Kitabı oku: «Kehanet Gecesi», sayfa 2
Nick serseri değil, kadınları baştan çıkarmaya da çalışmaz. Evlilikleri süresince karısını aldatmaya kalkışmadı hiç, şimdi de Sylvia Maxwell’in torunuyla ilgili birtakım planlar kurmuyor. Ama kızın cazibesine kapıldığı kesin, onun ışıltılı ama iddiasız tavrı onu çekmiş; Rosa ayağa kalkıp bürodan çıktığı anda Nick’in zihninden ansızın –gökgürültüsü gibi gürleyen şehvet– bu kadınla yatağa girmek için büyük olasılıkla elinden geleni yapacağı geçer, evliliğini feda etmek pahasına bile olsa. Erkekler günde yirmi kez böyle düşüncelere kapılırlar, bir insanın içinde bir arzu kıvılcımı doğması bu dürtüsünün peşinden gideceğini göstermez, yine de bu düşünce Nick’in aklına düşer düşmez kendisinden tiksinir, suçluluk duygusu saplanır yüreğine. Vicdanını rahatlatmak için karısını bürosundan arar (–avukatlık firması, borsa şirketi, hastane– hangisi olacağına sonra karar verilecektir) ve ona, şehirde en sevdikleri lokantada yer ayırtıp kendisini o gece akşam yemeğine götüreceğini söyler.
Saat sekizde lokantada buluşurlar. İlk içkilerini alıp iştah açıcılarla oyalanırlarken her şey yolundadır, ama sonra evle ilgili önemsiz bir konu üzerinde tartışmaya başlarlar (kırılan bir iskemle, Eva’nın kuzenlerinden birinin New York’a gelecek olması, sıradan bir şey), çok geçmeden kavga başlar. Şiddetli bir kavga değildir belki, ancak seslerinin yükselmesi tatlarının kaçmasına yeter. Nick özür diler, Eva da özrü kabul eder; Eva özür dileyince de Nick kabul eder; ama sohbetin keyfi kaçmıştır, birkaç dakika önceki uyumlu havayı yeniden yakalamaları olanaksızdır artık. Ana yemek masaya getirildiğinde her ikisi de hiç konuşmadan oturmaktadırlar. Lokanta ağzına kadar doludur, insanların konuşmalarıyla uğuldamaktadır, Nick gözlerini salonda gezdirirken birden köşedeki bir masada beş-altı kişiyle birlikte oturmakta olan Rosa Leightman’ı görür. Onun hangi yöne baktığını fark eden Eva tanıdığı birini mi gördüğünü sorar. Şu kızı, der Nick. Bu sabah büroma gelmişti. Eva’ya, Rosa’yla ilgili bir şeyler söylemeye başlar, büyükannesi Sylvia Maxwell’in yazdığı romandan söz eder, sonra konuyu değiştirmeye kalkışır, ama Eva o zamana kadar başını çevirip Rosa’nın masasına bakmıştır bile. Çok güzel bir kız, değil mi, diye sorar Nick. Eva da, fena değil, der. Ama saçları bir tuhaf Nick, giysileri de korkunç. Hiç önemi yok, der Nick. Hayat dolu, son aylarda tanıdığım insanlar içinde en hayat dolu olanı. Bir erkeğin içini dışına çevirebilecek türden biri.
Bir erkeğin karısına böyle bir şey söylemesi çok korkunç, özellikle de kocasının kendisinden uzaklaşmaya başladığını hissetmekte olan bir kadına. Eh, der Eva, savunmaya geçerek, ne yazık ki benimle evlisin. Kızın yanına gidip masamıza çağırmamı ister misin? Daha önce içi dışına çevrilen bir erkek görmemiştim. Belki de öğrenecek bir şeylerim vardır.
Az önce ağzından çıkan sözcüklerin ne kadar düşüncesizce ve gaddarca olduğunun farkına varan Nick hatasını tamir etmeye çabalar. Ben kendimden söz etmiyordum, der, herhangi bir erkekti benim dediğim. Soyut anlamda yani.
Yemekten sonra Nick ile Eva, West Village’deki evlerine dönerler. Barrow Sokağı’nda düzgün, eksiksiz bir dubleks dairedir burası, aslında masalımda John Trause’nin evini örnek almıştım, bu fikri bana veren adama sessiz bir selam olarak. Nick’in yazılacak mektupları, gözden geçirilecek faturaları vardır, Eva yatmaya hazırlanırken Nick bu ufak tefek işleri halletmek için yemek masasına oturur. Bu iş kırk beş dakikasını alır. Ama saat ilerlemiş olsa da Nick huzursuzdur, uyumaya hazır değildir. Başını yatak odasına sokar, Eva’nın hâlâ uyumamış olduğunu görür, mektupları postalamak üzere dışarı çıkacağını söyler ona. Köşedeki posta kutusuna kadar gideceğim der, beş dakikada dönerim.
İşte her şey o zaman olur. Bowen çantasını eline alır (Kehanet Gecesi’nin müsveddesi hâlâ çantadadır), mektupları çantaya atar ve postalamak üzere dışarı çıkar. İlkbahar başlarıdır, sert bir rüzgâr esmekte, sokak tabelalarını takırdatıp yerden kâğıt parçalarını ve çöpleri kaldırmaktadır. Hâlâ o sabah Rosa ile tanışmasının verdiği tedirginliği düşünen, o gece onunla bir kez daha tesadüfen karşılaşmasına bir anlam bulmaya çalışan Nick sisin içinde köşeye kadar yürür, sağına-soluna pek dikkat etmemektedir. Mektupları çantasından çıkarır ve posta kutusuna atar. Kendi içinde kırılan bir şeyler vardır, Eva ile arasında sorunlar başladığından bu yana ilk kez içinde bulunduğu durumun gerçeğini itiraf etmeye hazırdır: Evliliği başarısız olmuştur, hayatı çıkmaza girmiştir. Dönüp doğruca evinin yolunu tutacağına birkaç dakika daha yürümeye karar verir. Sokak boyunca yürür, köşeyi döner, bir sokağı daha geçer ve bir sonraki köşede yine döner. Tam on bir kat yukarıda, bir apartmanın önyüzünde yer alan kireçtaşından ufak bir çörtenin kafası, esen sert rüzgârın yardımıyla bağlı olduğu gövdeden yavaş yavaş kopmaktadır. Nick bir adım daha atar, bir adım daha, çörtenin kafası yerinden koptuğunda düşmekte olan parçanın tam altından geçmektedir. Böylece, hafifçe değiştirilmiş biçimde, Flitcraft efsanesi başlar. Nick’in başının birkaç santim uzağından geçen çörten, onun sağ kolunu sıyırır, çantayı elinden düşürtür ve sonra kaldırımda tuzla buz olur.
Darbenin etkisiyle yere düşer Nick. Şaşırmış, sersemlemiş, ürkmüştür. Önce, başına ne geldiğini anlayamaz. Taş koluna değdiğinde duyduğu bir anlık korku, çantası elinden fırladığında duyduğu bir anlık şok ve sonra kaldırıma çarpıp parçalanan çörtenin çıkardığı gürültü. Olayların hangi sırada olduğunu kavrayana kadar aradan birkaç dakika geçer, kavrayınca da kaldırımda bulunduğu yerden doğrulup kalkar, ölümden dönmüş olduğunu anlamıştır. O taş onu öldürmek üzere düşmüştür. O gece evinden çıkmasının tek nedeni o taşla buluşmasıdır ve eğer ölümden kurtulmuşsa bunun tek anlamı kendisine yeni bir hayat bahşedilmiş olmasıdır, eski hayatının bittiği, geçmiş hayatının her ânının artık bir başkasına ait olduğudur.
Bir taksi köşeyi dönüp sokakta Nick’e doğru ilerler. Nick başını kaldırır. Taksi durur, Nick biner. Nereye, diye sorar sürücü. Nick’in hiçbir fikri yoktur, bu yüzden aklına ilk gelen şeyi söyler. Havaalanına, der. Hangisine, diye sorar sürücü. Kennedy mi, LaGuardia mı, Newark mı? LaGuardia, der Nick, böylece LaGuardia’ya doğru yola koyulurlar. Alana varınca Nick bilet satılan bankoya gidip ilk uçağın ne zaman kalkacağını sorar. Nereye olan uçak, diye sorar bilet satan görevli. Nereye olursa, diye yanıtlar onu Nick. Görevli, tarifeye bakar. Kansas City’ye, der sonra, on dakika sonra yolcu almaya başlayacak bir uçak var. Tamam, der Nick, görevliye kredi kartını uzatıp, bir bilet kesin. Gidiş mi, gidiş-dönüş mü, diye sorar görevli. Yalnız gidiş, der Nick, yarım saat geçmeden de uçaktaki koltuğuna oturmuş, gecenin içinde Kansas City’ye doğru yol almaktadır.
O sabah onu orada bıraktım, havada, belirsiz, inanılması güç bir geleceğe doğru çılgınca uçarken. Ne kadar zamandır yazmakta olduğumu kestiremiyordum, ama istimimin bitmekte olduğunu hissediyordum, bu yüzden kalemimi elimden bırakıp ayağa kalktım. Mavi defterin topu topu sekiz sayfasını doldurmuştum, bu, iki-üç saatlik bir çalışma demekti, ama zaman öylesine hızlı geçmişti ki bana sanki ancak birkaç dakikadır defterin başındaymışım gibi geliyordu. Odadan çıkınca koridordan geçip mutfağa girdim. Hiç ummuyordum ama Grace ocağın başındaydı, çay hazırlıyordu.
“Evde olduğunu bilmiyordum,” dedi.
“Bir süre önce döndüm,” dedim. “Odamdaydım.”
Grace şaşırmış göründü.
“Kapıyı vurduğumu duymadın mı?”
“Duymadım, özür dilerim. Yaptığım işe kendimi kaptırmış olmalıyım.”
“Senden yanıt gelmeyince kapıyı açıp odana göz attım. Ama sen içerde değildin.”
“Elbette ki içerdeydim. Masamın başında oturuyordum.”
“Ama ben seni görmedim. Belki başka yerdeydin. Banyodaydın belki de.”
“Banyoya gittiğimi hatırlamıyorum. Bildiğim kadarıyla masamdan hiç kalkmadım.”
Grace omuzlarını silkti. “Öyle diyorsan öyledir, Sidney,” dedi. Belli ki tartışacak havada değildi. Zeki bir kadındı Grace, o muzaffer, gizemli gülümsemelerinden biriyle bana baktı, sonra yine ocağa dönüp çay hazırlamayı sürdürdü.
İkindinin ortalarında yağmur kesildi, birkaç saat sonra da mahallemizdeki taksi duraklarından birinden gelen köhne bir mavi Ford, bizi John Trause ile iki haftada bir gerçekleştirdiğimiz akşam yemeğine götürmek üzere Brooklyn Köprüsü’nden geçirdi. Hastaneden çıktığımdan beri üçümüz iki haftada bir cumartesi geceleri buluşmayı âdet edinmiştik, bir bizim Brooklyn’deki evimizde (John’a yemekler pişiriyorduk) buluşuyor, bir West Village’de yeni açılan pahalı bir restoran olan Chez Pierre’de (oraya gidince John hesabı ödemekte ısrar ediyordu) bol çeşitli keyifli yemekler yiyorduk. O gecenin özgün programı saat yedi otuzda Chez Pierre’in barında buluşmaktı; ama John hafta sonundan birkaç gün önce arayıp bacağında bir sorun olduğunu ve yemeği iptal etmek istediğini söylemişti. Sorunun bir flibit krizi olduğu anlaşıldı (bir kan pıhtısı yüzünden damarın iltihaplanması); ama John cuma günü öğleden sonra arayıp kendini biraz daha iyi hissettiğini söyledi. Yürümesi doğru olmayacaktı, ama evine gidip Çin yemeği ısmarlamaktan rahatsız olmayacaksak geleneksel yemekli buluşmamızı yine de gerçekleştirebilirdik. “Gracie ile seni görmemek beni sinir eder,” dedi. “Zaten bir şeyler yemem gerek, o zaman evimde buluşup birlikte yiyelim. Bacağımı yukarı kaldırdığım sürece çok fazla ağrımıyor.”4
John’dan izin almadan evini mavi deftere yazdığım öyküde kullanmıştım; Barrow Sokağı’na gittiğimizde John bize kapıyı açınca hayali bir yere girmişim, var olmayan bir odaya adım atmışım gibi tuhaf ve pek de rahatsız edici diyemeyeceğim bir duyguya kapıldım. Daha önce Trause’nin evine defalarca gitmiştim, ama Brooklyn’deki evimde onun evi üzerinde saatlerce düşündükten, o evi öykümdeki kurmaca karakterlerle doldurduktan sonra orası bana kurmaca dünyaya olduğu kadar somut nesnelerin ve kanlı canlı insanların dünyasına da aitmiş gibi geliyordu. Bu duygunun kalıcı olması beni şaşırttı. Hatta gece ilerledikçe güçleniyordu; saat sekiz buçukta Çin yemeği geldiğinde, (daha iyi bir terim bulamadığım için) çifte bilinç diye adlandırabileceğim bir konuma geçmeye başlamıştım bile. Hem çevremde olan bitenin bir parçasıydım hem de çevremden kopuktum; hem kendimi Brooklyn’deki çalışma masamın başında oturmuş, mavi defterime burayı yazdığımı hayal ederken kendi zihnimin içinde serbestçe dolaşıyor, hem de Manhattan’daki dubleks bir dairenin üst katında bir koltuğa oturmuş, bedenimin içine sıkıca yerleşmiş, John’la Grace’in konuşmalarını dinliyor, hatta ben de arada bir lafa karışıyordum. Bir insanın, bulunduğu yerde değilmiş gibi görünecek derecede dalgın olması alışılmadık bir şey değil, ama işin aslı şu ki ben orada değilmiş sayılmazdım. Oradaydım ben, olan bitenin tam ortasındaydım, aynı zamanda da orada yoktum, çünkü ortada hakiki bir orası yoktu artık. Benim kafamın içinde var olan, hayali bir yerdi ve ben oradaydım da. Aynı anda iki yerde birden. Hem evde hem de öyküde. Kafamın içinde hâlâ yazmakta olduğum evin içindeki öyküde.
John itiraf etmese de çok acı çektiği belliydi. Bize kapıyı açtığında koltuk değneğine dayanıyordu, merdiveni topallaya topallaya çıkıp kanepenin –bacağını dayaması için yastıklar ve battaniyelerle donatılmış kocaman, bel vermiş bir şey– üzerindeki yerine güçlükle oturmasını izlerken yüzünü acıyla buruşturduğunu, attığı her adımın canını yaktığını görebiliyordum. Ama John bunu gösteriye çevirecek türden biri değildi. İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarında, on sekiz yaşında bir er olarak Pasifik’te savaşmıştı, kendisine acımamayı onur meselesi yapan, üzerine fazlasıyla düşen biri çıktığında irkilip geri çekilen, böyle bir davranışı kınayan erkeklerin kuşağındandı. Yönetimde olduğu yıllarda flibit sözcüğüne nedense gülünç bir tını vermiş olan Richard Nixon hakkında üç-beş şaka yapmak dışında John hastalığından söz etmemekte direndi. Yo, tam olarak doğru değil bu. Üst kattaki salona girdiğimizde kanepeye otururken Grace’in kendisine yardım etmesine ve yastıklarla battaniyeleri düzeltmesine izin verdi, bir yandan da kendi deyimiyle ‘moronca sarsaklığı’ için özür dileyip duruyordu. Yerine yerleşince, bana dönüp “İyi bir ikiliyiz, değil mi Sid?” dedi. “Sen yalpalıyorsun ve burnun kanıyor, benim de şu bacağım var. Amma da cesaret verici halimiz.”
Trause dış görünümüne hiçbir zaman fazla özen gösteren biri olmamıştı, ama o gece gözüme iyice perişan gözüktü, kot pantolonunun ve merserize kazağının buruşukluğuna bakınca –beyaz çoraplarının grileşmiş tabanlarından hiç söz etmiyorum– günlerdir aynı kıyafeti giymiş olduğunu düşündüm. Saçlarının karmakarışık olması ve geçen hafta saatlerce kanepede sırtüstü yattığı için başının arkasındaki saçların yapışıp sertleşmesi beni hiç şaşırtmadı. İşin gerçeği, John bitkin duruyordu, gözüme hiç olmadığı kadar yaşlı görünüyordu, ne var ki insan acı çekerse ve bu acı yüzünden uykusuz kalırsa bundan iyi görünmesi de beklenemezdi doğrusu. Gördüklerim beni korkutmadı ama genelde tanıdığım en sakin insan olan Grace, John’un durumu karşısında telaşlanmış ve heyecanlanmış görünüyordu. Yemeğimizi ısmarlamadan önce tam on dakika ona doktorlar, ilaçlar, teşhisler hakkında konferans çekti, John onu ölmeyeceğine ikna edebildikten sonra da Grace pratik hayatta gerekli olan başka noktalara geçti: alışveriş, yemek pişirme, çöpleri atma, çamaşır yıkama, günlük işler. Madam Dumas bütün bunları hallediyor, dedi John, son iki yıldır evine temizliğe gelen Martinikli kadından söz ediyordu; kadının gelemediği günlerde kızı geliyordu. “Yirmi yaşında kız,” diye ekledi John, “çok da zeki. Bayağı da güzel hem. Yürür gibi değil de süzülür gibi dolaşıyor odalarda, sanki ayakları yere değmiyor. Fransızca’mı kullanma fırsatı buluyorum.”
Bacağını bir yana bırakırsak John bizimle olmaktan mutlu görünüyordu, bu gibi durumlarda olduğundan daha fazla konuşuyordu, gece boyunca gevezelik edip durdu. Emin olamam ama dilini çözen ve onu konuşturan çektiği acı olmalıydı. Konuşurken bacağındaki ıstırabı unutuyordu herhalde, çılgınca bir rahatlama türüydü bu. Hem bu hem de midesine yolladığı bol alkol. Her yeni şarap şişesi açıldığında kadehini ilk uzatan John oluyordu, o gece içtiğimiz üç şişe şarabın neredeyse yarısını John tüketti. Bu da bir buçuk şişe şarap demektir, gecenin sonuna doğru içtiği iki kadeh sek viski de cabası. Geçmişte birkaç kez onu böyle içerken gördüğüm olmuştu, ama ne kadar içerse içsin, asla sarhoş gibi durmazdı. Ne dili peltekleşir, ne gözlerine cam gibi bir bakış gelirdi. İriyarı biriydi John, boyu bir doksana, kilosu yüze yakındı, içkiye dayanabiliyordu.
“Şu bacağımla ilgili sorun başlamadan bir hafta kadar önce,” dedi, “Tina’nın erkek kardeşi Richard telefon etti.5 Uzun zamandır aramıyordu. Aslında cenaze gününden beri görüşmemiştik, yani sekiz yıldan beri, sekiz yıldan da fazla. Evliliğimiz süresince Tina’nın ailesiyle pek bir araya gelmemiştim, artık o yaşamadığına göre de onlarla bağlantımı sürdürmeyi düşünmemiştim, onlar da benimle; ama umurumda değildi. Springfield Bulvarı’ndaki içi çöp dolu mobilya mağazaları ve sıkıcı karıları ve arsız çocuklarıyla bütün o Ostrow kardeşler. Tina’nın sekiz-dokuz tane kuzeni vardı, ama içlerinde cesareti olan bir tek Tina’ydı, New Jersey’deki o küçük dünyadan çıkacak ve hayatta bir şeyler olmaya çalışacak cesareti gösteren tek kişi. Bu yüzden geçenlerde Richard arayınca çok şaşırdım. Florida’da oturduğunu, New York’a bir iş için geldiğini söyledi. Kendisiyle yemeğe çıkmak isteyip istemediğimi sordu. Hoş bir yere gideriz, dedi, davetlimsin. Bir programım olmadığından Richard’ın davetini kabul ettim. Neden ettiğimi bilmiyorum, ama etmemem için beni zorlayan bir neden yoktu, böylece ertesi akşam sekizde buluşmaya karar verdik.
“Richard’ı sana tanıtmam gerek. Bana hep tüy sıklet biri gibi gelmiştir, kof biri gibi. Tina’dan bir yaş küçüktü, yani şimdi kırk üçündedir, lisenin basketbol takımındaki birkaç parlak başarısı dışında hayatının büyük bölümünde oradan oraya dolaşmış, iki-üç okuldan atılmış, birbirinden yavan işlere girip çıkmış, hiç evlenmemiş, hiç büyümemiştir. Sevimsiz değil, ama sığ ve ruhsuz, onun o beceriksiz uyuşukluğu hep sinirime dokunmuştur. Tek beğendiğim yanı, Tina’ya olan bağlılığıydı. Onu benim kadar seviyordu, bu kesin, tartışmaya gerek yok, ve Tina’ya iyi bir kardeş olduğunu, örnek bir kardeş olduğunu inkâr edecek değilim. Sen cenazede bulunmuştun Grace. Neler olduğunu hatırlarsın. Yüzlerce kişi gelmişti ve şapeldeki herkes hıçkırıyor, inliyor, dehşet içinde ağlıyordu. Toplu bir keder seliydi akan, daha önce hiç tanık olmadığım ölçüde ıstırap çekiyorlardı. Ama o salonda Tina’nın yasını tutanların arasında en büyük acıyı çeken Richard’dı. En ön sırada oturan Richard, bir de ben. Tören bittiğinde yerinden doğrulmaya çalışırken neredeyse bayılıyordu. Onu güçlükle ayağa kaldırdım. Yere düşmesin diye iki kolumla ona sımsıkı sarılmak zorunda kaldım.
“Ama aradan yıllar geçti. O travmayı birlikte yaşadık, sonra da Richard’ın izini kaybettim. Geçen akşam onunla yemeğe çıkmayı kabul ederken sıkıcı bir akşam geçireceğimi tahmin ediyordum, onunla birkaç saat beceriksizce sohbet etmeye çalıştıktan sonra kalkıp evime giderim, diyordum. Ama yanılmışım. Yanıldığımı söylemekten mutluluk duyuyorum. Önyargılarımın ve budalalığımın yeni örneklerini keşfetmek, sandığımın yarısını bile bilmediğimin farkına varmak bana hep güç verir.
“Daha yüzünü gördüğümde içim ısındı. Kardeşine ne kadar benzediği, yüz hatlarının pek çoğunun aynı olduğu aklımdan çıkmıştı. Gözlerinin biçimi ve çekikliği, yuvarlak çenesi, zarif ağzı, burun kemeri; erkek bedenindeki Tina’ydı karşımdaki ya da hiç değilse Tina’ya ait küçük parıltılar ara sıra kendini belli ediyordu. Tina’yla yeniden bu biçimde bir araya gelmek, yeniden onun varlığını hissetmek, bir parçasının kardeşinin bedeninde yaşamaya devam ettiğini hissetmek beni baskı altına sokmuştu. Birkaç kez Richard belli bir biçimde döndü, belli bir biçimde elini salladı, gözleriyle belli bir hareket yaptı ve ben öylesine duygulandım ki masanın üzerinden uzanıp onu öpmek geldi içimden. Dudaklarından şap diye öpmek; tam hedeften bir öpücük. Belki güleceksin ama onu öpmediğime şimdi gerçekten pişmanım.
“Richard aynı Richard’dı, eskiden neyse oydu; ama biraz daha iyi gibiydi, daha az huzursuz görünüyordu. Evlenmiş, iki kızı olmuştu. Belki de bunun yararı dokunmuştu. Belki sekiz yaş daha yaşlanmanın yararı dokunmuştu, bilmiyorum. Yine eskisi gibi o yavan işlerden birinde kendini tüketiyor –bilgisayar parçası satıcısı, verimlilik danışmanı, hangisi olduğu aklımda kalmadı– ve yine her akşamını televizyonun karşısında geçiriyor. Futbol maçları, komedi dizileri, polisiyeler, doğa belgeselleri; televizyonda ne oynasa bayılıyor. Ama asla okumaz, asla oy vermez, hatta dünyada olup bitenler hakkında bir fikri varmış gibi bile yapmaz. Beni on altı yıldır tanır ama daha bir kez bile kitaplarımdan birinin kapağını açma zahmetine girmemiştir. Aldırmıyorum elbette, bunu sırf onun ne kadar tembel, ne kadar meraksız biri olduğunu göstermek için söylüyorum. Yine de geçen akşam onunla birlikte olmaktan hoşlandım. En sevdiği televizyon programlarından, karısıyla iki kızından söz ederken, teniste gitgide ustalaşmasından, New Jersey yerine Florida’da yaşamanın avantajlarından söz ederken keyifle dinledim onu. Oranın havası daha güzeldir, bilirsin. Ne kar fırtınası olur, ne buz gibi soğuk hava; yılın her günü yaz. O kadar sıradandı ki Richard, çocuklar filan, öylesine safça mutluydu ki canına yandığımın, ama yine de –nasıl söyleyeyim?– çok huzurluydu, hayatından öylesine hoşnuttu ki neredeyse gıpta ettim ona.
“Evet, işte durum böyleyken, yani şehir merkezinde hiçbir özelliği olmayan bir lokantada oturmuş hiçbir özelliği olmayan yemekler yerken ve incir çekirdeğini doldurmayacak şeylerden söz ederken Richard birden başını tabağından kaldırıp bana bir hikâye anlatmaya başladı. Sana bütün bunları bu yüzden anlatıyorum işte, Richard’ın hikâyesine gelmek için. Benimle aynı görüşte olur musun olmaz mısın bilemem ama uzun zamandır bu kadar ilginç bir şey duymamıştım.
“Üç-dört ay önce Richard evinin garajında, karton bir kutu içinde bir şey ararken eline eski bir üç buutlu dürbün geçmiş. Kendisi çocukken annesiyle babasının bu dürbünü aldıklarını hayal meyal hatırlıyormuş ama ne amaçla aldıklarını ya da nerede kullandıklarını bilemiyormuş. Eğer bununla ilgili unuttuğu bir anı yoksa, o dürbünü hiç kullanmadığına, hatta eline bile almadığına eminmiş. Dürbünü kutudan çıkarıp incelemeye başladığında turistik resimlere ya da güzel manzaralara bakmakta kullanılan şu ucuz, uyduruk dürbünlerden olmadığını fark etmiş. Sağlam, düzgün bir optik aletmiş elindeki, ellili yılların başındaki üç buutlu çılgınlığından kalma değerli bir andaçmış. Geçici bir hevesti o ama herkes özel bir kamerayla kendi üç buutlu resimlerini çekmek, sonra bunları slayt yapıp dürbünle seyretmek istiyordu, böylece bu dürbün üç buutlu bir fotoğraf albümü gibi oluyordu. Kamera ortada yokmuş ama Richard bir kutu slayt bulmuş. On iki slayt vardı, dedi; bu da, annesiyle babasının yeni makineleriyle yalnızca bir rulo film kullandıklarını, sonra kamerayı bir yere kaldırıp varlığını unuttuklarını getiriyordu akla.
“Karşısına neyin çıkacağını bilmeden Richard slaytlardan birini dürbünün içine yerleştirmiş, arka fonu aydınlatacak düğmeye basmış ve resme bakmış. Bir anda, dedi bana, hayatımın son otuz yılı silindi. 1953 yılıymış, ailesinin New Jersey’in West Orange Kasabası’ndaki evinin salonundaymış, Tina’nın on altıncı doğum gününde konukların arasında duruyormuş. Şimdi her şeyi hatırlıyordu: on altı yaş cümbüşü, mutfakta malzemeleri paketlerden çıkaran ve şampanya kadehlerini tezgâhın üzerine dizen servis şirketi elemanları, kapı zilinin çalınması, müzik, gürültülü konuşmalar, Tina’nın arkada ufak bir topuz biçiminde toplanmış saçları, giydiği uzun sarı elbisenin hışırtısı. Richard slaytları birer birer makineye takıp on ikisini de seyretmiş. Herkes oradaydı, dedi. Annesiyle babası, kuzenleri, amcaları ve teyzeleri, kız kardeşi, kız kardeşinin arkadaşları, hatta kendisi, gırtlağındaki dışarı fırlamış ademelmasıyla, saçları tepede küt kesilmiş, boynunda kırmızı papyonuyla çelimsiz bir on dörtlük. Normal fotoğrafa bakar gibi değildi, dedi Richard, hatta evde film seyreder gibi de değildi, bu tür filmler solmuş renkleri, titrek görünümleri ve geçmişe ait oldukları duygusuyla insanı hep hayal kırıklığına uğratırlar. Bu üç buutlu resimler inanılmaz derecede bozulmadan kalmışlar, olağanüstü netmişler. Resimdeki herkes canlı gibiymiş, cıvıl cıvılmış, o ânın içinde yaşıyormuş, neredeyse otuz yıldır kendini yineleyen ebedi bir şimdinin birer parçasıymış sanki. Canlı renkler, son derece net ve pırıl pırıl parlayan ufacık ayrıntılar, resimdekileri kuşatan bir uzam, bir derinlik yanılsaması. Slaytlara baktıkça, dedi Richard, o insanların soluk alıp verişini görür gibi oldum; ne zaman durup bir sonraki fotoğrafa geçsem, öncekine biraz daha uzun bakmış olsaydım –bir ancık daha– resimdeki insanların gerçekten de kıpırdamaya başlayacakları duygusuna kapıldım.
“Bütün slaytlara birer kez baktıktan sonra, yeniden seyretmiş hepsini ve ikinci seyredişinde fotoğraflardaki insanların çoğunun ölmüş olduğu gelmiş aklına. Babası 1969 yılında bir kalp krizi sonucu ölmüştü. Annesi böbrek yetmezliğinden 1972’de. Tina 1974’te kanserden ölmüştü. Resimlerdeki altı amca ve teyzeden dördü çoktan öbür dünyaya göçmüştü. Fotoğraflardan birinde Richard evlerinin önündeki çimde annesi, babası ve Tina’yla birlikte duruyordu. Dördüydü yalnızca, kol kola girmişler, birbirlerine yaslanmışlardı, gülümseyen bir sıra yüz, gülünç görünüyorlar, kameraya maymunluk yapıyorlardı; Richard o fotoğrafı ikinci kez makineye yerleştirdiğinde gözleri ansızın yaşlarla dolmuş. İşte o fotoğraf bardağı taşıran damla oldu, dedi, artık dayanamadım. Çimde üç hayaletle birlikte durduğunu fark etmiş, otuz yıl önceki o öğle sonrasından hayatta kalan bir tek oymuş; ve gözyaşları bir kere boşalınca önünü alamamış. Dürbünü elinden bırakmış, ellerini yüzüne kapamış ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamış. Bana bu hikâyeyi anlatırken kullandığı sözcük buydu: hıçkırmak. ‘Ciğerlerim sökülene kadar ağladım,’ dedi. ‘Kopmuştum.’
“Richard buydu, içinde en ufak bir şiirsellik olmayan bir adam, taş ne kadar duyguluysa o da o kadar duyguludur, ama o fotoğraflar eline geçtiğinde başka bir şey düşünemez olmuş. O dürbün, Richard’ın zaman içinde yolculuk edip ölülerini ziyaret etmesine yardım eden büyülü bir fenere dönüşmüş. Sabahları işe gitmeden önce o fotoğraflara bakıyormuş, akşamları eve dönünce yine bakıyormuş. Hep garajda, hep bir başına, hep karısından ve çocuklarından uzakta; 1953 yılındaki o öğle sonrasına dönüp duruyor, ne kadar baksa doymuyormuş. Bu sihir iki ay sürmüş, sonra bir sabah garaja gittiğinde dürbün çalışmamış. Makine sıkışmış, düğmeye basıp ışığı yakamıyormuş. Herhalde aşırı kullanmıştım, dedi Richard; makineyi nasıl onaracağını bilemediğinden bu serüvenin sonu geldi, keşfetmiş olduğum harika şey elimden alındı, diye düşünmüş. Korkunç bir kayıpmış bu, yoksunlukların en acımasızıymış. Işığa tutsa bile bakamıyormuş slaytlara. Üç buutlu fotoğraflar bildik fotoğraflar gibi değildir, onları anlaşılır görüntüler haline getirmek için bu dürbüne ihtiyaç vardır. Dürbün yoksa görüntü de yoktur. Görüntü yoksa geçmişe doğru zaman içinde yolculuk da yapılamaz. Zaman içinde yolculuk yoksa keyif de yok. Yeni bir yas dönemi, yeni bir keder dönemi; sanki o insanları hayata geri döndürdükten sonra ölülerini bir kez daha gömmek zorunda kalmış gibi hissetmiş.
“Richard’ı iki hafta önce gördüğümde bu durumdaydı. Makine bozulmuştu, Richard ise hâlâ başına gelenleri hazmetmeye çalışıyordu. Hikâyesinin beni ne kadar etkilediğini sana anlatamam. Bu hantal, vasat adamın filozof bir hayalciye, ulaşılmazın özlemini çeken ıstırap içindeki birine dönüştüğünü görmek beni çok etkiledi. Kendisine yardım için elimden geleni yapacağımı söyledim. Burası New York, dedim ona, dünyadaki her şey New York’ta bulunabildiği için mutlaka bu makineyi onaracak biri de vardır. Benim coşkum Richard’ı mahcup etmiş gibiydi, ama bana teklifim için teşekkür etti, sonra da bu konuyu kapattık. Ertesi sabah işe giriştim. Sağa sola telefon ettim, biraz araştırma yaptım, bir-iki gün içinde Batı Otuz Birinci Sokak’ta fotoğraf makinesi satan bir dükkân buldum, sahibi makineyi onarabileceğini tahmin ediyordu. O arada Richard Florida’ya geri dönmüştü. O akşam haberi vermek için ona telefon ederken çok sevineceğini, hemen dürbünü nasıl paketleyip New York’a göndereceği üzerinde konuşacağımızı düşünüyordum, ama hattın öteki ucunda uzun bir sessizlik oldu. ‘Bilmiyorum John,’ dedi Richard sonunda, ‘seni gördüğümden beri bu konu üzerinde epeyce düşündüm, belki de durmadan o resimlere bakmam pek iyi bir fikir değil. Arlene çok rahatsız oluyordu, kızlarla da pek ilgilenmiyordum. Belki böylesi daha iyi. İnsan şimdide yaşamalı, öyle değil mi? Geçmiş geçmiştir, o resimlerle ne kadar zaman geçirirsem geçireyim, geçmişi geri getiremem ki…’”
Hikâye böyle bitiyordu. Hayal kırıklığı yaratacak bir son, dedi John, oysa Grace aynı düşüncede değildi. İki ay boyunca ölülerle konuştuktan sonra Richard kendini tehlikeye sokmuştu, dedi, belki de ciddi bir depresyon geçirmesi riski bile vardı. Ben de bir şey söylemek üzereydim, ancak daha ağzımı açar açmaz burnum yine berbat bir biçimde kanamaya başladı. Hastaneye yatmamdan bir-iki ay önce başlamıştı bu kanamalar, öteki belirtilerin pek çoğu artık ortadan kalkmış olsa da burnumun kanaması geçmemişti; sanki en olmayacak zamanlarda kanamaya başlıyor ve beni güç durumlarda bırakıyordu. Kendimi denetim altında tutamamaktan nefret ediyordum, örneğin o akşam olduğu gibi bir salonda oturmak, bir sohbete katılmak ve birden benden kan aktığını fark etmek, kanın gömleğime ve pantolonuma damladığını görmek ve kanı durdurmak için elimden en ufak kahrolası bir şey gelmemesi. Doktorlar kaygılanmamamı söylemişlerdi, tıbbi açıdan bir tehlike yoktu, bir dert açılmazdı başıma, ama onların sözleri kendimi daha az çaresiz ya da daha az sıkıntıda hissetmeme yardımcı olmuyordu. Ne zaman burnumdan kan boşalsa altına kaçıran küçük bir oğlan çocuğu gibi hissediyordum kendimi.
Koltuktan fırladım, yüzüme bir mendil bastırarak en yakındaki banyoya koştum. Grace yardıma ihtiyacım olup olmadığını sordu, ne dediğimi hatırlayamıyorum ama ona ters bir yanıt vermiş olmalıyım. ‘Gerek yok’ ya da ‘Beni rahat bırak’ gibi bir şey. Ne söylemiş olursam olayım sözlerimdeki öfke John’u eğlendirdi, çünkü ben odadan çıkarken onun güldüğünü çok net hatırlıyorum. “Eski Dost geri döndü,” dedi. “Orr’un burnu âdet kanamasında. Boş ver Sidney, moralini bozma. Hiç değilse gebe olmadığını biliyorsun.”
John’un evinde iki banyo vardı, dubleks dairenin her katında bir tane. Genelde o akşamı, yemek odasının ve salonun bulunduğu alt katta geçirirdik ama John’un flibitli bacağı ikinci kata çıkmamızı zorunlu kılmıştı, çünkü zamanının büyük bölümünü artık yukarıda geçiriyordu. Üst kattaki oda evin ikinci salonu gibiydi, büyük cumbaları olan şirin bir odaydı, duvarların üçü kitap raflarıyla doluydu, stereo aletler ve televizyon filan için özel girintiler vardı, nekahet dönemindeki bir sakat için kusursuz bir özel alan. O kattaki banyo John’un yatak odasının hemen yanındaydı, yatak odasına ulaşmak için de onun çalışma odasından, yazı yazdığı yerden geçmek zorundaydım. Çalışma odasına girince ışığı yaktım, ama aklım kanayan burnumda olduğu için odada neler olduğuna hiç bakmadım. Burun deliklerimi sıkarak, başımı geriye atarak banyoda on beş dakika kadar kalmış olmalıyım, bu eski usul çareler sonuç vermeye başladığında o kadar çok kanım akmıştı ki acaba hastaneye gitsem de bana acilen kan mı verseler, demeye başladım. Beyaz porselen lavabonun içinde kan ne kadar da kırmızı duruyor, diye düşündüm. Ne kadar canlı bir renkti bu, estetik açıdan ne kadar çarpıcıydı. Bedenimizden çıkan öteki sıvılar kanla kıyaslandığında çok renksizdi, soluk soluk fışkırırlardı. Salya beyazımsıydı, meni boz bulanık, idrar sarı, sümük yeşilimsi kahve. İçimizden sonbahar ve kış renkleri fışkırtıyorduk, ama görünmeden damarlarımızdan akan ve bizi hayatta tutan maddenin rengi, çılgın bir sanatçının elinden çıkan kırmızıydı, taze boya kadar parlak bir kırmızı.
Gracie
demezdi. Hatta annesiyle babası bile artık öyle çağırmıyorlardı kızlarını; Grace’i tanıyalı üç yıldan fazla olmuştu ama ona bir kez bile o takma adla seslenmemiştim. John ise onu doğduğundan beri tanıyordu, hatta doğduğu günden beri, zaman içinde John’a pek çok ayrıcalık tanınmış, o da ailenin dostu olmaktan çıkıp gayri resmi akraba konumuna geçmişti. Sanki en sevilen amca statüsünü kazanmıştı ya da gerçekten öyle olmasa da vaftiz babası bile denebilirdi ona.
John Grace’i seviyordu, Grace de onun sevgisine karşılık veriyordu; ben de Grace’in hayatındaki erkek olduğum için John beni yakın aile çevresine dahil etmişti. Rahatsızlığım süresince Grace’in bu buhranlı günleri atlatmasına yardımcı olmak için zaman ve enerji harcamıştı, ben ölümden kurtulunca da her akşamüzeri hastaneye gelip yanımda kalmayı alışkanlık edinmişti, sonradan farkına vardığım gibi beni canlılar dünyasında tutmaya çalışmıştı. Grace ile birlikte onun evine yemeğe gittiğimiz gün (18 Eylül 1982), New York’ta John’a, ikimizden daha yakın kimse olduğunu hiç sanmıyordum. Bize de ondan yakın kimse yoktu. Cumartesi gecelerimize neden bu kadar önem verdiğini, bacağından sorunu olduğu halde buluşmayı iptal etmek istememesini açıklar bu. Yalnız yaşıyordu ve insan içine de pek çıkmadığından bizimle buluşması toplumla tek ilişkisi, birkaç saat kesintisiz sohbet etmesinin tek fırsatı haline gelmişti.
Sonra Tina Ostrow’la tanışmıştı, kendinden on iki yaş küçük olan Tina dansçı-koreograftı, John onunla 1966’da evlendiğinde Tebbett klanı bunu sevinçle karşıladı. Sonunda kendisine layık olan bir kadın bulduğuna emindiler ve zaman onları haklı çıkardı. Ufak tefek ve cıvıl cıvıl Tina, harika bir kadındı, dedi Grace ve John’a (Grace’in kullandığı sözcüklerle) neredeyse tapıyordu. Bu evliliğin tek sorunu, Tina’nın otuz yedi yaşına bile gelmeden ölüp gitmesiydi. On sekiz ay boyunca rahim kanseri Tina’yı John’un elinden yavaş yavaş çekip almıştı. John onu toprağa verdikten sonra, dedi Grace, uzunca bir süre kendini evine kapattı, ‘sanki dondu ve soluk alıp vermekten vazgeçti’. Önce bir yıllığına Paris’e gitti, sonra Roma’ya, sonra da Portekiz’in kuzeyinde küçük bir köye. 1978’te New York’a dönüp Barrow Sokağı’ndaki eve yerleştiğinde son romanı yayınlanalı üç yıl oluyordu. Trause’nin, Tina’nın ölümünden beri bir tek satır bile yazmamış olduğu söyleniyordu. O tarihin üzerinden de dört yıl geçmesine rağmen hâlâ hiçbir şey çıkarmamıştı ortaya, en azından birilerine gösterebileceği bir şey. Ama çalışıyordu. Çalıştığını biliyordum. Bunu bana kendisi söylemişti, ama ne tür bir şey üzerinde çalıştığını bilmiyordum, bunun tek nedeni de sormaya cesaret edemememdi.