Zodyak Karşısında

Abonelik
0
Yorumlar
Parçayı oku
Okundu olarak işaretle
Satın Aldıktan Sonra Kitap Nasıl Okunur
  • Sadece Litres Olarak Okuma “Oku!”
Zodyak Karşısında
Yazı tipi:Aa'dan küçükDaha fazla Aa

Percy Greg, 1836 yılında Manchester-Bury’de doğmuştur. William Rathbone Greg’in oğlu olan Percy Greg tıpkı babası gibi politikayla ilgili yazılar yazmış olan bir İngiliz yazardır. 1880 yılında yazmış olduğu Zodyak Karşısında (Across The Zodiac) erken dönem bilim kurgu eseridir. 1889 yılında Chelsea’de vefat etmiştir.

BÖLÜM I
GEMİ ENKAZI

Otuz yıldır alışkanlık hâline getirmiş olduğum seyahatlerimin birinde, çok önemli eşyalarımdan birini kaybettim ve bu kayıp, gelişigüzel, İngilizlerin en büyük şeytani karmaşası ya da kıta yolculuklarının ayrıntılı yanlış anlaşılması altında değil, Amerikan sisteminin mutlak mükemmelliği ve demokratik despotizmi altında meydana gelmişti. En iyi Hint romanları yazarının kulisine bir ziyarette bulunmak zorundaydım -ki bu benim için hiç de hafife alınamayacak bir fedakârlıktı- kaybetmiş olduğum zamanı telafi etmek için, aceleyle New York’a doğru yola koyuldum. Bu olay beni, Eylül 1874’ün ortalarında bir akşam, eyaletin başkenti Albany’den yola çıkarak Empire City’e giden bir nehir vapurunun güvertesine sürüklemiş oldu. Aşağı Hudson kıyıları, tıpkı Ren Nehri kıyıları kadar görülmeye değerdi, ancak Amerika bile geceleri bu karanlık suları aydınlatabilecek bir araç tasarlamayı başaramamıştı, sonuç olarak vapurdaki yolcuların konuşmalarını dinlemekten başka hiçbir eğlencem yoktu. Sormuş olduğum bazı kişisel sorular neticesinde, İngiliz olduğunu tahmin ettiğim yolculardan biriyle sohbet etmeye başlayarak ona bir zamanlar Niagara Şelalesi’ne -ki gerçekten bana göre dünyanın tek harikasıydı- ve Montreal’e yapmış olduğum seyahatlerimden bahsettim. Kanada’nın güçlü ve genel anlamda hâkim olan büyük sadakat duygusuna karşı, İngiliz Devleti ve bağlarından bahsettiğim sırada, sohbetimize kulak misafiri olan bir Amerikalı araya girdi:

“Hey, yabancı, eğer biz istemiş olsaydık, almasını da bilirdik!”

“Evet.” diye cevap verdim. “Eğer buna değeceğini düşünmüş olsaydınız! Ancak, bunu yapmış olsaydınız, onlara kendilerine verdikleri değerden çok daha fazlasını vermiş olurdunuz ve İngiliz sömürgecileri dürüst öz saygı konusunda cumhuriyet modelini benimseyen vatandaşlardan hiç de geri kalmazlar.”

“Peki.” dedi adam. “O zaman bedel olarak ne kadar ödememiz gerekiyor, söyler misiniz?”

“Ödeyebileceğinizden daha fazlası değil; sadece Kaliforniya ve Portland’den Galveston’a kadar tüm Atlantik limanları yeterli olacaktır.”

“Hesaplarında haklı olabilirsin, yabancı.” dedi adam seviyeli bir mizahla geri adım atarak; etrafta onların konuşmasına kulak misafiri olan diğerleri de görünüşe göre verilmiş olan cevap karşısında atılmış olan geri adımın adil olduğunu düşünüyorlardı.

“Özür dilerim.” dedi sohbet arkadaşım. “Ülkenizin Amerikalılara çok fazla sebeple atfettiği karakterin bu kadar hoş olmayan bir örneğiyle karşılaşmış olmanızdan dolayı üzgünüm. Çok uzun süre İngiltere’de yaşadım, ancak bugüne kadar benimle bir Amerikalı olarak tanışan hiç kimsenin böyle bir söylemiyle karşılaşmamıştım.”

Bu sözlerin ardından, sohbetimiz çok daha mesafeli bir şekilde devam etti ve yapmış olduğumuz konuşmalar sırasında, karşımda duran kişinin eskiden Konfederasyon Destek Birliğinde bulunmuş, en ünlü düzensiz süvari subaylarından biri olduğunu anladım -Maharbal’ın Afrikalı Hafif Süvari Birliği, dosta düşmana karşı Hanninbal’ın küçük görkemli ordusundan çok daha iyi bir birlik olarak kabul edilmiş, bu özel birimin verimliliği, parlaklığı ve cüretkârlığı hiçbir zaman aşılamamıştı.

Albay A. (okuyucu adını veya gerçek rütbesini neden vermediğimi öğrenecektir) öylesine keskin konuşuyordu ki meraklı sorular sormanızı imkânsız hâle getiriyordu. “Sırrı olan bir Amerikalıya güvenmek ve onu yalan söylemeden yanında tutmak çok zordur.” dedi. Savaş sırasında birçok stratejik muhabere işlerinin yürütülmesinde istihdam edilen ve şifreleri tasarlama ve çözme konusunda büyük ustalık göstermiş olan Binbaşı B. de o anda sohbetimize katılmıştı. Bu konuda aramızda biraz uzun bir tartışma çıktı. Ben Poe öğretisine eğilimi olan biriydim, bana göre deneyimli bir el tarafından algılanamayan hiçbir şifre tasarlanamazdı; arkadaşlarım bu konuda şifre çözücülerin kullandıkları bazı basit yöntemler olduğundan bahsetmişti.

“Poe’nun teorisi.” dedi Binbaşı. “Herhangi bir dilde belirli harflerin, hecelerin ve kısa kelimelerin sık tekrarlanmasına bağlı bir teoridir; örneğin İngilizcedeki ‘e’, ‘t’, ‘tion’, ‘ed’, ‘a’ ve ‘the’ gibi. Yani, ortak kısa kelimelerin ve sonlandırmaların her biri için kısaltmalar getirmek ve kelimeleri ayırmak için anlamsız semboller ekleyerek; ortak bir harf için iki işaret kullanarak ya da şifrenizi düzenleyerek kimsenin aşırı zorluk çekmeden hangi işaretlerin tek başına durduğunu ve hangisinin bir harfin bitip diğerinin başladığı birkaç kombinasyonlu bir şifre düzenleyerek şifre çözücüyü şaşırtmak aynı derecede kolaydır.”

Bazı tartışmalardan sonra, Albay A. kâğıda bir şeyler karaladı ve bana iki satırdan oluşan, benimse görür görmez yazım karakterinden fazlasıyla etkilendiğim bir şifreyi uzattı. “İtiraf etmeliyim ki…” dedim. “Bu hiyeroglifler benim gibi deneyimli bir şifre çözücüyü bile şaşırtacak nitelikte. Yine de burada şifreyi çözmeme yardımcı olabilecek bir ipucuna dikkat çekebilirim. Sadece iki satır olmasına rağmen, boyutlarından ve komplikasyonlarından açıkça kısaltmaları olan üç ya da dört sembol meydana geliyor. Yine de farklı formların çok az ve belli bir kural üzerine tasarlanan bazı küçük değişiklikler ile farklı harflere hizmet için yapıldıkları açıkça ortada. Kısacası, şifre genel bir prensip üzerine inşa edilmiş ve bu prensibin ne olduğunu bulmak uzun zaman alsa da dikkatle takip edilen ve muhtemelen ne olduğunu saptamama yardımcı olacak ipuçlarını veriyor.”

“Siz algılayabilmişsiniz.” dedi Albay A. “Bunu benim keşfetmem çok uzun sürdü. Bu örneği almış olduğum makalenin daha zor bölümlerini deşifre etmeyi başaramadım ancak basit karakterlerinin tümünün anlamını tespit ettim ve sizin çıkarımlarınız kesinlikle doğru.”

Burada sanki çok fazla şey söylediğinin farkına varmış gibi aniden durdu ve konuyu kapattı. Sabahın erken saatlerinde New York’a vardık ve sonrasında Empire City’de seanslar gerçekleştiren ve dostumdan hakkında birçok hikâyeler duyduğum, meşhur bir “ruhani” medyumdan o öğleden sonrası için almış olduğumuz randevuya katılmak üzere birbirimizden ayrıldık. Ancak ziyaretimiz hiç de tatmin edici geçmedi ve tekrar bir araya geldiğimizde Albay A., beni şöyle bir soruyla karşıladı:

“Eh, sanırım bu deneyim sizin kuşkularınızı doğrulamış olmalı?”

“Hayır.” dedim. “İlk ziyaretlerim genellikle başarısızlıkla sonuçlanır ve mizacımın bir seansın başarısını değerlendirmek için elverişsiz olduğu, bana birçok kez söylenmiştir. Bununla birlikte, bazı durumlarda bilinen doğal yasalarla açıklanması pek mümkün olmayan harikalara da tanıklık etmişliğim oldu ve kesinlikle kendi doğrularımdan daha aşağı olduğunu düşünmediğim kanıtlarla tatmin olduğum başka olayları da hem duydum, hem de okudum.”

“Nasıl olur?” dedi Albay A. “Dün gece yapmış olduğunuz konuşmalarınızdan sizin tam bir ateist olduğunuzu düşünmüştüm.”

“İnançlıyım.” diye cevapladım. “Gördüklerimin çok azına inançlıyım. Ancak bu, saf sahtekârlık teorisini silip atmak için pek yeterli değildir. Öte yandan, medyumun karşısında veya seansı esnasında oynanan oyunda herhangi bir ruhani ya da insani bir şey yoktu. Genel anlamda bu varlıklar insana; işe yaramaz, gürültülü, güvenilmez, alaylardan etkilenmeyen, görünüşte karşısındaki insanlara aptalca şeyler yapmaktan zevk alan ve masaları kendilerine doğru döndürürken tamamen kayıtsız kalabilen, geleneksel cinleri hatırlatırlar.”

“Peki ama cinlere inanıyor musunuz?”

“Hayır.” dedim. “Ne masaları döndüren cinlere ne de onların ortaya çıkış şekillerine inanıyorum. Akla yatkın açıklamalar bulabilmek için ne dinî konulardan şüphe duymak ne de bir ruh bilimci olmak zorundayım. Bununla birlikte, eğer kendi teorilerine bir alternatif açıklamada bulunmam için ısrarcı olurlarsa o zaman şeytanlar, Shakespeare ya da sahtekârca hazırlanan papağan çığlıklarının da en az cinler kadar güvenilir olduklarını söyleyebilirim. ‘Nedenlerini tahmin etmek için çok az şey biliyorum.’ dediğim bir konu hakkında benden mantıklı bir açıklama istenmesine gerçekten öfkeleniyorum; ancak eldeki mevcut tahminlere göre kanıtlarla sahtekârlık ve olayın karakteri ile ‘ruhani fail’ arasında bir tutarsızlık olduğu görünüyor.”

“Bu…” diye cevap verdi Albay A. “Sanki sağduyunun sesi gibi ve sonuçta sesler çok daha yaygındır. Yine de görünüşe göre hiç kimse inançsızlık ve kuşkulu inanç arasında güçlü ve net bir çizgi çizemiyor. Ve siz bu konuda, bir anda kendi görüş ve deneyimine aykırı ve ters düşen, bununla birlikte bilinen tüm doğa yasalarına ve bunlardan şimdiye kadar yapılan tüm çıkarımlara karşı çılgınca imkânsız görünen şeyin imkânsızlığını teyit etmekte tereddüt eden, tanıştığım ilk ve tek kişisiniz. Bilim adamlarınız sadece görmedikleri şeylerle değil, görmeyi reddettikleri şeylerle de tanrısallar gibi ahkâm kesmeye bayılırlar; ancak tanrısallarınızın yarısı şeytandan ve diğer yarısı da bilimden korkarlar.”

“Bilim adamlarının da…” diye cevapladım. “Diğer tüm sınıflarda olduğu gibi kendilerine özel ön yargıları ve kendilerine özgü profesyonel cazibeleri vardır. Pozitivistlerin din karşıtı bağnazlığı, dinî fanatiklerin teolojik bağnazlığı kadar acı verici ve akıl dışıdır. Şu anda iki güç birbirini karşılıyor ve dengeleyebiliyor. Ancak, üç yüz yıl önce olduğu gibi şayet elli ya da yüz yıl daha yaşayacak olursam, Tanrı’nın gücüne inandığını farz ettiğim Bay Congreve, Bay Harrison ya da Profesör Huxley’in halefleri tarafından bu düşüncelerim sapkınlık olarak görüleceğinden kesinlikle yakılacağım konusunda eşit oranda kaygılıyım.”

“İnanılmazlığın hoşgörüsüzlüğü.” diye karşılık verdi Albay A. “Beni de fazlasıyla müteessir eden bir konu. Bir seferinde ben de ‘ruhani’ diye tanımlayabileceğim kadar olağanüstü bir olaya şahit olmuştum. Şu anda, elimde o zaman gerçekleşen şeyin gerçekliğine dair inanılmaz kanıtlar var ve şundan da eminim ki bu dünyada maalesef benim tanımlayamadığım ancak hikâyemi güçlü bir şekilde destekleyecek başka kanıtlar da bulunuyordur. Bununla birlikte, hadiseyi ilk defa duyanlar benim ya bir deli ya da en iyi ihtimalle abartma ve yalan söyleme konusunda oldukça cüretkâr bir denizci olduğumu düşünerek, anlattıklarımla tamamen dalga geçtiler. Daha sonra bu hadiseyi, beni yıllardır bir asker olarak yakından tanıyan, karakterlerine ve zekâlarına fazlasıyla güvendiğim, karargâhtaki üç beyefendiye daha anlattım; ancak her birinde de aynı sonuca ulaştım, ya bana inanmadıklarını ifade eden gözlerle bakarak sessiz kaldılar ya da beni yalancılıkla suçladılar ve bu durum vicdanım üzerinde ağır bir yük olarak kaldı, o günden bu yana da geçen yüzyıldaki herhangi bir bilimsel keşiften daha doğru, daha ilgi çekici ve bir anlamda daha büyük önem taşıdığına inandığım şeyi tekrar anlatmamı engellediler. Bu konu hakkında en son konuşmamın üzerinden yedi yıl geçti ve bugüne kadar bu hikâyemi ifşa etmemin mümkün olduğuna inanabileceğim kendimden başka hiç kimseyle karşılaşmadım.”

 

“Ben varım.” diye cevap verdim ona. “Bu tür gizemli olaylara karşı büyük ilgi duyuyorum; bilim adamlarının pratik bilimle söyledikleri gibi büyü iddiasıyla ilgili, bu bilginin her bir kolunun başkalarına ışık verebileceğine inanıyorum. Şayet hikâyenizde kişisel olarak size büyük acılar verecek herhangi bir şey de yoksa benim tarafımdan hiçbir nezaketsiz eleştiri ile karşılaşmayacağınızdan ve susturulmayacağınızdan emin olabilirsiniz.”

“Sizi temin ederim.” diyerek konuşmasına devam etti. “Bu hikâyeyi anlatmaya ilk başta bahsettiğim kadar hevesli değilim. Artık, başlarda hissettiğim ve sanırım hepimizi şiddetli bir şekilde etkileyen herhangi bir olayı sık sık ve defalarca başka şeylerle ilişkilendirmemizi isteyen güdüde olduğu gibi; hayatımın en acı olayı hakkında içimde derinden hissettiğim ve arzuladığım sempati ve insan ilgisine dair doğal beklentilerimin tümünü kaybettim. Bununla birlikte, eğer söyleyerek gerçekleşmiş olabileceğine inanabilecek kadar duyarlı insanların yararına etkili bir şekilde kayda geçirebilirsem, özellikle de dünyanın herhangi bir yerinde gerçekleştiğine dair bir kanıt bulabilirsem, bu kadar dikkat çekici bir gerçeği saklama hakkım olmadığını da düşünüyorum. Eğer yarın … Sokağı’ndaki, 999 numaralı odama gelecek olursanız, söz vermesem de zihnimi toparlayarak elimden geldiğince size anlatmam gereken ne varsa anlatabileceğimi ve elimde hâlihazırda mevcut olan kanıtı sunabileceğimi düşünüyorum ki bu deneyimimde olaylara dayanan, kesinlikle önemi olan bir kanıttır.”

O akşamı, konfederasyonun eski subaylarından birisiyle, dostluğu Amerika turumun kalıcı ve değerli sonucu olan bir arkadaşımın ailesi ile geçirdim. Ailenin reisi olan dostuma, Albay’dan bahsettim ve dostum Virginian seferberliğine onunla birlikte katıldığını, karakterine fazlasıyla güvendiğini, onun dürüstlüğüne ve onuruna kefil olabilecek kadar itimat ettiğini açıkladı. Ancak onun girmiş olduğu, özellikle de ölümcül sonuçları olan düellolarını büyük bir pişmanlık ve acı içinde anlattı.

“Eminim.” dedi. “Onları haklı çıkaracak ve kavganın gizliliğini açıklayacak tek bir neden için savaşmamışlardır, bunu yapamazlardı, burada bir kadınının onuruna veya itibarına dair bazı meseleler vardı. Düşmanlarından herhangi birinin, Albay A.’nın kişisel sadakatini herhangi bir şekilde sorgulayabileceğini pek düşünemiyorum; yine de General M.’nin bahsettiği gibi sayıları onların dört katı olan birliklere karşı kılıç ya da silahlarıyla mücadele ederk kişisel cesaretini kanıtlamış, bütün bir tugayın yaylım ateşine tekrar tekrar maruz kalmış ya da tahrik nedenleri her ne olursa olsun savaşmayı asla reddetmemiş olan herhangi birinin moral ya da sinirlerinden şüphe duymak ne kadar saçmaysa onun hakkında bu şekilde düşünmek de o kadar saçmaydı. Üstelik her durumda meydan okuyan da biriydi.”

“O zaman bu düellolar onun Güneyli görüşlerini fazlasıyla yaralamış ve muhtemelen onu toplumdan soyutlamış olmalı, öyle mi?”

“Hayır.” diye yanıtladı dostum. “Savaş sırasındaki hizmetleri o kadar zekice ve kişisel karakteri öylesine yüksekti ki birlikte mücadele ettiği askerlerin hiçbiri onu pişmanlık ya da utanç duyacağı bir toplumsal ayıpla damgalayamazdı. Bana göre her zaman memnuniyetle karşılanacağını biliyordu. Yine de beş yıl boyunca aynı şehirde yaşamış olmamıza rağmen onunla dışarıda sadece üç ya da dört kez karşılaştım ve her karşılaşmamızda mümkün olabildiğince kısa sohbetlerde bulunduk, bana kesinlikle adresini vermedi ya da bizi ziyaret etmesi için yapmış olduğum davetlerimin hiçbirini kabul etmedi. Sanırım onun yapmış olduğu bu düello hikâyesinde asla öğrenilemeyecek, kesinlikle tahmin edilemeyen bir şeyler var. Ve bence, ya duyduklarının kaynağı ya da düelloların bizzat kendisi, ruhunu, belki de vicdanını öylesine rahatsız etmiş ki aslında çoğu düşmanca olan arkadaşlarından kaçmayı seçti. Savaş, onu da sefalete sürüklemiş olduğu birçok Güneyli beyefendi gibi tamamen mahvetmiş olmasına rağmen halkın gözünde itibarını yükseltebilecek iş fırsatlarını da reddetti.”

“Peki, o kadar istisnai derecede hassas duruma düşeceğini varsayabileceğiniz herhangi bir onur kırıcı hadise, ona bu noktada dokunan bir adamın hayatını almasının gerektiğini düşünecek, sonrasında pişmanlık olmasa da yaşadığı vicdan azabından dolayı ruhunun çökeceği ya da kalbinin bu denli kırılabileceği bir husus var mıydı?”

General bir anlığına sessizliğini korudu ve oğlu araya girdi:

“Albay A.’nın genel anlamda konfederasyon subayları arasında en az kavga eden kişi olduğunun söylendiğini duymuştum; ancak bu durum birden fazla vesileyle, bazı noktalardaki ifadesinin gerçekliğini sorgulamak istemeyen, sadece gözleminin doğruluğunu sorgulayan bir yoldaşı tarafından reddedildiğinde, askerî dostları karşılaşacağı büyük sıkıntıları engelleme aşamasında çok zorlanmışlar.”

Ertesi gün, yeni tanışmış olduğum dostumla, kararlaştırmış olduğumuz yerde buluştum ve biraz isteksizce de olsa bana hikâyesini anlatmaya başladı.

“Son seferberlik esnasında, Şubat 1865’te General Lee tarafından Kirby Smith’e gönderildim, sonrasında Mississippi’nin ötesine komuta ettim. Teslim olmadan önce ve içine girmek zorunda kaldığım bazı nedenlerden ötürü, intikamın alınması için Federal Hükûmet tarafından işaretlendiğime inandığımdan geri dönemedim. Eğer başarabilseydim, savaş sırasında bir kez kaçma girişiminde bulunmuş olsaydım, resmî makamları kısa sürede geri çekilmeye cesaret edemeyen Wirz ve diğer iftiraya uğramış kurbanların kaderini paylaşmış olabilirdim. Şayet ben ve diğerleri, bağlı olduğumuz devlet için muhaliflerimizin savaştığı gibi savaşmış, başka hiçbir suçtan dolayı taciz edilmemiş ya da şüphelenilmemiş olsaydık, 1865’te yakalandığımızda muhtemelen asılmış olabilirdik. Ancak, ben kuvvetlerimiz Mississippi’nin ötesine son bir kez taarruz etmeden önce kaçmanın gerekli olduğunu düşünmüştüm. Meksika’ya gittim ve kendimden rütbece daha büyük bir ya da iki Güney subayı ile birlikte, paralı asker olarak değil, bizzat Güney komşuları dışında diğer herhangi bir ülke tarafından cumhuriyet rejimi altındaki Meksika’nın sefil anarşisinden haberdar olan, bu ülkenin yenilenebilmesi için tek şansının fetihler kazanmak olduğunun bilincinde ve tüm tehlikeleri ve zorlukları hiç tereddüt etmeden göğüsleyerek kendini görevine adamış İmparator Maximilian’ı bir kahraman gibi benimseyen askerler olarak İmparator Maximilian’ın hizmetine girdik. Bu yenileme, evinin medeni dünyanın ulusları arasındaki bir yerle belli bir tarihsel bağlantısı olan insanların yenilenmesi olacaktı. Onun iktidardan düştüğü sıralarda, beni takip eden hukukçular tarafından yakalanmış olsaydım, kesinlikle kurşuna dizilirdim. Pasifik kıyılarına ulaşmayı başardım -San Francisco’ya yük taşıyan- ve bana ihtiyacım olan güvenliği sağlayabilmek için yükünün sadece yarısını alarak yelken açmayı göze alabilen cömert kaptanına müteşekkir olduğum bir İngiliz gemisine bindim. Bu kaptan, birkaç gün sonra beni Brisbane’e giden Hollanda bandıralı bir gemiye transfer etti çünkü tam o sıralarda Queensland’e yerleşmeyi düşünüyordum. Mürettebatı fazlasıyla güçsüzdü, bir ya da iki ülkesiz Avrupalı dışında, başta Hintli ve Malezyalı olmak üzere tüm dillerden oluşan bir tayfası vardı. Gemi, kaptanının emriyle verilmiş olan görevlere bile sanki güçlükle yetebiliyordu ve ne karşılaştığımız ilk fırtına bizi tamamen rotamızdan çıkardığında ne de kaptanımızın birkaç gün boyunca kısmen korkudan, kısmen de sarhoşluğundan kendinden geçmiş ve gemiyi tekrar rotasına sokma yeteneğinden kesinlikle yoksun olması, beni hiç şaşırtmadı. Bir gece yaşadığımız muazzam bir darbeyle uykumuzdan uyanmıştık; hikâyemle ilgisi olmayan, bir gemi enkazının teferruatlarıyla sizi sıkmak istemiyorum, kısacası o gecenin sonunda, gün ağarmak üzereyken, kendimizi bir anda yaklaşık bir mil genişliğinde, dümdüz arazisiyle bir adanın kıyısındaki mercan kayalıklarının üzerinde bulduk. Pusula tümüyle paramparça olmuştu, ne bu adanın konumunu tespit etmek ne de ağustos ayı içinde güneydoğu ticaret rüzgârlarının hangi bölgeden yaklaştıklarını öğrenebilmek için yapabileceğimiz bir şey vardı. Kıyıya çıktık, ancak adayı keşfe çıktıktan sonra ekibimiz kısa süre içinde bizi bir süreliğine idare edecek kadar kakao çekirdeği ve yakalayabildikleri kadar balıkla geri dönmüştü, denizcileri cezbedecek başka hiçbir şey olmadığından tüm mürettebat kısa sürede yorgun düşmüştü. Zaten kaptan da bu yüzden, kısa süre sonra kendisini ve cesaretini toplayıp, tayfalarına gemiye dönmelerini emrettiğinde büyük zorluk çekmemişti, gemi enkazından toplanan tahtalardan bir tekne inşa ettirmeye başlayacaktı, böylece rüzgârları takip etme imkânı bularak yolumuza çıkabilecek gemilerden birine ulaşabilecektik. Bu kesinlikle biraz zaman alacaktı ve bu arada benim karada (kendi dileğimle) kalmama izin verildi; geminin gürültüsü, kiri ve kötü kokuları, özellikle de o iklimde dayanılmazdı.

“25 Ağustos 1867 sabahı saat on civarında, adanın güney ucuna doğru çıkmış, ağaçlardan arınmış küçük bir tepe üzerinde uzanmış, hemen karşımda sadece çalılık ve genç fidanlarla kaplı bir çeşit koruluk alana bakıyordum, yirmi derecelik bir açıyla bu ağaçların arasından ufukta uzanan gökyüzünü görebiliyordum. Birden, başımı yukarı doğru kaldırdığımda ilk anda güneşten çok daha yüksek, büyük, parlak yıldıza benzeyen bir şey gördüm. Sanki bir an için güneşi bile gizlemişti. Başka bir anda yaşadığım muazzam bir sarsıntı, geçici olarak beni tüm duyularımdan mahrum etmişti, sanırım kendime tekrar gelene kadar bir saatten fazla zaman geçmiş olmalıydı. Oturmaya çalıştığımda, aklım hâlâ biraz karışmış hâldeydim ve etrafıma baktığımda çok tuhaf bir kazanın meydana gelmiş olduğunun farkına vardım. Her yöne doğru geçilmez ormanlarla kaplı bir savaş alanında, konfederasyon ordularının düşmanın sahasına getirebileceği en büyük silahlarla birkaç saat boyunca onları bombaladığında, bir kereden fazla tanık olduğum yıkım gibi bir şeylerin olduğuna dair izler gördüm. Ağaçlar devrilmiş, parçalanmış, dalları her yöne dağılmış, taş parçaları, toprak ve mercan kayalıkları her tarafa fırlamıştı. Özellikle de hatırı sayılır boyutta bir metal parçasının iki ya da üç ağacın tepesini kesmiş, tüm bedenini ikiye ayırmış ve onların darmadağın bir hâlde yere devrilmiş olduklarını hatırlıyordum. Kısa süre sonra bu mucizevi bombardımanın kuzey-doğuya doğru ilerlediğini, o mevsimde ve o saatte bu yönün güneşin doğuş yönü olduğunu algıladım. Güneş giderek yükselmeye başladığında, yıkımın kanıtlarının her geçen dakika daha belirgin, daha korkunç bir hâle geldiğini söyleyebilirim. Darmadağın etrafa saçılmış ağaçlar, parçalanmış kökler, birbirlerine çarparak paramparça olmuş kayalar ve çok uzun mesafelere kadar fırlamış, hatta ve hatta bazıları sanki havaya atılarak, düşmenin etkisiyle toprağa ters dönerek gömülmüş, yosunlu alt yüzeyleri ortaya çıkmış mercan kayalıkları her yerdeydi. Tek kelimeyle, daha iki mil gitmeden adanın ancak bir depremin sebep olabileceği bir şokla sarsıldığını anladım, depremin şiddeti kesinlikle Orta Amerika’da gerçekleşen depremlerin şiddetine eşitti, ancak bu tür doğal sarsıntıların hiçbir karakteristik özelliğine sahip değildi. Tam bu sırada, genellikle küçük ancak görünüşte çok kalın ve büyük bir tabakadan yırtılmış bir veya iki olağanüstü boyut ve şekilde parlak, soluk sarı bir metalin parçalarına rastladım. Bir noktaya geldiğimde, bu pürüzlü parçaların ikisinin arasına gömülmüş, son derece sertleşmiş bir çimento parçası dikkatimi çekti. Sonunda darmadağın olmuş ağaçlık alandan çıkmış, gemi enkazının bulunduğu kayalıkların göründüğü noktaya gelmiştim; ancak kendimi toparlayıp dikkatlice o yöne baktığımda geminin tamamen yok olmuş olduğunu fark ettim. Deniz kenarına geldiğimde depremin yaşatmış olduğu şokla denizin oldukça yüksek oranda karaya doğru yükseldiğini gördüm; elli metre kadar iç kısma yükselmiş olan tuzlu suyun içinde yatan ölü balıklar vardı. Sonunda, giderek artan yıkımın işaretlerini takip ederek bu talihsiz olayın başlangıç noktasına ulaştım. Orada bulduğum şeyi kelimelerle tarif etmem mümkün değil. Sanki dünya bir anda yırtılarak açılmış ve devasa bir patlamanın yarıkları onun derinlerine kadar kök salmış gibiydi. Bazı yerlerde, birkaç metre derinlikte adanın yatağını oluşturan mercan kayalarının keskin uçlu parçaları, sanki gerçek yüzeyin çok daha altındaymış gibi görünüyordu. Diğer tarafta ise yüzeyin kendisi her türlü moloz ve enkaz parçalarıyla birkaç fit kadar yükselmişti. Krater diye nitelendirebileceğim şeyin -gerçek bir delik olmamasına rağmen yere düşen parçalarla dolu ve yırtılmış derin bir boşluk vardı- çevresi iki ya da üç fit genişliğindeydi ve bu alanda da genel olarak çimento parçalarına bağlı aynı metalik maddenin önemli kütlelerinden buldum. Bir süre şaşkınlık içerisinde bu garip sahnenin detaylarını incelemeye çalıştım ve sonrasında dikkatimi geminin ve mürettebatın izlerini aramaya yönelttim ve kısa süre sonra sığ mercan kayalıklarının önünde, eskiden geminin küpeştesi olduğunu fark ettiğim ve şimdi boş bir şekilde suyun üzerinde bir yelken direğinden kalanlarla birlikte yüzen parçasını gördüm. Şiddetli sarsıntının oluşturduğu şok darbesiyle açıkta sabitlenmiş olduğu derin sudan ayrılarak, sığ mercan kayalıkların bulunduğu, kıyıya çarparak hemen batmış olduğundan hiç şüphem yoktu. Etrafta gemi mürettebatına dair hiçbir iz görünmüyordu. Muhtemelen derin sulara düştükleri sırada bayılmış ya da sersemlemiş ve tüm hayvan kemiklerinin ve enkazın bulunduğu geldiğim bu noktaya ulaşamadan da köpek balıkları tarafından yutularak öldürülmüş olmalıydılar.”

 

Bu sırada Albay, masasının bir kısmını tamamen örtmüş olan gazeteyi çekip aldı ve bana her tarafından büyük darbeler almış, ciddi anlamda kirlenmiş olmasına rağmen çok az paslanmış ve görünüşe göre eskiden gümüş rengine sahip olan metal bir kasayı gösterdi. Sonra onu açtı ve ilk gördüğüm şey bu kasanın inanılmaz yoğunlukta bir kalınlığa ve sağlamlığa sahip olduğu oldu, bunca zaman boyunca lehte olan koşulları, onun tanımladığı şekliyle genel anlamda bu enkazın korunmasını sağlamıştı. Çok şiddetli ve sarsıcı bir darbe almış olduğuna kesinlikle hiç şüphe yoktu. Kasanın hemen yanında, darbeden ciddi anlamda etkilendiği belli olan, ancak daha az hasar görmüş, belli açılardan kayda değer kalınlıkta bir kitaba benzeyen ve kasanın metaline bağlı olan cismi fark ettim. Daha sonra bunun, ana bileşeninin alüminyum ya da ona basit kimyasal testlerle ayırt edilemeyecek kadar yakından benzeyen maddeden üretilmiş yarı metal bir alaşım olduğunu belirledim. Parçanın bir kenarından kopan küçük kısmı bir arkadaşıma gönderdim, yapmış olduğu incelemeler sonucunda bana bunun bir tür alüminyum bronz karışımı olduğundan şüphe duymadığını, ancak kimyacıların henüz kısıtlı oranda tanıdığı bu metali inceleyebilecekleri kadar ellerinde parça bulunmadığını söyledi; belki de silikon olabilir, dedi bana; çünkü bu alaşıma bilinen herhangi bir metalürjik bileşik tarafından kesinlikle bilinmeyen bir sertlik ve mukavemet veren bir şey vardı.

“Bu.” dedi arkadaşım, parçayı açarak. “Kraterin enkazı arasında bulup aldığım bir el yazmasıdır. Sana orada insan eti ve kemik parçaları olduğuna inandığım kalıntılar bulduğumu da söylemeliyim, ancak öylesine ezilmiş ve öylesine parçalanmışlardı ki bu konuda onların insan kalıntıları olduğu sonucuna tam anlamıyla varamadım. Bir sonraki düşüncem, ticaret gemilerinin seyir güzergâhının dışında olduğundan neredeyse emin olduğum bu adadan kaçmanın bir yolunu bulmaktı. Karaya çıkmamı sağlayan filika -gemiye ait iki filikadan küçük olanı- neyse ki adanın diğer tarafından kıyıya çekilmişti, böylece gemi enkazının sürüklendiği kısımdan uzak kalmış ve bu mesafe sayesinde zarar görmesine rağmen darbeden çok büyük hasar almamıştı. Onu tamir ettim, bir direk yaparak üzerine monte ettim ve açıkçası hiçbir zorluk yaşamadan gemi enkazından toplayabildiğim kumaş parçalarından ona bir yelken hazırladım. Adada kalarak yaşamımı sürdürebileceğimi, bu şartlar altında hayatta kalarak yaşamanın pek de görülmeye değer olmayacağını düşünerek, ölüm şansımın en az beşte bir olduğunu tahmin ettiğim bir yolculuğa çıkmaya kendimi tam anlamıyla hazır hissediyordum. Bir, iki hafta boyunca beni idare edebilecek kadar balık tuttum ve bulduğum küçük bir fıçının içine, tadı acı olmasına rağmen içilebilir tatlı su doldurdum. Bu şekilde güzelce istiflemiş olduğum filikamla, gizemli sarsıntının ardından yaklaşık iki hafta sonra yola çıktım. Yolculuğumun ikinci akşamı, beni yelken açmaya zorlayan bir fırtınaya yakalandım ve hangi yöne gideceğimi hiç bilmeden üç gün ve üç gece boyunca bu fırtınayla boğuşmak zorunda kaldım. Dördüncü sabah fırtına şiddetini yitirmiş, rüzgâr hafiflemişti ve öğle vaktine doğru mükemmel bir sakinlik çökmüştü. Bu noktada herhâlde, birçok batık denizcinin tropikal güneşin altında açık bir filikada tek başına yolculuk yapmasının ne kadar acı verici olduğunu tarif etmeme gerek yoktur. Fırtına bana fazlasıyla içme suyu sağlamıştı; böylece bu konuda acı çekmek zorunda kalan diğer zavallı gemicilerin aksine, ben susuzluk işkencesinden kurtulmuştum. Akşama doğru çıkan hafif rüzgârla ilerlemeye devam ettim ve ertesi sabah karşıma beni güvertelerine kabul edecek bir gemi çıktı. Ancak geminin mürettebatına ve hatta kaptanına başımdan geçen garip hikâyeyi anlattığımda, hiçbiri anlattıklarıma inanmadı. Neyse, bu noktadan sonra artık size daha fazlasını anlatmayacağım: Bu el yazmasını size veriyorum. Ayrıca çözebildiğim kadarıyla, şifrelerin anahtarını da vereceğim. Sanırım el yazması, Orta Çağ’dan kalma Latin dilinde yazılmış olmalı, bu konuda çok fazla bilgim olmadığından ancak tahmin yürütebiliyorum; fakat yine de şifresini çözebildiğim kısımlardan anladığım kadarıyla, Latince olmayan ve bilinen herhangi bir dile ait gibi görünmeyen kelimeler de var; tahminimce çoğu, yazının yazıldığı sırada dünyaca bilinmeyen bir takım teknik cihazları tanımlamak için kullanılmış olan yarı bilimsel terimler. Size sadece tek bir şartım olacak, ben hayatta olduğum sürece hikâyemi yayınlamayacaksınız; vermiş olduğum el yazmasını kimseye göstermeyeceksiniz, kimseye güvenip hikâyemi anlatmayacaksınız, sırrımı en sıkı şekilde saklayacaksınız ve şayet ben öldükten sonra onu açıklayacak olursanız da yazacaklarınızda kesinlikle benim kimliğime dair bir bilgi ya da bir ipucu vermeyeceksiniz.”

“Söz veriyorum.” dedim ona. “Ancak yine de size bir soru sormak istiyorum. Hissettiğiniz o olağanüstü sarsıntının ve tanık olduğunuz tahribatın sebebinin ne olabileceğini düşünüyorsunuz? Kısaca ifade etmem gerekirse bana emanet ettiğiniz bu el yazmasının oluşumunun doğası ve kökeni nedir?”

“Neden bana sorma gereği duydunuz?” diye cevap verdi. “Size anlattıklarımdan kendi adınıza bir çıkarımda bulanacak kadar yeteneklisiniz ve size yardımcı olabileceğini düşündüğüm her şeyi söyledim. Geri kalanını size el yazması anlatacaktır.”

“Ama…” dedim. “Gerçek bir görgü tanığı genellikle hatırlayamadığı, aslında kendisi tarafından ve bireysel olarak kaydedilmesi çok küçük olan birtakım küçük gerçekleri, bir yabancı tarafından yapılan tam bir çapraz sorgulama esnasında anlık olarak anımsayabilir ve o gerçekleri ortaya çıkarabilir. Bu yüzden de el yazmasını açmadan önce kökeni olduğuna inandığınız şeyin ne olduğunu duymak isterim.”