Читайте только на Литрес

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Anar'ın Dünyası», sayfa 4

Yazı tipi:

“…Günel’in boynuma sarılması için bu sözler yeterliydi. O anlarda, o da iç dünyasında benim hayalimde gördüklerimi görüyor, duyduklarımı duyduğunu açıkça hissettim. Sonraları da ben bu on yaşındaki kızın hassaslığına şaşırıp kalıyordum. Ben zaman zaman susuyorum, dalgın oluyorum, kendi kabuğuma çekiliyorum. Hiçbir zaman bana mani olmuyor. Düşüncelerimden ayrılmaz. Ama o günler dalgınlaşmış gibi geçmişin sahnelerini aklımda görür gibi, Günel neyi hissederse benim iç dünyamı görüyor, yanıma gelip beni kucaklayıp okşuyordu

– Baba –diyordu. Annenle babanı mı düşünüyorsun, ha?

– Evet, kızım onlar geldi aklıma, senin dedenle ninen”.

Yıllar sonra Anar’ın ailesine yazdığı “Noktalar” denemesinde Günel, o zamanlara “Sizsiz” in yazıldığı zamana gider.

“Bu durumda babamın yazarlığında, kanaatimce, tesir kuvvetine göre en güçlü eserlerden biri olan “Sizsiz” eserinin yazıldığı günleri hatırlıyorum. Daktilonun arkasında sigara dumanı arasında geceyi sabaha yaklaştıran, kalbini acıtan, parçalayan duyguları kâğıda geçirmeyi çabalayan yazar, evlatlık borcunu yerine getirmeden yaşayamayan rahat nefes alamayan evlat.”

Ne kadar etkileyici değil mi? Babasının içtiği sigaraları saymış, nine ve dedesinin kaybına, anne ve babasının kederlenmesine kadar her şeyi düşünen küçük kızcağız… Babasının gögsüne sokulmaktan, keyfini yerine getirmek için bir şekilde komiklik etmekten başka bir şey gelmeyen çocuk. Anar annesinin ölümünden sonra onun fotoğrafına bakıp şöyle der: …ve bu aralar ben onun hakkında annem gibi değil, kızım gibi düşünüyordum. Bence, Günel’in de tasası, kaygısı, kırılganlığı daha çok anne duygusuydu, sadece evlat değil.

…Sonra bu duygular, acılar Günel’in yaratıcılığında da görülecek. Hatta “Sizsiz” de tasvir edilen Şuşa, Buzovna, bahçe, komşular, o çevre onun hikâyelerinde “Altıncı” povestinde edebi bir şekilde kaleme alınacak ama bu konuda başka denememde bahsettiğim için burada genişçe açıklamayacağım. Ancak şunu da dile getirmek gerekiyor ki bütün bunlar on yaşındaki kızının veya ölümün eşiğindeki anne ve babanın duygularına etkili kılan Anar’ın yazma tarzıdır; orijinal görüşleri ve bunları nasıl ifade ettiğidir. Mesela, çevrenin güçlüklerini hatta korkulu yanlarını yazar, bazı büyük olaylarla gösterirken aynı zamanda ufak da olsa “Bizi bir yerlerde görmeseler iyi olur” düşüncesi ile ifade eder. Yazar bu meseleleri öne çıkarmakla da kahramanlarının-Resul Rıza ve Nigar Hanım’ın- hayatlarını tam, kapsamlı şekilde yazmış olur. Resul Rıza’nın ansiklopedinin baş editörü olarak çalışırken yaşadığı zorluklar veya “Renkler” in haksız, maksatlı eleştirilere maruz kalması, Nigar Hanım’ın ailesi ve kökeni sebebiyle her an tehlikeyle yüz yüze kalması, açıkça bütün bunların hepsi, yalnızca onların hayatlarının değil ölümlerinin de hastalıklarının da parçasısır. Hastalıklara götüren yolu kısaltan sebeplerdir ve dönemin esaslarına göre hakkın yerini bulması Resul Rıza’nın Sosyalist Emek Kahramanı, Nigar Refibeyli’nin fahri halk şairi unvanlarını almalarının sadece ömürlerinin sonunda olması da zamanın acımasızlığının göstergesidir. “Bizi bir yerde görmeseler iyi olur” yazarlarının münasebetlerinin birden bire değişmesi de hepsinin:

“Azerbaycan halkı kendi şairlerini çok sever.”-dedim. “Özellikle o zamanlardaki hükümet de onları sever.”

“Sizsiz” den aldığım bu küçük bölümde Anar’ın üzüntüsü, acısı hissedilir. Daha sonraları eleştirmen Besti Alibeyli’ye verdiği röportajda yazar düşüncesini şöyle ifade eder:

“O düşünceyi biraz duygulara kapılarak yazdım. Çünkü o zaman ansiklopedi ile ilgilenen Resul Rıza’yla hükümetin arası iyi değildi. Beni de “Qobustan”sebebiyle sıkıyorlardı. Sanki etrafımızda bir boşluk oluşmuştu. Hatta dost bildiğim insanlar da sokakta rastladığımda çabucak konuşup gitmeye çalışıyorlardı. Babam da büyük bir yalnızlık içindeydi. Sonra Haydar Aliyev sağ olsun, ona Sosyalist Emek Kahramanı unvanını verdi, eleştiriler bitti, her yerden tebrikler geldi, övgüler işitildi. O zaman bende bu olaya üzüldüğümden “şairi hükümet severse halk da sever”-dedim.

Bütün bunları okuduğumda insanın aklına şairlerin, yazarların, yaratıcı insanların hele ailesine Allah özel, ayrı bir kader yazmış ve ne kadar acıklı seslenirse bunu sanat adına yapar. O şiirlerin, hikâyelerin yazılması için, “Sizsiz” in yazılması için… Çünkü orada öyle sahneler var ki gerçekte de yaşanmış, öyle olduğu gibi, öyle süssüz-püssüz sanattır.

“Moskova’da Kursk bölgesinde Bakü treninin karşısına geldiğimde birkaç dakika sonra beni neyin beklediğini bilmiyordum. Hasta babamı mı karşılayacağım yoksa, Allah göstermesin, onun cenazesini mi?”

İşte bu çocukça sahne herhangi bir filmin en etkili kısmı gibidir. Ya da Nigar Hanım ile Resul Rıza’nın son görüşmesi. Birbirlerine “Çok iyiyim.”diyerek destek vermeleri… Resul Rıza’nın ömründeki diğer “son”lar; Enver’le son sohbeti, Buzovna bahçesine son gidişi, Nigar’a yazdığı son mektup, son şiiri, son bakışı, yüzündeki son ifade… Ve son! Ve şimdi oğul Anar kalemi bayrağı alıp biraz çocukça konuşur:

“Hiç bir şekilde aklım almıyordu, yarım saat ya da bundan bir asır önce bizimle bak şurada, bu oda, bu masanın arkasında oturan, konuşan, yeni kitabının sayfalarını çeviren, Nigar’ı soran, eldivenini giyen, ayakkabısının bağını bağlayan adam, benim için dünyadaki-insanların en önemlisi, babaların en iyisi benim babam, artık yoktur, sonsuza kadar yoktur, bir daha hiçbir zaman da olmayacak.”

Buradaki “babaların en iyisi benim babam” sözlerinde çocukça, kırılgan, isyankâr bir çocuk belirir. Sanırım, herkes kendi babası hakkında düşündüğünde, konuştuğunda çocuklaşır ve yazar bu duyguları samimi bir şekilde ifade eder. Resul Rıza’nın ölümüyle başlar o uğursuz yüz gün. Yüz günlük tereddüt, yüz günlük beklenti, ölüm nöbetinin, Nigar Hanım’ın ölümünün beklentisi. Anar ve kız kardeşleri babalarına yas tutarak hasta annelerinin derdine derman bulmayı düşünürler, Moskova’dan hekimler çağırırlar. Ama kaderin buyruğudur Hekimler gelip sadece vaktinin az kaldığını söylerler ve Fidan Hanım ve Terane Hanım’ın söylediği “kendini çarmıha germe” bundan sonra başlar. Nigar Hanım’a Resul Rıza’nın iyi olduğuna inandırmak için çok çaba harcarlar. Bazen ‘Selam’ını, bazen gönderdiği gülleri bazen de yeni şiirlerini getirirler ona. Hem de bunları yürekleri kan ağlayarak, içinde baba acısını taşıyarak yaparlar.

…Yazımın öncesinde yazarın kendisi hakkında çok konuştuğunu, kendini kahramana dönüştürmediğini vurgulamıştım. O bunu açıkça da belirtir:

“Ama o zaman kitap kendim hakkında kitap olurdu. Benim duygularım, düşüncelerim, iç dünyam hakkında… Ben ise şimdi kendim hakkında yazmıyorum, onlar hakkında yazıyorum.”

Bununla beraber, eser boyunca bir anda Anar’ın kendi duygularından, duyduğu heyecandan söz etmesi, çocuk heyecanını dile getirmesi çok etkilidir ve bunların her birinde ayrıca edebi eser konusu, yükü var.

“Belli ki o gece, Mart’ın 24’ünden 25’ine geçen gece, Ağdam misafirhanesinin azıcık sıvası dökülmüş, rutubetli odasında geçirdiğim o gece, hayatımın en korkunç gecesiydi. Hatta babamı kaybettiğim günün,1 Nisan gecesinden ve annemi kaybetiğim 10 Temmuz gecesinden de korkunçtu. Ben onları bu gece, sadece bu gece, hem de ikisini birden yitirdim.”

Bu düşünceler bir insanın hastalık, ölüm, kader karşısındaki güçsüzlüğüne, zamanın acımasızlığına teslim olması hakkındadır. Açıkçası, o gece, misafirhanede yalnız kalıp herşeyi düşünüp derinliğine dek anladığı gece Anar, kaderin kaçınılmaz fermanıyla barışmıştır. Bunun için de kayıplar, iki büyük ölüm karanlık, o gece başlar.

Nigar Hanım ömrünün sonuna kadar eşinin ölümünden habersizdi. Bunu ondan gizlediler. Onsuz da dermansız hasta olan kadının acılarını artırmamak için. Bu davranışın sebebini de yazar kendine has samimiyetle açıklar, terddütlerini de gizlemez:

“Gerçeği söyleseydik, sadece bu bir ay annem için korkunç acılar içinde geçerdi, belki, o kalan kısa ömrü de yarıya inerdi. Onsuz da az kalmış günlerinin sayısı bir hayli azalmıştı. Biz doğru olanı yapmıştık. İnsaflı bir karar vermiştik. Ama… Fakat herhâlde… Herhâlde… Herhâlde…”

Yazarın ifade ettiği şekilde söylersek “yalnız ömürlerimizi değil ölümlerimizi böyle düzenleyenler” muhitinde, cemiyetinde birçok şey bulanıktı ve bu “ölümden sonraki” kesifliği yazar, hem babasının hem de annesinin defin merasimlerinin tasvirinde belirtir. Ama bütün bu durumlar insanı acıtan, derin bir keder duygusundan ayıramaz, uzaklaştıramaz. Nigar Hanım’ın ölümüyle boşluk tamamlanır.

“Yüz günün içinde ikinci defadır tabutun ağırlığını omuzlarımda hissediyordum. Cenazeyi Hakani Sokağı’ndan götürüyorduk. Bu sokak ömrümün bin bir hatırası ile ilgilidir.”

Daha sonra bu sahneler Anar’ın “Bakümün Sokakları” şiirine yansır:

Babamın tabutunu, annemin tabutunu

Omuzumda taşıdığım

Sokakların matemi…

…Nigar Hanım’ı ömür boyu tehdit eden tehlike, soyu, ailesi sebebiyle karşılaşabileceği mahrumiyet, sürgün, ceza ölümünden sonra “icra edilir”…

Yazar, Nigar Hanım’ın ömrünü, ölümünü, son menzile varmasını kısa ama çok etkili bir şekilde ifade eder:

“İnsanlık, kadınlık, annelik borcunu sonuna kadar yerine getirdi…

…Ve şimdi ölümünden sonra, kocasının ölümünden sonra ve kendi ölümünden sonra, hayat yolunun sonuna kadar gelip, borcunu sonuna kadar ödeyip yine ailesinin yanına döndü. O insanlar ki kırk yıl önce onlardan ayrılıp başka bir hayata gitmişti. Yine dönmüştü aziz, kardeş Refibeylilerin içine, ince bir muhabbetle sevdiği insanların arasına, yanında annesi, ninesi, dayısı, dayıoğulları.”

…Onu hayat arkadaşının yanında gömmeye izin vermiyorlar. Yalnızca bu olayı düşününce Sovyet devrinin bazı acımasız amansız kanunları anlaşılır. Ama yazarın da belirttiği gibi o yeniden Refibeylilerin içine döner.

Nigar Hanım’ın Resul Rıza’nın yanında gömülmesi için çok çalışan, izin verilmediği için kendini zayıf hisseden evlat, okuyucusuyla bu garip tesellisini paylaşır . Daha doğrusu bu yazar tesellisidir.

Fidan yavaşça bana:

-Ne güzel yer burası,-dedi, bilmiyorum bunu kasten mi söyledi, hassasiyetle benim acılarımı hissederek annemin babamın yanında çok fazla bastıramadığım ıstırabımı hissettiğinden mi söyledi, doğrusu bu sade, sessiz köşe annemin tabiatına uygundu. Ona yakışan şairane bir menzil miydi? Bilmem fakat böyle bir anımda Fidan’ın bana söylediği bu sözler için ona çok minnettarım.”

Burada konu dışına çıkıp Fidan Hanım ile Anar arasındaki ruh kardeşliğinden de söz etmek isterim. Elbette, abla kardeş duyguları, sevgisi açıktır ama o yukarıda belirtilen bölümde ya da Anar’ın Fidan Hanım’ın anısına hasrettiği “Yine O Zaman Olaydı” denemesinde, onlar arasındaki açıklanamaz, belki de gözle görüımeyen bir ruh ortaklığı hissedilir. Ve buradaki sebep yalnızca kan akrabalığı ya da ortak aile terbiyesi değildir. Bence asıl sebep Fidan Hanım’ın kardeşini dışardan gözlemleyebilmesi ve bazen de sade bir okuyucu olarak hissetmesidir. Bugünlerde tesadüf sonucunda okuduğum birkaç cümlelik denemede bu his, duygular açıkça görünüyor. Fidan Hanım’ın yazdığı ve “Yorgun Gemi” isimli küçük deneme:

Bacısı Fidan hanımla


Bacısı Terane hanımla


“Yorgun Gemi” Türkiye’de çıkarılan bir müzik albümünün adıdır. Bu ad bana çok anlamlı ve çok etkileyici göründü. Limanlarda sessizce dinlenmiş, birilerini getirmiş, götürmüş, bütün dünyayı gezip dolaşmış, çeşit çeşit sahillere yanaşmış, açık denizlerde rüzgârlarla, tufanlarla boğuşmuş fırtınalara göğüs germiş, yenilmemiş, nice nice darbelere hedef olmuş, kayalara çarpmış, savrulmuş yine de galip çıkmış, selametle dönmüş ama yaşlanmış, ezilmiş, eskimiş, yorulmuş muhteşem gemi…”

“Yorgun gemi… Bana birini hatırlatır… O da muhteşem, güçlü, yenilmez, başarılara sahip olmuş, en zor işlerin üstesinden gelmiş, omuzlarında birilerinin yükünü, kaygısını taşımış, bazılarına yardım etmiş, bazılarını kurtarmış, dikkatli, bilgili ama o kadar da acılar, ağrılar çeken, kaybettiklerinin acısını avutamayan, haksız zorbalıklara, eleştirilere maruz kalan sevgili kardeşim, biriciğim, bu adaletsiz dünyada sığınağım, ışığım, ocağım, babam, keşke sana yardım edebilseydim. Düşmanlarını yok edebilseydim…

Her şeye katlanan, kendisinden başka herkesi düşünen, güzel yüreklim, yorgun gemim.”

* * *

Âdet olduğu üzre şairlerin, yazarların ölümü resmi haberlerde duyurulur. Azerbaycan edebiyatında dabir kayıp yaşanmıştır. Bütün bu resmiliği bir kenara bırakarak söylersek Resul Rıza’nın ve Nigar Refibeyli’nin ölümü, kısa zaman aralıklarıyla vefat etmeleri, hakikaten edebiyatımızın ağır kayıplarıdır. Ama şunu da itiraf edelim ki, onların yaşamları, ölümleri hakkında yazılmış “Sizsiz” edebiyatımızın kazancıdır. Anar’ın kaleminden çıkan kazancı…

Sonbahar, daha kış değil…



Rakamların insan ruhuna etkisi gariptir. Bazen çok büyük rakamlar insanı korkutur, telaşlandırır, bazen de rahatlatır, sevindirir. Ama bazen de inanmak istemezsin rakamlara. Hayat sayacına bakarsın, hayretten gözlerin büyür…Belki, seni karabasan basar?! Bu yıllar ne hızlı geçti…

İşte bugünlerde o müzik mektebinin önünden geçerken hatırlamıştın örgülü güzel kızı, sınıf arkadaşını! İşte ne kadar geçmiş üstünden? Hiçbir şey!

Sanki dün gibiydi… İri saatini koluna takıp ilk defa okula gitmenin, annenin eteğinden tutup, “Gitme, sen de otur yanımda” demenin… O kızı da ilk defa orada görmüştün. 1945 yılının sonbaharında! Dünyanın savaştan kurtulmasından topu topu birkaç gün geçmişti. Kazanan ülkenin şanslı çocuğuydun! Radyo dalgalarından duyduğun debdebeli sözler şimdiki gibi aklındadır…O zaman sinema da siyah-beyazdı ya… İşte şimdi de o yılları hatırladıkça her şey film şeridi gibi geçer gözünün önünden: Önce sıraya oturmuştu o uzun örgülü kız, güzel kız! Çalışkandı! Yoksa onu nereden hatırlayacaktın ?! Ya işte çalışkanlar levhasındaki fotoğrafı da sen çalmıştın… Kaç yıl geçmiş bak! Hiç inananasın gelmiyor bu rakamlara…Yani bu kadar zamanda hiç etkisini kaybetmedi mi gönüldaşın?! Konservatuarın basamakları, telefon edip astığın telefon ahizesinin rengi,’’evet’’ cevabı alır almaz koşup gitmen, annenin isteme hazırlıkları, hepsi capcanlı hatırında… Valla, sanki dün gibiydi !

Zaman gerçek sevgileri büyütür, derinleştirir, zenginleştirir. Muhabbet de büyür, şüphesiz… Yıllar geçtikçe sevginin bazı yönleri zayıflar, yerine yenileri yetişir. Çılgınlık kaybolur, belki, daha çocuk gibi düşüp kalkmaz, sık sık küsüp barışmaz, yaramazlık yapmaz, kıskanmazsın… Ama sevdiğinle kendi aranızda, daha yeni derin, daha olgun bağlar oluşur. Hayat yoldaşı, sevgili, dost, arkadaş, hepsi bir kişide birleşir!

Ve bir de hatıralar! İşte sayacı da yılların sayacını da yalancı çıkaran hatıralar olur, bence… Çünkü daha çocukluktan sevdiğin, aile kurduğun, yıllarca bir çatının altında yaşadığın kişi seninle beraber büyür, bütün o hatıraları da beraber yaratırsınız, kısacası, sen yaşamaya karışır, zamanın farkında olmazsın hiç. Ve bir gün takvime bakınca irkilirsin!

Anar’ın hayat arkadaşı Zemfira Hanım’a hasrettiği şiir de işte bu hislerle yazılmıştır. Şairliğini “bir oradan bir buradan tutan yolunu kaybeder”diye nitelendiren yazarın bu duygularını şiir yoluyla ifade etmesi şaşırtmaz. Elbette, bu konuda hikâye de roman da yazılabilirdi. Ama öyle duygular var ki onlar saf şiirdir. Bence bu şiirin asıl önemi mektup tesirinde olmasıdır! Anar sanki bir şiir yazmıyor, sadece hanımıyla dertleşiyor. Kırk yılda yaşananlardan, duygularından, sevincinden, kaderinden, hatıralarından, geleceğe dönük arzularından… Sakin, patırtısız, heyecansız, iddiasızca anlatıyor, sonunda şiir ortaya çıkıyor!

Gerçek şahsiyetlerden, tarihte olmuş olaylardan bahseden eserler, büyük ilgiyle karşılanır. Bu şiirin de asıl özelliği kahramanların herkes tarafından tanınmış olması, meşhurluğudur.

Yazar Anar ve hanımı, müzik alimi, profesör, Azerbaycan Millî İlimler Akademisi’nin önemli kişisi Zemfira Seferova… Her ikisi de tanınmış, yetenekli, fevkalade simalardır! Ve aslında, böyle meşhur insanların hem de yarım asır birlikte olması, ailelerinin dayanıklılığı insanı güzel manada şaşırtır. Çevreden, cemiyetten uzak, bütün dedikoduların, yalanların, iftiraların dışında tutup, aileni koruyup, muhafaza etmeye, karşılıklı hürmet, muhabbet beslemeye ne var ki! En zoru da şuydu: Hem insanların, halkın içindesin hem de herkesten uzak, herkesten koruduğun bir kaleciğin var… Ve sen Nazım Hikmet’in dediği gibi, sabah vakti işine, akşam evine sevinerek gitmek için çok şeye hazırsın! Belki de, bunların hepsini rakamlar belirler, şiirin de tam kırk yıl sonra yazılmasının esas şarttır, belki, bütün bu koruma tecrübeleri yıllarla ortaya çıkar… Ancak herhâlde, şimdi, bu zamanda, “karakterimiz uyuşmadı” bahaneleriyle dağılan bir yıllık ailelerin zemininde şiir çok mucizevi, ama samimidir de.

Eserin yazarın kaleminden çıkması da ilginç bir durumdur… Hazin, yumuşak bir hikâye de var bu şiirde… Hem de hareket var, heyecanın zik zak biçiminde artıp azalması da açıkça görülür. Yazar, sevdiği hanımla beraber dünyaya bahşettiği namuslu, liyakatli, alnı açık çocuklarından söz ettiğinde ne kadar sakin, yumuşak sözlerle konuşuyorsa “1945 yılının sonbaharında seni ilk gördüğüm gün nasılsan, öylesin. Söyle bunun sırrını, nasıl böyle kaldın sen ?’’dediğinde de o kadar sıcak, heyecanla ifade ediyor hislerini…

Zemfire Hanım “Sonrası Yaşanılır” adlı hatıra kitabında şöyle yazar: Bu eserde, benim Anar hakkında, bizim ilişkimiz hakkında şunu söyleyeyim demem, hiçbir şey yazmamam demektir. Kalemimin bunun için çok zayıf olmasından korkarım. Bunu Anar’ın kendisi yazmalıdır, fakat kuşkusuz o da kendisini yazamaz…’’

…Aslında, her bir yazar bu veya şu şekilde kendini, kendi hislerini yazar… Parçalar hâlinde, küçük veya büyük detaylarla hayatını kağıda yansıtır! Ama her hâlde, şüphesiz, en zoru otobiyogrofik eser yazmaktır. Bilhassa yaşadığı hayat rengârenk, duyguları sıradan değilse… Ne yazarsan, solgun, basit görülür! Allah’ın yardımıyla bütün yaşananları yazmak için ikinci bir hayat istemek de geçer gönlünden… Fakat, ömür bir defa verilir herkese, ama sen bunu bilsen de, her gün bir bahaneyle o eseri sonraya saklarsın. İşte burada, yazarın eşine “Daha yazmadığım en güzel eserimsin” (tam olarak yazmadığım!) sözlerinden hafif bir huzursuzluk hissediliyor. Ve belki de, bu şiir bu sözü edilen eserin ana cümlesi olabilir.

…Fakat hâlâ şiir bitmiş mi? Zemfire Hanım “SONRASI YAŞANILACAK!” demiş.


Anar: En güzel eserimsin!!!
Zemfira’ma
 
Zaman ne çabuk geçti,
Şaşıp kaldım kendi kendime.
Tam kırk yıl bundan önce
Olmuş düğünümüz bizim.
Bu kırk yıl nasıl geçti?
Sanki kırk yıl değil,
Kırk gün, kırk gece geçti.
Yıllar yıllara eklendi,
Sevgi, bekleyiş, keder,
Sevinç, rahatlık, kayıplar
Birbirine karıştı.
Peki bu koca dünyada
Neler geçip gidendi,
Neler her vakit kalandı?
Para servet biriktirmedik,
Makamlar kazanmadık,
Hayatımız boyunca.
Ülkeleri, diyarları
Gezdik, gördük doyunca.
Hasetle karşılaştık,
Haksızlıklarla rastlaştık,
Ne beynimiz pas tuttu,
Ne kalbimiz taşlaştı,
Neredeyse, kırk yıl sonra
(Keşke böyle olaydı)
Dünyayla vedalaşıp,
Ömür serhaddini aşıp,
Çekildiğimizde gaibe biz
Öteki dünyada da
Birlikte atacak kalbimiz.
Burada bizden ne kalır?
Namuslu, liyakatli,
Alnı açık çocuklar,
Şirin, tatlı torunlar,
Ak sayfalar üstünde
Çektiğimiz azaplar-
Yazdığımız kitaplar,
Bir de hatıralarda
Yaşayacak aşkımız-
Sıcak, pak, temiz…
1945 yılının sonbaharında
Seni ilk gördüğüm gün
Nasılsan, öylesin,
Söyle bunun sırrını,
Nasıl kaldın böyle sen?
Daha akşam olmamış
Bu kararan kaş değil.
Bahar geçip, yaz bitse de
Sonbahar, daha kış değil.
Kış gelirse gelsin, bırak
Kış günü değil miydi
Hediyesiz, kimsesiz,
Bizim unutulmaz düğün?
Yılın dört mevsiminde de,
Baharımsın, yazımsın,
Benim alın yazımsın,
Hâlâ daha yazmadığım
En güzel eserimsin,
Yazacağım yazımsın.
Yakında veya uzakta
Seni her zaman anar
Eski mektep arkadaşın,
Hayat arkadaşın.
 
Anar

İlk Hikâyeler



Anar nesrinin özelliklerini anlamak için ilk hikâyelerine dönüp bakmak, araştırmak gerekir. Yazarın 2003 yılında basılmış ‘Seçilmiş Eserleri’nin ilk cildinde o zamana kadar basılmamış birkaç hikâyesi de bulunmaktadır. Anar’ın ilk basılmış hikâyeleri ‘Bayram Hasretinde’ ve ‘Geçen Yılın Son Gecesi’dir, 1960 yılında ‘Azerbaycan’ dergisinde yayımlanmıştır. Lakin yazar sonradan diğer yeniyetmelik hikâyelerini de kendisinin yazdığı küçük bir ön sözle 1.ciltte okuyucularına takdim etmiştir. Bunlar ‘İki Deniz’, ‘Hikâye’, ‘Gönlümüzün Gecesi’, ‘Sabah Uyanık Olacağız’ hikâyeleridir. Bu eserlerin kahramanlarını ayrı ayrı tahlil ettiğimizde onların benzer ve farklı yönleri hakkında düşündüğümüzde yazarın daha ilk kalem tecrübelerinden başlayarak yolunu nasıl kesinlikle belirlediği, ayırdığı açıkça görülür.

Anar’ın asıl incelediği obje insandı. Ve o, daha ilk hikâyelerinden başlayarak insana mahsus en mühtelif yönleri, çizgileri kaleme almıştır. Yazarın sonraki yıllarda yazdığı eserlerinde daha açık, daha fazla görünen birçok farklılığın ve ferdi üslubunun temeli, işte bu ilk hikâyelerde atılmıştır. Bu konuda öncelikle Anar nesrinde sık sık karşılaştığımız sembollerden, daha doğrusu, belirgin büyük isteklerin ustalıkla kodlanmasından bahsetmek gerekir. On dört yaşındayken Şuşa’da yazdığı ‘İki Deniz` hikâyesinde yazar, belli doğal felaket neticesinde büyük denizden ayrılmış küçük denizle ilgili konuşur. Büyük denizin serbestliği, özgürlüğü ile küçük denizin sınırlar, esaret altında olmasını karışılaştırır:

“Orada deniz yularsız at gibiydi. Burada dalgalar otlaktan dönen koyunlar gibi yavaş yavaş, yorgun yorgun, tembel tembel geliyorlardı.”

Hayatının belli kısmını Sovyet rejiminde yaşamış ve rejimin her yüzünü görmüş yazarın bu devre övgüler dizen ya da tebliğ eden eserlerine, genellikle rastlanmaz. Ve bence Anar’ın devri, yasaklara isyanı bu ‘İki Deniz’ hikâyesinden başlar. Bu hikâyede daha bir düşündürücü kısım, Sovyet dönemi çocuklarının, gençlerinin daha erken yaşlarından yasaları iyi bilmeleridir. Şüphesiz ki, yazar isyankâr fikirlerini Ezop tarzında yazmaya mecbur olan ebeveynlerini de görüyordu. Bu sebeple bölünmüş, özgürlüğü elinden alınmış, vatanının kaderini, acısını bu tür sembollerle kaleme alması da tabidir. ‘İki Deniz’ hikâyesinde tasvir edilen deniz, aslında Azerbaycan’dır… Nasıl olmuşsa “depremler”, “tabii felaketler” neticesinde küçük deniz büyük denizden ayrılmıştır. Ama müellifin sonunda biraz da çocuk romantizmi ile “mutlaka birleşeceklerdir” demesini umutlu ve beklediğimiz netice olarak görmeliyiz. Yazarın daha çocukluktan itibaren kullandığı bu üslup, büyük hadiseleri detaylarla, sembollerle vermek mahareti ‘Askılıkta Çalışan Kadının Sohbeti` hikâyesinde daha öne çikmış bir şekilde kendini gösterir.

Yusuf Samedoğlu Anar’ın ‘İnsanın insanı` kitabına yazdığı ön sözde şöyle belirtir: ‘Askılıkta Çalışan Kadının Sohbeti` Anar’ın ilk basılmış eserlerindendir. Kanaatimce bu küçük yazı duygusal yanı ve yalnız Anar’a has olan ilgi çekici üslup hususiyetleri ile son yıllarda Azerbaycan nesrinde yazılmış en güzel hikâyelerden biridir. İşte bu hikâye sonradan yazılacak ve çoğumuzun yazılmış nesir hakkında düşüncelerini güzel anlamda alt üst edecek birçok güzel povest ve hikâyenin ortaya çıkması için zemin olmuştur. Bazen bir cümle ile karakter yaratmak, küçücük bir paragrafla güçlü, duygulu etki yaratmak, geleneksel yazı manevrasının tek tipliliğini cesaretle bozarak yeni güçlü benzetmelere metaforlara, üslup ve kompozisyon unsurlarına geniş yer vermek tecrübesi bu zeminden başlamış, yazarın sonraki yıllarda yazdığı eserlerde daha da sağlamlaşmıştır.

Yusuf Samedoğlu’nun yıllar önce yazdığı bu fikirleri doğru kabul etmemek olmaz. Hakikaten, Anar’ın bir cümle değil, hatta bazen ifade ile karakter yaratması, ilk bakışta basit bir ayrıntıyla insan duygularını tam olarak ifade edebilmesi onun kendine mahsus, tabii becerisidir. Sözünü ettiğim ‘Askılıkta Çalışan Kadının Sohbeti` hikâyesinde yazar basit bir sahneyle, paltoların hangisinin nereye asılmasından bahseden gardıropçu kadının sözleriyle insan ilişkilerini tasvir eder:

“Ya, bir de atkıları vardı, beyaz yün atkılar olur ya, erkek atkıları. Ya, bak ondan da bir tane vardı. Onu adamın paltosunun cebini düzeltirdim. Ama soğuk olunca o atkı kadın mantosunun üstünde gelirdi.”

Yukarıda aldığım parçada yazar sade bir detayla, atkıdan faydalanarak kaygılı insan karakterini gösterir, hava soğuk olunca yün atkıyı sevdiği kadının boynuna dolayan kişiyi tasvir eder, aslında. Ama bunu da kendine mahsus ve biraz da gizli, dolaylı yolla yapar. Yani asıl durumu anlamak, hissetmek okuyucuya kalır. İşte bu hikâyenin sonunda da eski mantoyu pahâlı bordo bir mantoyla değiştiren ‘kadın mantosu` sembollerden biridir. Burada da maddiyatçı bir kadın karakteri bu şekilde orijinal yolla ifade edilmiştir.

Genellikle, derin arzuların, ağrıların gizlenmesi, tek başına değil bazen ‘ayna` yansımasıyla, bazen de bazı paralel olaylar, durumlar vasıtasıyla verilmesi Anar’ın ilk hikâyelerinde de açık açık görülür.

Rus eleştirmen Lev Aninski ‘Dairenin Genişleşmesi`adlı makalesinde şöyle belirtir: Anar kendi sanat yoldaşları arasında ince analitiktir. Onun yazısında sık sık grafik çizilmesi, denilebilir ki, renkli süslemelere gerek görülmese de, ifadelerin bir şekilde ima edilmesi güçlüdür. Düşüncenin ihtiyatla seçilmesi ve doğruluğu ve edepli bir yaklaşım onun eşi benzeri olmayan bir usta olduğunu gösterir. Onun acısının üstü örtülüdür. Kalbinin derinliklerine sokulmuş, gizlenmiş ve parlak zekâ tarafından çoğu tamamen örtülmüş olsa da, bu sebeple daha güçlü beklenmedik ve ve dehşetli sarsıntı uyandırır.

Bu konuda Rus eleştirmen Aninski’nin yazdığı gibi, bu ‘üstü örtülü acı…` yazarın ‘Sabah Uyanık Olacağız’ hikâyesinde de görülür. Eserin kahramanı Zeynal dostu Aydın’la içki sofrasında oturup sohbet eder. Her ikisi de içer, konuşur. Aslında, yazar bu içki meclisinin kendisiyle, arada bir çadıra girip kahramanları azarlayan Rühsara hala tiplemesiyle, bir derde, acıya dikkati çeker. Okuyucusunu bir gerçeğe hazırlar. Ama kahramanların diyaloglarında çeşitli, amaçlarına uygun olmayan konuların ortaya atılması, bir çeşit problemden kaçınma, derdi kendinden uzaklaştırma için vasıta gibi düşünülebilir. Fakat birden hikâyenin kahramanı ‘Kamile’deyip durunca, ‘Kamile’yi istiyorum’ dediğinde ve Kamile’nin annesine telefon edince, her şey ortaya çıkar.

“Niye deli olayım, Melek hala, Kamile’yi istiyorum, Kamile, diye ben hasretle bağırıyorum -N’apayım, peki n’apayım? Bedbaht kadın aralıksız bir iniltiyle:

-Kamile’yi koruyamadın, zavallı -diye ağlar-kara topraklara verdin.’’

Bütün hikâye boyunca üstü örtülen, gizlenen dert –Zeynal’in nişanlısı Kamile’nin gençken vefat etmesi- eserin bu bölümünde anlatılır. Ve çaresizliği “Ne yapayım, peki ne yapayım ?” sorusu ile ifade eden yazar çıkış yolunu göstermiyor, daha doğrusu, kahramanın bulduğu biricik teselli imkânını vurguluyor -içmeyi ve unutmaya çalışmayı… Ama yazarın son derece gerçekçiliği yine de işine yarar. Zeynal’ın “Ama sabah ayılmış olacağım.”demesi, aslında yine de semboldür, kaçınılmazlığın sembolü, içkinin yahud başka olayların getirdiği rahatlığın, unutkanlığın geçici olduğuna işarettir. Zeynal sabah ayılacak ve bütün hikâye boyunca olduğu gibi çeşitli konularda konuşarak kendini aldatamayacak, Kamile’nin yokluğunu ayık bir şekilde, dinç bir beyinle anlayacak. Onun derdini avutmak için zaman yardım edebilir. Belki de, hayır, öyle dertler var ki, onların karşısında zaman da acizdir.

Yaşar Karayev “Ak limanda başlayan yol” makalesinde şöyle yazar: …Zaman tiplemesi, Anar’ın bütün eserlerinde gizli “metin altı” veya belirgin bir kahramandır. Ünvan, yol, telefon, sürat, mevsimler, bunlar yalnızca zahiri detaylardır. Bu eserlerin ruhu, vaziyeti, metin altı, “zaman felsefesi” ile anlaşılır.

Merhum araştırmacının düşüncelerini okuduğumuzda “Taksi ve Zaman’’hikâyesi akla gelir. Eleştirmen düşüncesini vurgulamak için bu hikâyeye başvurur. Genellikle, Anar’ın kahramanlarının hislerinde, giden zaman için keder, geçen, yahud geçmekte olan zaman için üzüntü, sıklıkla kendini gösterir. “Taksi ve Zaman’’ hikâyesinin kahramanı da bir zamanlar sevdiği, ama sevgisini dile getirmeye, itiraf etmeye cesareti olmadığından bıraktığı, taksiye bindirip yolcu ettiği kadının hasretiyle yaşar. Aslında, bu açıkça bir insanı düşünmek, onu arzulamaktır, yoksa sadece deli bir aşkla hayatındaki boşluğu doldurmak, kimsesizliğe dur demek arzusudur, diye belirtmek zordur.

Türk eleştirmen Firudin Andaç makalelerinden birinde “Anar bir detayla geçmişle geleceği birleştirebilen bir yazardır.’’ yazar. Bana göre ’’Taksi ve Zaman’’hikâyesinde detay taksidir. İlk gençlik yıllarında sevgilisini alıp götürmüş taksi, kahramanın hayatında yeniden, daha ileri yaşlarında, çözümleyici bir bölümde mühim detaya döner.Yazar yine imayla zamanın dertleri soğuttuğuna, avuttuğuna öncelikle dikkati çeker.

“Birkaç saniye sonra araba köşeyi dönüp gözden kayboldu. Kederliydim. Nedense, annem aklıma geldi, kardeşim ölünce bana öyle gelirdi ki annem de dertten ölecek. O deli gibi olmuştu. O günden beri on yıl geçiyor. Şimdi annem gülüyor, konuşuyor…”

Anar nesrinin bir başka özelliği kahramanların problemleminin de, yaşantılarının da çok yönlü tasvir edilmesidir. Yukarıda aldığım parçada kahraman zamanın “tedavi ediciliğine” dikkat çekse de, “unutacağım, unutacağım” dese de, yazar “Sen söylediğini söyle” felsefesini de göz ardı etmiyor. Yıllar sonra benzer olayın tekrarlanması, bu defa kahramanın kendinden kat kat genç bir kıza âşık olması ve yine taksi… Ama bu defa öncekinden farklı olarak yasaklar, maniler daha fazladır: Çevre, yaş farkı, Nergiz’in başkasıyla nişanlı olması vs. Yazar yıllar sonra yeniden âşık olmuş insanın tezatlarını, korkularını, içindeki tereddütleri, bütün ayrıntıları ile tasvir eder. Her şeyden habersiz, başkasını seven Nergiz’i kendine âşık etmek isteyen çılgın adam, dostunun kızını korumaya, değişik konuşmaların ortaya çıkmaması için taşkın hareketler yapmamaya çalışan akıllı insan… Hikâyenin kahramanının içinde işte bu iki adamın mücadelesi sürer:

“Oraya gitmek. Yalnızca Nergiz’le birlikte gitmek ve bütün yeteneğimi, bütün hevesimi, bütün tecrübemi, bende ne varsa, bende ne kalmışsa, bende ne sönmemişse, her şeyi atmak, onlarla, o parlak, hazırcevap gençlerle göğüs göğüse gelmek, Nergiz’i onlardan almak, onlardan koparmak.”

Bu cümlelerde sadece o çılgın, isyankâr âşığın hisleri, istekleri, ifade edilmiştir. Bence, bu hikâyenin temel özelliği de budur: Hislerin doğru ifade edilmesi, çıkmazda olan insanın hâllerinin doğru tasviri. Geçip giden zamana, yaş farkı sebebiyle ayıplayan çevreye, genellikle, kadere, talihe isyan, eser boyunca muhtelif sahnelerde verilir. Kahramanın bir şekilde sevdiğini daha fazla görebilmek için taksi sürücüsüne yalan söylemesi, kendini Nergiz’in nişanlısı gibi tanıtması, ama sonra gençlerin topluluğunda yabancılığını idrak etmesi insan yalnızlığının, kimsesizliğinin farklı şekillerde tasviridir. Genellikle, kimsesizlik, yalnızlık mevzusu Anar’ın ilk hikâyelerinden beri bütün eserlerinde dikkati çeker. Ve bazen yazar bu yalnızlığı dünyanın faniliği ya da talihsizliğin acımasızlığı olarak değil, hayatın kanunu gibi gösterir. Mesela, “Geçen Yılın Son Gecesi” hikâyesinde hayatın yazılmamış kanunları sebebiyle yeni yıl akşamı yalnız kalan Hamide hala… Hikâyede Hamide hala da, ailesi, çocukları da Azerbaycanlı karakterlerdir. Bence, hikâyenin bu kadar başarılı olmasının temelinde televizyon filmi ve sanat filmi olarak çekilmesi; bugüne kadar sevilmesinin bir sebebi de eserin millîliği ve aynı zamanda sıradan hayat hadisesinin orijinal, sade bir şekilde kaleme alınmasıdır. Ama beni bu eserde etkileyen belirttiğim gibi yalnızlığın sadece bu tarafının-hayatın yazılmamış kanunları, tabii kurallarından ileri gelen tarafının-ifade edilmesi, verilmesidir. Yani Hamide hala yeni yıl gecesi yalnız kalır, televizyonla sohbet eder, teypten kocasının sesini dinler, onun için evlatları kötü, annelerine karşı ilgisiz değildirler. Çünkü bu hayatın kanunudur, böyle olmalıdır. Yazar bu derin felsefeyi sıradan bir işçinin, Hamide halanın eşi Gazanfer’in, ağzından söyletir. Evde yalnız kalan Hamide hala bir zamanlar teybe kaydettikleri konuşmayı dinler:

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

₺35,55

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
01 ağustos 2023
Hacim:
27 s. 46 illüstrasyon
ISBN:
978-625-6494-54-1
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 4, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 1, 1 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre