Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Hayma Ana», sayfa 3

Yazı tipi:

“Baba! Onlar Cüveyn’den geldiğimizden beri Selçuklu sultanlarına asker olmak istiyorlardı. Ben de alvancığa gittiğimizde, Kuşçu Sofi’ye anlatırlarken duydum.

“Ne? Ne? Alvancık nere, Kuşçu Sofi nere! Hadi sen bana olan işleri anlat tek tek bakayım.”

Süleyman her şeyi olduğu gibi anlattı. Kuşcu Sofi’nin yardım etmediğini, kendi oğlu Dağbaşı’ndan da arkadaşlarıyla birlikte gittikten sonra hiçbir haber alamadığını söyledi.

“Baba! Olmazsa ben Kuşçu Sofi’nin çadırına varıp geleyim. Yalvar yakar gitmiş olabilirler.”

“Git oğlum, çabuk onları geriye döndür. Başıma asker oldunuz ya! Asker olduysanız, gayretinizi gösterin. Yolda nelerle karşılaşacağız, kim biliyor? Obayı, halkımızı, duvağı açılmadık gelinlerimizi, ceylan gibi kızlarımızı, namusumuzu, iffetimizi kim koruyacak? Ah, siz cahil yiğitler!”

Süleyman, Örcen Böke ile birlikte hiç oyalanmadan yola koyuldu. Ballıkaya’ya uğramadan, kestirme yollar seçip Kuşçu Sofi’nin yaşadığı dağa doğru at saldılar. Şimdi Alabay çıkar diyerek atını yavaşlattı. Fakat ne Alabay önüne çıktı, ne de uzaktan kara çadırın bacasından bir duman çıkıyordu. Yolu mu şaşırdım diyerek çevresine baktı. Yook..

İşte Deve Örgüçü, işte Eyer Kaşı dağları.. Kuşçu Sofi’nin evi tam karşıda olmalıydı. Atlarını tepikleyip yettiler. Ocaklıktaki odunlar kararmıştı. Ağılın içi boş ama bozulan bir şey yok. Hatta süzme yoğurt da torbasında duruyor. Gelip geçen yer, diye bırakıp gitmişlerdir.

Bir soluk oturdular. Çaresiz obaya dönmek zorundaydılar.

Süleyman’ın boğazı düğümlendi. Tanatar’ı, Miriş’i, Sofi ağayı, Nurbike’yi en son gördüğü mü ki şimdi!

Burada yaşadıklarını aklına bile düşürmeden Nurbike’nin son sözlerini hatırladı:

“Yine görüşünceye dek Tanrı sizi korusun!..”

“Seninle bir daha görüşmek nasip olacak mı Okçu Dağbaşı’nın kızı Nurbike…”

* * *

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
“Kurt Postuna Bürünen Tilkiler…”

 
Ağalar yârin elinden,
Yüreğimde dağlar kaldı.
Bülbül ayrılıp gülünden,
Gül gülşenli bağlar kaldı.
 

Süleyman ile Örcen Böke’nin Kuşçu Sofi’nin çadırına gidişleriyle gelişleri bir olmuştu. Yanlarında ne Miriş, ne de Tanatar vardı. Keyik bacı Miriş’i göremeyince sızlanmayı, yakınmayı sürdürdü:

“Yelden, günden sakındığım oğul! Kolumu gölge, saçımı yorgan ettiğim oğul! Kuş olup dağlara mı uçtun? Ceren olup çöllere mi kaçtın? Nerede arayıp, nerede bulayım seni kılavuz balam, kartal balam! Senin izini şimdi kim sürsün?”

“Bırak, Keyik bacı! Genç yiğitlerdir, kafaları esmiştir; gezer, dolanır gelirler. Tanatar’ım da yok görüyorsun. Eğer üç-dört gün içinde gelmezlerse, aramaya gideriz.”

“Vah! Tanatar’ın ninesi! Yüreğim sızlayıp durur. Gel-meze gitmişlerdir onlar. Oba göçünü toplamaya başlamışken, haber vermeden gitmezler. Başka bir düşünceleri var herhalde. Süleyman’ın Kaya Alp’e söylediklerini sen de duydun, ben de duydum.Kuşçu Sofi de yerinde yok diyorlar, şimdi kimden haber alacağız. Yel getirir, yağmur getirir haberlerini diyerek beklemekten başka çaresi yoktur.”

“Onlardan haber olmazsa, bir oturduğumuz yerden bir adım bile atmayız. Oba göçse de biz, iki ev bekleriz Keyik can. İyi niyet, yarım devlet demişler! Niyetimiz iyi olsun, iyi haber duyalım.”

Ah, Tanatar oğul! ‘Yetim oğlak büyüttüm, ağzım burnum yağ oldu. Yetim oğlan büyüttüm ağzın burnum kan oldu’ demişler ya, işte öyle oldu. Annesinden gönenmedi, atasından gün görmedi diyerek yelden günden büyüttüm, yetiştirdim. Yetimliğini bildirmedim. Gündoğdu’mun ocağını söndürmesin deyip koruyup gezdim. Bir haber verip gitseydi yüreğimiz yanar mıydı? Devlete hizmet etmek istiyorsan, söyleseydin Alp dedene. Kolundan tutup kendi götürürdü. Şimdi nereye gideyim, kime derdimi anlatayım…”

Keyik bacıyı avutmaya çalışan Burla ninenin kendisi de hıçkırmaya başlamıştı. Kimse bir şey diyemedi, teselli edemedi. Yürek yangınlıkları hafiflemezse, dertleri hafiflemeyecekti. Kaya Alp, Süleyman’ı alıp yasa çadırına girdi.

– “Miriş ile Tanatar’ın şunu yapalım, bunu edelim dediklerinden haberiniz var mıydı?”

“Kuşçu Sofi’nin vaktiyle Selçuklu sultanına hizmet ettiğini duymuşlar. Gittiğimizde haberim yoktu. Ancak Sofi ağanın yanına vardığımızda, bu düşüncelerini açığa vurdular. Ben de orada işittim. Sofi ağa onlara; gidin de bu günlerde Kaya Alp’e asker durun, demişti ya yine dinlemediler. Sonradan bana da bir şey söylemediler. Sofi ağa, dağın öbür yüzünden obaya gitmiş olmalı. Gittiği obayı bilmediğimiz için dönüp geri geldik. Yol boyunca karşılaştığımız çobanlara da sorduk, gören duyan yokmuş. Ancak Cüveyn’e gitmiş olmalılar. Çoğan vadisinde önümüze çıkan askerden bir hayli bilgi almışlardı. Ne bileyim, size yeni haberler getirmek için merak ediyorlardır diye düşündüm. Fırsat verirseniz, Cüveyn’e mi gideyim, diyorum.”

“Cüveyn gitmişlerse, siz oraya varıncaya kadar, hangi şehre varacakları belli değil. Ecrihara asker duranlara her yerde eğitim veriyorlardır. İş başa düştü. Artık kendileri gelmezse, onları bulmak mümkün olmaz. Biz de uzak yollara düşeceğiz. Halk bizi bekliyor.

“Onlar, Türkmen Gücünde asker olmak istiyorlardı..”

“Haa.. Türkmen Gücü, Selçuklu sultanının en güvendiği güçtür. Katılmak isteyen herkesi hemen almazlar. Ancak bunların Türkmen olduğunu görünce hassa sipahilar(*) gücüne almış olabilirler. Oradan halkayı has(*) gücüne yaklaşabilirlerse, Miriş işlerine yarar. Ancak Tanatar’a yanarım! Ne eline mızra aldı, ne de mancınık attı. Burla annemin sayesinde eline sapan alıp kuş vurmuş bile değildir. Selçuklu’ya asker durmak kolay mı! Kuşçu Sofi’nin bahadır oğlu Dağbaşı’n babası, dedesi, atası Sultanın sipahi buzgurt(*) görevlerinde bulunmuş olsalar bile, kendi gücüyle alt yılda Türkmen Gücüne girmiş ve hayl başı(*) olabilmiştir. Ah, ayran beyinli oğlanlar; “hazır aşın iyesi, nişanlı kızın eri”olacakken!.”

Süleyman’ın, Okçu Dağbaşı adının anılmasıyla birlikte üstünden kaynar sular dökülmüş gibi oldu. “Ben, Okçu Dağbaşı’n kızı, Kuşçu Sofi’nin torunu Nurbike’yim!” sesi, kulağında çınladı. Babasının yüzüne bakıp;

“Siz, Okçu Dağbaşı’yı tanıyor musunuz?”

“Evet.. Çocukluğumuz aynı yerde geçti. Yayı çektiğinde, eğri yayı doğrulturdu. Attığı ok hedefe dosdoğru saplanırdı. Küçüklüğünde Nişabur’da, Nizamiye mektebinde eğitim almıştı. Babası obaya getirdiğinde, geniş oba dar göründü. Ayağını bağlarsak alışır, diyerek Tutuş beyin kızı Çiğildem’le evlendirdiler. O garip de doğum sırasında öldü. Bunu bahane edip çekip gitti sultanın hizmetine. Zaman zaman kızını görmeye geliyormuş, diyorlar. En son ne zaman geldiğini Allah bilir. Ha, ne oğul! Senin de Miriş ve Tanatar gibi askerliğe gitme niyetin varmış gibi soruların çoğaldı ya?”

“Yok, yok.. Ben sadece Sofi dededen duydum da; sekiz yıldır gelmiyor, demişti.”

– “Evet, öyledir. Asker olduysan, emir kulusun. Hangi diyarlardadır, kiminle savaşırlar bilen yok. Tanatar ile Miriş’in geleceği de onlar gibi olur…”

Dışardan gelen at sesleriyle birlikte baba-oğul çıktılar. Eve yaklaşan dört-beş atlının arasından her bir omzuna insan oturur gibi iriyarı adamı, ikisi de tanıdı. Süleyman koşup atının yularını tuttu.

Bu gelen konuk, daha doğrusu göç yolcusu Çakır Bayat idi. Misafirlerin atlarını at yatağına götürüp sulayıp yemlediler. Süleyman, Çakar Bayat ile gelenlerin ellerine su döktü. İzzet hürmet ettiler. Çakır Bayat ilkin Süleyman’ın yüzüne bakıp;

“Oğul! Dostlarını tek başlarına koyvermişsin!” dedi. Süleyman önceleri anlayamasa da sonradan sözün Tana-tar ile Miriş hakkında olduğunu kavradı.

“Siz onları gördünüz mü Çakır ağa?”

“Evet. Geçen akşam gece yarısı benim eve geldiler. Nişabur’a gidiyoruz, dediler ancak ben, şu dar zamanda sizi hangi iş için gönderdiler, dediğimde yüzleri kızardı. Sonunda rahmetli Gündoğdu’nun oğlu dillendi: “Çakır ağa, biz sultana askerliğe gidiyoruz. Evdekilere de söylemeden çıktık. Göç vaktinde izin vermezlerdi. Öylece yola çıkıverdik.” Dedi. Onları alıp getirmek istedim. “Asker olmak istiyorsunuz ancak yol uzak, eşkıya-talancı dolu. Yollarda rehber de gerek, ok atan da” dedim. Kendilerine pek güveniyorlardı. Yaşlılığıma dayanıp kızdım, ağır laf söyledim: Asker olmak basit bir şey değildir. Gidip gelmemek var, şehit olmak var. Geri dönmek nasip olursa da ardınızda kalanların, annenizin, babanızın, ağabeyinizin dünyada olup olmayacağı var. ‘Ecel kayıp; yüz, nikâh kayıp’ derdi atalarımız. Bir kiminle yüz yüze görüşeceğini, bir de kiminle evleneceğini ve ne zaman öleceğini bilemezsin. Yola helalleşip, dua alıp çıkmak lazım yiğitler, dedim. Eve gelen misafire bundan fazla söz desen yakışmayacak. Tan ağarırken, Nişabur’a deyip yola çıktılar. Şu an Aladağ’dan aşmışlardır. Onları yola salıp biz de buraya geldik. Kimseye haber vermeseler de sana söylemişlerdir demiştim.”

“Yok, Çakır ağa, bana da söylemediler. Bizi de zor durumda bıraktılar.”

“Oğul, sen git ninene ve Keyik hanıma haber ver. Çakır Bayat’ın obasına varmışlar; askerliğe gidiyoruz, deyip sabahtan ayrılmışlar. Çakır ağa alıp getirmek istese de ikna edememiş, de..”

Süleyman’ın getirdiği haber, Keyik bacı ve Burla hanım için beklenmedik şey değildi. Yine de yüreklerine biraz su serpilmiş gibi oldu. Sağ olduklarına dair ilk haberdi bu. Keyik hanım ağlamaklı olsa da kocası teskin etmeye çalıştı:

– “Önceleri kuş olup uçtu mu, ceren olup kaçtı mı diyordun. İşte şimdi al sana haber. Oğlumuz, yolunu kendisi seçmiş. Demek ki kendine yeten koç yiğit olmuş. Sultan askeri olup halka yararı olursa, bize de takdire boyun eğmekten başka çare kalmaz. Bir gün görürsün ki oğlum Miriş sipahi olarak gelir şu eşikten.”

“O zamana kadar bu eşik, bu çadır kalacak mı Miriş’in babası? Göçümüz sırtımızda!”

“Yok, Miriş’in annesi, oğlumuz gelinceye kadar bu eşik de durur, bu ocak da. Obadan dışarı bir adım atmayız. Oğlumuz peşimizden gelip aramaktansa, ocağımızı koruyup beklememiz daha iyidir. Yedi çocuk doğurdun, hiçbirine kıvanmak nasip olmadı. Yedi çocuktan sonra Miriş bize umut oldu. Nerelerde ki, bizi arıyor mu ki diyerek göç yolunda yürüdüğümüzden, ne zaman gelir ki diyerek kendi ocağımızda beklediğimiz daha iyidir.”

Keyik hanımın isteği de buydu. Başka diyarlara gitmek istemiyordu. Bu ormanlık yerde, ağaçların arasında dünyaya gelmişti. Rahmetli annesi, kızım büyüdüğünde kapı kapı gezen olmasın, köyden uzaklaşmasın inancıyla Keyiğ’in kesilen göbek bağını kara çadırın ortasına gömmüştü. Salıncağı, işte şu meşe ağacının gölgesine kurulmuştu. Göbeği evde kesilen Keyik, evcil kız olup yetişti. Edepli, terbiyeli, on parmağında on hünerli bir kız olduktan sonra, yengesinin dediği gibi tanımadığı bir delikanlıya âşık olmuştu. Bunu yengesinden başkasına da söyleyemedi. Çeşmeye suya giderken gördüğü genci hiç aklından çıkaramayan Keyik, aşkını yüreğine gömdü.

Eli becerikli bu güzel kızı, boyu yeter yetmez istemeye gelenler oldu. Kendisine soran olmadı, istiyor musun bile demediler. Boynuna alaca bir bağ örüp taktılar. Boyunu karışlayıp göynek biçtiler. Başına dassar(*), yüzüne yaşmak(*) örtüp kızıl halının üzerine oturtarak “göter göter”(*) ettiler.

“Ağır kız, bu kıza paha biçilmez” diyerek yengesi pay aldı, kardeşi pay aldı. Sonunda Keyiz kız, Keyik gelin oldu. Bir başka eve salıp, yabancı bir gence teslim ederek kendileri de gerdeğin karşısında oturdular. Keyik, bir süre sonra yanına gelen damadı gördü ve yeniden âşık oldu. Çünkü bu delikanlı, çeşme başında görüp âşık olduğu, Miriş’in babası Mergen ağa idi.

İşte bu obada önce dünyaya gelen önce Keyik kız, sonra Keyik gelin, şimdilerde de Keyik bacının ikbali bunlardan ibaretti. Çünkü burada dünya zenginliğine değişmeyeceği hatıraları yatıyordu. Bunca yaşanmışı, bunca hatırayı bırakıp gidemezdi. Bu yüzden Mergen’in sözleri hoşuna gitmişti.

“Toprak bırakılır mı? Gelmiş geçmişimi, toprağa verdiğim yavrularımı, sevgimi paylaştığım çeşmeyi, salıncak kurduğum ağaçları bırakıp nereye gideyim. Şimdi de Miriş oğlumu beklemeliyim.”

Keyik hanım bunları düşünürken, birdenbire içini dışa döktü:

– “Gitmeliyiz, Miriş’in babası; obamızı ardımızda koymalıyız..”

– “Keyik! Yoksa bırakıp gitmek aklımda yoktu baştan. Miriş bir bahane oldu. Çakır Bayat’ın dediği gibi, ya dönüp gelirse!?”

Üç gün umutla beklediler. İt ürüse çıktılar, at kişnese baktılar. Ne Miriş’ten, ne de Tanatar’dan bir haber yoktu. Süleyman yola çıkmadan önce Gökkaya’ya varıp teselli bulmaya çalıştı. Kayanın eteğine çıkıp bütün gücüyle bağırdı:

“Tanatar! Miriş! Sizi nerede bulayım şimdi. Tanatar, aaaataaar! Aarr.. Miriş, irişşş, işşşş.

Nurbike! Sen nerdesin? Seni görebilecek miyim? Nur-bike, Bike… Keeeee..”

Süleyman’ın sesi uzun bir süre Gökkaya’da yankılanıp durdu, yankılanıp durdu. Gözlerini kollarıyla silerek gerisin geriye koştu. Sesi, ardından kovalıyor gibiydi:

– “Tanatar! Miriş! Nurbike! Sizileri görür müyüm!?”

* * *

Göç kervanı yola hazırlandı. Obayı terk etmeyecek olanlar belirlendi. Koyun, keçi sürülerini götürmeyecek olanlar vardı. Küren obasının yarısı yola koyuldu. Bir kenarda Ataman’dan kalan kara ev de sökülmemişti. Burla nine “gitmem” deyip ayak direyenlerdendi. Kaya Alp, yaşlı annesini koyup gitmek istemediği için çok yalvardı.

– “Ben, obalardan gelenlerin, yola düşenlerin yolbaşçısıyım, ardımızda yol yok, gidelim.” dese de fayda etmedi.

“Yarı yolda ölürüm. Uzak uzak yollara dayanamam oğul! Yaban elde, yol boyunda bir mezar bulmaktansa, işte bu kendi evimde, obamda, komşularımın arasında kalayım. Baban rahmetliyi bırakıp gitmeyeyim. Moğol gelse benim gibi bir yaşlıyı ne yapsın. Öldürseler, leşim yük olur onlara. Gözümü açıp gördüğüm kara dağlarımdan beni ayırma oğul!”

Burla nine, Keyik ile birlikte Tanatar’ı beklemek niyetinde idi. Mergen: “Oğullarımız gelirse, onları da alıp biz de geliriz. Burla nineyi hiç merak etme. Ben de bir oğlu sayılırım.” diyerek Alp Kaya’yı rahatlattı. Burla nine arkaları sıra dua etti:

“Yolunuz ak olsun. Yoldaşınız Hak olsun. Dara düşseniz Hızır, susasanız Elyas yetişsin. Orta yolda atınız bırakmasın. Düşmana boyun eğmeyesiniz. Sağ gidin, esen varın. Ehli Kayıları Kaya Alp’e, Kaya Alp’i de Allah’a emanet ettim. Alnınızı Hak açsın…”

* * *

Göç kervanı ağır ağır dem alıp yola koyuldu. Kaya Alp, Kayıların önüne düşmüştü. Kalecik’ten uzaklaştıkça herkesin içi sıkılmaya başladı. Geçmişlerini geride bırakıp gidiyorlardı. Peşlerinden biri gelip; “Geriye dönün, Moğol’un geldiği yalan oldu!” diyecek gibi bir ruh hali içindeydiler.

Türkmenler, göç görmemiş bir halk değildi. Ancak onların göçü başı çimenli, güllü-çiçekli yaylalara olurdu. Sulak, otlak yerlere her yaz göç ederlerdi. Koyun kuzu melemesi, çocukların eşeklere binip kovalaşmaları, gelin kızların yol boyu çiçeklerden buket yapmaları, gençlerin at yarıştırmalarından ibaretti.

Şimdiki bu göç, o göçlere benzemiyordu. Sessiz, buruk, sıkıcı, neşesiz bir göçtü. Öyle geliyordu ki onlardan geri kalmayarak, kara dağlar da peşlerine düşmüş geliyor gibiydi. Dağlar sıra sıra, kervanın yanı sıra sanki birlikte gidiyordu. Hatta koyun ve keçiler de yabancı yerlere gittiklerini bilircesine gönüllü gönülsüz otluyordu. Belki de göçerler içlerinden öyle hissediyordu…

* * *

Ağır göç, ilk yolunu Hazar yakasından almak istedi. Öncüler, yolun güvenli olmadığını söylediler. Haşhaşiler(*), Selçuklu düşmanıydı. Birkaç gün karanlık dağlardan geçtikten sonra, nerelerde yatıp kalktıklarını bilemediler. Haşhaşilerin en çok göründükleri yer, Hazar kıyılarıydı. Mekânları ve kaleleri belli bile değildi. Selçuklu sultanlarını öldüren Haşhaşilerin Türkmenleri de sağ koymayacakları belliydi.

Kaya Alp, yolunu Bestam’ın üstünden geçirmeyi uygun buldu. Habercileri Hoşyaylak yoluna gönderdi. Bu yol, Rey’e varmak için en kısa yoldu ve Horasan’dan, Harezm’den, Hindistan’dan gelen büyük yolun, İpek Yolunun üstüydü. Yol, gece-gündüz kervanlı ve korumalıydı. Yol boyunca kervansaraylar ve şehirler vardı. Ayrıca Çakır Bayat’ın yolbaşçılık ettiği, ‘Goşa(*) Değirmen’den çıkan göçle birleşilecekti.

Hoşyaylak, göçerleri hoş karşıladı. Tepelerde henüz erimemiş kar olsa bile, dağ havası yumuşaktır. Hoşyaylak’a yaz geç geliyordu. Oğuz hanın sefere çıktığında en sevdiği yerdi bu yaylaklar. Yemyeşil otlardan seçip seçip yiyen koyunlar, keçiler meraya yayıldı. Çocuklar sevinçten uçtular, yaylağın tadını çıkardılar. Kadınlarsa hemen yere tandır kazıp günlük işlerine koyuldular, kendi aralarında fısldaşmaya, sohbet etmeye başladılar:

“Süleyman’ın annesi! Bu yaylak çok iyiymiş. Moğol, buraya da geldi mi ki?”

“Burada bir yıl kalabilsek, eğer Moğol gelmese; izimizden Kalecik’e dönmek için bir menzilmiş.”

“Yurt tutulacak yermiş burası ama bizimki gibi meşesi, çınarı, söğüdü, akça ağacı, ok ağacı yokmuş..”

“Oğuz Ata’mız çok severmiş, Hoşyaylak adını da o vermiş..”

“Bana göre de, doğrusu hiçbir yeri, Kalecik’in bir taşına değişmem. Üstümüze eğilip duran Beyli Dağı’nı görmek yine nasip olur mu ki bize?”

Son kadının bu konuşmasından sonra sesler kesildi.

Herkes kendi işiyle uğraşmaya başladı.

Uzaktan gelen iki atlının kendilerine taraf yöneldiklerini gören çocuklar gelip haber verdiler. Atlılar yakına geldiklerinde Kaya Alp ile Çakır Bayat karşıladı. Onlardan biri bozuk bir Türkçe ile konuştu:

“Uğur ola, hayrola mihmanlar! Bizim obaya gelesizmi?”

“Yok. Bizler yolcuyuz, göçeriz. Hiçbir obaya yük olmak istemeyiz. Daha arkamızdan gelenler var diye bekliyoruz. Siz kimsiniz?”

“Biz, bu taraftan, Ebr obasından. Sizde satılık koyun, keçi var mıdır?

“Ay, bizde satılık mal yok. Yolda yetecek kadar. Doğacak olan olursa, yol azığımız olur. Baksana, çoğuz.”

“Satsanıza. Biz alıcıyız. Uzun yollara bunlarla çıkmak zor olur sizin için.”

“Ay! Konuşmayı uzatmayalım. Bizde satılık şey yok.”

Atlılar, sakallarını sıvaya sıvaya, meleşen koyunlara, kuzulara baka baka atlarına binerek geldikleri gibi geçitten ağıp gözden kayboldular.

Obanın erkekleri, uzun yol yorgunluğunu atmak ve Bayat obasının gelenlerini beklemek üzere burada, bu gece ve birkaç gece kalmayı uygun gördüler. Yükler indirildi. Develerin eğilip duran boyunları düzelir gibi oldu, çünkü bütün ağırlık onların üzerindeydi, ağır çadır keçeleri dahil. Koyunlar kesildi, kazanlar kuruldu, çörekler pişirildi. Gecenin geç vakitlerinde Bayat obasının habercileri geldi. Obalılar uzakta değilmiş. Gece çöktüğü için Suvdağlan dağlarında mola vermişler, sabah kuşlukta yetişeceklermiş.

Gecenin bir yarısına doğru sesler kesildi. Öndeki mola Harakan obasında, sonraki mola da Bestam’da olsun diye karar verdiler. Gece uykusuzluk çeken gençler, tan vaktine yakın Hoşyaylak’ın soğuk rüzgarıyla irkildiler. Dağ başının soğuk havasıyla uzun yolun yorgunluğu birleşince tatlı bir uyku getiriyordu. Uykusuzluk çekenler, çoban yamakları gecenin içinde koyunları, keçileri kaçıştıran hırsızları duymamışlardı. Köpek havlamaları dağları inletti. Önceleri neyin ne olduğunu anlayamayan erkekler kılıçlarına, yaylarına yapıştı, köpeklerin sürüye doğru ürdüğünün farkına vararak;

– “Sürüye kurt daldı hov! Yetişin hov! Sürünün önünden gelin, yanından gelin..” Diye bağrıştılar ve çevresini kuşattılar.

Bu gürültü-patırtı içinde keçilerin, koyunların her birisi bir tarafa kaçışmıştı. Varıp gördüler ki sürünün ortasında emeklemeye çalışan dört-beş kurt var. Oklar, yaylar çekildiğinde, durumun kötüye gittiğini anlayan “kurt”lar, ayakları üzerine dikildiler! Oklarını çekip bekleyenler, iki ayaklı kurtları görerek şaşırıp kaldılar. Bir de baktılar ki bunların arasında gündüz gelen koyun alıcıları da var. Kurt postuna bürünen iki ayaklı hırsızların elleri bağlandı. Kaya Alp’in yanına getirdiler.

“Demek ki siz kurtsunuz! Gündüz gelip tuzumuzu yiyip, gece de çadırırmızın baş köşesine pisleyecektiniz öyle mi? Ben size söyledim ya; bu sürü, şu giden çoluk-çocuğun, kadınların, kızların, erkeklerin yol ihtiyacı diye. Utanmadınız mı obanıza gelenleri soymaya, talan etmeye, gelip geçene eziyet etmeye? Şimdi biz, sizi obanıza götürüp teslim edelim. Kethudanız vardır, beyiniz vardır; bırak, cezanızı onlar kessin. Fakat sırtınızdaki kurt postunu çıkarın. Kurt kapsa, canına minnet olsun. Kurt, kendi avını kendi gücüyle avlar ve yer. Sizin gibi iki ayaklı sahte kurtlar ise hırsızlık yapmadan, haram yemeden yaşayamazlar.”

Hırsızlar, Kaya Alp’in ayaklarına kapandılar. Pişmanlık duydular. Obamızın önünde, çocuklarımızın yanında bizi küçültme diye yalvardılar. Hayretlik yanı şu ki ağlama sesleri karşı dağlarda yankılanıyor ancak gözlerinden bir damla yaş görülmüyordu.

Kaya Alp içinden geçirdi:

“Vah! Kurt postuna bürünenler, yalan ağlamalar, sahte sözler; bunları bir insan nasıl içine sığdırabilir ki! Bundan böyle yolumuz, bunlar gibi kurt postuna bürünmüş tilkilerle doluysa! Bunlar gündüz insan, gece tilki. Büyük yola düşseydik, belki de böyle şeyler olmayacaktı. Babam Ataman Alp’in; “Yabancının yanında olmaktansa, yandağın(*) dibinde ol” dediği gibi. Tez zamanda hısım akrabalarımıza bir kavuşsak..”

Çakır Bayat, Kaya Alp’a bakıp usulca akıl vermeye çalıştı:

“Bunlarla kötü olmayalım. Sürüye bir şey olmadı. Gitsinler yollarına.”

“Vah, Çakır dost! Senin düşüncen doğru fakat bu yoldan geçenlerin ne başıyız, ne sonuyuz biz. Gelip geçeni her zaman soyar bunlar. Ağızlarına soğan doğramak gerek!”

Çevreden; “Doğru! Doğru!” diyenlerin sesinden ürken hırsızlar birbirlerine sokuldular. Sahte ağlayışlarının fayda etmediğini anlamışlardı. Gelene geçene yalvarıp durdular. Bu olaydan sonra hiç kimsenin gözüne uyku girmemişti. Kuşluk vakti, Bayatlılar dağdan aştılar. Geldiklerinde elleri bağlı adamları görüp sordular. Yol kesen hırsızlar olduğunu öğrendiler. Kervan yolunda toplaşmak üzere anlaşarak, öğle sonu yine yollara düştüler.

Yol uzun, ayrıca menzilin, mekanın da neresi olduğu belli değil. Üç günlük yol mu, beş günlük yol mu olduğunu gelenlerin içinde de bilen yoktu. Hepsinin gönlünden geçen; bu dağdan aşsak Bestam görünecek, o dağdan aşsak Harakan obası çıkacak gibiydi. Birkaç dağ geçidinden, tepeden aştıkları halde, bazı yerlerde çadır kurmuş konargöçerlere denk gelmeseler ne yol, ne de bir şehir görünüyordu. Süleyman, koyun hırsızlarının yanına vardı.

“Obanız daha uzakta mı?”

“Bizim obadan geçtik, biz..”

“Peh! Neredeymiş sizin obanız, geçtiysek?”

“Hoşyaylak’a yakın, Ölen obasında oturuyoruz.”

“O halde niçin ağzınıza su alır gibi geliyorsunuz!”

“Bizi obamıza götürmeyin Türkmenler, beyimiz derimize tuz serpip güneşte kak eder!”

“Aslında bunu biz yapmalıydık. Ama…”

“Baba! Alp baba! Biz bu uğruların obasından geçmişiz. Söylememişler. Sordum söylediler.”

“O zaman bunları Harakan’a varınca çarıklarını çıkarıp dağın taşlı yollarında yürütelim. Sonra da çekip gitsinler. Bize yol gösterirler. Geri dönüp Türkmen malına el uzatmasınlar diye ellerini kesip göndeririz.”

Bozuk bir Türkçeyle konuşan hırsız, söylenenleri anladı. Kendi dilleriyle arkadaşlarına anlattı. Gelip tekrar Kaya Alp’in ayağına kapandılar. Gözlerinden gerçek yaşlar akmaya başlamıştı..

“Ağalar ağası! Hanlar hanı! İşte, bizim obamız şu sulu dereden geçtiğimiz yerde. Abri Mücen diyorlar. Sadece Türkmenlerin değil, kalan ömrümüzde hiç kimsenin malına el uzatmayacağız, söz veriyoruz. Elimizi kesmeyin, obamızın beyine teslim edin…”

“Haa.. Şimdi, doğru yolu buldunuz. Ben, şu keçe kalpaklı Türkmenlerin en merhametlisiyim. Bundan sonra geleceklerin malına el uzatırsanız, kesilecek çok yeriniz olur. Haydi, şimdi söyleyin, Harakan obasına ne zaman ulaşırız?”

“Ağalar ağası! Gün aşar aşmaz varırsınız. Suçumuzu bağışlayın..”

“Olur. Sizi yük etmeye de vaktimiz yok. Eğer ki bu yolda bir hırsızlık, talancılık olduğunu duyarsam, Abr Müce’ne şu kılıcını sıyırıp duran delikanlılardan beş-altısını gönderirim. İşittin mi? Anladın mı?”

“İşittim ağalar ağası! Çarığımızı çıkarıp, bırakıp gidiverelim mi?”

“Yok olun gözümün önünden! Çarığınızı da götürün babanızın başucuna..”

Süleyman, bu adamların yalanına, gerçeğine akıl erdiremeden şaşırıp kaldı. Aklından şunlar geçiyordu: “Yalan söylemek, Kalecik’te çok ayıp sayılırdı. “Yalan söyleyen, Allah’ın düşmanıdır” diyen Burla nine, oturup kalktıkça torunlarının kulağına bunu fısıldardı.

“Bu adamların Tanrısı yok mu ki? Sabahtan beri ne kadar çok yalan söylediler. Alp babam bunların yalan söylediğini nereden bildi ki? Kollarının kesileceğini duyunca, beylerinin derilerini tuzlamasına razı oldular. Babam, gerçekten de bunların kollarını kesecek miydi?”

Süleyman, Kaya Alp’in yüzüne baktı. Babasının yorulmuş, solgun yüzündeki telaş ve endişeyi görmüştü. Vatan ayrılığı, Burla ninenin gerilerde kalması, Miriş ile Tanatar’ın belirsiz yolculuğu, ardına düşüp gelenlerin yükü… Bütün bunların hepsi Kaya Alp’in omuzlarındaydı…

* * *

Hırsızlar, belki de ömürlerinde ilk defa korkuyla, doğruyu söylüyordu. Dedikleri gibi gün batar batmaz, gür bir bahçeye dönüşmüş Harakan obasına eriştiler. Obanın ortasından akan buz gibi soğuk suyla ellerini yüzlerini yuyup temizlendiler. Boş kaplarını doldurup sürülerini, at, katır, develerini suladılar. Obanın kethudası karşıladı. İhtiyarlar evlerine davet ettiler.

“Davetinize minnettarız ağa! Biz, atamız Ataman’dan Ebul Hasan Harakani hazretleri hakkında çok şeyler duyardık. Harakani hazretlerinin makamına varıp bir dua edelim. Bu ağır göçü, obanın dışında bir yerde yerleştirdikten sonra yine haberleşiriz.”

“Yok, biz sizin gibi gelip geçici görmüyoruz, sizi. Göçü bizim adamlarımız yerleştirir. Harakani hazretleri, atalarımızdandır. Onun nasihati şudur ki:

“Kapıma kim gelirse gelsin; dinini, inancını sormam. Konuk edip yemek, çörek verin. Çünkü Ulu Allah ona ruh ve can verip ulu katında yaşamaya layık görmüşse, Ebul Hasan Harakani’nin sofrasında da çörek yemeye hakkı vardır.”

Sizden ricamız, sözümüzü geri çevirmeyin. Harakani hazretlerinin sözü bizde hükümdür…

Büyük Veli’nin yüksek tepenin üstüne yapılan mezarına vardılar. Dua ettikten sonra kethudanın evinde misafir oldular. Süleyman, obadaşlarının yanındaydı. Konuklar, bu gece, uykusuzluk çekmemişti. Zira obadakiler sürüyü teslim almışlar, onları istirahata göndermişlerdi.

Süleyman’ın birkaç günlük yolculukta görüp duydukları bir bir gözlerinin önünden geçiyordu. Kalecik’in karşısındaki Beyli Dağından daha büyük dağ yok mu ki, diyordu ancak Hoşyaylak’ın çevresini kuşatan büyük dağlara çıktığında, gökyüzüne elini uzatsa değiverecek gibi oldu. Belki de yeryüzünde bundan daha ulu bir dağ yoktur, diye düşündü. Dünyanın yüzü yemyeşil ormanlık gibi görünürdü Kalecik’te yaşıyorken. Ancak “yer ala, yurt ala”(*) denilir ya, buraların dağları çıplaktı. Arça(*) ve dikenli ağaç olmasa, başka şey yok. Tam tersine obaları gür bağlık. Bahar geldiğinde meyve bahçelerinde çiçekler açar. Otsuz bitkisiz dağları Cüveyn’e giderken görmüştü ancak bu dağlar daha da farklı..

Cüveyn aklına düştüğünde Süleyman’ın yüreği cız etti. Bir yorganda büyüdüğü Tanatar’ı, aynı obada ayrılmaz birer dost olarak yaşadığı Miriş’i ve dört örüm saçını beline bağlayan, yanakları gamzeli Nurbike’yi hatırladı.

Şimdi onlar Süleyman’dan çok uzaklarda idiler. Belki da ömür boyu uzaklarda kalacaklardı. Süleyman ağır ağır soluklanıp bir o yanına bir bu yanına dönüp dururken uyuyakaldı…

* * *

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

₺30,28