Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «İsfahan'a Doğru», sayfa 2

Yazı tipi:

Akşamın altısı… Buranın hâkimi tarafından verilen üç yeni muhafız süvarim geldi; güzel çiçekli pamuk esvapları ve ellerinde pek eski zamanın tüfekleri var. Azimetimizden beri ilk defa kervanım gündüz ve güneşin son kırmızı şuaları henüz meydanda iken toplanıyor ve rahatça yöreden çıkıyoruz. Orada yüksek hurma ağaçları altında, berrak dereler kenarında hemen hepsi güzel birçok kadınlar çocuklarıyla beraber oturmuş akşam garipliğinde vakit geçiriyorlar.

Derhâl kum ve taş beyabanları başlıyor. Nihayet bu gece varacağımız uzun Şeddi İran göz görebildiğine, ufkumuzun nihayetine doğru uzanıyor; sanki onu mübalağalı renklerle istedikleri gibi boyamışlar… Portakal sarısı ile yeşilimtırak sarı birbirine garip çizgilerle ve güneşin korkunç ve imkânsız dereceye varan esmer kırmızı renklerde karışıyor, uzaklarda bu renkler hale olarak parlak menekşeye, piskopos libası rengine dönüyor. İran’ın bu muazzam siperi dün geceki gibi kükürt ve fırın kokuyor. Hayata zararlı maddeler ve zehirli tuzlarla dolu olduğu tesirini veriyor.

Zehirli şeylerin renklerini alıyor ve korku verecek şekiller arz ediyor. Bir de arkada korkunç bir zeminden ayrılıyor. Çünkü göğün yarısı siyah, bir tufan veya felaket siyahı… Gene sahte boralardan biri ki bu diyarda her şeyi mahvetmek ister gibi görünür, fakat bir damla su akıtmaksızın, bilinmez nasıl olur, kaybolur. Hakikat, bizim iklimleri asla terk etmemiş biri, evvelce hazırlanmadan buraya getirilse, böyle azametli ve şiddetli manzaralar karşısında ne olduğu bilinmeyen bir şeyin helecan ve ızdırabından, artık yer yüzünde olmadığı hissinden veyahut dünyanın sonu geldiği dehşet ve korkusundan kendini kurtaramaz..

İki günden beri içinde yürüdüğümüz eğri büğrü çöl şimdi tepemizden bakan bu dağların eteğine kadar bir yokuş takip ediyor. Bulunduğumuz noktadan çölün beyaz renkte yayılması bize nazaran zaten yukarıdan aşağıya doğrudur. Korkunç gök üzerinde soluk rengiyle çöl sonsuz uzanıyor ve uzaktaki iki üç vaha onun üzerinde çok yeşil, Çin sulu boya resimlerindeki gibiçiğ yeşil renkli lekeler bırakıyor. Ne kadar harap olursa olsun veda edeceğimiz bu çöl önümüzde dikilen ve kara bulutlar altında kendilerine nüfuz edilmesini istemez gibi tehdit karışık ve hafi esrarı havi duran bu kayalara nispetle bize daha kolay ve daha garip bir şekilde iyi görünüyor!

Kan rengindeki güneş kursunun ovaların ufku arkasında kaybolduğu saatte birdenbire önümüzde, Şeddi İran’ın iki, üç yüz metre yüksekliğinde amudî duvarları arasında bir büyük yarık açılıyor.

Oraya giriyoruz. Ansızın üzerimize eğilmiş kayalardan bir akşam karanlığı düşüyor, sanki birdenbire bir örtüye sarılmış gibiyiz. Sessizlik ve çınlama kükürt kokusu ile beraber artıyor. Ve önce görülmeyen yıldızlar, fırtına bulutlarının henüz erişmediği yüksek aydınlığından sanki hep birden yanmış ve bir kuyunun dibinden görülüyormuş gibi derhâl zuhur ediyor.

Gece oluncaya kadar bir saat müddet bin zahmetle, bu dehşetler memleketinde ve taşlar kasırgasında ilerliyoruz, daima aynı yarığı ve dağın derin kanatlarında dolaşık ve nihayetsiz bir geçit gibi açılmakta devam eden aynı uçurumu takip ediyoruz. Hendekler ve yığıntılar var; dik yokuşlar, sonra birdenbire uçurumlu ve dönerek inişler… Bütün bunların ortasında asırlardan beri kervanlar geçerek belirsiz yollar kazmış ki hayvanlarımız karanlığa rağmen izini kaybetmiyorlar. Ara sıra isimler çağrılıyor ve Daliki süvarileri ve biz de dâhil olarak mevcutlar sayılıyor. Sıralar sıkıştırılıyor ve nefes almak için duruluyor.

Etrafın karanlığı içinde yer altından suların gürültüsü, sellerin gürlemesi ve şelalelerin düştüğü işitiliyor.

Her taraftan sıcak taş yığınları ile çevresi kuşatılmış bu boğazlarda bir hamam, bir fırın havası var, kükürt madenlerinin kokusunu teneffüs ederek bazen boğulanlar oluyor. Daha tehlikeli geçitler var ki orada granit safhalarından masa biçiminde yarı gömülü taşlar sıralanmış ve aralarında kalan dar ve derin çukurlara bir katırın ayağı kazara girecek olursa, tuzağa tutulmuş gibi kalıyor. İşte bunların üstünden karanlıkta geçmek lazım. Ağır bir dere boyunca beyazımsı toprak üzerinde yürümek için bir saat istirahat… Uğursuz dere ki ne ağaç biliyor, ne saz ne ne çiçek… O ancak, gizli ve lanetli gibi sürünüyor, o kadar derin ki güneş asla oraya inmiyor. O bu saatte yüksek siyah tepelerin baş aşağı görünen hayalleri arasında dar bir gök parçası ve birkaç yıldız aksediyor.

Ve şimdi işte önümüzde geçit kapanıyor, işte vadi üç dört yüz metre yüksekliğinde amudî bir duvarla bize tamamıyla kapanmış…

Haydi bakalım, muhakkak yolumuzu şaşırmışız. Geldiğimiz gibi dönmekten başka çare yok. Benim kervanbaşım şüphesiz deli olmuş ki oraya tırmanmak istiyor ve atını ancak keçilerin çıkabileceği bir nevi merdivene sürüyor ve bunun yol olduğunu iddia ediyor!

Burada benim üç süvari muhafızım kemali nezaketle selamlayarak benden izin aldılar. Daha uzağa gidemezlermiş, çünkü onların yerlerinin hududu burada bitiyormuş. Dünküler gibi bunların da beni bırakacaklarından şüphe ediyordum. Tehdit veya vaat hiç fayda etmiyor. Onlar bizi bırakarak dönüyorlar.

Vakıa hatır ve hayale gelmeyen bu merdiven bizim yolumuz imiş: buna inanmak lazım. Çünkü herkes böyle söylüyor. Tepeye ve o yaklaşması imkânsız ve esrarengiz Şiraz’a yalnız bu yol varmış, daha üç gece mütemadi yürüyüşten sonra nihayet tepelerin serin ve sıhhi havası içinde belki dinlenebileceğiz. İşte Basra Körfezi’nden İsfahan’a giden büyük cadde!

Seyahatler ve yollar hakkında biz Avrupalıların fikrinde bulunan aklıselim sahibi bir adama bir kaç at ve katırdan mürekkep bu küçük kafilenin böyle muazzam bir dağın dik duvarına asılmak ve tırmanmak teşebbüsünde bulunduğu gösterilecek olsa Sabbat için Brocken’e doğru yapılan hayali bir hücuma şahit olduğunu zannedecektir.

Kemikleri kıran bu çıkış ve tırmanış iki meşakkatli saatten ziyade sürdü. Yalnız eyerde tutunabilmek için mütemadiyen jimnastik yapmak lazım ve bir de sevki tabii ve ihtiyat cihetleri fevkalade olan hayvanlarımız devamlı ayakta; ön ayaklarıyla karanlıkta araştırıyorlar, başlarından yukarı yokluyorlar. Sanki pençeleri varmış gibi asılmak için bir çıkıntı arıyorlar ve sonra bir yele hareketiyle kendilerini çekiyorlar. Ve böylece her dakika, bizi kazılan uçurumun üstünde daha ziyade yükseltiyor. Takip ettiğimiz dar yollar pek kısa dolambaçlı ve sert dönüşlü, olduklarından birimiz doğrudan doğruya ötekilerin üstünde ve hepimiz yalçın duvara yaslanmış bulunuyoruz. Şayet öndekilerden biri kurtulup da uçuruma düşecek olsa ötekilerini de beraber sürükleyecek ve bu suretle birçoğu birlikte düşecekler.

Ayaklarımızın altından kopan ve aşağıdaki boşluk ne kadar ziyade derin ise o nispette uzun çığlar ve şelaleler şeklinde inen bütün bu çakıllar; taşları yırtan, kayan ve tekrar tutunan bütün bu demirli kunduralar umumi sükûnetler arasında büyük gürültü yapıyorlar. Eğer bu memlekette pusuya yatmış haydutlar varsa bizi çok uzaktan işitmiş olacaklar. Hayatı bana emniyet edilmiş olan Fransız hizmetkârımı hiç olmazsa önümde gördükçe atıyla beraber arkamda, aşağıdaki vadilere yuvarlanmadığından emin olmak için öne geçirdim. Bazen bir yük katırı sallanıyor ve düşüyor, o vakit adamlarımız büyük telaşla kaçışın diye haykırıyorlar: Eğer bayırda yuvarlanırken arkasındakileri de beraber götürürse o vakit çiğ bizden ve katırlarımızdan ve bütün hayvanlarımızdan teşekkül edecek.

Bu yollar asırlarca müddet gece kervanları tarafından kazılmıştır ve izlerinden ayrılmak caiz değildir; bunlar o kadar dar ki iki taraftan sizi sıkıştıran ve dizlerinizi bereleyen kayalar arasında mahsur kalınmış gibidir. Bu müthiş merdivenin en ufak bir kenarı bile yoktur. O vakit bakmamak daha iyidir. Çünkü karanlık uçurumlar hemen ayaklarımızın dibinde açılıyorlar. Bu uçurumların dibi şimdi o kadar uzaktır ki tam boşIuk denebilir. Biz çıktıkça manzaralar yıldızların değişken ziyalarıyla şekillerini kaybediyorlar, değişiyorlar. Kenarları çökmüş geniş sırıklar, büsbütün eğilmiş ve geceleyin her an düşmek tehlikesi gösteren kayalar var. Zaman zaman ağır ve yakıcı havayı bir leş kokusu dolduruyor ve yerde bir ceset yolu kapıyor, evvelki kervanın atı veya katırı ki beli kırıldığından orada kalmış ve kokmuştur. Ya onu atlayıp geçmeli veya tehlikeli bir dolaşma yapmalı.

İki saat eziyet çektikten sonra nihayet şark tarafında gökte bir aydınlık başladı, Allah’a şükür, ay doğacak ve bizi bu zulmetlerden kurtaracak.

Ve birdenbire kendimizi yukarıda bularak kurtuluşumuzu ve ansızın serbest ve emin bir toprak üzerinde kavuşulan büyük sükûneti nasıl anlatmalı! Baş döndürücü uçurumlara düşmek tehlikesinden kurtulmak ve aynı zamanda kayalık vadilerin bunaltıcı havasından çıkarak nefis bir serinlikte daha saf bir hava teneffüs etmek! Ovadayız, bin iki yüz metre irtifada bir ova ve aşağıdaki çöl yerine şimdi çiçek açmış kırlar, buğday tarlaları ve iyi kokan otlar var. Yükselen ay bize her yerde haşhaş ve papatya çiçekleri gösteriyor. Geniş yollarla yumuşak toprak ve çimenler üzerinde bir sürü ateş böcekleriyle rahatça gidiliyor. Sanki yakmayan kıvılcımlar arasından geçiliyor.

Biz burada birinci katta, İran’ın birinci taraçasındayız. Ve ne vakit ileride göğe karşı göğüs veren ikinci Cibal dağlarını aşarsak nihayet Asya’nın yüksek yaylalarına varmış olacağız. Zaten o korkunç merdivenin inilmeyeceğini düşünmek bile bir tesellidir. Çünkü avdetimiz şimalin daha işlek yollarından Tahran ve Bahri Hazer yoluyla olacaktır.

Bizim önümüzde küçük büyük katır çıngırakları sesleri var: Aksi istikamete giden başka bir kervan ile karşılaşacağız. Konuşmak ve ayın güzel ziyası altında tanışmak için duruyoruz; ve gelen bu yeni kervanbaşı benimkini kendi ismiyle çağırıyor ve sevinçle “Abbasi!” diye haykırıyor.

O vakit iki adam kucaklaşıyor ve çok zaman öyle kalıyorlar: Bunlar ikiz kardeşlermiş ki hayatlarını yollarda kervan sürmekle geçirirlermiş ve çok zamandan beri birbirine tesadüf etmemişler.

Bu kadar yorgunluktan sonra şimdiki düzenli hâl ve tam emniyet bizi dayanılmayacak surette uykuya sevk ediyor, hakikaten atlarımızın üzerinde uyuyoruz…

Sabahın ikisi, kervanbaşım bu gece konak yeri olan Konor Takte’ye geldiğimizi haber verdi.

Bir hurma ormanı içinde sağlam bir köy; bizim önümüzde açılan kervansaray kapıları, biz içeri girdikten sonra kapanıyor: Bütün bunlar gayrimuayyen surette ve rüyada gibi görünüyor… Ve sonra hiçbir şey; kendini kaybediş ve istirahat…

Perşembe, 20 Nisan

Konor-Takte kervansarayının beyaz kireç badanalı odasında uyandım. Bir ocak bizim ezelî sıcaklar memleketinden çıkıp kışı olan iklimlere girdiğimizi bildiriyor. Tavanda birçok küçük pembe kertenkeleler uyuyor gibi hareketsiz duruyor. Diğerleri zararsız ve emin bir hâlde yorganlarımızın üzerinde dolaşıyor. Dışarıda kırlangıçların bizim memleketlerde yavru yaptıkları mevsimde olduğu gibi neşe ile haykırdıkları işitiliyor. Pencerelerden bahçelerimizin ufak ağaçları, zakkumlar, çiçek açmış narlar ve yetişmiş buğdaylar ve bizdeki gibi tarlalar görülüyor. Ne boğucu ağırlıklardan ne de sıtmanın pis havası ve fena sineklerden eser var; o uğursuz körfezden kurtulunduğu duyulur, bizde kırda ilkbaharın güzel sabahlarında olduğu gibi teneffüs ediliyor.

Gündüzün bir kısmını uyku ile geçirdikten sonra akşamın beşinde hareket ediyoruz. Bu çoban yaylasını geçmek için bir saat kadar lazım oldu. Orada hasat olmuş buğdaylar sararmış, kadın erkek ellerinde gelincik çiçekleri, aslanağızları gibi bin metre yükseklikte birdenbire tesadüf olunan bütün Fransa çiçekleri arasında ot kesiyorlar. Bu cennet levhasına zemin olarak Şeddi İran’ın ikinci katı düşey vaziyette dikili duruyor. Bir nevi yüksek ve karanlık duvar, bir siper ki bu gece zapt için ona doğru ilerliyoruz.

Kırmızı ve sarı renkli kayalar arasında bir cehennem kapısına benzeyen dar bir yarıktan bu yeni şeddin kalınlığı içine daldığımız vakit güneş batmaya başlamıştı. Birdenbire etrafımızda düşman bir âlem, korkunç bir muhit bulduk ki orada hiçbir ağaç yok. Fakat her yanda etrafı keskin, açık sarı veya esmer kırmızı renkte büyük taşlar yükseliyor. Bir dere, bu dehşet mıntakasından kaynayarak geçiyor. Bulanık ve tuzlu suyu madenî yeşil lekeleri içeriyor… Sanki bir bakır eriğiyle sabun köpüğü akıyor. Burada madenî âlemin esrarına nüfuz etmiş olmak ve uzvî bayatı hazırlayan ve ona öncelik arz eden gizli teşkilatı elde etmek arzusu duyuluyor.

Güneşin batmış olacağı bir saatte bu zehirli dere boyunca yürüdüğümüz sırada işte berbat bir köy, daha doğrusu bir kaya ve kara kulübeler yığını… Etrafında ne bir ot, ne bir yeşil yosun görülüyor. Oradan çıkan kadınlar bizi seyretmek için alaycı ve saldırgan bir tavırla başlarında saçlarını saklayan koyu renkli bir örtü ile ilerliyorlar. Bunların hepsi çok güzel ve gözleri çok boyalı…

Vahanın güzel orakçı kadınlarından daha esmer ve daha başka bir tipte, ilk tesadüf ettiğimiz bu göçebeler İran’ın cenubunda yüksek yaylalar üzerinde binlerce yıldır yaşarlar. Bunlar hükûmete muti değillerdir ve hırsızlıkla geçinirler. Civardaki köyleri ve bazen sağlam şehirleri silahla kuşatarak onları fidyeye bağlarlar.

Sürülerin dönme zamanı… Bunlar her taraftan ağıllarına doğru koşuyorlar. Şüphesiz meralar bulunan daha yüksek yerlerden iniyorlar. Büyük kayaların çeşitli yarıklarından takım takım öküz ve keçilerin baş aşağı kara dereler gibi aktıklarını görüyoruz. Göçebelerin bu hayvanları fakir kulübelerinin damları ve kadınlarının esvabı gibi umumiyetle siyahtır. Onlarla beraber gelen çobanlar da iri, yabani ve mağrur adamlardır. Değnekten başka omuzlarında bir tüfek, kuşaklarında kılıç ve bıçak taşıyorlar. Gurup vakti bu çirkin dere boyunca pek dar ve pek eğri bir vadide bütün bu adamlara ve hayvanlara tesadüf ediyoruz. Bu karşılaşma bizim kervanı bir an karıştırıyor ve yük katırlarından birine bir öküz boynuzuyla çarparak yüküyle beraber onu yere seriyor.

Gece, dünkünden daha müthiş daha tehlikeli bir karışıklık içinde kalıyoruz. Çünkü bu öyle bir karışıklık ki çözülüyor, bozuluyor, her yerde yeni yığınlar, taze yarıklar var. Bazen dün yerinden kopup da düşerken ilişmiş gibi görülen koca kayalar başımızın üzerinde eğilmiş duruyorlar. O vakit kervanbaşı, bir laf söylemeden, parmağının ucunu kaldırarak işaret ediyor ve bu tehlikeler altında zaruri bir sükûnet muhafaza ederek daha yavaşça geçiyoruz.

Derelerin, şelalelerin mecrasını takip ederek yükseliyoruz. Bunlar zaman ile kendilerine bir yatak kazmışlar yahut kervanların bıraktıkları ufak izlerden istifade etmişler; her vakit geçtikçe artan karanlık içinde hayvanlarımızın gürültülü ayakları altında su çırpıntılarını işitiyoruz ve kurbağaların sert haykırışları yer yer aksediyor. Yan yana gitmekte bir fayda olmuyor. Dev gibi kayalar arasında birbirimizi devamlı kaybediyoruz.

Gök yıldızlarla dolu… Fakat hususiyle Zühre hayrete mucip surette parlıyor ve bizi biraz aydınlatıyor. Gece yarısında çok yükseğe çıktık, eğilen ve cam gibi kayan belirsiz yol nişanelerinde uçurumların üstünde, kenarında ve hizasında yürüyoruz.

Nihayet işte bir dağın eteğine geldik ki evvelki gibi dik, aynı basamaklı ufak ve korkunç döner merdivenler, beygirlerimiz bütün ayağa kalkarak keçiler gibi tırmanıyorlar, gene bir saatten ziyade bu baş döndürücü tırmanmaya başlamak lazım, ölmüş katırların bu duvar boyunca dizilmiş leşlerinden çıkan iğrenç koku içinde bu hücum inanılmayacak bir şey…

Dünkü gibi kendimizi birdenbire tepede bulup sevindik. Birdenbire topraklı ve çimenli bir ovaya kavuşmak sevinci, evvelki konak yerinden altı yüz metre kadar daha yükseğe çıkmışız. Hareketimizden beri ilk defa hakiki bir serinlik duyduk. Lezzetle dinleniyoruz.

Lakin bu akşamki ova önümüzde görünen dağların üçüncü katının eteğinde uzun bir taraçadan başka bir şey değil. Bir nevi balkon ki ancak yarım fersah derinliği var denilebilir; arzı bazı hadiselerden husule gelmiş eski yarıklar hesapsız asırlar devamınca çürümüş, bitkiler ve kıraç topraklar ile dolarak havaî bir cennet olmuş, dünyanın artan kısımlarından ayrı ufak bir Arcadi yaylası… Haşhaş tarlalarından geçiyoruz ki çiçekleri beyaz ipekten büyük kâselere benziyor. Sonra buğday tarlaları geliyor. Aşağıdakileri daha henüz yetişmemiş. Gündüz ne güzel bir yeşillik olacaktır.

Rahatça bir saat yürüdükten sonra ağaçlar arasında ışıklar görünüyor ve uzakta bekçi köpekler havlamaya başlıyor: Burası Konorice’dir. Geceyi geçireceğimiz köy… Biraz sonra etrafını gölgelendiren güzel hurma ağaçları, ufak cami, bütün beyaz taraçaları fark ediliyor ki yıldızların ziyası bunları mavimsi yapıyor. Köyde bir gece eğlentisi olmalı. Çünkü darbuka ve zurna sesleri ve ara sıra kadınların sevinç haykırışları işitiliyor. Cezayir’deki Arap kadınlarının sesi gibi sert ve keskin…

Gece yarısı birdenbire yüksek hurma ağaçları altında bastığımız bu pek ücra, eski ve saf musikileriyle dolmuş küçük köyü Şark’ın ve mazinin nasıl bir sihir ve letafet ile çevirmiş olduğunu tarif edemem. Lakin benim uşağım ki mecazdan anlamaz ve kelimeleri yalnız hakiki manalarında kullanır bir gemicidir, korkarak kendi meftuniyetini bana şu sade tabirlerle ifade ediyor: “Bu köyde bir hâl var… Sihirli bir hâl!”

Cuma, 21 Nisan

Doğan güneşin parlak ziyalarına karşı kırlangıçların, serçelerin ve çayır kuşlarının çılgın konseri var. Gök ve uzaklar tamamen berrak, köyde ve tarlalarda cennet gibi bir sükûnet… Burada bin beş yüz veya bin sekiz yüz metre yüksekliğinde, o kadar saf bir hava içindeyiz ki insan hayata ve gençliğe tekrar kavuştuğunu hissediyor ve böyle bir havada uyanmak ve çıkmak bir zevktir.

Katırcılarımızın hayvanlarımızla beraber yattıkları kerpiçten hücrelerin üstünde bulunan yegâne bir odada -tabii toprak duvarlar arasında- uyuduk. Kervansarayın bir çayır gibi otla kapanmış çatısı bu sabah bize bir gezinti mahalli oluyor. Yanımızdaki taraçada da otlar aynı suretle bitmiş ve orada insanlar sabah namazı kılıyorlar. Belleri sıkı uzun libasları ve havalanan cepkenleri ve taç gibi külahlarıyla mütevazı kıyafetlerinde eski kralların eşkâli var. Kalın duvarlı ve kemerli kapılı eski evlerin öte tarafında mahdut ve sakin ovanın develeri, uzun yeşil buğday ekinleri ve arada beyaz mermer lekeleri bırakan bazı haşhaş tarlaları ve her vakit İran’ın bu Cibal dağları ki biz çıktıkça göğe yükseliyor gibi görünüyor ve her defasında önümüze yeni bir tabaka arz ediyor.

Bütün gece yürüyerek Şiraz’dan inen veya bizim gibi Buşir limanından çıkan kervanlar geliyorlar; muhtelif cihetten katırların çıngırak sesleri kuşların şarkılarına karışıyor. Çobanlar dağa doğru karakeçi sürülerini götürüyorlar. Köyün yollarında ince yapılı ve bıyıklı süvariler çakmak taşıyla ateş alan uzun eski tüfekleriyle dörtnala koşuyorlar. Burada hayat eski zamanlardaki gibidir. Evvela yakıcı çöllerin, sonra iki üç kat uçurumların ve vahşi dağların muhafaza ettiği bu küçük ve tenhalıklar ortasında kaybolmuş köy mesut bir hareketsizlik muhafaza etmiştir.

Oh! Bunun rahatı! Hele yakında terk ettiğimiz Hindistan, büyük sanat işleriyle kutsallarına tecavüz ve nesi varsa yağma edilmiş zavallı Hindistan ile aralarındaki tezat! Birinde mutlak istirahat ve sükûnet, ötekinde fabrikalar ve demir işlerinin uğursuz sirayeti yüzünden şehirlerin halkı hâki rengi esvap ve mantarlı kasket giyen o hırçın Garp efendilerinin kırbaç darbesi altında koşuyor ve eziliyorlar.

Akşamın saat beşine mahsus güzel bir aydınlıkta bu sihir ve letafet memleketini terk ediyoruz ve arkadaki dağlığa doğru ilerliyoruz. Sanki her taraftan kapalı olan sakin ve şairane yaylayı geçiyoruz.

Bizi daha yüksek bir kata çıkaracak olan boğazların içine girdiğimiz anda güneş artık bizim için batmıştır. Lakin etraftaki tepeler, pek güzel bir pembe renktedirler. Ve orada bu geçidi muhafaza etmek için duvarları mazgallı eski bir kale vardır ki kulelerinin üstünde uzun Acem esvaplı nöbetçiler de Haçlılar zamanına ait bir levhayı andırıyor. Bu seferki yürüyüş evvelki gecelerden daha az korkunçtur; ağaçlar, otlar ve çiçeklerle bezenmiş duvarlar arasında yolumuz yokuş çıkıyor, fakat ne dik ne ne tehlikeli…

Ve çok zahmet çekmeden işte geniş bir yaylaya varıyoruz ki bütün ot kokularıyla doludur. Orada teneffüs edilen ve bizde güzel mayıs akşamlarının serinliğine benzeyen o hafif serinliğe henüz tesadüf etmemiş idik. Azimetimizden beri daima yükselen bu yol ile sanki şimale doğru dev adımlarla ilerliyoruz. Bu yüksek ovada, konak yerine varmadan evvel, dört saat kadar yürüyeceğiz ve geçen akşamlarda dövüştüğümüz kayalıklardan sonra şimdi kolay yollardan pembe çiçekli yonca ve yulaflar içinde yürümek hayretimize mucip oluyor. Mamafih gece olunca pek büyük bir tenhalık içinde bulunduğumuz hissi yavaş yavaş bizi kaplıyor; Avrupa kırlarında böyle fersahlar imtidadınca boş saha ve o kadar sükûnet asla yoktur. Ve birdenbire hatırlıyoruz ki bulunduğumuz yer emin değildir.

Akşam saat dokuz… Bir sevki tabii ile altıpatlarlarımızı muayene ettik: Yolun kenarında otların içinde oturup bekleyen tüfeklerle silahlanmış beş kişi hemen ayağa kalkıyor ve bizi kuşatıyorlar. Bunlar, seyahat eden eşhası muhafaza için Kazerun köyünden gönderilmiş namuslu bekçiler olduklarını söylüyorlar. Bize anlattıklarına göre, birkaç zamandan beri her gece kervanları soyuyorlarmış, hatta dün gece tam burada altı katırcı soymuşlar. İster istemez iki üç fersah bizimle geleceklermiş.

Bu bana biraz garip göründü. Bir de yıldızlar onların çehrelerini görmek için kâfi derecede aydınlık yapmıyorlardı. Mamafih onlar daha ziyade namuslu adamlara benziyorlar; birlikte yürümek tekliflerini kabul ettik. Onlar yayan, biz hayvanlarımızın üzerinde adım adım yürüyecektik. Burada nezaket icabı olarak aynı sigarayı ikişer kişi içtik ve konuştuk.

Bir buçuk saat sonra aynı suretle silahlı ve pusuda yatmış diğer beş kişi otların içinden çıkıp bize geliyorlar. Demek bunlar hakikaten bekçi imişler. Birinciler her biri ücret olarak ikişer kıran1 aldıktan sonra bizi yeni gelenlere emanet ettiler ve sonra büyük selamlarla çekildiler.

Vakit vakit, sert akan bir dere, takip ettiğimiz yolu daima yeşil otlar içinde bir yandan öte yana geçiyor, o vakit duruyoruz; hayvanların yüklerini indiriyoruz ve onlara su içiriyoruz. Gökte milyarlarca yıldız var ve hava ateş böcekleriyle dolu. Bunlar kıvılcımlara o kadar benziyorlar ki birden her taraftan çıktıklarını görünce hafif ateş çıtırdısı işitilmediğine şaşılıyor.

Gece yarısına doğru büyük çiçekleri bize temas eden beyaz haşhaşlar ortasında sıra ile yürürken uzakta bazı ışıklar görüyoruz. Sonra duvar çevrilmiş gayet büyük bahçeler; nihayet Kazerun’a geliyoruz. Ve ilk kavak ağaçlarını selamlıyoruz ki onların yüksek dalları gece gökte pek tanıdık surette sallanıyor ve bize nihayet orta mıntakalara vardığımızı bildiriyor.

Burada kervansaraylara bahçe diyorlar ve ezelî güzel havalı bu cennet gibi havalide seyyahlara istirahat mahalli olarak hakikaten bu bahçeleri arz ediyorlar.

Kemerli bir büyük kapı bizi geceyi geçireceğimiz duvarla muhat bahçeye sevk ediyor; burası düz yollar ve bütün çiçek açmış portakal ağaçlarıyla hemen bir ormandır. İlk safta şurada burada ikisi bir araya toplanmış ve halılar üzerine oturmuş kervan yolcuları yaktıkları dalların ateşi üzerinde çaylarını pişiriyorlar ve iç taraftaki yollar karanlıkta kayboluyor. Bununla beraber hane sahibi, Avrupalıların yerliler gibi açık havada portakal ağaçları altında uyuyamayacaklarını takdir ederek kurma karyolalarımızı girişteki büyük kemerli kapının üstünde ufak bir odaya çıkartıyor ve orada uyku hemen bizi kendimizden geçiriyor.

Cumartesi, 22 Nisan

Ufak odam bütün kervansaraylarınki gibi bomboş ve tarif olunamayacak derecede pisti. Doğan güneş onun dumanı ile siyahlanmış ve Acemce yazılarla doldurulmuş duvarlarını meydana çıkarıyor; zemine her türlü süprüntüler, salata yaprakları ve baykuş tüyleri dökülmüş. Lâkin üzerinde ot biten çatının aralıklarından, harap duvarların deliklerinden, altın ışıklar, portakal çiçekleri kokuları ve kırlangıçların şarkıları giriyor… O vakit yerin ne ehemmiyeti var? Mademki hemen aşağı inmek ve bu letafete kavuşmak mümkündür.

Aşağıda çok güzel bahçe çalı kuşlarının çılgın nağmelerinin aksettiği eşsiz göğün altında sabahın bütün ihtişamıyla parlıyor… Hayat verici ve aynı zamanda ılık ve nefis bir hava teneffüs ediliyor. Kaba yapraklı büyük portakal ağaçları siyahımsı mavi renkteki gölgelerini yayıyor ve toprağı çiçekleriyle süslüyorlar. Bu gece bahçede, yollarda güzel Yezd ve Şiraz halıları üzerinde yatmış olan bütün kervansaray halkı neşeyle uyanıyor. Onlar da bizim gibi ancak güneş batınca yola çıkacaklar. Demek ki bütün günü bu kapalı, serin ve güzel bahçede geçirmek ve birbirimizi tanımak zaruretindeyiz.

Çok geçmeden şehirden börekçiler ve çaycılar geliyor. Semaverlerini, ufacık yaldızlı kadehlerini gölgeye yerleştiriyor, uzun marpuçlu kalyanları hazırlıyorlar. Bunlar İran’a mahsus nargilelerdir ki dumanı uyutucu bir koku neşreder.

Civarda atlarımız ve katırlarımız otlarken biz ve tesadüfi yol arkadaşlarımız, dallar altında tütün içmek ve yarı uyku hâlinde tefekkürata dalmakla büyük bir istirahat içinde vakit geçiriyoruz, birbirimize çay ikram ediyoruz. Bu çok şekerli çay, Acemlerin alışık olduğu içkileridir. Hele dışarıda güneşin parladığı ve Kazerun’u kuşatan dağları ateşle kavurduğu sırada burada loş yeşillikleri muhafaza eden portakal ağaçları altında öğle vaktinin sükûneti pek latiftir.

Ufak kervanımın adamlarıyla hep birbirimizi tanımıya başlıyoruz; kervanbaşım Abbas ve kardeşi Ali benim yol ve sohbet arkadaşım oldular; her şey gittikçe kolaylaşıyor, her akşam toplanma ve hareket hazırlıkları daha kolay oluyor ve bu sağlam göçebe hayatına, daima karanlık gece yarısında yorgun ve bitap geldiğim sefil ve her vakit değişen barınacak yerlerde bile ne çabuk alışılıyor!

Saat dörtte bu portakal ağaçları altında rahatça tekrar hareket tedariklerine başlıyoruz.

Bizi seyredenler yerde kaylanlarını içen iki üç kişi ile bir o kadar meraklı çocuk ve hesapsız kırlangıç kuşlarıdır. Haydutlardan dolayı, köyden verilen iyi silahlanmış dört muhafız bizimle beraber ve sıra ile birbiri peşinden yürüyorlar. Bu güzel bahçenin girişi olan yıkık ve kara kemerin altına giriyoruz.

Öncelikle dün akşam görmediğimiz Kazerun’u boydan boya geçmek lazım. Eski zamanın bu ufak şehri, kavak ağaçları ve hurmalıkları ortasında kımıldamaksızın duruyor. Giderken çiçek açmış yüksek otlar arasında çocuklar, büyük adamlar gibi uzun esvap ve yüksek siyah külahlar giymiş, küçücük oğlanlar, karaca yavrularıyla oynuyor, papatya ve yulaflar içinde yuvarlanıyorlar. Birkaç ufak beyaz cami kubbeleri, evler çok kapalı ve damlar, çayırlar gibi çiçekler, otlarla bezenmiş taraça şeklinde… Eski kemerli kapılar ve yüksek duvarlar ile bahçeler bahusus portakallıklar, yollarda dolaşan silahlı güzel süvariler var. Lakin kadınlar esrarlı ve matemli hayaletlerdir. Çehrelerini ve vücutlarını örten siyah çarşaf daima sarı veya yeşil renkte bol şalvarlarını ve aynı renkte çoraplarını ancak gösteriyor. Şimdiye kadar yalnız yüzleri açık gezen köylü kadınları görmeye alışmıştık.

İlk defa olarak biraz zarif kadınlar tanımak için bir şehre giriyoruz.

Hâlâ yeryüzünde öyle memleketler vardır ki buhar nedir; fabrika nedir; duman nedir bilmezler, acele ve sürat ve demir onların meçhulüdür.

Gelişim musibetinden kurtulmuş bütün bu gizli köşelerden en sevimlileri biz Avrupalıların nazarında Acemistan’da bulunur. Çünkü orada ağaçlar, fidanlar, kuşlar ve ilkbahar bizim memleketteki gibidir. Çoğunda memleket değişikliğinin farkına varılmaz, ancak şurası var ki asırlarca geriye gidilmiştir.

Bulunduğumuz mevkinin yüksekliğini unutmuştuk birdenbire sağımızda uçurumlar açıldı. Bizden çok alçakta diğer geniş bir ova ve gök yakutî renginde güzel bir göl, bunların hepsi evvelki günler gördüklerimizden daha az korkunç dağlarla çevrili… Bizim Pirene dağlarının en vahşi kısımlarını hatırlatıyor.

İsfahan deresi bu göle akıyor; eski debdebe ve ihtişam şehrini diğer yerlerden daha ziyade ayırmak için oradan geçen dere başka hiçbir nehir veya körfeze akmıyor, doğruca bu sahiller gayrimeskûn ve hiçbir yere akmayan bu durgun su sathına atılıyor.

Denizden şüphesiz iki bin metre kadar yüksekte olmakla beraber biz bu göle ve bu ovaya çok yüksekten hâkimiz. Orada otlar içinde siyahımsı garip bir hareket görünüyor; öncelikle küçük kervanımızın geçtiği yüksek yerden bu, bir böcek sürüsü zannediliyor; lakin bunlar kiralık yük hayvanlarıyla beraber karmakarışık ve orada küme küme toplanmış göçebelerdir. Daima olduğu gibi siyah libaslar, siyah çadırlar, binlerce koyun ve keçi ki yünleri Acem halılarının, örtülerinin, torbalarının, heybelerin ve bol levazımının dikiminde kullanılır. Her sene, nisan ayında bütün göçebe aşiretlerin şimalin otlu yüksek yaylalarına doğru büyük bir hicreti başlar. Bunlar sonbaharda tekrar Basra Körfezi civarlarına inerler. Umumi hareketle başlamıştır; onların önderlerinin Şiraz’a çıkan boğazlarda bizden evvel bulunacaklarını kervanbaşım söyledi; öyle ise onların ortasından geçmeye intizar etmeli: Fena adamlar ve fena tesadüfler…

Gece basar basmaz gene dağlara çıkmalıyız. Yakındaki konak yerine varmak için daha altı veya sekiz yüz metre yükselmeliyiz. Aşağıdan, o kadar otlayan hayvanlar, o kadar yabani çobanlar tarafından istila edilmiş ovadan şiddetli ve ilkel bir hayat sesi bize doğru gelmeye başlıyor: Koyunların melemeleri, öküzlerin böğürmeleri, kısrakların kişnemeleri işitiliyor. Bekçi köpekleri uzun uzun havlıyorlar; adamlar da bağırıyorlar ve hayvanların bağırtıları gibi boş yere bol bol haykırıyorlar. Akşamın alaca karanlığı, bizi sardıkça havada gittikçe çınlama artarak bu müthiş sedalarla doluyor.

Her tarafta dallardan ateş yakıyorlar. Bu ateşler uzaklarda ve göçebelerin toplandıkları yerlerde bize insan bulunduğunu haber veriyor. Hâlbuki bütün boğazlarda ve bütün yaylalarda bundan şüphe edilmiyordu. Göçebe aşiretlerin tam merkezinden geçiyoruz ve altımızda kararan ovaya, göle son bir nazar attığımız vakit nihayetsiz bir şehir zannı hasıl eden binlerce ateşin parladığı görülüyor.

Lâkin bir kere karanlık boğaza iyice girildi mi artık ne ışık, ne ses gürültüsü, hiçbir şey yok: Göçebeler henüz gelmemişler; her zamanki tenhalığa kavuşuldu. Başlarımızın üstünde delik deşik garip kayalar, gölgede taşların kireçlenmişine, beyaz mercanlara gayet geniş siyah süngerlere benziyorlar. Ve iki saat içinde evvelki gecelerin korkunç jimnastiğine gene başlamak lazım oluyor. Yıkılan taşlar arasında hemen dikey çıkış, atlarımız ve katırlarımız uçurumlar üzerinde, merdivenlerde ayakta; kopan kayalar üzerinde sağlam çıkıntılara ilişmek isteyen hayvanların tırnaklarının çıkardığı çılgın gıcırtıyı yeniden işitmeli, onların uçurumun dibine kadar, kayıp yuvarlanmak korkusuyla ön ayaklarının kuvvetiyle yaptıkları mütemadi hareketin sarsıntısına dayanmalı.

1.Kıran tahminen bir frank kıymetinde gümüş bir paradır.
₺62,39

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
ISBN:
978-625-6865-71-6
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin, ses formatı mevcut
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre