Kitabı oku: «Sultanlığın Sonu», sayfa 3
BİLGİ BUCAĞINDA
Fantezi Roman
Ama epey zamandan beri Efruz Bey yine hiçbir tarafta görünmüyordu. Bucak’ta verdiği son konferansları hatırlayanlar onu Kaşgar’a gitmiş sanıyorlardı.
***
Ah, hakikaten onlar ne konferanslardı! Bu meşhur konferanslar sayesinde değil miydi ki İstanbul’da yeni bir âlem doğdu. Yüz bin “Arnavutköy akıntısı” kuvvetinde şedit bir cereyan başladı. Herkes anladı ki biz, yani İstanbul, biz Türkiye ahalisi, Türk değilmişiz! Bucak’ın salonu hıncahınç doluyordu. Efruz Bey’in şaşaası içinde Çapakçurlu, Mamayof gibi en büyük, en dâhi Bucaklıların namı söndü. Türklerin millî büyük büyük şairleri Emin Bey’le gayri millî “Dahi-yi azimüşşanları” Abdülhak Hâmit’in resimleri indirildi. Yerlerine Efruz Bey’in, yollar kapalı olduğundan henüz gidemediği Petersburg, Oroçensk etnografya müzelerindeki derin derin tetebbuları neticesinde bulduğu -hayır bulduğu değil- keşfettiği millî Türk kıyafetiyle çıkarılmış resimleri asıldı. Bu resimler tabii büyüklükte idi. Bucak’ın reisi, bunlara göre, Efruz Bey’in bir de heykelini yaptırmak istemiş fakat o vakit Efruz Bey razı olmamış:
“Yaşayan adamın heykeli yapılmaz.” demişti. Her ne kadar Türkçülük mahfiline yeni girmiş ise de korkunç mucit zekâsı sayesinde yine onların siyasetini çakmıştı. Biraz akıllı, biraz istikbali parlak bir adam gördüler mi içlerinden, İşte bir rakip! derler, hemen onun fotoğrafını büyülterek salonun duvarına asarlardı. Sanırlardı ki fotoğrafı asılan Bucakçı artık en büyük mevkiyi ihraz ettiğine inanacak! Enayiler buna kanardı. Fakat Efruz Bey… Efruz Bey gibi bir dâhi budala mıydı? Resmi asıldıktan sonra da konferanslarına devam etti. Bucak’ın gayet nazik reisi:
“Biraz fasıla versek azizim; korkuyorum ki Bucaklılar derslerinizden bıkacak!” dedikçe o başını sallayıp gülümserdi. Hangi Bucaklı onun derslerinden bıkacaktı? Her cümlesinden sonra daima bir alkış tufanı koparanlar mı? Kıvırcık kirpikli, iri, siyah gözlerini kırpıştırarak, monoklünü düzelterek tekrar gülümser:
“Heh heh aziz reisim!” derdi, “İşi tabiata bırakınız. Maksat onlara bir şey öğretmektir. Benden çalışmak! Bıkarlarsa bıksınlar. Dünyada zaten neden bıkılmaz? Bonboncunun çırağı birbiri üstüne iki bonbon yiyebilir mi? Fakat işi tabiata bırakalım. Ben derslerimden vazgeçmem. İsteyen gelsin, dinlesin, istemeyene tünaydın.”
Bu lafları söylerken içinden de derdi ki: Ah hain reis! Beni bilmiyor mu sanıyorsun. Bütün Bucaklıların bana taptıklarını anlıyorsun. İhtimal gelecek intihapta beni reis yapacaklar. Sen iyot gibi açıkta kalacaksın. İstiyorsun ki şimdiden beni biraz unutsunlar.
Resmi duvara asıldıktan sonra artık reis onu kolaylıkla Bucak’tan uzaklaştıramazdı.
Artık her sabah erkenden damlıyor, öğle yemeğini bile Bucak’ta yiyor, akşama kadar çay içiyor, konuşuyor, kendi ilmine, fiiline, malumatına dair propaganda yapıyordu. Onun bütün hayatını Bucak’ta geçirdiğini hizmetçilerden öğrenen reis şaşar:
“Fakat azizim, konferanslarınızı ne vakit hazırlıyorsunuz?” diye sorardı.
“Geceleri!”
“Hangi gecelerden bahsediyorsunuz?”
“Her geceden.”
“Fakat azizim her gece, gece yarısına kadar burada konferans veriyorsunuz?”
“Gecelerin yarısından sabaha kadar süren kısmında.”
Reis bütün bütün şaşırdı:
“Öyleyse ne vakit uyuyorsunuz?”
“Ne uykusu?”
“Bayağı uyku, gece uykusu…”
“Aziz reisim, sen beni bir gümrük hamalı sanıyorsun. Ben dimağımla yaşayan bir adamım. Ben geceleri hiç uyumam.”
Reisin şaşması değişir, gözlerinin beyazı büyür, ağzı açık kalırdı:
“Aman ya Rabbi, bu nasıl olur? Hiç uyumamak, bu nasıl olur?”
“Pek tabii. Yalnız gündüzleri on dakika kadar uyurum.”
“Her sabah erkenden Bucak’a geliyorsunuz. Akşama kadar bir dakika uyuduğunuzu gören yok.”
“Tabii böyle uyanık bir mahfilde uyuyamam. Evet tramvaya bindiğim zaman Taksim’den geçerken dalarım. Galatasaray’da bilet kontrolcüsü uyandırır. Köprü’ye kadar tekrar dalarım. İşte benim uykum!”
Hâlbuki konferans hazırlamaya onun hiç ihtiyacı yoktu. O cahil miydi? Kitabı açıp okuyup söyleyenler hep cahillerdi. Kitaptan okuyup söyledikten sonra konferansçılığın ne ehemmiyeti kalırdı? Kitapta olan şey zaten söylenmiş demekti. İsteyen alıp okur yahut her kim isterse bu kitabı verir, okutturur, dinlerdi. Marifet, okumadan söylemekti. Fakat Bucak’ta bu hakikati bilen olmadığı için, Efruz Bey hep çok okuyor, derin derin tetebbu ediyor gibi gözükür, kataloglardan ezberlediği filozof, âlim namlarını sık sık tekrarlayarak daima “asıl kendine ait fikirler” söylerdi. Mesela bir meseleyi izaha başladı mı evvela derdi ki: “Efendiler, işiteceğiniz ders asla benim fikrim değildir. Dün gece tamamıyla okuduğum kitapları şimdi size sayacağım. Mehazım bu kitaplardır. Ben yalnız bu fikirleri terkip ettim. Zaten bir âlimin vazifesi de yalnız budur.” Sonra en aşağı yirmi kitap ismi sayardı. Bucaklıların ona o kadar itimatları vardı ki içlerinden hiçbiri, bir gece içinde tanesi en aşağı üçer yüz sayfalık yirmi kitabın, yani altı bin sayfanın okunamayacağına akıl erdiremezdi. Efruz Bey’in kütüphanesinde kataloglar hemen hemen büyük iki raf işgal ederdi. Her gece yatmazdan evvel bu kataloglardan birkaçını açar, tetebbu ettiği müelliflerin, eserlerinin ismini yazar, diğer defa yine bu müelliflerden bahsetmemek için katalogdan isimlerini iyice silerdi. Hatta bazen yevmi gazetelerde kendine reklam yaparken: “Ben şimdiye kadar dört yüz bini mütecaviz tarih kitabı okudum, ilh…” diye istemeye istemeye, her vakit iddia ettiği tevazusuna rağmen, kendinden başka Türkiye’de âlim bulunmadığını söylemeye mecbur olurdu. Ah, fakat kıskançlık… İşte insanlığın en kötü kusuru… Her âlim gibi, onu da kıskanmaya başlamışlardı. Kıskananların başı, birincisi, reisi, aynı zamanda Bucak’a reis olandı. Onun derslerine mâni olmak için mütemadiyen planlar kuruyor, sanki bir darülfünun, bir lise imiş gibi, Bucak’ta da yaz tatilini kabul ettirmeye çalışıyordu.
“Yaz tatili ne demek?” diye Efruz Bey hemen itiraz etmiş; dört gece sıra ile yaz tatilinin fenalığına, lüzumsuzluğuna, dine mugayir olduğuna dair serbest dersler vermişti. Beşinci gece birçok ayet, hadis, Arapça cümleler okuyor, derin derin tefsirler yapıyordu. Mesela: “Utlubü’l-ilme velev bi’s-Sin.”2 diyordu.
“Evet, bu ne demektir? İlim, Çin’de bile olsa gidip bulunuz, isteyiniz, öğreniniz, değil mi? Pekâlâ Çin’e gitmek için iki yol vardır. On sene evvel okuduğum otuz bin sayfalık kocaman ve siyah kaplı bir coğrafya kitabında bu yollara ait pek mühim malumat edindim. Biri İstanbul, Erzurum, Tahran, Kaşgar, Tibet, Mançurya yolu! Diğeri İstanbul, Marsilya, Cebelitarık, Liberya, Ümit Burnu, Madagaskar, Zanzibar, Avustralya, Filipin, Formoza, Şanghay yolu… Laf arasında unutmayayım, size fazla malumat olmak üzere söyleyeyim: Filipin’de pek derin fıkıh, ilahiyat âlimleri bulunduğunu müsteşrikler müttefikan beyan ederler. Bahsimize gelelim: Bu yollar ancak yazın işler. Kışın fırtınalar, tayfunlar münasebetiyle seyahat mümkün değildir. Hâlbuki biz yaz tatilini kabul edersek zımnen Çin’e gitme imkânını da kaldıracağız. O hâlde ne olacak? ‘İlim Çin’de olursa yaz tatili münasebetiyle gidip onu aramayınız. Bulmayınız. Cahil kalınız!’ değil mi? Düşününüz efendiler, bu ne müthiş bir küfürdür. Bundan maada…”
Bucaklıların alkış tufanından salonun havası sarsılıyor, elektrik lambaları titriyor, duvarda meşhur dâhilerin resimleri sallanıyordu:
“Lanet olsun yaz tatiline! Lanet…”
Reis, Efruz Bey’in galebesinden sapsarı kesilmişti. Bu Türklerin Çiçeron’u idi. En tabii bir fikri küçük bir ima ile dâhiyane bir mantık ile silip süpürüyor, en basit hakları korkunç cinayetler gibi gösterebiliyordu. Efruz Bey monoklünü çıkarmış, önüne bakıyor, alkışın nihayetini bekliyordu. Fakat bu alkış durmadı. Aynı zamanda müthiş bir hatip olan reisin sesi işitildi:
“Muhterem arkadaşlarım, efendilerim. Burada biz pek ziyade hissiyatımıza tabi oluyoruz. Parlak sözlere kapılıyoruz. Hâlbuki hakikat parlak sözler değildir. Mantıktır, muhakemedir.”
Efruz Bey:
“Sözümü kesmeyin Reis Bey!” diye haykırdı. “Ben bitireyim, sonra kürsüye çıkınız. Burası hürriyet ve serbesti bucağıdır. Burada herkes söz söyleyebilir. Yalnız mantıktan, hakikatten ayrılmamak lazımdır. Kimse kimsenin sözünü kesemez. Burası sizin eviniz yahut mektebiniz değildir. Siz reissiniz, yalnız o kadar…”
Reis bu feveran karşısında korkup susuverince Efruz Bey yine ilmî itirazına devam etti:
“Reis Bey diyor ki: ‘Parlak sözlere kapılıyoruz. Hakikat parlak sözler değildir…’ Ben de bunu tasdik ederim. Fakat benim sözlerim asla parlak değildir. Benim sözlerim kurudur. Mantıkidir. İlmîdir. Fennîdir. Fakat asla parlak değildir. Onun için safsata ile susturulamam. Beni mantıkla, ilimle cerh etmeli. Evet, ne diyordum…”
Bucaklılar Efruz Bey’e mevzusunu hatırlattılar:
“Lanet olası yaz tatilinden bahsediyordunuz.”
“Ha… Evet, yaz tatili… Tabii siz hepiniz talebe, genç olmanız itibarıyla benden iyi biliyorsunuz ki ‘Utlubü’l-ilme mine’l-lahdi ile’l-mehd’ değil mi?”
“Evet, evet…”
“Şüphesiz.”
“Yaşayın. Yaşayın…”
“Sükûnet ister! Hissiyatınızı nidalarla dışarı vurmayın! Bu, hayvanlara mahsus bir zihniyettir. Sakin olun. Evet bunun manası ‘Daima, mezardan beşiğe kadar ilmi isteyiniz.’ demektir. Eğer yaz tatili meşru olsa ‘Yaz tatilleri müstesna olmak üzere mezardan beşiğe kadar ilmi isteyiniz.’ demek icap ederdi.”
Sobanın yanında oturan Reis Bey birdenbire hiddetlendi; ayağa kalktı. Herkes deli oldu sandı. Hızla kürsüye doğru koştu. Bucaklıları eziyor, bazen kendi yere yuvarlanıyor, kalkınca sıçrayarak, omuzlarından aşarak Efruz Bey’e atılıyordu. Bir suikasta maruz kaldım zanneden Efruz Bey hemen eğilmiş, kürsünün içine saklanmıştı. Reis boş kalan kürsüye fırladı. Ağzını açtı. Artık Efruz Bey görünmüyordu.
“Efendiler, kardeşler, muazzez Bucaklılar, şarlatanlık oluyor; bir şarlatan, evet Bucaklılar, bir şarlatan; ta Turfan tepelerinden kopan Altayî bir çığ gibi bizim üzerimize çökmüş, bizi aldatıyor. Bucaklılar, bizi aldatıyor.”
Kürsünün içinden, derin derin “Haşa! Haşa! Haşa!” sesleri geliyordu. Reis devam etti:
“Evet aldanıyoruz, Bucaklılar, aldanıyoruz. Mesela bu şarlatan ‘Utlubü’l-ilme mine’l-mehdi ile’l-lahd.’ diyecek yerde ‘Mine’l-lahdi ile’l-mehd.’ diyor. Bu haşa huzurunuzdan uzun kulaklı bir mahluka yakışacak derecede ağır bir hitaptır… Bundaki mana farkını anlıyor musunuz?”
Bucaklıların ön sıralarda oturan en ateşlileri:
“Hayır, anlamıyoruz. Biz Arap mıyız?” diye mukabelede bulundular.
“Vakıa değilsiniz. Anlamak vazifeniz değildir. Fakat ders vermek iddiasını güden bir âlim bunu bilmelidir. Bu şarlatan evvela bunu yanlış söyledi. Hiç olur mu efendim, ‘Mezardan beşiğe kadar?..’ Hayır, ‘Beşikten mezara kadar…’ olacak. Yani, ‘İnsan doğduğu zamandan öleceği ana kadar.’ demektir. Bizi hemen iki seneden beri aldatan bu şarlatanı nihayet işte böyle cürmümeşhut hâlinde yakaladım. Arapça bilmiyor. Sonra, ‘Mezardan beşiğe kadar.’ yani, ‘Ölümden doğmaya kadar.’ diyecek derece mantıksız bir cahil…”
Bütün salon bu “cürmümeşhut” karşısında sessiz kaldı. İki senedir tapındıkları mabutları işte böyle kazara devriliyordu. Bucak’ın bu anda ruhuna, hissiyatına ancak Frenklerin “moment critique”3 dedikleri “…” terkibi tercüman olabilirdi. Reisin gözleri parlıyordu. İşte nihayet hasmını yere sermişti. Fakat… Fakat yere serdim sandığı hasmı yavaş yavaş bacaklarının arasından yükseldi. Kafasını meydana çıkardı. Bir eliyle reisin omzunu tuttu. Diğer elini Bucaklılara uzattı:
“Hiçbiriniz kımıldamayın. Ey reis, sen de kımıldama. Artık sen manen öldün… Çünkü cehaletin fena hâlde meydana çıktı. Ey Bucaklılar iki dakika beni dinler misiniz? Bunu vadediyor musunuz?”
Reis, omzundaki Efruz Bey’in eline şiddetle vurdu.
“Hâlâ şarlatanlık, hâlâ şarlatanlık.”
“Şarlatan sensin!”
“Sensin…”
“Sensin…”
“Sensin…”
“Artık bu kürsüde laf söylemeye senin hakkın yoktur…”
“Senin hakkın yoktur.”
…
…
Efruz Bey’le reis birbirlerinin boğazlarına sarıldılar. Bucaklıların kürsüye çıkmaları “dahilî nizamname” ile menolunduğu için gidip ayıramıyorlardı.
“Bu, beni tahkir!”
“Asıl beni tahkir!”
“Düello…”
“Tenezzül etmem…”
Bucak’ın kahvecisi reisini kurtarmak için hemen arkadan fırladı: “İki çay parasını inkâr etti.” diye Efruz Bey’e zaten garazı vardı. Kürsüye koştu. Efruz Bey’i boğazından yakaladı, yere indirdi. Yere inen Efruz Bey hâlâ metanetini muhafaza ediyordu. Avazı çıktığı kadar:
“Hak, hakikat boğuluyor!” diye haykırdı, “Ey Bucaklılar! Bana müsaade ediniz. Çıkayım, haklı olduğumu söyleyeyim. Eğer reis haksızlığına emin değilse buna mâni olmasın. Ben söyleyim, o da söylesin. Siz hükmediniz. Siz hakem olunuz, burası Engizisyon olmasın. Victor Hugo Hazretleri’nin dediği gibi ‘Müsademe-i hakikat barika-i efkârdan doğar.’ ”
Salonda büyük bir gürültü koptu. Ekseriyet Efruz Bey’e taraftardı. Zaten reisten bıkmışlardı. Bu adam her şeye karışıyor, kendisinden maada söz söyleyene meydan vermiyor, konferansları kesiyor, her şeyi piç ediyordu. Daima fikri “Hep ben hâkim olayım.” idi. Hem, demek onun maksadı orada, köşede, büyük beyaz sobanın dibinde sakin sakin oturup konferans dinlemek, istifade etmek değilmiş. Pusuda imiş! Efruz Bey’in küçük bir hatasını yakalar yakalamaz aç kurt gibi atıldı. Evet, ekseriyet Efruz Bey’e taraftardı. Çünkü Bucak’ın daimî misafirleri olan Rusyalı talebe, Efruz Bey’e “Bizgım Tolstoygumuz!” derlerdi. Efruz Bey gündüz fikirlerini propaganda ederken onlara “Asıl Türkler sizsiniz. Türkiye Türkleri Türk değildir. Dejeneredirler. Biz medeniyeti sizden alacağız. Hepimiz Tatar olacağız. Kazgan’da, Orenburg’da çıkan âlimlerin bir tanesini Türkiye yetiştirebilmiş mi? Hatta Rusların terakkisi bile sizin yüzünüzdendir.” derdi. Sonra bu ilmî fikrine gayet amelî bir proje de ilave ederdi:
“Ben Bucak’a reis olursam, evvela burayı resmî bir akademi gibi hükûmete kabul ettiririm. Sonra size yalnız oda, yatak değil, günde dokuz defa da yemek verdiririm. Hepinizi millî akademiye maaşlı, tabii aza yaparım.” İşte böyle propagandalarla Bucak’ın Tatar kısmını, şimal kuvvetini kendine temin eden Efruz Bey, öyle, şüphesiz bir cahilliği meydana çıktı diye kürsüden vazgeçmezdi. Bağırdı çağırdı. Salonda âdeta bir ihtilal alevlendi. Belki cinayetler olacaktı. Nihayet reisle Efruz Bey ayrı ayrı dinlenilmek şartıyla müsalaha yapıldı. Herkes yerine oturdu.
Efruz Bey: “Evvela ben söyleyeceğim, sıra bendedir.” diyerek kahvecinin darbesiyle beş dakika evvel yuvarlandığı kürsüye tekrar muzafferane bir şekilde çıktı:
“Dinleyiniz, dikkatle dinleyiniz. Eğer ben şarlatan isem beni bir daha bu Bucak’a koymayınız. Fakat reis şarlatan ise ben ondan bir şey istemiyorum. Yalnız onun şarlatanlığını, bana haksız hücum ettiğini ispat edersem bana tarziye verir mi?..”
Reis hakkından emin olanlara has bir tereddütsüzlükle:
“Veririm, veririm, ispat et bakalım!” diye haykırdı.
Bütün salonun üzerinde kesif bir “ezmine-i tenkidiye” havası dalgalandı. Herkes merak ediyordu. Bu kadar sarih bir hatadan Efruz Bey nasıl yakayı sıyıracaktı?
“Dinleyiniz, dikkatle dinleyiniz. Benim için reis ‘Arapça bilmiyor.’ diyor, bunu reddederim. Vakıa bir Türk için bu bir kusur değildir. Fakat ben mükemmel Arapça biliyorum. Araplar benim kadar Arapça bilmezler.”
Reis kendini tutamadı, güldü:
“Bu nasıl olur?”
“Bayağı olur. Çünkü Araplar benim gibi İbranice bilmezler.
Ben İbranice de bilirim. Sair lisanların hepsini bilirim.”
Reis yine kendini tutamadı:
“Ne malum?”
“İsteyen imtihan edebilir. Benim bu lisanları bildiğim her ne kadar Türkiye’de meçhul ise de Avrupa’da öyle değildir! Herkes beni tanır. Hatta Max Nordau müşküllerini hal için bana mektup yazar. Yarın onun İbranice mektuplarını getirir hepinize gösteririm. Neyse sadede gelelim. Evet, ben Arapçayı pek iyi bilirim. Söylediğim sözü de biliyorum. ‘Mine’l-lahdi ile’l-mehd.’ dedim, yani ‘Mezardan beşiğe kadar…’ Bu sözde, reis bir yanlış var zannetti. Sonra inkâr etmemesi için tekrar bunu kendisine soracağım, cevabını hepinizin huzurunda tekrar aldıktan sonra benim doğru söylediğimi, onun bu sözümü anlayamayacak kadar cahil olduğunu ispat edeceğim. İşte Reis Bey, size soruyorum, ‘Mine’l-lahdi ile’l-mehd.’ yanlış mı?”
“Evet yanlış…”
“Sonra pişman olacaksınız. Buna emin misiniz?”
“Herkes gibi eminim.”
“Pekâlâ! Bucaklılar. Ey darülfünun sıralarında dirseklerini çürüten, geceleri dağ gibi büyük kitaplar üzerinde gözlerinin nurlarını solduran gençler! Size hitap ediyorum. Çünkü reis söyleyeceklerimi anlamaz. İşittiğime göre hiç mektep görmemiştir. Mantıkta bir ‘tahlil, terkip’ vardır. Biliyor musunuz?”
Bucaklıların zaten bundan başka bildikleri şey yoktu; bağrıştılar:
“Biliriz.”
“Bir de ‘istidlal, istikra’ vardır. Biliyor musunuz?”
“Biliyoruz.”
Reis aptallaşıyordu. Çünkü o, vaktiyle mantığı inkâr etmiş olan bir nesle mensuptu. Mantık, hep laf, hep boş sözdü.
Cevabına güzel bir zemin hazırlamak için -mutadı veçhile- yanında duran genç bir Robert Kolejliye yavaşça sordu:
“Bu ‘istidlal, istikra’ ne demek?”
“Galiba ‘çıkarmak, sokmak’ olacak.”
Efruz Bey yumruğunu kürsüye vurdu:
“Pekâlâ… İstidlal mebdeden neticeye doğru yürümektir. Bu, riyaziyata mahsustur. Riyazi meselelerde bir mebdeden kalkarız, derece derece neticeye ineriz. Fakat tabii ilimlerde iş değişir. Tabiat sahasında usul ‘istikra’ya istinat eder. ‘İstikra’ neticeden ‘mebde’ye çıkmak demektir. Anlıyor musunuz?”
“Anlıyoruz.”
“Anlıyoruz.”
“Su gibi anlıyoruz.”
“Pekâlâ; gürültü yok! İçtimai hadiselerin ilmine ‘içtimaiyat’ derler. Bu ilim, tabii ilimlerden sayılır. Demek bunda usul, istikra, yani ‘netice’den ‘mebde’ye doğru çıkmaktır. Ben neden bahsediyordum. Yaz tatilinden, değil mi? O hâlde bu riyazi bir hadise değildir. Ya nedir? Şüphesiz içtimai, yani tabii bir hadise! Pekâlâ. Demek ki içtimai ve tabii bir usulü takip etmem icap ediyordu. Eğer ‘Beşikten mezara kadar.’ demiş olsam ‘mebdeden neticeye doğru’ yürümüş olacaktım. Sözüm büsbütün cahilane olmazsa da tam ilmî bir mahiyeti haiz bulunmazdı. Çünkü ben riyaziyattan bahsetmiyordum. İçtimaiyattan bahsediyordum. Onun için ‘Mezardan beşiğe kadar.’ dedim. Yani neticeden mebdeye doğru yürüdüm. Reis Bey cahil olduğundan bunu anlamadı. Fakat ben onun cahilliğini affederim. Çünkü bu hâl pek tabii, pek içtimai bir hadisedir. İnsan ne kadar tabii kalırsa o derecede cahildir. Bizde ne kadar tabiilik varsa hepsi cahillikten gelir.”
Bucak’ta ıstılahların büyük bir icazı vardı. Evvel zamanda nasıl ayet, hadis olmayan bir Arapça cümle müthiş bir kuvveti haiz ise bugün de -hatta hiç tarifine ihtiyaç gösterilmeyen- rastgele bir ıstılah aynı korkunç, müthiş kuvveti haizdi. Kalbur samanda iken ayet, hadis olmayan bayağı Arapça bir cümlecik ile koca bir padişah, bir imparator nasıl kesilirse bugün de hakikatte manası olmayan atmasyon bir ıstılah ile en mufassal mesele halledilir, en meşhur adamın cehaletine hükmedilir, yani manen kafası kesilirdi. Efruz Bey işte bu ıstılah cellatlarından biriydi, münakaşaya girişti mi ıstılahlar atmaya başlar, bu atılan şeylerin karşısında kırk ikilik gülleler gibi hiçbir mantık; malumat, blokhavzı dayanmazdı. Reis de artık ne söyleyeceğini bütün bütün şaşırmıştı. Ne cevap verecekti? Yapılan “ilmî istikra” imiş! Ellerini ovuşturmaya başladı. “Evet Ocaklılar, evet kardeşler… Muazzez refiklerim…” Yutkunuyor, fakat arkası gelmiyordu. Göğsünü hemen otuz santimetre daha kabartan Efruz Bey tekrar kürsüye vurdu:
“Ee Reis Bey, tarziye ver bakalım.”
…
Derin bir sükût! Bütün gözler kürsüden Reis Bey’e, Reis Bey’den kürsüye… Hiç ses seda yok. Mağlubiyet müthiş! Ezici! Ani…
“Ee Reis Bey, tarziye ver bakalım.”
…
Bucaklıların arasında tehditkâr bir fısıltı… “Ne demek, ne demek! Vermeli, vermeli ya… Bu haysiyet meselesi…”
Efruz Bey, reisin feci hâline dayanamadı. Gayet alicenaptı. Bu alicenaplığı İstanbullular tarafından maskara edilen o hakiki asaletinden ileri geliyordu. Bir anda ecdadı, Kızıl Hanlar gözünün önünden geçti. Büyükbabası Tanrı, kendinden daha küçük ilahları, uganları affetmez miydi?
“Maraz-ı hacette sükût ikrardan gelir!” diye haykırdı. “Reis Bey sizi tarziye vermiş addediyorum. Sıkılmayınız, bir daha bir âlime itiraza kalkmayınız.”
“Teşekkür ederim.”
“Estağfurullah.”
....
Yine bir alkış tufanı koptu. O gün celseye böyle nihayet verildi. Bucak yaz tatilini reddetti. Temmuz, haziran aylarında da içtimalar olacaktı. Reis Bey bu kahhari hezimetten sonra Efruz Bey tehlikesini anlamıştı. Efruz Bey duvara resmi asılmakla iktifa edecek bir tip değildi. İşte o vakit onun bir heykelini yaptırma emeline düştü. Bu heykel eski çini taşlarının dökülmesinden hasıl olma bir sima ile yapılacaktı. Enliliği, Türklerin mukaddes âdetlerine müsavi olacaktı. Eni beş, boyu dokuz metre.
Bunu işittiği zaman Efruz Bey’in monoklü tam on dört büyük adım, yani beş ila dokuz metre ileriye fırladı.
“Ne?”
“Bu, en büyük şan, en büyük şeref!” deniliyordu.
“Ne?”
....
Efruz Bey budala mıydı? Başını salladı. Alkışçıların yerden alıp kendine verdikleri monoklünü gözüne iyice yerleştirdi.
“Yaşayan adamın heykeli yapılmaz!” diye haykırdı.
O aptal mıydı? Kurnaz reis onu sağken taş hâline getirecek, donduracaktı. Ürktü, manevi, sebepsiz bir korku, soğuk bir ürperme rüzgârı gibi topuklarından yukarı yürümeye başladı. “Sefa ile Cefa” masalında Cefa’nın nasıl taş kesildiğini hatırlıyordu. Evvela dizlerine kadar, sonra göbeğine kadar, sonra boğazına kadar… Sonra…
“Yaşayan adamın heykeli yapılmaz!”
Efruz Bey şiddetle bu şerefi reddetti.
Bir an gözünün önüne heykeli geldi. Demek artık, Bucak’ta kendisi bir zair mesabesinde kalacaktı. Herkes gibi mahcubane girecek, yavaş yavaş heykeline yaklaşacak, herkesle beraber kendini seyredecekti ha! Bu ne korkunç bir hâldi! Öldükten sonra, ruhumuzun havaya uçarken bir kere dönüp yatakta kalan soğuk ve sarı naaşımıza yabancı bir nazarla bakması gibi.
***
Efruz Bey Bucak’ta yaz tatilini kaldırmaya muvaffak olduktan sonra haziran, temmuz, ağustos aylarında geceli gündüzlü konferanslarına devam etti. Bu konferanslar -Bucak’ta bunlara serbest dersler denilirdi- üç seriden ibaretti.
1. Lisana dair: (…) tamamıyla “tecessüm-i tecessüt” etmiş, Efruz Bey’in kıyafetine girmişti. Efruz Bey bugün, dün söylediklerinin zıddını anlatıyor, yarın büsbütün başka fikirler ortaya atıyordu. Hareli bir kumaş gibi mütemadiyen rengini değiştiriyor, ama yine muayyen iki üç renkten harice çıkamıyordu.
Bucaklılar: “Efendim, dün buyurmuştunuz.” deyince:
“Evet, inkâr etmiyorum. Fakat bugün böyle buyuruyorum.” diye mukabele ederdi, “Dün gece okuduğum kitaplar fikrimi değiştirtti. Ben eşek miyim, sizin gibi daima bir fikir üzerinde ısrar edeyim!”
İlk derslerde yeni lisancılarla eski lisancılara hücum ediyordu:
“Türkçe, eski Türkçedir!” diyordu, “Birtakım türediler (Affedersiniz Bucaklı kardeşlerim, bu ‘türedi’ tabiri benim değil, büyük bir Türkçünündür. Ben yalnız tekrarlıyorum.) evet birtakım türediler bir vakit ortaya bir iddia fırlattılar. Hakiki canlı lisan konuşulan lisanmış! İstanbul Türkçesi imiş! Bu konuşulan tabii lisanla yazmak kâfi imiş! Düşününüz, böyle bir ihtimal kabul olunursa herkes muharrir oldu demek! Herkes kalemi eline alınca yazmaya başlayacak! Fransızlar, Almanlar, Bulgarlar gibi… Ayrıca lügat öğrenmeye, kaideler öğrenmeye lüzum yok, âlâ terkib-i vasfî, vasf-ı terkibîler, Arapça, Acemce zarflar, edatlar, o güzelim cem-i mükesser kaideleri hep cicoz ha? Böylesi olmaz! Yeni lisancılar işin kolayına gitmek isteyen birtakım tembel cahillerdir. Bir şey öğrenmesinler, kulaktan, hayattan öğrendikleriyle iktifa etsinler!.. Bununla beraber ben, eski lisancıların da aleyhindeyim.
Onların işi de yeni lisancılarınki kadar değilse bile, yine kolay. Âlâ kafiye lügatleri, koca koca vasf-ı terkibî, terkib-i vasfî defterleri! Bir icap etti mi hemen defterlerini açarlar, parlak terkiplerden, her cümlenin içine birkaç tane atarlar. Al aşağı! İşte sana mükemmel bir eser ‘Nâhüda-yı hüda nâşinas, ahkü mekâr, nahçîr, şi’riyetken, yed-i ahenîn ve ilah ve ilâ ahirihi ve’l-bâki ve gayrihüm.’
“(…) Eski lisancıların en âlimlerinden merhum Ahmet Şuayb’ın metrukâtı içinden büyük bir ‘Arapça, Acemce terkip defteri’ çıkmıştır. Anlaşılıyor ki yazıları kendisi yazmadan birkaç sene evvel, Gaston Deschamps tarafından çalınıp ‘La vie et les livres’ yani ‘Hayat ve Kitaplar’ unvanı altında neşrolunan büyük âlimimiz, o parlak terkipleri hep bu defterinden çıkarıyormuş. Diğer eski lisancıların da böyle mükemmel, büyük terkip defterleri olduğu rivayet olunuyor. O hâlde bu meslek zannolunduğu kadar güç değil. Ben de siz de pekâlâ yapabiliriz. Ne derin bir sa’y ne nihayetsiz bir tetebbu ister!.. Ah hele o yeni lisancılar… Bunların ismini anınca sinirlerim oynar. Söylendiği gibi yazma kolaylığının adını ‘tabiilik’ koymuşlar. Hâlbuki sanat sunidir. Tabiatın gayrıdır. Haricidir. Her ‘tabii şey’ adi demektir.”
(…) Ders devam ettikçe Bucaklılar, “Yaşasın yahut kahrolsun lügat!” diye haykırışırlardı. Efruz Bey’in lisan hakkındaki fikirleri onlara pek mülayim, pek ilmî geliyordu: Asıl Türkçe en eski Türkçedir!.. “Her lisan kendi cezirlerinden değil, tasarruflarından mürekkeptir.” düsturu reddolunuyor, “Her lisan kendi cezirlerinden ibarettir…” hakikati kabul olunuyordu. Efruz Bey’e göre Türkçedeki lahikaların hepsi “edat”tı. Bunları artık serbest serbest kullanabilmeliydik. Mesela “eldiven” kelimesi… Buradaki “diven” bir edattı. Çoraba pek güzel “ayakdiven” diyebilirdik. Lisana, hatta konuşma lisanına ne kadar Arapça, Acemce, Frenkçe kelimeler girmişse hepsi atılmalıydı. Türkçesi olmayan, Tatarcadan, Moğolcadan alınıp Türkçe lahikalarla birleştirilmeliydi. Mesela geceye “tün”, merkebe “bingeç” denmeliydi. Birkaç ders içinde Efruz Bey lahikalarla yüzlerce kelime uydurmuştu. Bucaklıların bunları kabul edip ezberlemesi kâfiydi. Sonra Efruz Bey bunu hükûmete asıl resmî millî lisan diye kabul ettirecekti. Hükûmet emreder etmez bütün ahali bülbül gibi beş bin sene evvelki Kıpçak, Uygur Türkçesini konuşmaya başlayacaktı. Bucaklılardan biri:
“Bu mümkün olabilir mi?” diye bir şüphe gösterince Efruz Bey taştı:
“Niçin olmasın? Sizin imanınız yok. Hâlbuki her işin başı imandır. İnsan uçacağına iman etse serçe kuşu gibi uçar. Nitekim Aynaroz’daki papazlar uçacaklarına iman ettikleri için uçarlar, Hazreti İsa efendilerinin yanına giderler. Hâlbuki ne kanatları vardır ne de uçkuçları…”
“Ne efendim, ne?”
“Uçkuç…”
“Uçkuç ne?..”
“Tayyarenin Türkçesi… Hatta ben seyahatim esnasında Aynaroz’da bir papazın havaya uçtuğunu, şu size bakan gözlerimle gördüm. Yemin ederim. Elinde tespihi vardı. Salladı. Derin bir haç çıkardı. Göğe baktı. Tıpkı bir esîr gibi yavaş yavaş havaya yükseldi. On dakika sonra havada bir sinek gibi görünüyordu. Yarım saat sonra bir nokta kadar bile görünmedi. İşte orada siz imanın kuvvetini göreydiniz… Şimdi siz de Türkçenin en eski Türkçe olduğuna iman ederseniz iş bitti demektir.”
Bütün Bucaklılar asıl Türkçenin en eski Türkçe olduğuna hemen iman ediyor, şahadet getiriyorlardı. Uygurca, Yakutça, Moğolca kelimeler havayı dolduruyor, herkes beş on bin sene evvelki lehçelerle şakıyordu. Manaya kimsenin ehemmiyet verdiği yoktu. Fakat sesler, sedalar oldukça iptidai idi. Eğildi, kürsünün yanında bir grubun konuşmasına dikkat etti. Pek latifti:
“İskacı itgam mağay?”
“Tangırnız garcudagez…”
“Minkir taçgam orakza minkütatı.”
“Atlıbık kişinin tura kutardılar.”
“Taşkarı çıkalgım.”
“Tukima birsayı nodon birle tüzlenim.”
....
“İşte Türkçe buna derler…” Efruz Bey hemen kürsüden atladı. Arzu ettiği eski Türkçeyi konuşan Bucaklıların ellerini sıktı:
“Kut itergam, kut itergam… (Tebrik ederim, tebrik ederim.)”
Boyunlarına sarıldı. Hepsini öptü. Öyle yanık bir milliyetperverdi ki milliyetin bu ani, bu mucizekâr tezahürü ona inci gibi gözyaşları döktürdü. Ağlıyordu. Evet, demek ki herkes, hiç olmazsa her Bucaklı asıl lisanını biliyormuş! Tarihî Türk grameri hepsinin sinesinde gömülü imiş! Henüz kendisi “z”lerin, “s” ve “elif”lerin “gayın” olduğunu, yirmi sekiz harfin asıl esasının “ga, gu, tı, gız, yıg, gaç, sık” hecelerinden, iştikaklarından ibaret olduğunu anlatmamıştı. Ama buna hacet var mıydı? Pekâlâ doğru olarak konuşuluyordu. Tekrar kürsüye fırladı. İki yumruğunu birden sıraya vurdu. Çıngırağı kaptı. Hızlı hızlı salladı. Asıl eski Türkçe fırtınasının çakıllı çukullu gürültüsü dinince aynı lisanla:
“Buğcağlılar!” dedi. Fakat Bucaklıların hiçbiri lafını anlamadı. Bunu pekâlâ sezdi. Çünkü kendi daha eski, pek eski, gayet eski bir şive ile söylüyordu. Bir kere de bugünkü İstanbul Türkçesiyle tekrarladı:
“Bucaklılar! Şimden sonra derslerimize bu eski Türkçe ile devam edeceğiz. Yarına kadar hepiniz bilmediğiniz sigaları, lugatleri öğrenmelisiniz.”
Zavallı Bucaklıların hepsi, hem de o gece, tıpkı Efruz Bey’in tetebbuatını yaparken sarf ettiği ceht gibi, fevkalbeşer bir kuvvet, bir dikkat sarf ederek, yüz binlerce kelime, siga falan öğrendiler. Fakat yazık ki bu korkunç zahmetleri pek boşuna gitti. Çünkü ertesi akşam Efruz Bey değişmişti. Dün geceki basit fikri bu akşam mürekkepliğin aksasını geçmişti. Kürsüye çıkınca, bermutat:
“Yaşayan değişir!” hakikatini savurdu. “Evet, Bucaklılar, ben sizden ayrıldıktan sonra dün gece ölmedim. Yani uyumadım, yaşadım. Yani okudum. Tam tamına yüz yirmi cilt kitap okudum.”
Arka taraflardan:
“Anlamıyoruz, anlamıyoruz, Türkçe söyleyin!” itirazları işitildi.
“Pekâlâ anlarsınız. Şimdiye kadar eski Türkçe ile konuşmuyordunuz ya? Bu akşam onu size söyleyeceğim ki asıl cezirlerinden mürekkep beş bin sene evvelki Türkçe, tasfiyecilerin mefkûresi olan bu mübarek lisan artık bugün konuşulamaz. ‘Niçin?’ diye sormuyorsunuz.”
Seciyeleri, mütemayiz vasıfları “iman, itikat” olan Bucaklılar yine hiç seslerini çıkarmadılar.
“Sormuyorsunuz, susuyorsunuz ama ben size yine de söyleyeceğim. Niçin? Çünkü asıl Türkçe basittir. ‘Basit’ hakikat olamaz. Hayaldir. Hakikat mürekkeptir. Öyleyse, hakikat olabilecek lisan mürekkep olan lisandır. Biz fevkalade mürekkep bir lisana taraftar olmalıyız.”
“Evet, evet…”
“Bu çok doğru…”
“En doğrusu buydu…”
“Yaşasın Efruz Bey!”
“Var olsun…”
…
Ve ilh…
Şimdi bütün Bucaklılar “mürekkep lisan” taraftarı idi. Efruz Bey fahri talebelerinin bu temayüllerini keşfettiği için sevindi. Mürekkep Türkçe için bütün umdelerini birkaç derste anlattı. Yine evvela yeni lisancılardan ayrılıyordu. “Onlar her ne kadar şimdiye kadar lisana girmiş Arapça, Acemce, Frenkçe kelimelerinin ipkasına taraftarlarsa da Türk sarfının haricindeki ecnebi kaideleri kabul etmiyorlar. Millî Türk sarfının tamamiyetini istiyorlar. Hâlbuki bu da bir cihetten basitçilik sayılır.” diyordu. Onun fikrince Türkçe, “Arapça, Acemce, Frenkçe, Almanca, Rumca, Latince” lisanlarından mürekkep mükemmel bir lisan olmalıydı. Ecdadımız Arapça, Acemce kaideleri çok kullanmışlardı. Her ne kadar bunlar konuşulan lisana geçmemişse de hükûmet şimdiden sonra gayret ederek ahaliyi cebrederek pekâlâ geçirebilirdi. Fakat bu Arapça, Acemce kaideler Türkçe kelimelerde de kullanılmalıydı. Mesela “evimin kapısı” denecek yerde, Farisi kaidesiyle “kapı-i evim” denilmeliydi. Sonra Türkçeye birçok Frenkçe kelimeler de girmişti. Bu zavallı ecnebi kelimeler için hiç olmazsa lütuf makamında birkaç Fransızca gramer kaidesi kabul etmemek en büyük haksızlıktı. Öyle ya, Arapça, Acemce kelimeler için Arapça, Acemce kaideler vardı. Niçin Frenkçeler için olmasın? Mesela niçin “istasyonun direktörü” denilmeliydi? “Direktör dö stasyon” en haklı, en mantıki telaffuzdu. Hem bu “dö” edatı Farisi “-i” edatından daha kullanışlı bir izafet edatı idi. “hokka-ı gülbeşeker” diyecek yerde “hokka dö gülbeşeker” demek daha iyi değil miydi?
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.