Kitabı oku: «Hayma Ana», sayfa 2
– “Yok.. Ben yirmi iki gün yatamam ki! Benim ardımda bekleyenlerim var. Babam beni bir iş için Cüveyn’e göndermişti. Yoldaşlarım nerede? Karayel’im, can yoldaşım beni bırakıp gitti mi? Ne olursa olsun, ben obama gitmeliyim.”
“Beh! Sen hangi obadansın? Kimin oğlusun?
“Kalecik’ten, Kayılardanım! Kaya Alp’in oğlu Süleyman..”
“Kalecik’tenim desene oğul. Kalecik, benim dayı tarafımdır. Burla teyzenin torunuyum desene! Beh! Daha yatman gerekiyor ancak iş acilmiş madem, ne yapıp edip seni yola salmalıyım. Bugün hava açıldı, yol iz müsait. Obanız da uzakta değil. Seni at arabasına bindirip gönderirim. Yola çıkmadan önce, şu sıcacık keklik çorbasını bitir bakalım.”
Süleyman’ın boğazından bir şey geçmedi. Aklı fikri yoldaşlarında idi. Eğer onlara bir şey olacak olursa, obadaşlarının yanında, ana-babalarının yanında, Burla ninenin yanında yüzü kızaracak, küçük düşecekti. İhtiyar, Süleyman’ın koltuğuna girip dışarıya çıkardı.
Dışarıda at arabası hazırlanmıştı. Süleyman’ı, üstüne saman döşenmiş at arabasına yatırdı. Kırık ayağını kımıldamayacak şekilde berkitti. Atı sürecek ‘kişi’ye talimat verdi:
– “Atı yavaş sür, yaralı bacağa zarar vermesin. Kumlu-topraklı yerden git, taşlı yerden gidersen yarası açılır. Kısa yolları biliyorsun, akşama yetiş. Yanına ok ve yay al. Bu günlerin havasına güvenilmez. Öğlenki yağış birdenbire gelebilir. Alabay’ı da yanından ayırma kuzum. Sağ salim git gel. Bu yiğidi yerine ulaştırıp dön balam…”
Ata arabası yavaşça ilerlemeye başladı. Obadan çıkıp dağlık yere geldiklerinde eşlikçi genç, değmeyeyim dese de, arabanın tekeri taşlara değiyordu. Kaşlarını çatan Süleyman, atın yularını çekene seslendi:
– “Taşsız yerden git diye söylendi sana. Obaya varıncaya kadar sağlam yerlerimi de yaralayacaksın bu gidişle. Dedenin sözünden çıkıp, gönülsüz gönülsüz götürüyor gibisin! Daha at sürmesini de bilmiyorsun.”
Süleyman ne kadar söylenip dursa da, ondan yana dönüp bakmadı bile. Süleyman dirseğine dayanıp at üstündeki yiğdekçeyi(*) seyretti. Atın yularına sıkı sıkı yapışmasını, kalpağın altından görünen incecik boynunu, yuları bırakmamak için iki yanını öne doğru itişini seyrederken içi daraldı.
– “Vah.. Dili lal, kulağı da sağır galiba bunun!”
Süleyman’ın sesini çıkarmadan, ağrısına dayanarak gitmekten başka çaresi kalmamıştı. Yattığı yerden obaya yaklaştığını fark ediyordu. ‘Gurbakgalı Kak’ın yanındaki Ulu Mazı’dan geçtik. Kanlı Çeşme’den geçtik. Baba Kızıl Evliya’dan geçtik’ diye diye yattığı yerde, kendi kendine konuşup dururken, öğleyi geçerken obanın sınırına girdiler.
Kaya Bey, yanına atlılarını alıp biraz önce obadan çıkmış, geliyordu. At arabasıyla karşılaştığında, üzerinde oğlunu gördü. Atının başını çekti. Oğlu dirseklerine dayanarak oturuyordu.
“Demine değmemiş, buna da şükür!” diyerek, hızla attan inip oğlunu kucakladı.
At üzerindeki delikanlı, başıyla onları selamladı. Arabayı eve yaklaştırıp Süleyman’ı indirdiler. Onu da eve davet ettiler ancak yine, sesini çıkarmayarak sağ elini sol göğsüne koyup arabasına bindi. Süleyman, annesine seslendi;
– “Ana! Bu, sağır galiba. Siz ona işaret ile anlatıverseniz.”
Yiğdekçe birden Süleyman’a gözaltından bakarak anlamlı anlamlı yılıştı. Yanaklarında kızıllıklar peyda oldu. Kaşları gerildi. Süleyman’ın da güleceği tuttu:
– “Bu kız yüzlü eşlikçiden hiç hoşlanmadım. Baksana, üzülecek yere yılışıyor. Yine de doğrusunu söylemek gerekirse, yolları iyi biliyormuş, üzmeden getirdi.” diye söylendi.
Arabacının yanına bir tandır çöreği ve bir kolca sarı yağ alarak gelen ve onu ‘Tanrı yalkasın’(*) duasıyla uğurlayan Burla nine, torununun başucundan ayrılmadı. Merhemini ne Aysenem’e, ne de Kaya Alp’e emanet edemiyordu. İlacı kendi çaldı, yarayı kendi sardı.
Başına üşüsenlere, başından geçenleri bir bir anlatıp yorulan Süleyman, bu arada, Burla nineye, Kuşçu Sofi’nin selamı olduğunu söyledi. Burla nine donup kaldı, Süleyman’a diklenip baktı.
“Kuşçu Sofi mi dedin? Seni, Sofi mi iyileştirdi. Bu gelen sağır yiğdekçe onun torunu mu?”
Süleyman, ard arda gelen sorulara karşılık vermedi. Nedendir bilinmez, aklına, iki yanağı kızarmış, üstündeki elbiselerine, ayağındaki ayakkabıya gücü yetmeyen, Kuşçu Sofi’nin yanına kattığı genç düştü. İçinden; “Yanına ok ve yay alan kişiye, yayı çekmeye gücün var mı desene!” diye geçirdi.
* * *
İKİNCİ BÖLÜM
“Göçe Göç Eyledi Gönül Kervanı…”
Ey ağalar kurdu gördüm,
Kurt yerinden durdu gördüm.
Ben ağlaman kim ağlasın,
Yâr göçen şu yurdu gördüm.
Tabibin dediği gibi, Süleyman’ın kırık yerleri yaşına göre, yirmi iki günde iyileşti. Burla nine, kaya kenarlarından toplanıp kaynatılmış ilacı, torununa içirdi. Süleyman’ın ayağa kalktığında önceleri ata binmeye, obadan uzaklaşmaya bile dermanı yoktu. Kırık, çıkık yerleri iyileşse de ağrısı henüz kesilmemişti. Bu yüzden hep Burla ninenin gözünün önündeydi. Annesi de ayaklarına sürekli porsuk yağı sürüyordu. Obadaki dostları halini-hatırını sormak üzere ara sıra yanına geliyorlar, Tanatar ile Miriçneredeyse hiç yanından ayrılmıyordu..
Süleyman, Cüveyn’den geldiklerinden beri, Miriş ve Tanatar arasındaki gizli fısıldaşmaları hatırlıyordu. Ama sebebini soramadı. İçinden; “Bir gün kendileri anlatırlar” diyordu.
“Süleyman, hani sen bizden ayrıldıktan sonra, Kuşçu Sofi denilen adamın evinde kalmışsın ya, bu adam hakkında biraz bilgi versene. Bir dağ başında neden tek başına yaşıyor ki? Neden obadan, ilden ayrılmış ki? Çoban değil, çoban yamağı değil obada yaşamıyor; sebebi nedir ki?”
“Ben iki gün onun evinde kaldım ama kendimi bilmeden yatmışım. Gözümü açtığımda, evin duvarlarında asılı duran kuru otları, bitkileri görünce; burası bir tabip evi mi ki, dedim. Kuşçu Sofi eve gelip yaralarıma merhem sürdü. Kısa bir konuşmamızdan sonra onun tabip olmadığını anladım. Kırık çıkıklarıma Kurt tabip bakmış. Adını, ayrılırken kendisi söylemişti. Beni obama götürün, bekliyorlar dedim. Sağır ve dilsiz torununu yanıma katıp arabaya yüklediler. Uzun bir süre ne bir şey dedim, ne de sohbet ettim. Ancak doğrusunu söylemek gerekirse; torunu çok hünerli, çok becerikliymiş. Doğruca obamıza yetiştirdi. Sanki ata bir kamçı vurmadan, elma soyar gibi etti. Cesaretli delikanlıymış maşallah.”
“Süleyman! Bizim duyduğumuza göre; Kuşçu Sofi, Selçuklu sultanının yanında hizmette bulunmuş. Avcılıkta benzeri yokmuş. Uçan kuşu gözünden vururmuş. Yaşlı babası da Turan Şah’ın korumasında bulunmuş. Biz Sofi’yi bir görebilsek! Sen ayağa bir kalksan, bize yol göstersen. Ne de olsa onunla tanışıyorsun ya..”
“Miriş! Tanatar! Sizin Kuşçu Sofi ile ne işiniz olur ki? Anlatın bakalım. Başım döndü. Sofi’yi yedi arkadan tanımanızın bir sebebi olmalı! Sultan askeri de olsa size ne?”
“Evet.. Süleyman, sebebi var. Her bir şeyi zamanla öğrenirsin. Ancak biz öncelikle Kuşçu Sofi’nin yanına varmak istiyoruz. Seninle gidersek, tanıyorsun, yüzümüz olur. Bu yüzden sen götür, diyoruz. Ata binemesen de durumun yol arkadaşlığına müsait olursa bize haber versen. Sana uğrarız. Bir aydan beri iyileşmeni bekleyip duruyoruz.”
“Ne zaman deseniz yol arkadaşlığına varım ama evdekiler öğrenirlerse, kırık-çıkık yerlerini azdırırsın, derler. Sonra ben onların kulübesine kendi isteğimle gitmedim ki! Beni Ballıkaya’nın eteğinde bulup baygınken getirmişler. Sora sora evi bulurum desem, belli bir obası yok, sınırı yok. Gelirken de arabanın üstünde yatıp geldim, etrafımı bile göremedim. Arayıp bulmak mümkün olur mu ki?”
Tanatar, Süleyman’ın sözünü kesti:
“Sen onu kaygı etme. Evdekileri ben razı ederim. Bize Ballıkaya’yı buluverirsen, Sofi’yi de buluruz. Avcı adam ava çıkamadan edemez. Miriş izini bulur.”
Süleyman’ın kabul etmekten başka çaresi kalmamıştı. Olur, deyip başını salladı. Başını salladı ama bu yağmurlu, fırtınalı günde nasıl edip de Ballıkaya’nın dibine varabileceğini bilmiyordu. Aklında kalan tek şey, kendinin sel sularına kapılıp gitmesiydi.
Bu arada, Tanatar’ın dışarıda yün diden ninesinin yanından sesi geliyordu:
“Nine! Bize yakışmayan bir şey var. Kuşçu Sofi, Süleyman’ı ölümden kurtardı. Bir aya yakın vakit geçti lakin biz ona, ne bir Allah razı olsun diyebildik, ne de elin gözün dert görmesine gidebildik. Babam da yasa evinden çıkmıyor, bir başına gelenle gidenle görüşüyor. Bir tandır çörek pişirsen de biz gidip geliversek, ne dersin? Miriş, Süleyman, üçümüz gitsek olur. Yaşadığı yer uzakta değil.”
Burla nine, yün dittiği elindeki incecik çubukla Tanatar’ın arkasına yavaçca vurdu. Ninesinin feri zayıflamış gözlerinin titrediğini fark eden Tanatar donup kalmıştı. Torunlarına el kaldırmayı bırak, onlara gelinleri bile el kaldırsa gün boyu söylenip duran Burla nine, bu defa Tanatar’a ikinci defa el kaldırdı.
– “Senin de Miriş’in de başka işiniz mi yok? Torunumun canını, başını kurtarmıştır; vakti gelince, Allah razı olsun demeye senden büyükler giderler, söylerler. Siz gidin yasa evinin yanlarında durun. Kuşçu Sofi, sizin teşekkürünüze bekleyip durmuyor…”
“Nine! Süleyman bir aydır evden çıkmıyor. Karayel de kazığında yaşlandı. Süleyman’ın içi açılır, atını rahatlatır. Dönüşte sana ırgay(*) ağacından yün ditme çubuğu getiririz. Bulabilirsek alvancık(*) otundan mayalık da getirelim. Hani geçen sefer, hamur mayamız eskidi demiştin ya. Bu yıl alvancığa gitmeye kimsenin vakti değecek gibi görünmüyor. Biz getiririz, olur mu?”
“Hmm. Tamam da amcan Alp sorarsa, ben ne derim. Siz hazırayak delikanlılarsınız, o oba bu oba gönderecek olsalar ne cevap vereyim. Yoksa Kuşçu Sofi’ye teşekkür etmek bizim boynumuzun borcu…”
Ninesinin gitmelerine razı olacağını sözlerinden anlayan Tanatar, Burla hanımın bir o yanına, bir bu yanına geçerek durmadan konuşyordu.
– “Nineciğim! Bir gün yeter. Alp amcam sorarsa, hamur mayalık aldırmaya gönderdim, dersin.”
– “Olur, varın gidin. Kuşçu Sofi’ye de selam edin. Şimdilerde obalarda toplanılıyor. Geçen geçti deyin. Eğer kendi obasına gitmek istemezse, buraya gelsin. Burla hanımın obasında ona uygun bir yer bulunur deyin. Moğol belasının geleceğini söyleyin. Bir başına kurda kuşa yem olmasın töresizler gibi. Ancak bir ayağımız burada, bir ayağınız orada olsun. Tez gelin..”
“Tamam, Ninem can! Söyleriz. Kabul ederse de alıp döneriz.”
“O zaman ben size çörek vereyim. Hem yolda yersiniz, hem de Sofi’ye hediye olur. Haydi, git de kamışlı gölgeliğe serdiğim süzme yoğurt kurudu ise al gel. Torununa göndereyim.”
* * *
Delikanlılar, Burla ninenin sarıp sarmaladığı bohçayı heybeye atıp yola çıktılar. Obadan çıkar çıkmaz atlarını kamçıladılar. Önce Ballıkaya’yı, ardından gün aşmadan Kuşçu Sofi’nin evini bulmaları gerekiyordu. Her ne kadar acele etseler de Süleyman’ın kaybolduğu yerlere ancak öğleye doğru ulaşabildiler. Cüveyn’den dönüşlerinde sisten, dumandan başka bir şey görmemişlerken bugün çevredeki her yer apaydın, gözlerinin önündeydi. Kayalar, dağ sırtları uzayıp gidiyordu. Her birinin bir adı var. Hangisinin Ballıkaya olduğunu nereden bileceksin? Bütün ümitleri, kılavuz Miriş’te idi. Geldiklerinden beri gözü yerde olduğu halde hiçbir iz kestiremiyordu.
– “Buradan uzaklaşmamıştım ki ayağım kaydı, şu dereye yıkıldım. Sel sularına kapılınca dere boyunca sürüklenmiş olmalıyım. Dere akıntısına doğru gidersek, belki bir ize, bir yola rastlarız.”
– “Doğru söylüyorsun Süleyman! Dere boyunca gidelim.”
Dere içinden atlarının yularlarını tutup yürürlerken bir köpek sesi geldi. Sesin geldiği tarafa yöneldiler. Dereden çıkıp yüksek bir bayırın üstüne ulaştıklarında, karşılarında kendilerine bakan, başı kazan gibi, kulağı-kuyruğu kesik bir köpeğin durduğunu görerek geriye çekildiler. Köpek havlamasını kesmiş onlara bakıyordu. Ürküp geldiği tarafa yöneldi. Gelenlerin zararsız olduklarını hissetmiş olmalıydı. Delikanlılar da çekine çekine köpeğin peşinden, atlarının yularından tutmuş yürüyorlardı. Köpek ara sıra geriye dönüyor, “geliverin” dercesine yoluna devam ediyordu. Uzakta bir çatma çadır gördüler. Arkadaşları soran bakışlarını Süleyman’a çevirdi. Süleyman, “Ha!” deyip başını doğrulttu.
– “Bu ev, Kuşçu Sofi’nin eviydi!”
Eve yaklaştıklarında önlerindeki köpek ürümeye başladı. Sahibine haber veriyordu. Evden çıkan ihtiyar, gözlerini elleriyle siperleyip gelenleri uzaktan seçmeye çalıştı. Atlarının yularını tutup gelenlerin hızlı adım atışlarından gençler olduğunu anlamıştı. Çok geçmeden de eve yaklaşanların arasında Süleyman’ı görerek kollarını açtı.
“Oho- hov.. Maşallah.. Ayağa kalkıp ata binmeye mi başladın koçum! Kurt Tabib’in eli iyidir gerçekten. Eceli yetmeyene yetmiş iki yerden ok değse iyileştiren tabiplerdendir o. Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz. Şu Alabay itim bir yerlere kaybolup gidiverdi demiştim, geldiğinizi görüp karşılamış. Bu asil bir köpeğin eniğidir. Bir günlük yoldan gelen misafirimi karşılar. Konuğun niyetini, iyisini-kötüsünü kokusundan bilir. Süleyman’ı tanımıştır. Yoksa sizi buralara asla getirmez. Alabay yanımda oldukça yalnızlık hissetmem. Maşallah, yanımda oba var gibi. Boşa ürümez. Bu vakte kadar koyunuma, keçime kurt dadanmamıştır.”
Kuşçu Sofi, Alabay’ın başını okşadı. Köpek, sahibinin kendisinden hoşnut olduğunu hissetmiş olmalı ki ayaklarını yaladı. Delikanlılar, atın sırtındaki heybeyi indirdiler. Kara keçelerden yapılan, duman isi sinmiş çadıra girdiler. Çadırın ortasındaki ocağa konulan etin kokusu iştahlarını açtı. Tanatar, heybedeki çörekleri ve süzme yoğurdu; “Ninem, torununuza gönderdi” diyerek uzattı. Kuşçu Sofi, hediyeleri kıvançla kabul etti. Ocakta kaynamakta olan etli çorbayı, ağaç çanağa dökerek içine Burla ninenin gör-derdiği çöreği doğradı. Tıka basa doydular.
Gün gecikmişti… Dışardan yine Alabay’ın sesi duyuldu.
“İşte, torunum da geldi. Bugün konuğum olduğu için ona yardım edemedim. Koyunları, keçileri sağıp ağıla salmıştır. Ona da sıcak bir çorba vereyim.”
Kuşçu Sofi, ocaktaki ateşi canlandırdı. Sacayağın üzerine çorba dolu kazanı koydu. Bu sırada torunu, sıska delikanlı kapıdan eğilerek girdi. Kapı ağzından içerdeki konuklara tek tek göz gezdirdi. Aralarında Süleyman’ı görünce adeta yılıştı. Çadırın ortasındaki ocağın başına oturdu. Çorbasını önüne alarak kıyılayıp yemeye başladı.
Kuşçu Sofi, delikanlılardan olandan bitenden haber almaya girişti.
“Evet, yiğitler! Geliş gidiş nereden nereye? Hayırlı, uğurlu ola. Avlanmaya mı çıktınız? Yahut ötelere mi gidiyorsunuz?”
“Sofi ağa! Biz, size hem Süleyman’ı beladan kurtardığınız için teşekkür etmeye, hem de Burla ninemin verdiği görevi yerine getirmeye geldik. Burla ninem size; devir kötüleşip gidiyor, torunuyla birlikte obasız, ıssız yerde kalmasın, dedi. Bizim obaya, Kalecik’e gelseler onlara göre barınacak bir yer bulunur, dedi. Moğol belası Harezm’i ele geçirmiş, Horasan’a da yaklaşıyor, sahipsiz-töresizler gibi dağ başında tek başına kalmayın, dedi.”
“Hmm.. Moğol’un geldiğini gözleriyle gören var mı? Ya da obadaki kadınların tandır başındaki lafları mı?”
“Yok, Sofi ağa! Süleyman’ın sele kapılıp sizin onu kurtardığınız gün biz, Cüveyn’den geliyorduk. Kaya dedem haber toplamak, olanı biteni öğrenmek için göndermişti. Bayatların obasında, Derbent’te, Cüveyn’de, hemen hemen her yerde bu söylenti var. Kaçıp gideni de gördük, başımıza ne gelirse gelsin katlanırız diyeni de. Kara Amid’e, Dımışk’a, Rum-i Kayser’e giderim deyip gidenlerin de haddi hesabı yok. Doğuya, gün doğusuna giden kervan görmedik. Herkes batıya doğru yollara düşmüş.
“Beh… Ne yani şimdi Moğol geliyor diyerek ata toprağını terk edip gitmek olur mu? Düşman görmemiş yer değildir bu kadim toprak. Gelseler, geldiklerini görüveririz han oğul! Bir Moğol görmemiştik, onu gören gözümüz sağ olsun. Bizim obada da iki niyetliler var. Kaya Alpler çevre obalardan gelen aksakallılarla oturup yol gözlüyorlarmış. Her geçen gün kötü kötü haber yayılıyor. Sizler gibi yiğitleri olan obada Moğol ayağı sekemez. Onlar da bilirler Oğuz hanın nesillerinin yenilmezliğini…”
“ Sofi ata! Size gelişimizin bir başka sebebi de işte bu anlattıklarınız. Cüveyn’e giderken, Çoğanlı vadisinde oba oba gezip asker toplayanları gördük. Fakat onlar askerlerini ‘ecrihar’ denilen askeri güce kabul ediyorlar. Bunların arasında ücretle tutulan askerler de var, karnını doyurmak için gelenler de, yolunu şaşırmışlar da. Siz önceden Selçuklu sultanlarının hizmetinde bulundunuz. Eğer bizi de Sultanlığın himayesindeki Türkmen Gücü askerlerinin arasına gönderebilirseniz diyecektik. Siz tavsiye ederseniz, bizi alırlar. İşte ben iz sürebiliyorum. Kuşu gözünden vurmasam da attığım ok boş geçmiyor. Yayına gücü yetmeyenlerden değilim. Nayza sallamayı da öğrendim. Kulağımı yere koyup dinlesem, beş menzilden gelen atların sayısını bilirim..”
Rehber Miriş, tıpkı hemen kalkıp savaşa girecekmiş gibi bel kuşağını çekip toparlandı. Tanatar da Miriş’ten geri kalmamak istercesine kendi hünerlerini anlatmaya başladı:
“Sofi ata! Türkmen Gücüne katılırsak, yüzünüzü yere baktırmayız. Ata binmekte, yay çekmekte, kılıç sıyırmakta biz de geride kalmayız hani! Kaya babam ta yürümeye başladığımızdan beri her şeyleri öğretti. Sizi utandırmayız, Türkmen’in adını yere düşürmeyiz.”
Süleyman’ın aklı başına gelmişti. Tanatar ile Miriş’in gizli gizli konuşmalarını, şimdi daha iyi anlıyordu. Kuşçu Sofi’nin birlikte yola salacağını tahmin ederek, bir an hayretler içinde kaldı. Burla ninesine, Kaya Alp’e, Miriş’in babasına ne cevap vereceğim, şeklinde sorular zihninden gelip geçti. Görmüş geçirmiş Kuşçu Sofi’nin, delikanlılara nasihat etmekten başka çaresi kalmamıştı:
“Hadi, sizi gönderdim, diyeyim. Peşinizden anneniz ağlayıp gelse, babanız yumruğunu sıkıp gelse ben ne derim? Savaş dediğine aksakallıların rızası, annelerin duasıyla gidilir. Düşmanla karşılaştığınızda sizi koruyacak olan dua ve dileklerdir. Ayrıca siz, Moğol yaklaşıp geliyormuş diyorsunuz. Düşman geliyor ise her obanın yiğidi, kendi obasını koruyup kollamalı değil mi? Türkmen Gücü askerliğine, içinden alev geçenleri seçiyorlar. Bunlar Sultanın yanından kuş geçse kanadından, kulan geçse tırnağından vuran bahadır askerlerdir. Doğru, ben uzun yıllar Türkmen Gücünde askerlik yaptım. Fakat şimdi devir, zaman değişti. Selçukluların düşmanları da çoğaldı. Bir kanadı Acem’de, bir kanadı Arap’ta. Birinin söylediğini diğeri duymuyor, duyduğunu da kabul etmiyor. Düşman, yedi başlı ejderha gibi; vücut bir olsa da her baş, kendininkini doğru biliyor.
İşte.. Moğol belası geliyor. Siz dememiş olsanız bile benim haberim var. Sokak söylentisi olmadığını biliyorum. Buna göre, oğullar, sizin yeriniz Kaya Alp’in yanıdır. Bir dediğini iki ettirmeyin. Bu zor günlerde çekip gitseniz olmaz. Üçünüz birden obayı terk ederseniz, Alp’in kolu-kanadı kırılır. İşte, benim evimin direği, koç oğlum Dağbaşı gideli 8 yıl oldu. Yanına da obanın ben diyen, en sıkı yiğitlerini almıştı. Sultanın sağ kolu olduğu haberini aldım. Fakat şimdi onlardan ne bir selam, ne de bir haber var. Şama’a mı gitti, yoksa Rey’de mi? Bilmiyorum. Dağbaşı’mla birlikte giden yiğitlerin anneleri, babaları, hanımları, çocukları; “Ne zaman gelecekler” diye sormuyorlar ama onların hicranlarından kendimi, oğlumu suçlu hissediyorum. Bu yüzden kaçıyor, torunumla avcılık bahanesiyle dağda, derede yaşayıp duruyorum.”
Delikanlılar sorgulu gözlerle birbirlerine baktılar. Gerçekten de Kuşçu Sofi’den böyle bir karşılık beklemiyorlardı. Hâlbuki Cüveyn’den geldiklerinden beri, onun; “Filanın yanına gidin, adımı söyleyin” diyeceğini, Türkmen Gücüne katılacaklarını tahmin ve arzu ediyorlardı.
Süleyman, Kuşçu Sofi’nin cevabına sevindi. Diğerleri seslerini çıkarmadan, serili koyun derilerinin üzerine uzandılar. Uzun yol yorgun düşürmüş olacak ki üçü de yatıp kaldılar..
Uyandıklarında, gün mızrak boyu yükselmişti. Ocakta pişen süt, kaymak tutmaya başlamıştı. El yüz yıkamak için dışarı çıktılar. Kuşçu Sofi ve torunu ağılda işleriyle meşguldü. Alabay ise konukları takip etmesi için kapı önüne konulmuş gibi, kocaman başını ayakları üzerine koymuş, yattığı yerden iri gözlerini onlardan ayırmadan yatıyordu. Delikanlılar ellerini yüzlerini yuyup ağıla doğru yöneldiler. Çalı-çırpı ile çevrelenmiş ağıla girmek istediler. Kuşçu Sofi’nin sesi duyuldu.
“Yiğitler! Eve girin de süt, çörek yiyin. Bizim işimiz bitti. Süleyman, sen gel Oğul! Şu tokluyu al getir. Size bir konuk sofrası hazırlayayım, sövüş edivereyim. Artık konuk da gelmez, son devir.”
İkisi, eve geçti. Süleyman da ağıla girip tokluyu tutmaya çalıştı. Ancak el uzattığı o durumda donup kaldı. Karşısında duran, uzun dört örüm saçlarını beline kuşak edip bağlamış, incecik, ak yüzlü kızı görerek şaşırdı. Yanaklarındaki çukurdan onu tanımıştı. Kapıda kendisini seyreden Kuşçu Sofi’yi görünce toparlanarak gözlerini kızdan ayırdı, titreyen elleriyle tokluyu iki ayağından kavrayıp boynuna yükledi. Şaşkınlıktan çıkışı karıştırdı, kızın yol göstermesiyle birlikte dışarı çıkabildi. Koyunu, evin karşısındaki ağacın yanına koydu. Ayaklarını bağladı. Başı dönmüşçesine ağacın çevresinde birkaç kez dolandı. Kekeleye kekeleye kendi kendine söylendi.
“Erkek mi ki dedim de, ancak hiç erkeğe benzemiyor da demiştim. Kız imiş ya! Peh, giyinmesi de erkek gibi. Saçını görmesem, anlamam mümkün olmayacak. Ne güzel kız ama dilsiz. Bizim obada olsa kızıl keten giydirip, saçına sarı yağ çalarlardı. Başına gümüşlü başlık giydirirlerdi.”
Süleyman, onu bir an kızıl keten elbiseli, başı gümüş tahyalı(*) olarak düşünüp gözlerini yumdu. Dede ile torunun yanına geldiklerini anlayamamıştı. Koç, kesilip misafirlere sövüş edildi. Taze etin kebabını yiyen delikanlılar, dua edip, Kuşçu Sofi’den müsaade istediler.
“Gidiyorsanız, yolunuz açık olsun; kalırsanız da ev sizin oğullar. Burla hanıma da söyleyin: Bir bakalım hele, eğer düşman gelirse obaya toplaşırız. Bizim için kaygılanmasın. Şimdilik Kuşçu’nun gücü kuvveti yerinde, deyin. Obamı da korurum, çadırımı da. Şu bayırdan aştığınızda, dereye inersiniz. Torunum götürsün, isterseniz. Dereden çıktığınızda, Üç Mazı denilen yerde üç meşe ağacı görürsünüz; uzaklaşmadan dolanırsanız, alvancık da bulursunuz. Burla hanıma, hamur mayası olur.”
Delikanlılar, birbirlerinin yüzlerine baktılar. Bu adam, sıradan biri değildi. Biliyormuş gibi, Tanatar’ın ninesine verdiği sözü hatırlarına getiriverdi. Miriş, gösteriş yaparcasına, atın üzengisine basmadan zıplayıp bindi. Tanatar da arkasına Süleyman’ı alarak artlaşıp Karayel’e bindiler. Sofi, Miriş’in hareketine tebessüm etmişti.
Önlerinde zayıf, ak yüzlü, yanakları gamzeli torun atına binmiş, onları yola salıyordu. Atın üstünde dik duruşu, sırtındaki ok ve yay, belindeki değerli taş saplı bıçağı, ayağındaki deri çizmesi pek yakışıyordu. Atın yularını saldı. At, yol boyunca yel gibi eserek diğer atları geçti ve dereye indi. Delikanlılar bu çelimsiz gencin at sürüşüne hayran kaldılar. Peşinden atlarını topukladılar. Üç Mazı’ya ulaştıklarında torun, atından inerek, “peşimden gelin”, dedi. Delikanlılar da ellerindeki çakı, bıçaklarıyla alvancık arayıp, kazmaya başladılar.
Süleyman her şeyden vazgeçmiş, kızın hareketlerini izliyordu. Kız, yanına geldi.
“Ben döneceğim. Dedemin söylediği yere getirdim. Siz de geceye kalmadan obanıza gidersiniz, değil mi? Bulutlar bölük bölük dolanıyor. Sele, suya kalmayın. Her seferinde sizi kurtarır mıyım, kurtaramaz mıyım bilemem. Gününüzü, kendiniz görürsünüz artık…”
Kızın birdenbire dillenmesi Süleyman’ı şaşırtmış, üstelik kinayeli, alaycı dili bir hayli zoruna gitmişti.
“Senin dilin var mıydı? Senin lal, ahraz olduğunu sanmıştım..”
“Bazan dilsiz, bazen sağırım; bazen de dilim açılıveriyor işte!”
“Adını söylesen, kurtarıcımın kim olduğunu bileyim.”
“Haa, Sultan askeri olduğunuzda beni aklınızdan çıkarmayın. Adım Nurbike. Okçu Dağbaşı’nın kızı, Kuşçu Sofi’nin torunuyum.
“Nurlu gün karşıma çıktığında bilmeliydim. Güzel Nurbike! Adın da ne güzelmiş…”
Kız, Süleyman’ın söylediklerini duymazdan geldi. Doğrusu, Süleyman da şaşkındı. Ömründe bir kızla yan yana gelmediği halde, bu kızın karşısında dili açılıvermişti. Ağzından çıkan sözleri kendisi değil, ona bir başkası söyletmiş olmalıydı!
“Hadi, Sağ esen evinize varın. Yine görüşünceye dek, Tanrı sizi korusun!”
Kız, atının yularını tepeden yana çevirdi. Süleyman, onu gözden kayboluncaya kadar seyredip gözleriyle uğurladı. ‘Biraz dursana!’ diyesi geldi. Gönlünün gürültüsünü işitti. İlk kez bütün bedeninin boşalmış gibi olduğunu hissetti. Sabahtan beri yaşadığı hadiseleri gözünde canlandırdı. Nurbike’nin ince beline kemer gibi dolanan simsiyah saçları, yanaklarındaki gamzeler, edalı sesi, atın üstünde oturuşu çevresini kuşatan dağların, gür kırların, ormanların renklerini değiştirmiş gibi göründü gönlüne. İlk defa doğduğu obaya dönmek istemedi. Buradan doğruca Kuşçu Sofi’nin çadırına geriye dönesi geldi. Kendi kendine söylendi:
– “Ne yüzle gideceksin. Teşekkür ettin, konuk sofrasına oturdun. Şimdi bahanen de yok. Ayağım kırıldığında hiç kalkmadan yatıvereydim keşke!”
Süleyman, Miriş’in;”Yeter bu topladığımız, gidelim artık” sesiyle kendisine geldi. Atlarına atlayıp Gökkaya’ya geldiklerinde, güneş dağın arkasında gizlenmişti. Burası, Süleyman’ın çocukluğunun geçtiği yerdi. Çok kereler bu kayada, kendi sesinin yankısını dinlemişti. Atından indi. Gökkaya’nın eteğine varıp yavaşça;” Okçu Dağbaşı’n kızı Nurbike!’”diye seslendi. Kayadan ses yankılandı:
“Dağbaşı’n kızı Nurbike! Kızı Nurbike! Nurbike! Bike, keee.. keee…”
Süleyman’ın yarası tazelenmiş gibi oldu. Derdini paylaşmak için Gökkaya’yı bulmuştu, sırdaşı sadece burasıydı. Miriş ile Tanatar koşa koşa Süleyman’ın yanına geldiler.
“Gün battı, gidelim. Bilmiyorum ama biri, Bike diye bağırıyor gibi geldi. Geceye kalmayalım. ‘Kayalarda Al(*) olur, Arvah(*) olur.’ derdi ninem. Duyduğum sesten korktum..”
“Tanatar! Hani sen, Sultanın askeri olacaktın ya! Bu korkaklığınla, ninemin sözünü tut, Kumru Eley’in kızını al da evin başköşesinde yatıver. Kulağına kızların adı geldiyse yapacağın belli..”
Tanatar, Süleyman’ın bu sözlerine karşılık altta kalmak istemedi.
“Gerçekten duydum ya.. Sadece ben değil, Miriş de duydu. Nurbike! Nurbike! Der gibi oldu. Çabuk bu kayadan uzaklaşalım.”
Obaya geldiklerinde el ayak çekilmiş, herkes evine girmişti. Burla nine ile Aysenem, getirdikleri alvancıkları koklayıp koklayıp yere koydular. Bunları bulmak herkesin harcı değildi. Bu dağ bitkisinin kökündeki meyveyle yoğrulan hamur, obanın bir yıllık maya ihtiyacını karşılıyordu. Dağlarda seyrek görülen bu bitkiyi bulup getiren torunlarına gururla baktı Burla nine. Evdekileri sofra başına çağırdı. Sofra başında sohbete devam ettiler.
Kuşçu Sofi’den, gerektiğinde obada toplaşmak isteği olduğundan, kendilerine gösterdiği hürmetten, yol gösterip alvancık bulunan yerleri tarif ettiğinden, hatta kocaman başlı, adam kılıklı Alabay’dan dem vuran Tanatar birden:
– “Süleyman! Sen, onun dilsiz torunu ile Üç Mazı’nın yanında konuştun mu?” diyerek beklenmedik bir soru sordu.
“Haa.. O dilsiz değilmiş. Konuştuk biraz. Utanacak gibi olursa konuşmuyormuş!”
“Adı neydi, sormadın mı? Kuşçu Sofi’nin tek oğlu Okçu Dağbaşı’nın oğlu olmalı.”
“Yok, sormadım. Az konuştuk. Geceye kalmayın, obanıza dönün, dedi.”
“Okçu Dağbaşı’nın oğlu da mı varmış? Kuşçu Sofi’nin hanımı, Tutuş beyin kızı rahmetli Çiğildem kızı olduğunda bir yaşındayken ölmüş, diye duymuştuk. Garibin kızı değil de oğlu mu olmuş?”
Burla nine, Süleyman’ın yüzüne baktı. Süleyman;
“Bilmiyorum!” diyerek elleriyle iki omzunu yokladı.
* * *
O günden beri ay dolandı, gün dolandı. Yasa evindekiler bir neticeye vardılar. Obalar birleşip yavaş yavaş göç hazırlıklarına başlayacaklardı. Korkut Dağının eteğindeki Çakır Bayat’ın obasına ulak gönderildi. Herkes, gidecekleri yerin yollarını, uzaklığını öğrenmek için birbirlerine sorular soruyordu. Ancak sorulara cevap verebilen yoktu. Bildikleri tek şey, Kaya Alp’in ağzından kaçan bir kısım bilgilerdi. Yani Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in taht mirasçısı Kutalmış’ın oğlu Süleyman Şah’ın bir zamanlar Türkmenleri yerleştirdiği yere göç edecekleri bilgisiydi.
Kandaşlarının sürüleri için otlak, yaylak, yurt yerleri verecekleri ve kendilerini kabul edecekleri inancıyla yol hazırlıklarına giriştiler. Kaya Alp’in niyeti, birkaç atlıyı beş-altı gün önceden gönderip, yol-iz öğrenildikten sonra ağır göçü yola salmak şeklindeydi. Suvar’dan, Beyli’den, Dumanlı’dan, Köyler’den, Bayat’tan, Bayındır’dan gelecek atlıları bekliyordu. Bir gün belirlense yola çıkılıverilecek gibiydi. Şafak söker sökmez, Töre Evinde obalardan gelecek haberleri bekliyordu. Ancak annesi Burla hanımın bağırtılı sözleriyle toparlanıp otağdan çıkmaya mecbur kaldı.
“Erkenden kalktım. Baktım ki Tanatar’ın yatağı boş. Gece de yatmamış. Miriş’in evine koştum, gördüm ki Keyik bacı da Miriş’i bulamamış. Ava gitseler, söyleyip giderlerdi. Hiç kimseye de haber vermemişler. Gelirler diye beklesek lâkin heybeye yiyecek-giyecek doldurup gitmişler. Bu onların uzak yollara niyetlendiklerini gösterir. Son zamanlarda yatıncaya kadar hiç ayrılmıyorlardı. Cüveyn’den geldikten sonra daha da yakınlaştılar. Şimdi bunları nerden buluruz. Ah, Gündoğdu oğlum sağ olsaydı, ben Tanatar’a hiç kaygılanmazdım. Babasını görmeden büyüdü diyerek ne dese yaptım. İşte sonunda beni de yaktı, annesini de!.”
– “Süleyman da bilmiyor mu onların nereye gittiklerini? Gidip, Süleyman’ı çağırın derhal.”
Süleyman, ta şafakta bu haberi almış, atıyla Gökkaya’ya kadar gidip gelmişti.
“Oğul! Senin haberin yok mu? Nereye gitti bu yiğitler?”
“Bilmiyorum ki baba!”
Miriş’in annesi Keyik bacı koşarak geldi, Burla ninenin ellerini tuttu. Titrek sesiyle acı acı söylenmeye başladı.
– “Geçen gördüğüm düş, gerçek mi çıktı ne! Kapımıza iki kartal yavrusu gelip konmuş. Şimdi yeni tüylenmiş yavrular uçmayı da bilmezler, diyorum. Kapıdaki tavuk kümesine girmeye çalıştılar. Ben elimdeki sopayı kaldırıp salladım. Aceleyle ikisi de çırpınıp uçuverdi Allah’ın kudretiyle. Ben de peşlerinden: Yere konan kartal görmedik ömrümüzde. Uçun, gidin; yeriniz gökyüzü, yüce dağların başı deyip bağırmışım. Obanın üzerinde dolana dolana uçup gittiler. Ben şimdi derim ki: Tanatar’ın ninesi! Kartallarımızı uçurup gittik mi? Ben de göçmeye hazırlanıyordum. Onların nereye gittiklerini bilmezsek, gözümüz arkada kalır, nerelere gidelim?”
– “Dur hele, Keyik bacı! Çocukların akılları başındadır. Yolda kavurma gerekir diyerek ava çıkmışlardır belki de. Hadi oğul, yanına Örcen Böke’yi al da obanın çevresini bir dolaş, bak bakalım bir iz yok mu?
“Baba! Ben anlatayım. Gökkaya’ya kadar iz sürdüm. Hiçbir yerde onlardan iz yok. Fakat..”
“Fakat da ne? Bildiğin bir şey varsa söyle. Biz de ona göre davranalım..”