Yanında yüzüne dikkatle bakarak oğlu ile dünürü oturuyor.

– Uyandınız mı dedi dünürü. Korkuttunuz bizi biraz.

– Ne oldu bana?

– İçkili serseriler imiş. Hepsi yeniyetme. Siz de acele etmişsiniz…

– Vücudum sağlam mı?

Dünür, Manarbek’e baktı.

– Baba, bir ayağınızı…

– Göster, kaldır battaniyeyi.

Oğlu battaniyeyi yukarı sıyırdı. Sol ayağının topuktan beri tarafı yok…

– Canınız sağ ya çok şükür dedi dünürü. Kaza da yağıdır. Yağıdan kalan can ganimettir, Aseke.41

Konuşsunlar diye olsa gerek babası ile oğlunu yalnız bıraktı.

– Oğlum, cebimde dünürün verdiği para vardı.

– Duruyor, baba.

– Senden ricam, oğlum; parayı al, gelin de verecek demiştin, onu üstüne koy ve Kökmoynak’a yollan. Bugün çık yola. Millet bekliyor. Günler ise hızla geçiyor. Parayı yetiştir. Caylıbay başta olmak üzere ağaların topladığı para de.

– Yahu baba…

– Dediğimi yap. Adını işitince her şeyden vazgeçen, başları göğe eren halk, Caylıbay’a gönül koymasın. İyi denen kişilere güvenç kaybolursa sonra halkın herkesten sıdkı sıyrılmaya başlar. Kökmoynak öyle olmasın, oğlum. Kökmoynak’taki kardeşlerin hiçbir zaman hiç kimseye olan güvencini yoğaltmasın. Sonra anana söyle, bana geleceğim diye boşuna zahmet çekip yorulmasın. Vaziyet bu. Diriyim çok şükür. Bir zamanlar cephede bir bacağını kaybettikten sonra gelip bize ders veren Emirekul’e öğrenciler “Vay, koltuk değneği geliyor…” deyip gülerlerdi. En fazla bana da öyle yaparlar…” Asıravbay zorla gülümsedi. “Yorulmasın anan. Burada, çok şükür, siz varsınız… Kaynatan imanlı adammış, nereden bileyim… Ömrümüz gerçek iyiyi tanımayarak sahte iyinin çevresinde dolanmakla geçiyor, vay it vay…”

– Başka ileteceğiniz bir şey var mı?

– İleteceğim bunlar, daha fazla uzatmadan ahali işe girişsin. Bunu Türkbay dedene iyice tembihle. Parayı da ona teslim et.

Oğlu çıkıp gittikten sonra kesilmiş ayağına gözü ilişti. Allah’ın işi işte dedi içinden kendi kendini teselli ederek; uzvun kemliği hiçbir şey değil, Allah niyet kemliğinden saklasın. İnsanların birbirini arayıp sormuş olması, arayıp soruyor olması ve arayıp soracak olması her şeyden önce niyet düzgünlüğü ve temizliğinden olmalıdır. Evet, öyle, öyle… Başka nedir ki…

Kökmoynak’tan şimdi belli belirsiz bir haberler geliyor. Resim öğretmeni Kökmoynak mektebine her hâlükârda Asıravbay’ın adını vermek gerektiği meselesini gündeme getirmiş. Ayrıca “Kökmoynak’tan Çıkan Yeleli Kurt” adlı altı defter hacminde belgeli bir eser yazıp ilçe gazetesi yazı işleri müdürüne götürmüş. “Bu eserinizi gazete üslubuyla yeniden yazmanız gerektiğini bir yana koyuyorum; daha önemlisi eserde bazı kişilerle ilgili yakışıksız sözler var. Biz kaymakamlığın çıkardığı bir gazeteyiz. Edebî şekilde söylemek gerekirse kaymakamlığın saçtığı darıyı derip yiyoruz ve bu şekilde çoluk çocuğumuza bakıyoruz. Bu yüzden, evladım, bu yazdıklarınız bize uygun değildir.” diyerek uğurlamış öğretmeni, yazı işleri müdürü.

37.Sart adı, ilkin Orta Asya’da yerleşik yaşayan, tarım ve ticaretle uğraşan İrani halklara verilen umumi ad iken sonraları Özbek, bilhassa Tacik anlamında kullanılmıştır. Kazak anlayışında Sartlar ticarete yatkınlıkları, işgüzarlıkları, çalışkanlıkları ve biraz da kurnazlıklarıyla öne çıkmaktadır.
38.Soğım/sokum, kışın kesip et ihtiyacını karşılamak üzere bilhassa büyükbaş hayvana verilen addır. Yerine küçükbaş hayvandan da sokum olur. Sokum başına çağırmak ise sokum hayvanı kesilince verilen yemeğe davet etmektir.
39.Kökqağaz/gökkâğıt, ABD dolarına halkın verdiği addır.
40.Meyram, bayram demektir.
41.Aseke, Asırawbay Äke yani Asıravbay Ağa hitabının kısaltılmış biçimidir.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

₺40,19

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
01 ağustos 2023
Hacim:
270 s. 1 illüstrasyon
ISBN:
978-625-6494-57-2
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre