Kitabı oku: «İsfahan'a Doğru», sayfa 3
Saat onda nihayet tatlı bir yokuşta, otlu bir vadi girişinde, bu sıkıntılara fasıla verdik. İşte dört köşe bir kule ki içinde bir ışık parlıyor. Burası haydutlar ve göçebelere karşı nöbetçi askerlere mahsus bir karakol mevkisi… Durduk ve içeri girdik. Zaten burada muhafızlarımızı değiştirmek ve Kazerun’da aldğımız dört adamı bırakıp onların yerine daha tetik ve dinlenmiş başka dört kişi almak iktiza ediyor.
Bu ücra kulenin içinde eğlenceli vakit geçiriyorlardı; kaynayan semaverin etrafında tütün içiyorlar, şarkı söylüyorlardı; bize de mini mini kadehlerde çay ikram ettiler. Orada bizim gibi Şiraz’a giden üç yolcu, uzun tüfekli üç süvari vardı. Bizim refakatimizde bulunmayı teklif ettiler. Hep beraber çok sayıda atlılar ile hareket ediyoruz.
Henüz çıktığımız korkunç karışıklıktan sonra bu yeni vadide çiçek ve yosunlarla kaplı düz bir zemin üzerinde yol almak pek zevkli bir surette insanı dinlendiriyor. Yol, gece yarısının büyük sükûnetinde o kadar güzel idi ki tatlı bir yokuştan çıkarken hemen sihirli saraylara doğru gidiliyor, gibiydi. Bu yol sanki peri prenseslerinin gezinmeleri için pek dikkatle tanzim olunmuş bir cadde idi. İki tarafı bolca çiçeklerle örtülmüş, duvarlar arasında bitmez tükenmez bir cadde… Birçok ağaçlar gece karanlıkta bizim meşelere benziyor; gayet büyük ağaçlar ki asırlardan beri orada yaşamakta olmalıdırlar. Bu kaba yeşil halı üzerinde kervanların yürüdüğü artık duyulmuyor Şurada burada dalların üstünden, yarasaların ufak ve tek tük haykırışları işitiliyor. Bu ses sanki bir saz kamışından çıkmışa benziyor.
Hava serinliyor, gittikçe daha ziyade serin oluyor. Cenubun sıcak mıntakalarından yeni geldiğimizden bu serinlik bizim için biraz çok gelmekle beraber kanı uyandırıyor, hayat veriyor. Bütün beyaz çiçekler açmış, ufak ağaçlar havada koku izleri bırakıyorlar. Bütün bunların fevkinde yıldızların sükûnetli büyük şenliği, büyük şaşaa israfı var. Sonra bir yıldız yağmuru başlıyor; şüphesiz burada göğe daha yakın bulunduğumuzdan bize daha parlak görünüyorlar. Ufak şimşek gibi çakıyorlar, epey müddet duran izler bırakıyorlar ve bazen geçtikleri vakit bir havai fişek gürültüsü çıkarıyorlar sanılıyor.
Gece geçilen ve ertesi gün bir daha görülmesi ve aydınlıkta anlaşılması mümkün olmayan bu kadar yerlerden hiçbiri şimdikine benzemiyor. Bu türlü sükûnete, bu şekilde esrarlı hâle asla tesadüf etmemiştik. Hiçbir rüzgârın kımıldatmadığı bu ağaçların azameti, bitmek bilmeyen bu vadi, karanlıkların bu mavi şeffaflığı yavaş yavaş zihne eski Yunan efsanesini telkin ediyor… Mesut gölgelerin bulunduğu yer burası olmalıydı; vakit geçtikçe Şanzelizeli ruhu ermişler ve ölülerin konuştukları pek asude ağaçlıklar; gittikçe daha ziyade hatırlanıyor.
Lakin gece yarısı sihir birdenbire zail oluyor; yeni bir kaya tufanı yolumuzu kesiyor; pek yüksekte güçlükle görülebilen ufak bir ışık varacağımız kervansarayı işaret ediyor. Kopan, dökülen ve yuvarlanan taş parçaları arasında tekrar çılgınca tırmanmaya başlamalı…
Bazen dört ayağı birden kayan, fakat gene düşmeyen, yorulmak bilmez hayvanlarımızın üstünde bütün bu sarsılışlara, bu çarpmalara tahammül etmeli.
Çıkmak, daima çıkmak! Hareketimizden beri farkına varmadan arada bir inmeye de mecbur olmalıydık, çünkü böyle olmasa beş altı bin metre yükseklikte bulunacaktık. Hâlbuki zannıma göre nihayet üç bin metre yükseklikteyiz.
Bu gece barınacağımız Myan-Kotal adında bir yer; bu bir köy değil, bir kaledir ki tenhalıklar ortasında, tepelerde kartal yuvası gibi muallak duruyor. Yolcular ve yük hayvanları için haydutlara karşı sağlam bir sığınak… Kalın duvarlar, fakat başka bir şey yok…
Mazgallı avluya girer girmez kapı tekrar kapanıyor, atlar, katırlar, develer, kervanın heybeleri, hepsi yerde karmakarışık duruyor. Kervansarayların odaları olan dövülmüş topraktan hücrelerin yalnız bir tanesi boş. Bu sefer adamlarımızla beraber hep orada uyumak lazım; yataklarımızı kuracak yer bile yok. Uzanacak yer bulalım da bizce yeterli. Başımızın altında bir bavul, üstümüze bir de yorgan, çünkü hava buz gibi soğuk, Ali, Abbas ve Acem hizmetçilerle hep beraber karmakarışık yatıyoruz. Dayanılmaz bir uyku hepimizi aynı zamanda yere seriyor ve başka bir şey aramaksızın kendimizden geçiyoruz.
Pazartesi, 23 Nisan
Ölü gibi yattığımız alçak tavanlı, dumanla simsiyah olmuş biçimsiz ufak bir nevi mağaranın dibinde çok zamandan beri güneşin ziyası deliklerden ve aralıklardan süzülüyor. Fakat hiçbirimiz yerimizden kımıldamıyoruz. Avluda daima alıştığımız gürültüleri sabahları erken kalkan kervanların hareketini, katırcıların uzun haykırmalarını ve duvarların üstünde bu defa sayısız kırlangıçların âdeti haricinde şevkle ötüşlerini uyku arasında duyuyoruz. Fakat yerimizde hareketsiz kalıyoruz. Bir tembellik dün akşam düştüğümüz yerlere hepimizi sanki çivilemiş.
Lakin inimizin gölgesini terk edip de dışarıya bir göz attığımız vakit birdenbire korku ve baş dönmesi hissettik. Gece vakti geldiğimizden böyle bir şey aklımızdan geçmemişti. Bir gece yükseldikten sonra sabahleyin uyanan baloncular bu pek hakiki ve hemen korkunç denilebilecek şaşkınlıkları hissetmiş olacaklardır.
Etrafımızda gözün alabildiğine bakılacak hiçbir şey yok; burada yalnız bir bakışta o kadar boğazlar ve uçurumlar içinden kaç gecedir yüksele yüksele eriştiğimiz sınırsız yüksekliğin derecesini anlıyoruz. Biz bir kartal yuvasında uyumuşuz. Çünkü cihana hâkim bulunuyoruz. Ayaklarımızın altında birçok tepelerin karışıklığı var. Bunların hepsi büyük fırtınalar tesiriyle aynı cihete baş eğmişler. Gökten korkunç, saf ve kesici bir ziya iniyor. Gök şimdiye kadar asla bu kadar derin görünmemişti. Ziya, bütün bu eğilmiş dağların kasırgasını kaplıyor, gözün alabildiği kadar aynı katiyetle kayalar ve cesim zirveleri en ufak teferruatıyla gösteriyor. Bu kadar yükseklikten, bir arada görülen ve sanki rüzgârla yatmışa benzeyen bu sıralanmış tepeler aynı istikamette kaçıyor gibi görünüyorlar, bir kaya deniz üzerinde kalkan gayet geniş bir dalgayı taklit ediyorlar ve bu da harekete o kadar iyi benziyor ki bu derece hareketsizlik ve sükûttan âdeta insan şaşırıyor. Lakin yüz binlerce yıldan beri bu fırtına bitmiştir, durmuştur ve artık gürültü yapmıyor. Bundan başka da hiçbir yerde canlı bir şeyden alamet yok. Ne insan eseri, ne orman ve yeşillik nişanesi… Yalnız kayalar mevcut ve onlar hâkim. Biz, ölümün, fakat aydınlık ve parlak ölümün üstünde duruyoruz…
Kale şimdi sessiz ve hemen boş gibi… Öteki kervanlar gittiler. Duvar içindeki avlunun bir köşesinde yalnız bizim takımlarımız ve eşyalarımız duruyor, buranın bekçileri olan uzun libaslı iki adam gözleri yerde ve bir lakırdı söylemeden kaytanlarını içiyorlar. Bu sınırsızlık manzaralarına karşı lakayıt bulunuyorlar. Eğer kırlangıçların da sesi olmasa bu büyük seda boşluk içinde hiçbir şey işitilmeyecekti.
Havada asılı gibi duran bu kervansarayda her şey sağlam, sarp, fakat yıpranmıştır; harap hâlde bulunan duvarlar beş altı ayak kalınlığındadır; tahtaları ayrılmış, demirlerle bağlanmış eski kapılar, kol gibi kalın kilitlerde kuşatma ve müdafaa hikâyelerini anlatıyorlar. Bir de burası garip bir kırlangıç memleketidir: Bütün çatıların ve kornişlerin boyunca yuvalar iki sıra dizilmiş, hakiki ufak yollar teşkil ediyor; pek kapalı ve yalnız ufacık bir delikli yuvalar. Ve şimdi yumurtlamak mevsimi olduğundan küçük hayvancıklar çok meşgul görünüyor. Her biri meskenine bir şey getiriyor ve aldanmadan doğruca kendi evine giriyor.
Daima mağmum olan, öğle vakti, bize yabancı arkadaşlar, baştan aşağı silahlı süvariler geliyor; bunlar geçerken kalede biraz dinlenmek ve gölgelikte tütün içmek için durmuşlar. Bizi nezaketle selamlayarak yanı başımızda, taş kemerler altında oturdular. Siyah külahlı, siyah sakallı, dağların rüzgârıyla kavrulmuş karanlık Asurî çehreli, bu adamların uzun mavi libasları, bellerinin alt tarafı silahlık kemeriyle sıkılmış. Yabani hayvan tavırları var. Oturmak veya uzanmak için yanlarında gayet güzel halıları hayvanlarının kemeri altında bükülmüştü; yünü böyle dokuyan ve boyayanların Şirazlı kadınlar olduklarını söylediler, o çok yüksek ve bize bir hülya gibi görünen Şiraz’a şüphesiz yarın akşam kavuşacağız. Çok geçmeden kaylanların uyuşturucu dumanı bizi kaplıyor ve tepelerin sert ve saf havası içinde yükseliyor.
Avlunun ortasında, güneşin ziyaya gark ettiği boş murabbada devamlı kırlangıçlar uçuşup duruyor, onların ufak ve süratli gölgeleri toprağın beyazlığı üzerine binlerce hiyeroglif şekilleri çiziyor. Üst tarafımızda ise baş döndürücü tepelerle, taş kesilmiş geniş dalga, var ki, hâlâ harekette ve geçip kaçıyor gibi görünmektedir.
Saat dörtte yola çıkmalıydık; lakin Abbas nerede? Yakındaki kayalıklarda otlayan hayvanlarımızı aramaya gitmiş bir daha görünmemişti. Bunun üzerine adamların hepsi telaşla çeşitli istikametlerde, dağda onu aramaya çıkıyorlar; pek az sonra onların haykırmaları, uzun uzadıya bağrışmaları tepelerin alışılmış sükûnetini ihlal ediyor. Nihayet onu buluyorlar, bu sefer kaybolan Abbas’tı… Kaçan bir katırı uzaktan getiriyordu. Ancak dört buçukta hareket edebildik. Buşir valisinin emri gereğince yolda beraber almaya hakkım olan üç muhafız askeri istemiştim; lakin köyde asker olmadığından onların yerine civardaki üç çobanı kabul ettim. İşte onları getirmişler bana gösteriyorlar. Bunlar vahşi suratları, omuzlarına düşmüş saçları ile tam haydut tipiydiler; yamalı eski kumaşlardan kadim tarzda giysileri, çakmak taşlı ve üzerlerinde muskalar asılı uzun tüfekleri ve bellerinde birçok bıçak cinsinden silahları vardı.
Biz yıkıntılar üzerinden başımızı, gözümüzü sakınarak sıra ile yürüyoruz. Bir sürü manda da bizimle beraber gelmekte ısrar ediyor. Bunların boynuzları her an bize dokunuyor. Sahanın mutlak saflığı içinde en uzaktaki şeyler ayrı ayrı görünüyor; dağların ve uçurumların büyük kasırgası bize tamamen ayan oluyor ve gözlerimizin altında itaatkârca yayılıyor. Şurada burada arzı büyük dalgalanmaların, akşam güneşinde biraz pembe görünen büklümlerinde fevkalade güzel mavi su satıhları uyuyor ki bunlar göllerdir. Bunların hepsine hâkimiz. Gözlerimiz havada duran kartallarınki gibi sonsuzlukla doluyor; göğüslerimiz daha saf hava teneffüs etmek için genişliyor.
Gurup vaktine doğru tahminen beş yüz metre aşağı indiğimizden dağların duvarları arasında birdenbire önümüze otlu, geniş ve ufak bir deniz gibi düz bir vadi çıktı. Yeşil çimen orada siyah noktalarla kalburlanmış gibidir, sanki sinek bulutları gelip oraya düşmüştür. Bunlar göçebelerdi, sesleri bize kadar yükselmeye başlıyor.
Orada sayısız siyah çadırları, sayısız siyah öküzleri, mandaları ve siyah keçilerde binlercesi bir arada duruyor. Bunların arasından geçmeye mecburuz.
Bu ovayı güçlükle bir buçuk saatte geçebildik. Hayvanlarımızın ayakları yumuşak ve özlü toprağa gömülüyor. Ot kalın ve boldur; toprak, su birikintileri ve bataklıklarla ayrılmış; göçebeler bizim etrafımızı kuşatmaktan geri durmuyorlar. Kadınlar bizi seyretmek için toplanıyorlar. Gençler vahşi hayvanlara benzeyen atları üzerinde etrafımızda dolaşıyorlar. Her tarafı pek güzel kaplayan bu yeşil halı ne kadar zengin olsa da bu kadar sığıntı hayvanı beslemeye nasıl yetişebilecektir. Bunlar yalnız bu otla yaşıyor ve çeneleri devamlı onları çiğnemekle meşgul oluyor. Bu yeşilliği muhafaza eden bol ve gizli su, ince sazlar ve otlar içinde saklıdır ve ayağımızın altında sürekli parıldıyor.
Birdenbire katırlarımızdan birinin ön ayakları dizlerine kadar çamura batıyor. Hayvan yüküyle beraber yuvarlanıyor. O vakit bir sürü göçebe delikanlılar, siyah libaslarıyla ölen bir hayvan üzerine üşüşen kargalar gibi haykırarak atılıyorlar. Lakin bu bize yardım etmek içindir, hemen maharetle bağları çözüyorlar, düşmüş hayvanı yükünden kurtarıyorlar ve ayağa kaldırıyorlar. Ben bu adamlara büyük teşekkürler ettim ve gümüş paralar dağıttım. Almak istemiyorlardı. Kibirlerine dokunuyordu. Bunların fena ve yolda tehlikeli adamlar olduğunu kim iddia ediyordu?
Yeşil ve rutubetli ovanın nihayetine vardığımız vakit gece olmuştur. Burası geniş ve eğri bir kaya duvarının eteğinde idi. Orada kaynayarak bir dere akıyordu. Bunu geçmek için hayvanlarımız göğüslerine kadar suya girdiler.
Karşıda ufak bir köy, ağaçlı dağın tam altına sıkışmış idi. Köy taştandı ve mazgallı kulesi vardı. Bu müthiş kayaların altında birdenbire o kadar karanlık bastı ki eğer kırmızı renkte sevinç ateşleri, evleri, cami ve duvarları aydınlatmasaydı, hiçbir şey görmek kabil olmayacaktı. Bu ateşlerin etrafında kaval ve darbuka çalınıyor ve kadınların keskin sesleri de duyuluyor. Bir düğün vardı, büyük bir düğün…
Burada muhafızımızı değiştiriyoruz. Myan Kotal kartal yuvasından bizimle beraber gelen üç silâhlı çobanı bırakıp düğün halkından üç kişi aldık ki bunlar ata bininceye kadar hayli güçlük gösterdiler. Hareket ettiğimiz vakit büsbütün gece olmuştu. Karanlık bir orman içinde hiç olmazsa dört saatlik yolumuz var.
İşte soğuk, hakiki soğuk ki bunu evvelden düşünmemiştik ve hafif libaslarımızın altında ızdırap çekmeye başlıyoruz.
Yeni muhafızlarımızdan ikisi karanlıktan istifade ederek atlarını çeviriyor ve kayboluyorlar; bir tanesi bizimle kalıyor ve yanımda yürüyor. Şüphesiz konak yerine kadar beraber gelecektir. Bu orman korkunç ve haydut yatağıdır, adamlarımız konuşmuyor ve sık sık arkalarına bakıyorlar.
Cılız ve bükük ihtiyar ağaçlar, bu saat kapkara şekilleriyle kayalar arasında garip surette toplanıyorlar; yıldızların hafif ziyasında kül rengi toprakta beyazımsı belirsiz yolları takip ediyoruz: Bazı ağaçsız kötü yerler var ki ormanın içine tekrar girmeyi daha korkulu yapıyor; çukurlar, hendekler dolu. Çıkılıyor, iniliyor; her taraf saklanmaya ve tuzaklar kurmaya müsait…
Saat onda bir bekleme: Bize mensup olmayan süvariler arkamızdan koşuyor ve bizi takip ediyorlarmış gibi yaklaşıyorlar. Duruyoruz ve silaha davranıyoruz. Sonra sesten tanışıyoruz. Bunlar dün akşam bizi refakatlerine alan aynı yolcular. Bütün gün niçin kaybolmuşlardı ve şimdi nereden çıkıyorlardı? Bununla beraber dünkü gibi birlikte seyahat etmeyi kabul ediyoruz.
Gece yarısına doğru ormandan çıkıyor ve bir kıra giriyoruz ki ucu bucağı görünmüyor; şiddetli bir kış rüzgârı esiyor. Toprak üzerine yayılmış pek beyaz şeyler var: Masa taşları mı, kefen bezleri mi, nedir?
“Aa, kar, her tarafta kar parçaları!”
Nihayet Asya’nın o yüksek yaylaları üzerindeyiz ki yedi günden beri oraya doğru çıkıyorduk; bu geniş araziyi ipekten siyah bir örtü manzarası alan gök ile komşuluk ediyor gibi görüyoruz ve gittikçe büyükleşen yıldızlar sanki bizimle kendi aralarına pek hafif ve pek şeffaf bir şey bile giremezmiş gibi ışıksız denebilecek surette parlıyor.
Ayaklarımızın; ellerimizin ucu donmuş; bizde evvelki gecelerin bütün birikmiş yorgunluğu var; yenilmeyen bir uyku ile uyuşmuşuz; hareketimizden beri birinci defa olarak hakiki bir ızdırap hissediyoruz; her an, dizginler sertleşmiş ve istemediğimiz hâlde açılan parmaklarımızdan kaçıyorlar. Sanki bunlar ölü parmaklarıdır.
Sabahın saat biri… Uyuşmuş ve donmuş olmakla beraber at üzerinde uyuyorduk sanıyorum, çünkü pek yakın ve önümüzde duran kervansarayı görmemiştik. Duvarları mazgallı sağlam bir kale ki bu düz ve çıplak tenhalığın ortasında yalnız başına kurulmuş gayet geniş ve hayali bir şey hissi veriyor; etrafta dikilmiş büyük taşlara benzeyen yüzlerce koyu renkte şekiller görünüyor. Lakin bunlardan belirsiz bir teneffüs gürültüsü ve bir hayat kokusu duyuluyor. Bunlar yatmış develer ve bekçi deveciler ki yorganlara sarılıp sayısız eşya denkleri arasında uyuyorlar.
Bu sağlam kervansarayın eteğinde iki üç kervan yolu karşılaşıyor; burada daimi bir gelme gitme hareketi varmış. Şüphesiz içerisi tamamen dolu olacak. Maamafih demir kakılı kapıların ağır tokmağını çaldığımız vakit kapıyı açtılar. Bir avluya giriyoruz, orada yenilgiden sonra bir muharebe meydanındaki gibi insanlarla hayvanlar karmakarışık yatıyorlar ve bizim uykuya düşmemiz dünkünden daha çabuk oluyor. Kerpiçten yapılmış bir hücrenin nihayetinde pisliklerin ve belki de bitlerin vücuduna ehemmiyet vermeyerek, hiçbir şeye bakmadan uzanıp kalıyoruz.
Salı, 24 Nisan
Sabahın saat dokuz güneşinde kervanbaşımla beraber kalede çölün kemerleri altında bir meclis aktediyoruz. İkimizin arasında münakaşa bitmiştir. Tamamen iyi dostuz. O bana biraz duman takdim etmeden kaytanını asla yakmaz. Avluda dün akşamki aynı sıkışıklık… Katırlar yatmış, katırcılar ayakta, hep birbirine benzeyen, daima sincabı yünden beyaz-siyah ve beyaz çizgili heybeler ki yolların toprağı onlara kırmızımsı bir renk atmış. Heyeti mecmuası kirli bir renk arz ediyor. Lakin şurada burada pek güzel birkaç seccade adi bir şey gibi birtakım tütün içen lakayıt adamların altına serilmiş…
Abbas ile müzakeremiz neticesi, Şiraz’a kadar on veya on iki fersahlık yolu katetmek için bu Khanı-Simiane kalesini güpegündüz terk etmeye karar verdik. Hava serin, güneş aşağıdaki kadar öldürücü değil. Ben de gece yolculuğundan artık bıktım.
Bundan dolayı öğle kaytanından sonra kervan hazırlanıyor; mazgallı büyük duvarlardan çıktığımız vakit saat daha ikiye gelmemişti. Masmavi bir gök altında ve pek kuvvetli bir aydınlık içinde çetin tenhalık gene çorak ve mağmum bir hâlde yayılıyor. Şurada burada bazı kar safhaları toprak üzerine uzanmış beyaz yapraklara benziyor. Havada bir kartal duruyor. Güneş yakıyor ve rüzgâr donduruyor. Tahminen üç bin metre yükseklikte bulunuyoruz.
Arazinin bir dönümünde yabani bir köyceğiz var. Yüksek yaylaları silip süpüren boraların dehşetiyle toprakta parçalanmış kayaların akşamından inşa edilmiş on kadar alçak kulübe… Etrafta birkaç söğüt ağacı, ancak birkaç yaprağı var, cılız ve rüzgârla yatmış. Ondan sonra ve nihayete kadar bu aydınlık sahrada bir şey, hiçbir şey yok.
Nihayet akşama doğru Şiraz’a varacağız. Yolda hissedilmeyecek kadar hafif bayırlardan rahatça iniyoruz.
Güneş etrafımızı ziyaya gark ediyor. Karlar azar azar kayboluyor ve saatten saate havanın ısındığını hissediyoruz. Canlı hiçbir şeye tesadüf etmiyoruz; yalnız kervan yolu üzerine konmuş büyük ve tüysüz yırtıcı kuşlar var ki yorgunluktan düşüp yolda kalan hayvanları gözlüyorlar. Biz yaklaşınca onlar ürküp yerlerinden kalkıyor ve biraz sonra tekrar konarak gözleriyle bizi takip ediyorlar. Bu çöllerde ilk defa tek tük görünen renksiz ufak çiçekler, bodur bitkiler gittikçe çoğalıyor, birbirlerine karışıyor ve nihayet ayaklarımızın altında güzel kokulu halılar teşkil ediyor. Daha sonra bizim memleketlerdeki çalılar, demirhindiler, gonca hâlinde yabani güller ve çiçek açmış çakal erikleri başlıyor. Kuğu kuşu ötüyor. Ufuklar bu kadar geniş ve ilkel bir hâlde olmasa insan kendini Fransa kırlarında zannedecek. Eski ilkbaharlarda eski Fransa dahi böyle asude latif manzaralar arz etmiş olmalıdır.
İşte şimdi de bir dere, o kadar berrak ki sanki billurdandır. Kenarında sazlar perde çekmiş ve birkaç ufak söğüt ağacı yetişmiş, beyaz çakılı yatağı üzerinde yalnız başına ve sazlarının mahçup yeşilliği içinde kimsenin haberi olmadan akıp gidiyor; bu vahşi Füshetabad’ı geçiyor; şüphesiz sonunda daha az yüksek ve daha temiz yerlerde şelale şeklinde dökülecek ve bin temasla kirlenecektir; fakat burada, çok eski ve ilkel yaratılıştan beri değişmemiş olan şu geniş levhanın ortasından geçerken bu berrak suyun vasf ve tarif olunamaz bir bekâret ve mahremiyeti var.
Üç saat yürüdükten sonra yolumuzun kenarında mazgallı ve tek başına ufak bir kule zuhur etti. Burası bir karakol mevkisi idi ki oradan iki muhafız asker alacaktık. Geçerken durduk. Seslendik, bağırdık, aldıran olmadı. Kapı kapalı kaldı. Nihayet kulenin tepesinde iki mazgal deliği arasında beyaz saçlı ve uzun sihirbaz külahlı bir ihtiyar kafası dikildi. Müstehzi bir seda ile: “Asker mi?” dedi. “Asker mi istiyorsunuz? Buradakilerin hepsi eşeklerimizi çalan haydutları takip için kıra gittiler. Burada başka kimse kalmadı. Siz de vazgeçiniz. Uğurlar olsun!”
Güneş battığı esnada yeni bir ovanın girişine hâkim ve Kham-Simiane gibi tenha ve kaleye benzer bir kervansarayın kapısında eski peykeler üzerinde akşam yemeği için bekledik. Nihayet vaktiyle birçok şairlerin terennüm ettikleri Şiraz ovasına gelmiştik. Burası Sadi’nin vatanı. Gül memleketi idi… Buradan bakınca akşam karanlığında dâhil olacağımız bu yüksek vaha, letafetine doyulmaz derecede sakin ve vahşi görünüyor. Orada otlar sık ve çiçeklerle doludur. Top top kavak ağaçları, hafif yeşil renkli çardakları andırıyor. Ağaçlarda, çimenlerde nisan ayında bizim memleketlerde görülen aynı renkler görünüyor. Lakin temiz havada bilmediğimiz bir saflık var ve karanlığa gömülen yeşillik cennetinin üstünde etrafı sıkıştıran yüksek dağlar, bu saatte bizim iklimlerimize büsbütün yabancı olan mercan gibi kırmızı bir renk alıyor.
Hafif meyilli olan bu ovada hava gittikçe daha az sert olduğundan hareketimiz kolaylaşıyor ve dört fersah kadar uzakta serin ve yıldızlı bir gecede yolun her tarafında bahçelerin uzun duvarları sıra ile görünmeye başlıyor: Şiraz’ın mahalleleri! Ses seda yok… Ne bir ışık var, ne gelip geçen…
Karanlık basar basmaz eski İslam şehirlerinin etraf ve cevanibi Avrupa’da bizim fikir edinemeyeceğimiz böyle fevkalade latif bir sükûnet ve asudeliğiyle sarılır.
Bu duvarlar yalnız kavak ağaçlarını muhafaza ediyor gibi görünüyorsa da bunlar kervansarayların duvarlarıdır; orada iki üç büyük kemerli kapıyı sıra ile çalıyoruz, yarı açılan aralıktan bir seda boş yer olmadığını söylüyor. Yüksek otlar, beyaz papatyalar, yolları kaplamış. Bu karanlıkta ve bu sessizlikte her şey ilkbahar kokuyor.
Nihayet uğraşmadan usanarak fukaraya mahsus bir kervansaraya kanaat ediyoruz ve orada ahırların üstünde dökülmüş topraktan bir hücreye sokuluyoruz ki eski ve sefil meskenlerden hiç de farklı değil.
Bu akşam giremeyeceğimiz bu kapalı şehirde kimseyi tanımadığım gibi otel namına bir şey bulunmadığını da biliyorum. Buşir limanında iken bana mühürlü bir zarf içinde Şiraz saygınlarından tüccarbaşıya bir tavsiyename vermişlerdi. O elbette bana bir mesken tedarik edecektir.
Çarşamba, 25 Nisan
Şiraz’ın ağır ve kasvetli sükûneti ortasında ilk akşam ve ilk gece nüfuz ediyor. İçine kapandığım boş ve erkenden kapıları kapanmış büyük evin tam nihayetinde bulunan odam bir avluya nazırdır. Orasını şimdiden karanlık basmış; baykuşların fasılalı haykırmalarından başka bir şey duyulmuyor. Şiraz üç kat duvarlarının ve kapalı evlerinin esrarı içinde uyuyor. Sanki karanlıkta altmış veya seksen bin nüfusun yaşadığı bir şehirden ziyade harabeler içinde bulunuyorum. Lakin İslam memleketleri bu derin uykuların ve sessiz gecelerin esrarını bilirler.
Kendi kendime tekrarlıyorum: “Ben Şiraz’dayım!” ve bunu tekrardan bir haz duyuyorum. Hem haz ve hem de ufak bir ızdırap! Çünkü bu şehir geçmiş asırların bozulmamış tam bir döküntüsü şeklinde kalmakla beraber aynı zamanda en az munis ve en ziyade ayrı beşeri kütleleri cami bulunmaktadır.
Orada eski yolcuların alışık oldukları ve lakin bütün dünya üzerinde seri taşıma vasıtaları ortaya çıkınca torunlarımızın bilmeyecekleri yabancılık korkusu hâlâ duyuluyor. Buradan nasıl gitmeli, nereden kaçmalı, birdenbire bir vatan arzusu hasıl olduğu, insan kendi vatanını demem yalnız kendi cinsinden adamları ve bizim memleketimizdeki gibi hayatı, biraz asrileşmiş bir yeri görmek ihtiyacını hissettiği vakit buradan nasıl gitmeli? Tahran’a ve Hazar Denizi’ne varmak için yirmi, otuz gün kervanla tenha ve ıssız şimal tarafı aşarak mı, yoksa gene geldiğimiz yoldan İran dağlarının korkunç basamaklarını birer birer inmek, Basra Körfezi dedikleri fırına varıncaya kadar daima artan hararet içinde yalnız geceleri geçilebilen uçurumların içine bir daha dalmak ve sonra kızgın kumları tekrar aşarak sıtma ve sürgün mahalli olan Buşir’e ve oradan Hindistan’a geçmek suretiyle mi?
Bu yolların ikisi de uzun ve meşakkatli; işte bizim Pirene dağlarının doruklarından daha yüksek bir mevzide ve bu saatte berrak ve fakat ne kadar sakin soğuk bir gece ile çevrilmiş olan Şiraz’da insan hakikaten kaybolduğunu hissediyor…
Bu şehirde her yer duvarla kapalı olduğundan henüz bir şey görmedim ve ikametimi uzatırsam bir şey görebilecek miyim, diye kendi kendime soruyorum. Buraya biraz masallardaki gibi gözlerini bağlayıp yer altında saraylara götürülen kahramanlar tarzında girdim.
Bu sabah vürudumuzdan mektupla haberdar olan Tüccarbaşı Hacı Abbas hemen kervansaraya geldi. Yanında şehrin ileri gelenlerinden birkaç kişi vardı. Bunlar uzun libaslı, büyük yuvarlak gözlüklü ve yüksek kuzu derisi kalpaklı, hepsi teşrifata riayet eden kibar tavırlı zevat idi. Dışarıda karanlık hücrenin önündeki tarasada oturduk. Gelincik çiçekleri açmış, otlar etrafı kaplamıştı. Türkçe selamlaştıktan ve hoşbeşten sonra sohbet, seyahat engellerine intikal etti. Bundan biraz müteessir görünerek, “Ne yazık ki sizin şimendiferleriniz henüz bizde yok.” dediler, ben ise kendilerini bundan dolayı tebrik ettiğimden bu icadımın faydası hakkında ne kadar aynı fikirde olduğumuzu tebessümlerinden anladım.
Kavak ağaçları ve bütün çiçek açmış yemiş ağaçları önümüzde perde gibi yükselerek henüz bir şey anlayamadığımız şehri görmemize engel oluyorlardı. Yalnız bostanlar, otlar, yeşil buğdaylar ve güzel Şiraz ovasının bir köşesi fark ediliyordu. O şehrin ki dünyanın diğer kısımlarıyla muhaberesi yok hükmünde ve bin sene evvelki hayat bugün orada aynı suretle geçerli olmaktadır. Bütün dallarda kuşlar şakrak yuva şarkılarını söylüyorlar. Aşağıdaki hayvanlarımızın dinlendiği avluda katırcılar, yanakları açık havada yanmış halk çocukları, sıhhatli ve sükûnetli bir tavırla yaşamak için vakitleri olan adamlar gibi, kayıtsızca güneşte tütün içiyor veya top oynuyorlar. Ve onların kahkahayla gülmeleri işitiliyor.
Ben büyük şehirlerimizin karanlık civarlarını, şimendifer duraklarımızı, fabrikalarımızı, düdük seslerimizi ve demir gürültülerimizi düşünüyor ve kömür tozuyla kirlenmiş ve gözleri yorgun ve meşakkat izleri gösteren soluk benizli amelemizi bu neşeli adamlarla mukayese ediyordum.
Tüccar başı dönmek için müsaade talep ettiği vakit Şiraz’daki çok sayıda hanelerinden birinde ikamet etmemi teklif etti. Anahtarını hemen göndere çekti. Ben terasımda nargile içerek anahtarın gelmesini çok bekledim. Herkes bilir ki Şarklılar, zamanın kıymetini bizim gibi takdir etmezler.
Nihayet akşam saat dörde doğru anahtar geldi, bir kadem iki parmak uzunluğunda idi. O vakit benim kervanbaşımla adamlarına paralarını ödeyip yol vermek icap etti. Onları sıra ile dizmek, ellerine birçok gümüş para saymak, kendileriyle vedalaşmak ve el sıkmak gibi muamelelerden sonra nihayet birkaç hamal bulup -uzun saçlı Yahudiler- eşyamızı onların sırtına yüklettik ve artları sıra pek yakın olduğu hâlde göze görünmeyen şehre doğru yürümeye başladık…
Koyu sincabi tuğla ve dövülmüş topraktan inşa edilmiş pek yüksek duvarlar arasında düşünerek gidiyorduk. Bu duvarlarda uzaktan uzağa fasılayla demir parmaklıklı bir delik, gizli bir kapı açılıyordu. Gittikçe darlaşan duvarlar nihayet başımızın üstünde birleşerek bir kümbet teşkil ettiler ve birdenbire bir mahzen loşluğu etrafımızı sardı. Bu dar geçitlerin ortasında tezek, süprüntü ve pislik arasından ufak dereler akıyor, lağım ve ölü fare kokusu duyuluyordu. Şiraz’a girmiştik.
Karanlık daha kesafet peyda ettiği zaman demir çivi kakılı ve büyük halkalı eski bir kapının önünde durduk. Burası benim meskenimdi. Evvela loş bir dehliz, tozlu ve harap bir bina, sonra güneşli bir avlu, akar bir havuzun etrafında çiçek açmış güzel portakal ağaçları ve nihayetinde iki katlı yepyeni ve bembeyaz bir küçük ev ki işte orada kapanıp kalacağım. Fakat ne kadar zaman için bilmiyorum. Çünkü bir Acem darbı meseli “Şiraz’a girmek çıkmaktan daha kolaydır.” der.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.