Kitabı oku: «Anadolu Uygarlıkları», sayfa 3

Yazı tipi:

2. Surların Yükselmesi ve Barınma Yollarıyla Kalkolitik Dönemde Mimari

Bugün kalkolitik çağa ait bir arkeolojik sit alanına gittiğinizde, karşınıza muhtemelen taş temeller ya da kazı başkanlarının büyük emekler vererek hazırladıkları, adına rekonstrüksiyon denen, ziyaretçilerin alanı anlamaları için sonradan yapılmış canlandırma alanları çıkacaktır.

Kalkolitik çağda evler, geç neolitik dönemde olduğu gibi taş temeller üzerine yapılmış ve üzerine kerpiçten hazırlanmış tuğlalar eklenmiştir. Burada taş temelin yapılmış olmasındaki en büyük etken, zeminden nem ve su gelmesi durumunda duvarın yıkılmasını önlemektir. Elbette kerpiçten yapılmış temeller de mevcuttu. Ayrıca gelişen mimari teknikler sebebiyle evlere ikinci bir kat yapma imkânı da sağlanmıştı.

Dörtgen planlı evlerin, bir ana odası ve günümüzde hol diyebileceğimiz bir giriş alanı bulunmaktaydı. Evlerin kapıları küçük bahçelere açılırdı. Bazen de iki katlı olurlar ve üst kata çıkmak için ahşap merdivenler kullanılırdı.

Düz damlı olan evlerin tuğlaları arasına hatıl denen yatay direkler atılır ve evlerin hem içine hem dışına sıva yapılarak dayanıklı olması için uğraşılırdı.

Başta belirttiğimiz gibi kalkolitik çağ, madenin ve ticaretin yoğunlaştığı dönemdi. Bunların olduğu bir yerde savaşlardan kaçınmak maalesef imkânsızdı. Bu sebeple dönemin insanları, yine taş temel üzerine kerpiç tuğlalarla yaptıkları sur duvarlarıyla kendilerini korumaya almışlardı. Burdur Hacılar Höyüğü bu bakımdan örnek verebileceğimiz ilk yerlerdendir.

3. Tarımsal Atılımın Başlangıcı ve Sulu Tarım Yöntemleriyle Kalkolitik Çağda Beslenme

Hayvanların evcilleştirilmesi ve bitkilerin ehlileştirilmesi sonucunda beslenme, geç neolitik dönemdekine benzer özellikler taşımaktaydı. Hatta sulu tarım yapmayı başaran bu dönemin insanları, artık topraktan daha fazla verim alabiliyorlardı. Yani yağmurun yağmasını beklemek yerine doğrudan istedikleri yerlere ufak kanallar açarak tarım alanlarını sulayabiliyorlardı.

IX
Tunç Çağı

1. Derebeylerin ve Sosyal Sınıfların Oluştuğu Dönem: Tunç Çağı (MÖ 3000-1200)

Bu çağ, bakır ve kalayın karıştırılmasıyla elde edilen tunç sayesinde, askeriyede ve savunmada büyük atılımların gerçekleştiği bir dönem olduğu kadar, hem kara yoluyla hem de deniz yoluyla ticaretin geliştiği ve şehir devletlerinin türediği bir dönem olarak da tarihe geçmiştir. Ege, Ortadoğu ve Balkanlar arasında gelişen ticaret ağıyla birlikte, sosyal sınıfların oluştuğu kent kavramının da temelleri atılmıştı.

Karayolu ticaret kervanlarında eşekler kullanılmıştır. Denizyolu ticaretinin nasıl yapıldığı konusunda ise bir noktaya dikkat çekmek gerekir; ticaret için kullanılan ulaşım araçları olarak aklınıza günümüz gemileri gelmemelidir. Daha basit ve karadan çok fazla uzaklaşmayan, özellikle açık ve sakin havalarda ticaret yapan gemiler kullanılmıştır.

Anadolu’da yaşayan halklar hakkında ilk veriler, yazının aktif olarak kullanılmaya başlandığı bu dönemde artan kil tablet kullanımı sayesinde bize ulaşmıştır. Anadolu’nun yerli halklarından Hattiler, günümüzün Çorum’u civarında yaşarken, Hurriler ise Güneydoğu Anadolu bölgesinde yaşamaktaydı. Batıda ise Tarihçi Herodot’un da bahsettiği efsanevi halklar olan Pelasglar, Lelegler ve Karlar yaşamaktaydı.

2. Büyük Surlar ve Katlı Evleriyle Tunç Çağı Mimarisi

Şehir devletlerinin oluştuğu bu dönemde, artık güvenlik problemleri sebebiyle güçlü surların inşası başlamıştı. Taş temel üzerine kerpiç tuğlayla inşa edilen surlar, iç ve dış surlar olarak ikiye ayrılmaktaydı. Şehrin dış surları on metre yüksekliğindeyken iç surlar on beş metreyi buluyordu. Kuşatan taraf sur dibine kadar geldiğinde, kale içinden savunma yapanların sağlıklı atışlar yapamadığı fark edildi; bu sebeple zaman içinde sur duvarları arasına belirli aralıklarla kuleler inşa edilmeye ve sur duvarlarının üst kısımlarında yapılan mazgallar arasında ufak pencereler açılmaya başlandı.

Savunma mimarisi böyleyken sivil mimarideyse kalkolitik çağ mimarisine kıyasla çok fazla bir fark bulunmamaktaydı. Avluya bakan evler dikdörtgen planlı ve iki katlıydı. Zeminin olduğu yer, genellikle depo ve çeşitli eşyaların konulduğu alanlarken üst katlar, günlük yaşamın geçtiği alanlardı. Ayrıca yapı iki katlıysa ikinci kattaki her oda, ortada bulunan bir hole açılırdı; alt katlar hayvanların bakıldığı, erzakların depolandığı alanlar olarak kullanılırdı. Yapılar yığma moloz taştan ya da kerpiç tuğlalardan yapılırdı.

Dar sokakları bulunan şehir kentlerinin en ilgi çekeni ise Kültepe Kaniş-Karum’dur.

3. Artan Nüfus ve Artan Gıda Tüketimiyle Tunç Çağında Beslenme

Kent hayatına geçilen bu çağda artık kentler kendi üretimlerini yapmak yerine civar köylerden elde ettikleri gıda ürünleriyle besleniyorlardı. Yani kentler artık yiyeceğini üretmeyen, dışarıdan temin eden yerleşim yerleri haline gelmişti. Bu dönemde özellikle et ürünlerine duyulan ihtiyacın ve peynir gibi süt ürünlerine yönelik tüketim talebinin artması sebebiyle, sürülerin sayısı da artmıştı ve bu sürüler doğada ciddi tahribatlar oluşturmaya başlamıştı. Bu dönemde artışı en çok dikkat çeken unsurlardan biri de şarap üretimi olmuştur.

Beslenmenin neolitik dönemde atılan temelleri, kalkolitik çağda iyice geliştirilmiştir ve maden çağına geçildiğinde artık insanların beslenme alışkanlıkları iyice oturmuştur. Bu çağda yaşayan topluluklar için amaç, daha çok hayvan ve daha çok tarımsal arazi elde etmek ve güçlü şehir devletleri kurmanın temelini sağlayan madenlere sahip olmaktı.

4. Ticaretin Ataları: Tunç Çağında Asurlular ve Kolonileri

Günümüzde koloni kavramı “sömürü” olarak düşünülse de Asur ticaret kolonileri tanımlamasındaki “koloni” kavramı, bu kelimenin diğer anlamı olan “göçmen toplulukları ya da dışarıdan gelen toplulukları” ifade etmek için kullanılmaktadır. Belki de kafaların karışmaması için “Anadolu’da kurulan Asur ticaret merkezleri” demek daha doğru olacaktır.

Peki, nedir bu ticaret merkezleri?

MÖ 1950-1750 yılları arasındaki 200 yıllık süreçte, Mezopotamya bölgesinde yaşayan Asurlular, hem bölgelerinden temin edemedikleri doğal kaynakları dışarıdan almak hem de para kazanmak için Anadolu toprakları sınırlarına gelmişlerdir. Hemen şunu eklemekte fayda var: Mezopotamya coğrafyasına kıyasla Anadolu toprakları oldukça zengin topraklardı. Sadece Asurlar değil, MÖ 2254-2218 yıllarında Akad Kralı Sargon ve torunu Naram Sin de Anadolu zenginliklerini elde etmek için yoğun çaba göstermiştir ve Toros Dağları’na kadar ilerlemişlerdir.

Öyleyse Anadolu’da olup da Mezopotamya’da olmayan şey neydi?

Başta maden geliyordu. Bakır, altın, gümüş gibi değerli madenlerin yanında kereste, mermer, obsidyen önemli maddelerdi. Tabii Asurlu tüccarlar takas usulü karşılığında kalay, dokuma eşyalar ve süs eşyaları getiriyorlardı.

Asur ülkesinden gelen tüccarların, satışlarını karum ve vabartum adı verilen yerleşimlerde yapmaları gerekiyordu. Bu satışları yapmaları için öncelikle şehir devletlerinin başında yer alan kraldan izin almaları zorunluydu. Kralın belirleyeceği vergi miktarı sonrasında, Asurlu tüccarlar karum ya da vabartumda satış yapmaya hak kazanıyordu.

Asurlu tüccarlar, krala verdikleri vergi sonrasında şehirlerin dışındaki pazar yerlerine tezgâh kurup satış yapabiliyorlardı. İşte bu pazar yerlerine karum deniyordu ama karumları sadece bir tezgâh ve tezgâhın üzerinde sergilenen malların bulunduğu alanlar olarak düşünmeyin; evlerin ve sokakların, arşivlerin, aklınıza gelebilecek her şeyin olduğu yerlerdi karumlar. Vabartumlar ise ticaret yolları üzerinde bulunan ve yine krala verilen vergi sonrasında satış yapılabilen daha küçük yerlerdi.

Anadolu’nun en önemli karum yerleşimlerinden olan Kaniş-Karum merkezine ürünlerinizi satmak için gelecekseniz izleyeceğiniz üç yol vardı. Bunlardan birincisi, Dicle kıyısını izleyerek ilerleyeceğiniz Diyarbakır-Malatya-Darende-Gürün-Pınarbaşı yoludur. İkincisi, yine Asur sınırlarından başlayarak Dicle kıyısından devam eden güzergâh, yani Gezire-Harran-Urfa-Birecik-Antep-Gülek Boğazı yolu. Üçüncüsü ise Antep’e kadar devam eden, Pazarcık-Kahramanmaraş-Kussuk Beli-Elbistan-Sarız-Kuruçay Beli-Pazarviran istikametinden ilerleyen ve Erciyes Dağı üzerinden giden yoldur.

Belki aklınıza Asurlu tüccarların mallarını götürmek için kervanlarında develer kullandıkları gelecektir fakat esasında mallarını eşeklerine yüklerler ve yol güvenliği için tüm yolu köpekleriyle beraber katederlerdi.

Asur ticaret merkezlerinde sadece maddi değil kültürel alışverişin de olduğu dönemde Asurlu tüccarlar, yerli kadınlarla evlenebiliyorlardı. Yerli kadın tüccarların sıklıkla köle ticareti yaptığı ve Asurlu tüccarların, topraklarına kölelerle döndükleri bilinmektedir. Ayrıca bu kültürel alışverişler sırasında, Anadolu toprakları ilk defa Asurlular sayesinde yazıyla tanışmıştı. Yine bu dönemde çömlekçi çarkının kullanımı da artmış oldu.

Bulunan kil tabletlerde yapılan analizler sonucunda, Anadolu’da kırktan fazla karum ve vabartum olduğu tespit edilmiştir.

Bunlardan en önemlileri Kültepe, Acemhöyük, Alişar, İnandıktepe, Kuşsaray ve Alalah’tır.

Anadolu halkları ve Asurlular arasında 200 yıllık ticari ve kültürel alışverişin sonunu elbette Hititler getirmişti.

5. Ticaretle Doğan Kültür Alışverişi

Halaf Kültürü

Bazen bu dönemlerde, insanların dışa kapalı ve kendi içlerinde bir hayat sürdüklerini düşünebiliriz fakat coğrafi faktörler ve hammadde ihtiyacı, toplu halde yaşayan bu grupları sürekli arayışa sokmuştur. İhtiyaç duydukları şeyleri kimi zaman doğrudan kendileri üretmişler, kimi zaman da farklı coğrafyalardan tanıdıkları topluluklardan temin etmişlerdir.

Bugün Türkiye-Suriye sınırı yakınında yer alan Tell Halaf ve çevresinde bulunan Sabi Abyad, Tell Boueid, Mezra-Teleiat höyükleri, Halaf kültürünün temellerini oluşturmaktadır. Kalkolitik çağ süresi boyunca MÖ 6000-5900 yıllarına uzanan Halaf kültürü, Anadolu coğrafyasında da etkisini göstermiştir. Halaf kültürü, Doğu Anadolu bölgesinden Güneydoğu Anadolu ve Doğu Akdeniz bölgesine kadar tüm coğrafyayı etkisi altına almıştır.

Van’da bulunan Tilkitepe’nin yoğun bir obsidyen merkezi olması ve obsidyene duyulan ihtiyaç sebebiyle, buradaki kültürle sürekli etkileşim halinde olunduğu bilinmektedir. Ayrıca Doğu Akdeniz bölgesindeki Yumuktepe Höyüğü’nde ve Tarsus bölgesinde de Halaf kültür izleri mevcuttur, bu kültürün izlerine dair en yoğun buluntular ise Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ndedir.

Peki, bu yayılımın olduğunu biz nereden anlıyoruz? Halaf kültürünün özellikleri içinde boyalı ve geometrik desenli, hayvansal figürlü çömlekler başta gelmektedir. Yapılan çalışmalarda da bahsedilen bölgelerde benzer çanak çömlek buluntularının çıkması, bu bölgelerde Halaf kültüründen esintiler olduğunu kanıtlar niteliktedir. Ayrıca bu kültüre dair izler, dairesel planlı kerpiç evlerde de kendini göstermiştir; Yunus Höyük, Coba Höyük, Kurban Höyük ve Nevali Çori’deki yerleşimlerde de bu kültürün izleri bulunmaktadır.

Geç neolitik dönem ile erken kalkolitik dönem arasında yaşanan bu kültür ve ticaret süreci tam iki yüz yıl sürmüştür.

Obeyd Kültürü

MÖ 5900-4300 yıllarına tarihlenen Obeyd kültürü, Güney Mezopotamya topraklarında başlayarak kuzeye doğru ilerlemiştir. Obeyd ismi, ilk incelemelerin Tell El Ubaid Höyüğü’nde yapılması sebebiyle konmuştur fakat daha sonra araştırmacılar, çalışmalardan elde edilen verilere göre, bu kültürün daha da eskiye dayandığı yorumunu yapmıştır.

Obeyd kültüründe artık toplumsal düzende bir sistem oluşturulmuş ve sınıflar arası farklılıklar oluşmaya başlamıştır; bu dönem, kent-devlet olgusunun temellerinin atıldığı dönem olmuştur. Yapılar yer yer iki katlı inşa edilmiş, tapınaklar ortaya çıkmış ve kentlerin çevresi kerpiç duvarlarla örülerek yerleşim yerleri koruma altına alınmıştır.

Nüfusun artmasıyla, şehri beslemek için tarımsal üretimde de artış olmuş, tarımı geliştirmek için kurak alanlara da doğrudan su getirebilen sulama kanalları açılmıştır.

Güneydoğu Anadolu bölgesinde Sakça Höyük, Samsat, Akarçaytepe, Kenantepe, Fıstıklı Höyük ve Domuztepe höyükleri, Obeyd kültürüne dair önemli veriler sunmaktayken Doğu Anadolu bölgesinde ise Arslantepe, Değirmentepe, Tepecik, Tülüntepe, Norşuntepe, Korucutepe ve Pirot höyüklerinde de bu kültüre ait çeşitli izler bulunmaktadır. Doğu Akdeniz coğrafyasındaysa Yumuktepe ve Gözlükule’de Obeyd kültürüne ait izler mevcuttur.

Uruk Kültürü

Obeyd kültürünün hemen arkasından gelen ve MÖ 4000-3100 yıllarına tarihlenen Uruk kültürü, kritik bir çağın son dönemlerini oluşturmaktadır. Bronzun daha da ön plana çıkması sebebiyle, çanak çömlek imalatı daha basit ve yalın hale gelirken, çarklı seramik üretimi de seri üretimin başlangıcı için bir adım olmuştur. Ordu mantığının temelleri yine bu kültür içerisinde gelişirken kent devletlerinin güç kazanması ve tapınak mimarisinin gelişmesi, Uruk kültürünün temel yapıtaşlarından olmuştur. Aynı zamanda çivi yazısının temelleri Uruk kültüründe atılmıştır.

Uruk kültürüne dair ilk buluntulara, günümüzde Tel El-Varka adıyla bilinen bir Sümer kenti olan Uruk şehrinde rastlanmıştır. Uruk kültürü seramikleri, daha basit, boyasız ya da açık renklidir. Ayrıca bu dönemde mühür sanatına, kil tabletlere ve ticari sözleşmeler gibi buluntulara daha sık rastlanmıştır.

Mezopotamya kültüründeki hammadde arayışı, zaman içerisinde diğer bölgelere de yayılmış ve Güney İran bölgesinden Anadolu coğrafyasına kadar uzanmıştır. Özellikle Anadolu’da Hacı-nebi, Zeytinlibahçe Höyüğü, Kurban Höyük ve Arslantepe Höyüğü, Uruk kültürünün etkisi altına girmiştir.

4. Görsel: Halaf kültürüne ait çanak çömlek parçaları


6. Beylerin ve Kılıçların Dönemi: Kalkolitik Çağ ve Tunç Çağı Kentleri

Ticaretin Kalbi Kültepe/Kaniş

Kayseri il merkezine 22 km uzaklıkta yer alan Kültepe bölgesi Asurlulardan Hititlere ve Roma dönemine kadar kullanılan bir yaşam bölgesi olmuştur. Höyüğün Kültepe ismini almasındaki sebep ise uzaktan bakıldığında alanın kül renginde görünmesidir. Bir diğer güncel ismi ise Kara Höyük’tür. Burası bir zamanların karum yerleşimiydi, yani Asurluların ticareti organize ettikleri merkezdi.

Anadolu’nun en eski çiviyazılı tabletlerine burada erişilmiş olup bu tabletlere Kapadokya tabletleri de denir. 19. yüzyılda bölgeye gelen yabancı araştırmacılar tarafından çeşitli kazı girişimleri olmuş, bulunan tabletler ülke dışına çıkarılmıştır. 19.yüzyılda yaşanan bu arkeolojik yarış sebebiyle höyük katmanlarında ciddi tahribatlar yaşanmıştır.

Yüzeyden aşağıya doğru inildikçe Helen-Roma, demir çağı, Hititler, Asur koloni dönemi, orta ve erken tunç çağı dönemlerine rastlanmıştır.

Kültepe’de bulunan tabletler özellikle yaşanan çağ hakkında oldukça fazla veri sağlamaktadır. Asur dönemine ait bu tabletler, borç senetleri ve ticari anlaşmalar gibi ticaret hayatına dair faaliyetleri belirten kaynaklar ve günlük yaşamda tüketilen malları, ihtiyaçları vb. anlatan yazılı kaynaklar olması nedeniyle önemlidir.

Anadolu’nun En Eski Yerleşimlerinden: Aslantepe

Malatya ilinin Battalgazi ilçesinde bulunan Aslantepe Höyüğü, Anadolu’nun en eski kent yerleşimlerinden biri olması sebebiyle oldukça önemlidir. MÖ 3300-3000 yıllarına uzanan kerpiç sarayı ve MÖ 3600-3500’lere dayanan tapınak yapısıyla kralların, askeri sınıfın ve din adamlarının oluşturduğu sosyal sınıfın temelleri, Aslantepe Höyüğü’nde yaşayanlar arasında mevcuttu.

1930 yıllarında Louis Delaporte başkanlığındaki Fransız ekip tarafından ilk kazılar yapılmaya başlanmıştır. Ele geçirilen buluntular arasındaki kılıçlar, madeni değeri olan eşyalar ve mühürler bölge hakkında çeşitli yorumlar yapma olanağı sağlamıştır. Özellikle mühürlerin incelenmesi sonucunda Aslantepe’de ticaretin yoğun olarak yapıldığı anlaşılmıştır.

2021 yılında UNESCO Dünya Miras Listesi’ne eklenmesine bölgenin önemi daha da artmıştır.

Anadolu’daki İlk Höyük Çalışmaları: Tilkitepe

Van ilindeki Tilkitepe Höyüğü, günümüzde Van havaalanı parselleri içerisinde bulunmaktadır. Tilkitepe Höyüğü kazı çalışmaları, 1899’da W. Belck başkanlığındaki bir ekip tarafından yürütülmüştür. Saha, kalkolitik çağ ve tunç çağının yanı sıra Doğu Anadolu Bölgesi için de değerli veriler sunmaktadır.

Tunç Çağında Bir Liman Kenti: Limantepe

İzmir’in Urla ilçesinde yer alan Limantepe kazıları, Ege Bölgesi için oldukça dikkat çekici bir özelliğe sahiptir. Troya kenti ve kazıları, tunç çağına dair değerli veriler sunar; Kuzey Ege’den aşağılara inildikçe de tunç çağına dair yerleşimler söz konusudur. Bunlardan biri olan Limantepe, deniz ticaretiyle olan bağları ve kalkolitik çağa kadar uzanan geçmişiyle önemli bir merkez olma yolundadır.

X
Hititler

Balkanlardan gelerek Anadolu içlerine kadar ilerleyen ve Hattilerle kültürel anlamda kaynaşan Nesilileri tarih kitaplarında Hititler olarak göreceğiz. Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında ise onlara kimi zaman Etiler de denmiştir.

Hint-Avrupa kökenli olan kavim, Hatti diyarlarına yerleşerek onların kültürel değerlerini ve dillerini zaman içerisinde benimsemişti. Hattilerle kurulan bağlar sebebiyle Hitit çiviyazısı belgelerinde Nesice kelime ya da cümlelere çok ender rastlanmaktadır.

Hattilerle kaynaşmaları sonucunda zaman içerisinde Nesililer, şehir devletlerinin idaresinde ve yönetiminde sorumluluklar almaya başlamışlardı. Görev aldıkları yerlerden biri, yeri günümüzde tam olarak netleşmeyen Kuşşara Krallığı’dır ve başında Kral Anitta yer almaktadır.

Kral Anitta, fetih politikaları ve çevresindeki şehir kentleriyle yaşadığı problemler sebebiyle kendisini sürekli güçlendirmeye çalışmaktaydı. Özellikle Kaniş ve Hattuşaş’la arası hiç iyi değildi. 1400 kişilik bir piyade ordusu ve 40 tane savaş arabasıyla bu iki kentte saldırı düzenlemişti.

İşin ilginç yanı Kral Anitta, Kaniş’e karşı oldukça kibar ve halkına da nazik davranırken aynısını Hattuşaş kenti için söylemek mümkün değildi. Bir gece yarısı yaptığı baskın sonucunda kenti yağmalayıp kimseye merhamet etmeyen Kral Anitta, burayı lanetleyerek yaban otu dikti ve kimsenin buraya yerleşmemesini söyledi.

Kral Anitta’dan sonra başa geçen Kral Labarna da devletin sınırlarını genişletmek için yoğun çaba sarf etmiştir. Fakat onun döneminde de Hitit ismi kullanılmamaktadır ve başkent Hattuşaş değildir. I. Hattuşili (MÖ 1650-1620) başa geçtiğinde Hattuşaş başkent ilan edilmiştir. Tabii I. Hattuşili yeni başkent yaptığı yere kendi ismini vermiştir ve Hititçe bir ek olan a/aş eklenerek yeni yerleşimin ismi Hattuşa/Hattuşaş olmuştur.22

1. Aşağı ve Yukarı Kentleriyle Hitit Şehirleşmesi ve Mimari Durumu

400 yıl boyunca Hititlere ev sahipliği yapan Hattuşaş’a vardığınızda, size o dönemi hatırlatacak surlarla karşılaşacaksınız. Aslında bu sur duvarları bize oldukça fazla bilgi veriyor. Buradaki sur duvarlarını sadece savunma aracı olarak görmemek gerek. Bu sur örneği, saray yapılarından tapınak mimarisine kadar tüm yapıların temelinde kullanılan taş temel ve kerpicin bir örneğini teşkil ediyor.

Hattuşaş, aşağı şehir ve yukarı şehir olarak ikiye ayrılmıştır. Aşağı şehir Asur ticaret kolonilerine ait temeller üzerine kurulurken, yukarı şehir kralların yaşadığı ve kamusal işlerin yönetildiği yerdi, yani imparatorluğun kalbiydi.

Hattuşaş kentindeki birçok yapı asimetrik planlıdır. Ayrıca Roma ve Helen dönemlerinde olduğu gibi mermer sütün başlıkları ve sütunlar yoktur. Bunun yerine ahşap direkler ve yapıların arasına sağlamlaştırmak adına koyulan hatıllardan, Hititlerde ahşabın ne kadar önemli olduğunu da görmüş oluyoruz.

Elbette Hattuşaş sadece tapınakların ve saray yönetiminin olduğu bir alan değildi. Arşivlerin olduğu iki katlı yapılar da mevcuttu ve günümüzdeki gibi ahşap raflar üzerine sıra sıra koyulan devlet arşivleri vardı. Kentin en önemli yapılarından birisi tahıl depolarıydı. Vergilerle ve üretimle elde edilen tahıllar büyük ambarlarda saklanır ve bu ambarlar özenle korunurdu. Bu tahıl ambarlarının bir kıtlık ya da savaş durumunda 20-35 bin kişilik bir nüfusu bir yıl boyunca doyuracağı tahmin edilmektedir.

Kente girişi sağlayan altı kapı arasında Aslanlı Kapı, Sfenksli Kapı ve Kral Kapısı oldukça popülerdir. Özellikle gizli bir geçit olduğu düşünülen potern girişinin hâlâ tam olarak neden yapıldığı bilinmemektedir. Bazı araştırmacılara göre poternler bir saldırı esnasında bu kapılardan kaçmak için kullanılıyordu, bazılarına göreyse düşman askerlerinin arkasından dolanmak için yapılmıştı. Öte yandan bazı araştırmacılar da bu kapıların dini ayinlerde kullanıldığını söylüyor fakat bu konuda net bir bilgi hâlâ bulunmamaktadır.

Hattuşaş’ta sivil mimariye rastlama ihtimali çok düşüktür. Hatta halkın Hattuşaş’a yakın irili ufaklı köylerde yaşadığı düşünülmektedir fakat surlar içerisindeki bazı kalıntıların sivil yapılara ait olduğu da düşünülüyor. Bu yapıların da yine yukarıda bahsettiğimiz gibi asimetrik planda olduğu fark ediliyor ve düz damlı, iki odalı, bazense iki katlı yapılar olarak dikkat çekiyorlar.

22.Elif Fatma Salihoğlu, Deniz Demirarslan, “Hitit Uygarlığında Büyük Tapınak Mimarisi ve Etkileri”, Hitit Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 11 (3), 2017, s. 1761-1779.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.