Mürver Ağacı

Abonelik
0
Yorumlar
Parçayı oku
Okundu olarak işaretle
Satın Aldıktan Sonra Kitap Nasıl Okunur
  • Sadece Litres Olarak Okuma “Oku!”
Mürver Ağacı
Yazı tipi:Aa'dan küçükDaha fazla Aa
TOPLU ÖYKÜLER

KLASİKLER 97

Can Yayınları 2083

Complete Short Fiction, Oscar Wilde

© 2012, Can Sanat Yayınları Ltd. Şti.

Tüm hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının

yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz.

1. basım: Haziran 2012

E-kitap 1. sürüm Eylül 2015, İstanbul

Haziran 2012 tarihli 1. basım esas alınarak hazırlanmıştır.

Yayına hazırlayan: Seçkin Selvi

Kapak tasarımı: Ayşe Çelem Design

ISBN 978-975-07-2710-8

CAN SANAT YAYINLARI

YAPIM, DAĞITIM, TİCARET VE SANAYİ LTD. ŞTİ.

Hayriye Caddesi No: 2, 34430 Galatasaray, İstanbul

Telefon: (0212) 252 56 75 / 252 59 88 / 252 59 89 Faks: (0212) 252 72 33

www.canyayinlari.com

yayinevi@canyayinlari.com

OSCAR WILDE
MÜRVER AĞACI

TOPLU ÖYKÜLER
ÖYKÜ
İngilizce aslından çeviren
Suat Ertüzün

Oscar Wilde’ın Can Yayınları’ndaki diğer kitapları:

De Profundis, 1989

Dorian Gray’in Portresi, 2002


OSCAR WILDE, 1854’te İrlanda’nın Dublin kentinde doğdu. Edebiyatla yakından ilgili, aydın bir ailenin oğluydu. 1878’de “Ravenna” adlı uzun şiiriyle Newdigate Ödülü’nü kazandı. 1881’de yayımladığı şiirler, Dante Gabriel Rossetti ve John Keats’in etkisindeydi. 1884’te Constance Lloyd’la evlendi ve bu evlilikten iki çocuğu oldu. Bu dönemde yayımladığı Mutlu Prens ve Diğer Öyküler, masal ve romantik alegori alanındaki ustalığını ortaya koyuyordu. Tek romanı Dorian Gray’in Portresi, masal ve öykü kitapları Lord Arthur Savile’in Suçu ve Nar Evi 1891’de yayımlandı. İlk başarılı oyunu Leydi Windermere’in Yelpazesi ertesi yıl, Salome ise 1893’te basıldı. Cinsel seçiminden ötürü suçlanarak iki yıl yattığı hapishanenin insanlık dışı koşullarını işlediği Reading Zindanı Baladı 1898’de okuyucuyla buluştu. Wilde, bir kulak enfeksiyonunun neden olduğu şiddetli bir beyin iltihabı sonucu 1900 yılında Paris’te öldü.


SUAT ERTÜZÜN, 1971 yılında Hollanda’da doğdu. İlkokulu Hollanda’ da, ortaokul ve liseyi İstanbul’da okudu. Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü 1996’da bitirdi. Bir süre bankacılık ve turizm sektöründe çalıştıktan sonra tamamen çeviriye yöneldi: Coetzee, Necib Mahfuz, Kiran Desai, Ronan Bennett, Sybille Bedford, Rudolfo Anaya, John Banville gibi yazarlardan çeviriler yaptı.


Mutlu Prens ve Diğer Öyküler

Carlos Blacker’a[1]


MUTLU PRENS

Şehrin çok yukarısında, yüksek bir sütunun üstünde Mutlu Prens’in heykeli dururdu. Baştan aşağı ince altın varak kaplıydı, gözlerinin yerinde iki parlak safir taşı vardı ve kılıcının kabzasında kocaman kırmızı bir yakut parıldardı.

Gerçekten çok beğenilirdi. Sanatkârane beğenileriyle şöhret kazanmak isteyen Belediye Meclisi üyelerinden biri, “Bir rüzgârgülü kadar güzel,” diyor, yararlı işler yaptığı halde insanların onu yararsız biri olarak düşünmelerinden çekindiği için, “yalnız pek faydası yok,” diye ekliyordu.

Mantıklı bir anne, olmayacak şeyler isteyip ağlayan küçük oğluna, “Neden Mutlu Prens gibi olamıyorsun?” diye soruyordu. “Bir şey için ağlamayı rüyasında bile görmez o.”

Güzelim heykeli süzen morali bozuk bir adam, “Dünyada hiç olmazsa birinin çok mutlu olmasına seviniyorum,” diyordu.

Parlak kırmızı elbise ve temiz beyaz önlükleriyle katedralden çıkan Hayrat Okulu öğrencileri, Mutlu Prens için, “Tıpkı bir meleğe benziyor,” diyorlardı.

Matematik Öğretmeni, “Nereden biliyorsunuz,” diyordu, “hiç melek gördünüz mü ki?”

Çocuklar, “Gördük tabii, rüyamızda,” diye cevap veriyor, Matematik Öğretmeni çocukların rüya görmesini tasvip etmediğinden, haşince kaşlarını çatıyordu.

Bir gece şehrin üstünden küçük bir Kırlangıç uçuyordu. Arkadaşları altı hafta önce Mısır’a gitmişler, ama o güzeller güzeli bir Kamış’a âşık olduğu için geride kalmıştı. Baharın ilk günlerinde kocaman sarı bir güvenin peşi sıra ırmaktan aşağı doğru uçarken tanışmıştı onunla ve incecik belinin cazibesine pek kapıldığından, durup onunla konuşmuştu.

Konuya hemen girmeyi seven Kırlangıç, “Sana âşık olsam mı?” diye sormuş, Kamış da ona doğru hafiften eğilmişti. Bunun üzerine Kırlangıç onun çevresinde uçtukça uçmuş, kanatlarıyla dokunduğu suyu gümüş renklerle titreştirmişti. Kur faaliyeti bu şekilde yaz boyu sürmüştü.

Öbür Kırlangıçlar, “Gülünç bir sevda bu,” diye cıvıldaşıyordu, “Kamış’ın parası olmadığı gibi bir sürü de ilişkisi var.” Gerçekten de ırmak Kamışlardan geçilmiyordu. Derken sonbahar geldi ve Kırlangıçların hepsi uçup gitti.

Onlar gidince Kırlangıç yalnızlığa kapıldı ve sevgilisine olan aşkından bıkmaya başladı. “Hiç sohbeti yok,” dedi, “ayrıca fettan olmasından korkuyorum; durmadan rüzgârla cilveleşiyor.” Nitekim ne vakit rüzgâr esse Kamış’a doğru son derece zarif bir reverans yapıyordu. “Evcimen olduğunu kabul ediyorum,” diye devam etti Kırlangıç, “halbuki ben gezmeyi severim ve dolayısıyla karım da gezmeyi sevmelidir.”

Sonunda, “Benimle gelecek misin?” diye sordu, fakat Kamış başını hayır gibilerden salladı, evine çok bağlıydı.

Kırlangıç, “Duygularımla oynadın,” diye feryat etti ve, “Ben Piramitlere gidiyorum. Elveda!” diyerek uzaklaştı.

Gün boyu uçtu ve akşam olunca şehre ulaştı. Kendi kendine, “Acaba nerede konaklamalıyım?” diye sordu. “Umarım şehrin gerekli tertibatı vardır.”

Sonra yüksek bir sütunun üstündeki heykeli fark etti. “İşte, şurada konaklayayım,” dedi. “Havası temiz ve bol, güzel bir nokta.” Böylece Mutlu Prens’in iki ayağının tam arasına kondu. Etrafına bakınır ve uykuya dalmaya hazırlanırken kendi kendine usulca, “Yatak odam altından,” dedi; fakat tam başını kanadının altına alıyordu ki, üstüne iri bir su damlası düştü. “Olur şey değil!” diye bir çığlık attı. “Havada bir bulut bile olmadığı, yıldızlar apaçık ve berrak göründüğü halde yağmur yağıyor. Kuzey Avrupa’da hava ne kadar berbat. Kamış yağmuru severdi, ama onunki bencillikten başka bir şey değildi zaten.”

Bir damla daha düştü.

Kırlangıç, “Yağmurdan korunamayacaksam heykelin bana faydası ne? Bari kendime iyi bir baca külahı bulayım,” diyerek gitmeye karar verdi.

Fakat kanatlarını açmaya kalmadan üçüncü bir damla daha düşünce başını kaldırıp baktı. Bir de ne görsün?

Mutlu Prens’in gözleri yaşlarla doluydu ve o yaşlar altın yanaklarından aşağı süzülüyordu. Ay ışığında yüzü o kadar güzel görünüyordu ki, küçük Kırlangıç’ın yüreği burkuldu.

“Kimsin?” dedi.

“Ben Mutlu Prens’im.”

Kırlangıç, “Öyleyse niçin ağlıyorsun?” diye sordu; “Sırılsıklam oldum.”

“Ben hayattayken ve bir insan kalbine sahipken,” dedi heykel, “gözyaşı nedir bilmez, çünkü üzüntünün girmesine izin verilmeyen Sanssouci Sarayı’nda[2] yaşardım. Gündüzleri dostlarımla bahçede oynar, akşamları Büyük Salon’da dansın başını çekerdim. Bahçeyi çok yüksek bir duvar çevirirdi, ama arkasında ne olduğunu merak edip sormazdım; çevremdeki her şey çok güzeldi. Maiyetim bana Mutlu Prens derdi. Gerçekten de mutluydum, tabii haz mutluluksa. İşte öyle yaşadım ve öyle öldüm. Öldükten sonra beni o kadar yükseğe yerleştirdiler ki, yaşadığım şehrin tüm çirkinliklerini ve tüm sefaletini görmeye başladım ve kalbim kurşundan olmasına rağmen artık ağlamadan duramıyorum.”

Kırlangıç kendi kendine, “Ne, bu heykel som altın değil mi?” diye sordu. Kişisel görüşlerini yüksek sesle dile getiremeyecek kadar kibardı.

Heykel nağmeli kısık bir sesle, “Uzakta,” dedi, “uzaktaki küçük bir sokakta yoksul bir ev var. Pencerelerinden biri açık ve oradan, bir masanın başında oturan bir kadın görüyorum. Yüzü çökmüş ve yorgun, terzi olduğu için kaba ve kızarmış elleri iğneden delik deşik. Kraliçe’nin en güzel nedimesi gelecek Saray balosunda giysin diye saten bir elbiseye nakışla çarkıfelek çiçekleri işliyor. Odanın köşesindeki bir yatakta küçük oğlu hasta yatıyor. Ateşi var ve portakal istiyor. Annesi ona nehir suyundan başka bir şey veremediği için ağlıyor. Kırlangıç, Kırlangıç, küçük Kırlangıç, kılıcımın kabzasındaki yakutu ona götürmez misin? Ayaklarımı şu kaideye tutturmuşlar, hareket edemiyorum.”

Kırlangıç, “Beni Mısır’da bekliyorlar,” dedi. “Arkadaşlarım Nil’de bir yukarı bir aşağı uçarak nilüferlerle konuşuyor. Çok geçmeden büyük Kral’ın mezarında uykuya dalacaklar. Oradaki boyalı tabutta yatıyor Kral. Sarı ketene sarılı ve baharatlarla mumyalanmış olarak. Elleri solmuş yapraklara benziyor ve boynunda da açık renkli yeşim bir kolye var.”

“Kırlangıç, Kırlangıç, küçük Kırlangıç,” dedi Prens. “Benimle bir gece kalıp habercim olmaz mısın? Oğlan çok susuz, annesi çok üzgün.”

Kırlangıç, “Oğlan çocuklarını sevdiğimi sanmıyorum,” dedi. “Geçen yaz nehrin kıyısında iki hain oğlan vardı, bana sürekli taş atan değirmencinin oğulları. Hiç isabet ettiremediler tabii, biz kırlangıçlar iyi uçarız. Ayrıca ben çevikliğiyle nam yapmış bir aileden gelirim; ama yine de saygısızcaydı yaptıkları.”

 

Fakat Mutlu Prens çok mahzun göründüğünden yüreği elvermedi küçük Kırlangıç’ın. “Çok soğuk olsa da burada seninle bir gece kalıp habercin olayım madem,” dedi.

Prens, “Teşekkür ederim, küçük Kırlangıç,” dedi.

Böylece Kırlangıç, Prens’in kılıcındaki iri yakutu çıkardı ve gagasına alarak şehrin çatılarını aştı.

Beyaz mermerden melek heykelleriyle katedral kulesinin yanından geçti. Sarayın yanından geçerken kulağına dans sesleri geldi. Güzeller güzeli bir kız âşığıyla birlikte balkona çıkıyordu. Âşığı, “Yıldızlar ne kadar harika,” dedi, “ve ne kadar harika aşkın gücü!” Kız, “Umarım elbisem Kraliyet balosuna yetişir,” diye karşılık verdi. “Üstüne nakışla çarkıfelekler işlenmesi için sipariş verdim, ama terziler o kadar tembel ki.”

Kırlangıç nehri aştı ve gemilerin yelken direklerine asılı fenerleri gördü. Gettoyu aşarken yaşlı Yahudilerin birbirleriyle pazarlık ettiklerini ve bakır kefelerde para tarttıklarını gördü. Sonunda yoksulun evine ulaşıp içeri baktı. Oğlan yüksek ateşle yatağında dönüp duruyordu, annesi de yorgunluktan uyuyakalmıştı. Kırlangıç seke seke içeri girip iri yakutu masaya, kadının yüksüğünün yanına bıraktı. Sonra usulca masanın çevresinden uçtu ve kanatlarıyla oğlanın alnını yelledi. Oğlan, “Ne kadar serinledim, herhalde iyileşiyorum,” dedi ve tatlı bir uykuya daldı.

Kırlangıç sonra Mutlu Prens’e döndü ve yaptıklarını anlattı. “Tuhaf,” dedi, “hava bu kadar soğuk olmasına rağmen basbayağı ısındım.”

Prens, “Çünkü iyi bir iş yaptın,” dedi. Ve küçük Kırlangıç düşüne düşüne uykuya daldı. Düşünmek hep uykusunu getirirdi zaten.

Gün ışıyınca ırmağa doğru uçup banyo yaptı.

Kuşbilim Profesörü köprünün üstünden geçerken, “Ne hayret verici bir olgu,” dedi. “Kış mevsiminde bir kırlangıç!” Ve yerel gazetede bu konuyla ilgili uzun bir yazı yazdı. Yazı kimsenin anlamadığı kelimelerle o kadar doluydu ki, herkes ondan söz etti.

Kırlangıç, “Bu gece Mısır’a gidiyorum,” dedi ve bunun umuduyla neşelendi. Tüm anıtları ziyaret etti ve kilisenin kulesinde uzun uzun oyalandı. Gittiği her yerde Serçeler cıvıldaşıp birbirlerine, “Ne seçkin bir yabancı!” diyor, o da bununla çok eğleniyordu.

Ay doğarken yine Mutlu Prens’e uçtu. “Mısır’a bir söyleyeceğin var mı?” diye sordu. “Artık yola çıkıyorum.”

“Kırlangıç, Kırlangıç, küçük Kırlangıç,” dedi Prens, “benimle bir gece daha kalmaz mısın?”

Kırlangıç, “Mısır’da beni bekliyorlar,” diye cevap verdi. “Yarın arkadaşlarım İkinci Çağlayan’a uçacaklar. Orada hipopotamlar hasır otlarının arasında dinlenirken tanrı Memnon büyük bir granit tahtta oturur, tüm gece yıldızları izler ve sabah yıldızı parlamaya başlayınca bir sevinç çığlığı atar, ardından sessizliğe gömülür. Öğleyin sarı aslanlar su içmek için nehrin kıyısına iner. Gözleri zümrüt gibi yeşildir ve gürlemeleri çağlayanınkinden daha gürdür.”

“Kırlangıç, Kırlangıç, küçük Kırlangıç,” dedi Prens, “şehrin uzaklarında, tavan arasında bir adam görüyorum. Kâğıtlarla kaplı bir masanın üstüne eğilmiş ve yanındaki bardakta solmuş bir demet menekşe var. Saçları ince ve kahverengi, dudakları nar gibi kırmızı, iri gözleri hülyalı. Tiyatro Yönetmeni için bir oyunu tamamlamaya çalışıyor, ama soğuktan artık yazamıyor. Mangalda kömürü kalmamış ve açlıktan bitap düşmüş.”

İyi yürekli Kırlangıç, “Öyleyse seninle bir gece daha kalayım,” dedi. “Ona da bir yakut götüreyim mi?”

Prens, “Ne yazık ki başka yakutum yok!” dedi. “Geriye yalnızca gözlerim kaldı. Onlar da bin yıl önce Hindistan’dan getirilmiş nadir safir taşındandır. Birini çıkarıp ona götür. Onu kuyumcuya götürüp satar, yiyecek ve yakacak alır, oyununu bitirir.”

Kırlangıç, “Sevgili Prens, bunu sana yapamam,” dedi ve ağlamaya başladı.

“Kırlangıç, Kırlangıç, küçük Kırlangıç,” dedi Prens, “sana ne söylüyorsam onu yap.”

Bunun üzerine Kırlangıç, Prens’in gözünü çıkardı ve tavan arasındaki öğrenciye yollandı. Çatıda bir delik olduğundan içeri girmek zor değildi. O delikten süzüldü ve kendini odada buldu. Başını ellerinin arasına almış olan genç adam Kırlangıç’ın kanat çırpışlarını işitmedi ve gözlerini kaldırdığında solmuş menekşelerin üstündeki nefis safiri gördü.

“Demek değerimi anlamaya başladılar,” diye bir çığlık attı. Artık gayet mutlu görünerek, “Bunu büyük bir hayranım getirmiş olmalı. Şimdi oyunumu bitirebilirim,” dedi.

Kırlangıç ertesi gün limana indi. Büyük bir teknenin direğine kondu ve denizcilerin halatlarla ambardan koca koca sandıkları çıkarmasını izledi. Her sandığın belirmesiyle, “Heyamola!” diye bağırıyorlardı. Kırlangıç, “Ben Mısır’a gidiyorum!” diye feryat etti, ama kimse oralı olmadı ve ay doğunca yine Mutlu Prens’e uçtu.

“Sana veda etmeye geldim,” diye seslendi.

“Kırlangıç, Kırlangıç, küçük Kırlangıç,” dedi Prens, “benimle bir gece daha kalmaz mısın?”

Kırlangıç, “Kış geldi ve ilk kar çok geçmeden düşer,” dedi. “Şimdi Mısır’da güneş yeşil palmiye ağaçlarını ısıtıyor ve timsahlar çamurda yatıp miskin miskin etrafa bakıyordur. Arkadaşlarım artık Baalbek Tapınağı’nda yuva kuruyor, pembeli beyazlı güvercinler onları izleyerek birbirine kuğurduyordur. Sevgili Prens, seni bırakmak zorundayım, ama seni hiç unutmayacağım ve gelecek bahar verdiklerine karşılık sana iki değerli, çok güzel taş getireceğim. Kırmızı bir gülden daha al bir yakut, engin denizlerden daha mavi bir safirin olacak.”

Mutlu Prens, “Aşağıdaki meydanda,” dedi, “kibrit satan küçük bir kız var. Fakat kibritlerini oluğa düşürdüğünden hepsi ziyan oldu. Eve para götürmezse babası onu döveceği için ağlıyor. Ne ayakkabıları ne de çorapları var, küçük başı da çıplak. Öbür gözümü de çıkarıp ona verirsen babasının dayağından kurtulur.”

Kırlangıç, “Seninle bir gece daha kalırım,” dedi, “ama gözünü çıkaramam. Yoksa tamamen kör kalırsın.”

“Kırlangıç, Kırlangıç, küçük Kırlangıç,” dedi Prens, “sana ne söylüyorsam onu yap.”

Böylece Kırlangıç, Prens’in öbür gözünü de çıkarıp pır diye uçuverdi. Kibrit satan kıza doğru hızlı bir dalış yaparak değerli taşı avucuna bıraktı. Küçük kız, “Ne güzel bir cam parçası,” diye bir çığlık attı ve gülerek eve koştu.

Sonra Kırlangıç, Prens’in yanına döndü. “Artık kör kaldığına göre hep seninle kalacağım,” dedi.

Zavallı Prens, “Hayır, küçük Kırlangıç,” dedi, “Mısır’a gitmelisin.”

Kırlangıç, “Hep yanında kalacağım,” dedi ve Prens’in ayaklarının dibinde uyudu.

Ertesi günün tamamını Prens’in omzunda geçirdi ve yaban ellerde gördüklerine ait hikâyeler anlattı. Nil kıyısında uzun sıralar halinde dikilen ve gagalarıyla japonbalıklarını yakalayan kızıl aynakları; dünyanın kendisi kadar yaşlı olup çölde yaşayan ve her şeyi bilen Sfenks’i; ellerinde kehribar tespihlerle develerinin yanında ağır ağır yürüyen tüccarları; abanoz gibi kapkara olan ve bir billura tapan Ay Dağları’nın[3] Kralı’nı; bir palmiye ağacında uyuyan ve kendisini bal petekleriyle beslemeleri için emrinde yirmi rahip olan kocaman yeşil yılanı; büyük bir gölde iri yassı yapraklarla yolculuk yapan ve kelebeklerle sürekli savaş halinde olan pigmeleri anlattı.

“Kırlangıç, Kırlangıç, küçük Kırlangıç,” dedi Prens, “bana hayret verici şeyler anlatıyorsun, ama bunlardan da hayret verici olan şey, erkeklerin ve kadınların ıstıraplarıdır. Sefaletten daha büyük bir esrar yoktur. Şehrimin üstünde uç, küçük Kırlangıç ve bana gördüklerini anlat.”

Kırlangıç koca şehrin üstünde uçtu ve zenginler güzel evlerinde eğlenirken kapılarında dilencilerin oturduğunu gördü. Işık girmez geçitlere girdi, kararmış sokaklara halsizce bakan aç çocukların solgun yüzünü gördü. Bir köprünün kemerli girişi altında iki küçük oğlan birbirlerinin kollarında yatarak ısınmaya çalışıyor, “Ne kadar açız!” diye hayıflanıyorlardı. Fakat bekçi, “Orada yatmayın,” diye bağırınca çaresiz yağmura çıktılar.

Kırlangıç döndü ve Prens’e gördüklerini anlattı.

Prens, “Üstüm incecik altın varakla kaplıdır,” dedi. “Onu pul pul alıp yoksullarıma ver; diriler hep altının onları mutlu edeceğini düşünürler.”

Prens fena halde donuk ve boz bir renge bürünene kadar incecik altın varağı pul pul söküp götürdü Kırlangıç. İncecik altın varağı yoksullara pul pul götürdükçe, yüzüne renk gelen çocuklar gülüp sokaklarda oyun oynamaya başladılar. “Artık ekmeğimiz var!” diye bağrıştılar.

Derken kar, karın ardından don vurdu. Sokaklar gümüşten yapılmış gibi parlak ve ışıl ışıl görünüyordu. Evlerin saçaklarından billur hançer gibi uzun buz parçaları sarkıyor, herkes kürklerle dolaşıyor ve küçük oğlanlar kızıl şapkalar giyip buzda paten yapıyorlardı.

Zavallı küçük Kırlangıç üşüdükçe üşüyor, ama Prens’e olan sevgisinden onu yalnız bırakmıyordu. Fırıncı başını çevirdiğinde fırının kapısı önündeki kırıntıları kapıyor ve kanatlarını çırparak ısınmaya çalışıyordu.

Fakat sonunda öleceğini biliyordu. Son bir gayretle Prens’in omzuna bir kez daha çıktı. “Hoşça kal, sevgili Prens!” diye mırıldandı. “Elini öpmeme izin verir misin?”

“Sonunda Mısır’a gidecek olmana seviniyorum, küçük Kırlangıç,” dedi Prens. “Burada gereğinden çok kaldın. Fakat beni dudaklarımdan öpmelisin, çünkü seni seviyorum.”

Kırlangıç, “Mısır’a gitmiyorum,” dedi. “Ölüler Evi’ ne gidiyorum. Ölüm, Uyku’nun kardeşidir, değil mi?”

Ve Mutlu Prens’i dudaklarından öpüp can vererek ayaklarının dibine düştü.

O an heykelin içinden bir şey kırılmış gibi tuhaf bir çatırtı geldi. Prens’in kurşun kalbi tam ortadan ikiye ayrılmıştı. O kadar korkunç bir don vardı.

Ertesi sabah Belediye Başkanı, Meclis Üyeleriyle birlikte aşağıdaki meydandan geçiyordu. Sütunun önünden geçerlerken başını kaldırıp heykele baktı: “Şuna bakın! Mutlu Prens ne kadar perişan görünüyor!” dedi.

Belediye Başkanı’yla her zaman aynı fikirde olan Meclis Üyeleri, “Gerçekten ne kadar perişan!” diye haykırdı ve çıkıp heykele baktılar.

“Kılıcındaki yakut düşmüş ve altın kaplaması da düşmüş,” dedi Belediye Başkanı. “Neredeyse dilenciden farkı kalmamış!”

Meclis Üyeleri, “Dilenciden farkı kalmamış,” dediler.

Belediye Başkanı, “Üstelik ayağının dibinde bir kuş ölüsü var,” diye devam etti. “Kuşların burada ölmemesiyle ilgili bir tebliğ yayınlamalıyız.” Ve Belediye Kâtibi teklifi not etti.

Böylece Mutlu Prens’in heykelini indirdiler. Üniversiteden Sanat Profesörü, “Güzel olmadığı için artık faydası da yok,” dedi.

Sonra heykeli büyük bir ocakta erittiler ve Belediye Başkanı, madenle ne yapacaklarına karar vermek için Dökümhane’de bir toplantı düzenledi. “Elbette ki başka bir heykel yapmalıyız,” dedi, “bana ait bir heykel.”

Fakat bütün Belediye Meclisi Üyeleri, “Heykel bana ait olsun,” diye tutturunca kavga çıktı. Onlardan en son haber aldığımda hâlâ kavga ediyorlardı.

Dökümhane’deki işçilerin ustabaşı, “Ne tuhaf şey!” dedi. “Şu kırık kurşun kalbi ocakta bir türlü eritemiyorum. Bari atayım.” Ve onu Kırlangıç’ın ölüsünün olduğu çöplüğe attılar.

Tanrı, meleklerinden birine, “Bana şehirdeki en değerli iki şeyi getirin,” dedi. Melek O’na kurşun kalple ölü kuşu getirdi.

Tanrı, “Doğru tercihi yaptın,” dedi, “çünkü ebediyete kadar bu küçük kuş Cennet bahçemde şakıyacak, Mutlu Prens de altın şehrimde beni övecek.”

BÜLBÜL VE GÜL

Genç Öğrenci, “Ona kırmızı bir gül getirirsem benimle dans edeceğini söyledi, ama koca bahçemde bir tane bile yok,” diye sızlandı.

Bülbül bodur bir pırnal meşesi yuvasından onu işitti ve yaprakların arasından merakla bakındı.

“Bir kırmızı gül yok koca bahçemde!” diye feryat etti Öğrenci ve güzel gözleri yaşlarla doldu. “Ah, saadet ne küçük şeylere bağlı! Bilgelerin yazdıkları her şeyi okudum ve felsefenin tüm sırlarını özümsedim, ama gel gör ki, bir kırmızı gülüm yok diye hayatım perişan oldu.”

Bülbül, “Nihayet gerçek bir âşık,” dedi. “Hiç tanımadığım halde geceler boyu onun şarkısını şakıdım: Geceler boyu yıldızlara onun hikâyesini anlattım da şimdi onu buldum. Saçları sümbül, dudakları arzunun gülü kadar kırmızı; fakat sevda yüzünü fildişi gibi soldurmuş ve keder mührünü kaşlarına vurmuş.”

Genç Öğrenci, “Prens’in yarın akşam balosu var ve katılanlar arasında sevdalım da olacak,” diye mırıldandı. “Ona kırmızı bir gül getirirsem benimle gün ağarana kadar dans edecek. Bir kırmızı gül getirirsem onu kollarımda tutacağım, o da başını omzuma yaslayacak ve eli elimde kenetli olacak. Fakat bahçemde öyle bir çiçek olmadığından sevdalım bana yüz vermeyecek ve ben tek başıma oturacağım. Bana itibar etmeyecek ve kalbim kırılacak.”

 

Bülbül, “İşte gerçek âşık,” dedi. “Şarkısını şakıdığım şeylerin ıstırabını çekiyor: Bana sevinç olan ona acı veriyor. Aşk şüphesiz harika bir şey. Zümrütlerden daha değerli, işlenmiş opallerden daha kıymetli. İnciler ve narlar onu satın alamaz, zaten pazarda satılık da değil. Ne tüccardan alınabilir, ne de terazide tartılıp değer biçilebilir.”

Öğrenci, “Müzisyenler galeride oturacak ve yaylı çalgılarını çalacak, sevdiğim de arpın ve kemanın sesine dans edecek. O kadar hafif dans edecek ki, ayakları yere değmeyecek ve neşeli giysileriyle saraylılar etrafında pervane olacak. Fakat ona verecek kırmızı bir gülüm olmadığı için dans ettiği ben olmayacağım,” diyerek kendini çimenlere attı, yüzünü ellerine gömüp ağlamaya başladı.

Küçük yeşil bir Kertenkele kuyruğu havada koşarak Öğrenci’nin yanından geçerken, “Neden ağlıyor?” diye sordu.

Bir güneş huzmesinin peşinde pır pır uçan bir Kelebek, “Sahi, niçin?” diye ona katıldı.

Bir Papatya yumuşak bir sesle usulca, “Sahi, neden?” diye sordu komşusuna.

“Kırmızı bir gül için ağlıyor,” dedi Bülbül.

“Kırmızı bir gül için mi?” diye çığlık attılar. “Ne gülünç!” Hatta biraz alaycı olan küçük Kertenkele düpedüz kahkaha attı.

Fakat Öğrenci’nin kederindeki sırrı anlayan Bülbül meşe ağacında sessizce oturup Aşk’ın esrarını düşündü.

Sonra kahverengi kanatlarını açtı ve havaya ağdı. Koruluktan bir gölge gibi geçti ve bir gölge gibi bahçede süzüldü.

Çimenliğin ortasında harika bir gül ağacı vardı ve onu görünce oraya doğru uçtu, bir sürgüne kondu.

“Bana kırmızı bir gül verirsen,” dedi, “sana en tatlı şarkımı okurum.”

Fakat Gül Ağacı başını salladı.

“Güllerim beyazdır,” diye karşılık verdi. “Denizin köpüğü kadar beyaz, dağlardaki karlardan daha da beyaz. Fakat eski güneş saatinin oradaki kardeşime git, belki o istediğini verebilir.”

Böylece Bülbül oradaki Gül Ağacı’na gitti.

“Bana kırmızı bir gül verirsen,” diye feryat etti, “sana en tatlı şarkımı okurum.”

Fakat Gül Ağacı başını salladı.

“Güllerim sarıdır,” dedi. “Kehribar bir tahtta oturan denizkızlarının saçları kadar sarı, tırpancının çayıra tırpanıyla gelmesinden önce açan nergisten daha da sarı. Ama Öğrenci’nin penceresi altında yetişen kardeşime gidersen belki sana istediğini verir.”

Böylece Bülbül, Öğrenci’nin penceresi altında yetişen Gül Ağacı’na gitti.

“Bana kırmızı bir gül verirsen,” diye feryat etti, “sana en tatlı şarkımı okurum.”

Fakat Gül Ağacı başını salladı.

“Güllerim kırmızıdır,” dedi, “güvercinin ayakları kadar kırmızı, okyanustaki mağarada dalga dalga salınan büyük mercan yelpazelerinden daha da kırmızı. Fakat kış damarlarımı dondurduğu, ayaz goncalarımı budadığı, fırtına dallarımı kırdığı için bu yıl hiç çiçek veremeyeceğim.”

Bülbül, “Tüm istediğim bir kırmızı gül,” diye feryat etti, “sadece bir kırmızı gül! Bulmamın hiç mi yolu yok?”

Gül Ağacı, “Bir yolu var,” diye karşılık verdi. “Ama o kadar korkunç ki, sana söylemeye yüreğim el vermiyor.”

Bülbül, “Sen yine de söyle,” dedi, “korkmuyorum.”

Gül Ağacı, “Kırmızı bir gül istiyorsan,” dedi, “onu ay ışığında nağmelerden yapmalı ve kalbinin kanıyla boyamalısın. Bağrını bir dikene yaslayarak bana şarkı okumalısın. Gece boyu bana şarkı okumalısın; diken kalbini delmeli ve can suyun damarlarıma akıp benim olmalıdır.”

Bülbül, “Kırmızı bir gül için ölmek ne büyük bir bedel!” dedi, “Hayat herkes için çok değerlidir. Yeşil ormanda oturup Güneş’i altın, Ay’ı inci arabasında seyretmek hoştur. Tatlıdır alıcın rayihası; tatlıdır vadide saklı çan çiçekleri, tepeleri saran fundalar. Fakat Aşk, Hayat’tan daha güzeldir; ayrıca bir insan kalbinin yanında bir kuşun kalbi nedir?”

Kahverengi kanatlarını açtı ve havaya ağdı. Koruluktan bir gölge gibi geçti ve bir gölge gibi bahçede süzüldü.

Genç Öğrenci çimenlikte hâlâ onu bıraktığı gibi yatıyordu ve güzel gözlerindeki yaşlar henüz kurumamıştı.

Bülbül, “Müjdeler olsun,” diye seslendi, “müjdeler olsun; kırmızı gülüne kavuşacaksın. Onu ay ışığında nağmelerden yapacağım ve kalbimin kanıyla boyayacağım. Karşılığında senden tek istediğim, gerçek bir âşık olman, çünkü Aşk, Felsefe’den hikmetlidir. Ayrıca Felsefe hem hikmetli hem de İktidar’dan daha kudretli olsa bile Aşk da kudretlidir. Alev rengidir kanatları ve gövdesi. Dudakları bal gibi tatlıdır, nefesi buhur gibidir.”

Öğrenci başını çimlerden kaldırıp dinledi, ama yalnızca kitaplarda yazılanları bildiğinden Bülbül’ün ona söylediklerini anlayamadı.

Fakat Meşe Ağacı anladı ve yuvasını kendi dallarına yapan küçük Bülbül’den çok hoşlandığı için üzüldü.

“Bana son bir şarkı oku,” diye fısıldadı. “Gidince kendimi çok yalnız hissedeceğim.”

Bülbül gümüş bir kaptan taşan su gibi sesiyle Meşe Ağacı’na şarkısını okudu.

Şarkı bitince Öğrenci kalktı ve cebinden birer defterle kurşunkalem çıkardı.

Koruluktan yürürken kendi kendine, “İnkâr edilemeyecek bir endamı var,” diye düşündü. “Ama ya duyguları? Korkarım yok. Hatta o da çoğu sanatkâr gibi; pür zarafet, ama sıfır samimiyet. Başkası için kendini feda etmez. Aklı fikri müzikte; ayrıca sanatçıların bencil olduğunu herkes bilir. Yine de sesini güzel kullandığı kabul edilmelidir. Fakat bunun tek başına bir anlam ifade etmemesi yazık; veya bir işe yaramaması.” Ardından odasına gidip samandan küçük döşeğine uzanarak sevdiğini düşünmeye başladı, bir süre sonra da uykuya daldı.

Göklerde Ay parlayınca Bülbül, Gül Ağacı’na doğru uçtu ve bağrını dikene yasladı. Gece boyu bağrı oraya yaslı olarak şakıdı ve buz renkli billur Ay eğilip ona kulak verdi. Bülbül gece boyu şakıdı ve diken bağrına battıkça battı, can suyu ondan akıp gitti.

Önce bir oğlan ve kızın kalplerinde sevdanın doğuşunu anlatan bir şarkı okudu. Ve Gül Ağacı’nın en tepesindeki sürgünde nefis bir gül, şarkılar birbirini izledikçe yaprak yaprak çiçeklendi. Nehrin üstündeki bir sis kadar renksizdi başlangıçta… sabahın ayakları gibi renksiz ve şafağın kanatları gibi gümüş. Gümüş aynada bir gülün gölgesi gibi, havuzdaki bir gülün gölgesi gibi en tepedeki filizde çiçeklendi.

Fakat Gül Ağacı dikene daha çok yaslanması için Bülbül’e seslendi. “Yakına gel, küçük Bülbül,” dedi, “yoksa gül olmadan Gün doğacak.”

Böylece Bülbül Gül’e daha çok yaklaştı ve bir adamla genç bir kızın ruhlarında tutkunun doğuşuna gelince şarkılarını daha da yüksek sesle şakımaya başladı.

Ve gülün yapraklarına, gelinin dudaklarını öpen bir damadın yüzündeki kızarıklık gibi, pembenin narin kızartısı vurdu. Fakat diken henüz Bülbül’ün kalbine ulaşmadığından gülün kalbi beyazdı; ne de olsa bir gülün kalbini ancak Bülbül’ün kalbindeki kan kırmızıya boyayabilirdi.

Fakat Gül Ağacı dikene daha da yaklaşması için Bülbül’e seslendi. “Daha yakına gel, küçük Bülbül,” dedi, “yoksa gül olmadan Gün doğacak.”

Bunun üzerine Bülbül Gül’e daha çok yaklaştı ve diken kalbine değince şiddetli bir sancı vurdu içine. Buruktu, buruktu sancı ve Bülbül’ün coştukça coştu şakıması; çünkü Ölüm’le tamamlanan Aşk’ın, mezarda ölmeyen Aşk’ın şarkısını okuyordu.

Ve muhteşem gül doğunun göğü gibi kızardı. Kızardı taçyaprakların kuşağı ve kızardı bir yakut gibi çiçeğin kalbi.

Fakat Bülbül’ün sesi giderek zayıfladı, küçük kanatları çırpınmaya başladı ve gözlerine bir perde indi. Şakıması yitti ve boğazının sıkıldığını hisseder gibi oldu.

Derken, var gücüyle son bir ezgi okudu. Bembeyaz Ay o ezgiyi duydu ve şafağı unutarak gökyüzünde biraz daha oyalandı. Kırmızı gül o nağmeyi duydu ve cezbeyle baştan ayağa ürpererek sabahın ayazında taçyapraklarını açtı. Ekho[4] o nağmeyi tepelerdeki mor mağaralara taşıdı ve uyuyan çobanları rüyalarından uyandırdı. Nehirde arasından süzüldüğü kamışlar haberini denize ulaştırdı.

“Bak bak!” dedi Gül Ağacı, “Gül nihayet oldu.” Fakat Bülbül kalbinde dikenle yüksek otların içinde cansız yattığından cevap vermedi.

Öğlen olunca Öğrenci penceresini açıp dışarı baktı.

“Şuna bak, ne büyük bir talih!” diye bir çığlık attı. “Kıpkırmızı bir gül! Hayatım boyunca hiç böyle bir gül görmedim. O kadar güzel ki, eminim Latincede upuzun bir adı vardır.” Ve eğilip çiçeği kopardı.

Sonra şapkasını taktı ve elinde gülle Profesör’ün evine koştu.

Profesör’ün kızı kapının önünde oturuyor, bir çıkrıkta mavi ipek eğiriyordu; küçük köpeği de ayağının dibinde yatıyordu.

Öğrenci, “Sana kırmızı bir gül getirirsem benimle dans edeceğini söylemiştin,” dedi. “İşte sana tüm dünyanın en kırmızı gülü. Bunu bu akşam kalbinin üstünde taşı; birlikte dans ederken sana benim seni ne kadar sevdiğimi söylesin.”

Fakat kız yüzünü buruşturdu.

“Korkarım elbiseme pek uymayacak,” dedi. “Hem Mabeyinci’nin yeğeni bana bazı gerçek mücevherler gönderdi; mücevherlerin çiçeklerden çok daha değerli olduğunu herkes bilir.”

Öğrenci öfkeyle, “Yemin ederim, senin kadar nankörünü görmedim!” dedi ve gülü, sokağa fırlattı; gül oluğa düştü, üstünden de bir at arabası geçti.

Kız, “Nankör mü? Bak sana ne diyeceğim, sen de çok kabasın. Hem sen kim oluyorsun? Altı üstü bir Öğrenci. Mabeyinci’nin yeğeni gibi ayakkabılarında gümüş toka olduğunu bile sanmıyorum,” dedi ve sandalyesinden kalkıp içeri girdi.

Öğrenci oradan uzaklaşırken, “Aşk ne aptalca bir şeymiş,” dedi. “Hiçbir şeyi ispatlayamadığı için Mantığın yarısı kadar bile işe yaramıyor; bu da yetmezmiş gibi, insana hep imkânsız şeyleri anlatıyor ve doğru olmayan şeylere inandırıyor. Madem Aşk, faydanın her şey demek olduğu bu çağda hiçbir fayda etmiyor, ben de Felsefe’ye dönüp Metafizik çalışayım.”

Böylece odasına dönüp büyük tozlu kitabını çıkardı ve okumaya başladı.

1Carlos Blacker (1859–1928) daha çok İngiltere dışında, özellikle Paris’te yaşayan ve Wilde’ın kendisini ilk olarak oradaki gezilerinde tanıdığı bir İngiliz. (Ç.N.)
2Prusya Kralı Büyük Friedrich’in Potsdam kentindeki büyük sarayı. (Ç.N.)
3Bugün Uganda olan topraklardaki bir dağ sırası. (Ç.N.)
4Yunan mitolojisinde bir dağ nympha’sı (su perisi) ya da Oreas. Tanrıça Hera tarafından cezalandırılarak konuşma yetisi elinden alınmıştı fakat başkalarının konuşmalarındaki son sözcükleri yineleyebiliyordu. (Ç.N.)