Kitabı oku: «Kehanet Gecesi», sayfa 3
Kriz geçtiğinde, lavabonun başında bir süre daha oyalandım, insan içine çıkacak hale gelmeye çalıştım. Üstümdeki lekeleri çıkarmakta geç kalmıştım (kan sertleşmiş, pas rengi ufak dairelere dönüşmüştü, silerek çıkarmaya çalıştığımda kumaşın üzerine yayılıyordu), ama ellerimle yüzümü iyice yıkadım, saçımı ıslatıp John’un tarağının yardımıyla yatırdım. Durumuma daha az üzülüyordum artık, kendimi toparlamaya başlamıştım. Gömleğimle pantolonumun üzerinde hâlâ çirkin benekler olsa da burnumdan akan dere kurumuştu, burnumun içinin karıncalanması da çok şükür kesilmişti.
John’un yatak odasından geçip çalışma odasına girdiğimde masasına bir göz attım. Tam olarak oraya bakmıyordum, kapıya doğru giderken çevreme göz gezdiriyordum yalnızca, ama karmakarışık duran tükenmezlerin, kurşunkalemlerin ve kâğıt yığınlarının arasında mavi bir defter vardı, o sabah Brooklyn’de satın aldığım deftere şaşırtıcı derecede benziyordu. Bir yazarın çalışma masası kutsal bir yerdir, dünyanın en özel tapınağıdır, yabancılar izin almadan oraya dokunamazlar. Daha önce John’un çalışma masasına hiç yaklaşmamıştım, ama o kadar şaşırmış, gördüğüm defterin benimkiyle aynı olup olmadığını öğrenmeyi o kadar istemiştim ki nezaketi bir yana bırakıp bakmak üzere masaya gittim. Defter kapalıydı, küçük bir sözlüğün üzerinde önyüzü yukarı bakacak biçimde duruyordu, onu incelemek üzere eğildiğimde evde benim çalışma masamda duran defterin bire bir aynısı olduğunu gördüm. Bu keşfim beni inanılmaz derecede heyecanlandırdı, heyecanımın nedenini bugün bile anlamış değilim. John’un nasıl bir defter kullandığının ne önemi vardı? Birkaç yıl Portekiz’de kalmıştı, belli ki bu defterler orada her yerde satılan türdendi, sıradan kırtasiyecilerde bulunabiliyordu. Portekiz’de üretilmiş mavi ciltli bir deftere neden yazmasındı? Hiçbir neden yoktu, hiç, yine de o sabah kendi defterimi satın alırken kapıldığım o nefis, hoş duygular, o sabah o deftere yazarak üretken birkaç saat geçirdiğim (bir yıldır giriştiğim ilk yazı denemesiydi) ve John’un evindeki bu akşam boyunca aklımın hep o çabalarımda olduğu düşünüldüğünde, bu durum bana şaşırtıcı bir rastlantı, küçük çaplı bir kara büyü gibi geldi.
Salona döndüğümde keşfimden söz etmeyi düşünmüyordum. Çatlaklıktı benimkisi, fazlasıyla özel ve kişiseldi, eşyalarını karıştırmak gibi bir alışkanlığım olduğu izlenimi de vermek istemiyordum John’a. Ama salona girip de onu bacağı havada, gözlerinde umutsuz, çaresiz bir bakışla tavana bakarken gördüğümde fikrimi değiştirdim. Grace alt kattaydı, bulaşıkları yıkıyor, getirttiğimiz yemekten kalan artıkları çöpe döküyordu, onun boşalttığı koltuğa oturdum, kanepenin yanına, John’un başının bir metre kadar uzağına. Kendimi daha iyi hissedip hissetmediğimi sordu. Evet, dedim, daha iyiyim, sonra öne eğilip ona, “Bugün başıma çok tuhaf bir şey geldi,” dedim. “Sabah yürüyüşüne çıktığımda bir dükkâna girip bir defter aldım. Öyle mükemmel bir defterdi ki, öylesine sevimli ve tatlı bir küçük şeydi ki yeniden yazma isteği doğdu içimde. Eve varır varmaz çalışma masamın başına oturdum ve tam iki saat kesintisiz yazdım.”
“İyi haber bu, Sidney,” dedi John. “Yeniden çalışmaya başlıyorsun.”
“Flitcraft olayı.”
“Bu daha da iyi.”
“Göreceğiz. Yalnızca birkaç not aldım, taslak halinde, pek önemli değil. Ama bu defter bana güç verdi sanki, yarın sabahı zor bekliyorum, yazdıklarıma devam etmek için. Koyu mavi, çok hoş bir tonu var mavisinin, sırtında yukarıdan aşağı bez bir şerit iniyor ve ciltli. Hem de Portekiz malı.”
“Portekiz mi?”
“Hangi kent olduğunu bilmiyorum. Ama arka kapağın iç tarafında küçük bir etiket var, üzerinde Made in Portugal yazıyor.”
“Bu defterlerden birini burada nasıl buldun Tanrı aşkına?”
“Bizim semtte yeni bir kırtasiyeci açıldı. Adı Kâğıt Sarayı, sahibi de Chang adında biri. Elinde dört tane vardı.”
“Lizbon’a her gittiğimde bu defterlerden alırdım. Çok iyi, çok sağlamdırlar. Bu defterlere yazmaya başladıktan sonra başka bir şeye yazamayacakmışsın gibi gelir.”
“Ben de bugün aynı duyguya kapıldım. Umarım bu defterin bağımlısı olmuyorumdur.”
“Bağımlılık demek abartı olabilir ama fazlasıyla baştan çıkarıcı oldukları kuşkusuz. Dikkatli ol Sid, ben yıllardır o defterleri kullanıyorum ve ne dediğimi biliyorum.”
“Sanki tehlikelilermiş gibi konuşuyorsun.”
“Ne yazdığına bağlı. O defterler çok dostturlar ama acımasız da olabilirler, gözünü aç da onların içinde kaybolma.”
“Sen bana kayıpmışsın gibi gelmiyorsun. Hem banyodan gelirken çalışma masanın üzerinde bu defterlerden birini gördüm.”
“New York’a dönmeden önce epeyce yedek defter almıştım. Ne yazık ki gördüğün defter sonuncusu ve neredeyse bitmek üzere. Amerika’da bulunabildiklerini bilmiyordum. Üreticisine yazıp birkaç tane ısmarlamayı düşünüyordum.”
“Dükkânın sahibi bana o şirketin kapandığını söyledi.”
“Şansa bak. Ama şaşırmadım. Belli ki bu defterlere pek rağbet yoktu.”
“İstersen pazartesi günü gidip sana bir tane alabilirim.”
“Mavi kalmış mı?”
“Siyah, kırmızı ve kahverengi. Son maviyi ben aldım.”
“Çok fena. Ben maviden başka renk sevmiyorum. Madem o şirket kapanmış ben de yeni alışkanlıklar edinmek zorundayım.”
“Çok komik, ama bu sabah raftaki o defterlere baktığımda elim hemen maviye gitti. O defter beni çekti, sanki karşı koyamadım. Sence ne anlama geliyor bu?”
“Hiçbir anlamı yok Sid. Tek anlamı, hafifçe kafadan kontak olman. Ben de senin kadar kafadan kontağım. Kitap yazıyoruz, değil mi? Bizim gibilerden başka ne beklenir ki?”
Cumartesi geceleri New York hep kalabalıktır ama o gece sokaklar her zamankinden de tıklım tıklımdı, eve dönmek gecikmelerle birlikte aşağı yukarı bir saatimizi aldı. Grace, John’un evinin önünde bir taksi yakalamayı başardı, ama arabaya binip sürücüye Brooklyn’e gideceğimizi söylediğimizde, benzininin bitmekte olduğunu bahane edip bizi kabul etmedi. Ben itiraz etmek istedim ama Grace kolumdan tutup beni nazikçe taksiden indirdi. Ondan sonra hiçbir taksi geçmedi, biz de gürültülü, sarhoş çocuk çetelerinin ve yarım düzine kaçık dilencinin arasından geçerek Yedinci Cadde’ye doğru yürümeye başladık. O gece Village’den enerji taşıyordu, her an içinden şiddet fışkırabilecek bir tımarhane gibiydi, Grace’in koluna asılıp dengemi yitirmemeye çalışırken o kalabalıkların arasında olmak beni yoruyordu. Boş bir taksi geçene kadar Barrow Sokağı’yla Yedinci Cadde’nin kesiştiği köşede tam on dakika bekledik, bu arada Grace öbür taksiden beni zorla indirdiği için en az altı kez özür dilemiş olmalı. “Kavga etmeni engellediğim için beni bağışla,” dedi. “Suç bende. Bu soğukta burada dikilmemen gerek, ama aptal insanlarla tartışmaktan nefret ediyorum. Beni çok sinirlendiriyor.”
Ama Grace o gece aptal taksi sürücülerine sinirlenmekle kalmadı. Bu ikinci taksiye binmemizden hemen sonra durup dururken ağlamaya başladı. Öyle dolu dolu değil, hıçkırıklara boğularak değil, ama gözlerinin kıyısında yaşlar birikti, Clarkson’da kırmızı ışıkta durunca sokak lambalarının ışığı taksinin içine vurdu, ben de o ışıkta Grace’in gözlerinde yaşlar parladığını gördüm, irileşen küçük kristaller gibi gözlerine doluyorlardı. Grace asla kendini böyle koyvermezdi. Grace asla ağlamaz ya da aşırı duygu gösterilerine izin vermezdi, en gerilimli anlarında bile (benim hastalığım sırasında örneğin ve hastanede kaldığım o ilk, umarsız haftalarda) kendini tutmak ve en acı gerçeklerle yüz yüze gelmek konusunda doğuştan yetenekli gibi görünmüştü. Neyi olduğunu sordum ona, ama o başını sallayıp öte yana dönmekle yetindi. Ona sarılıp yeniden sorduğumda omzunu silkip elimi itti, daha önce böyle bir şey yaptığı olmamıştı. Düşmanca bir hareket değildi, ama dediğim gibi Grace böyle yapmazdı, biraz alındığımı itiraf etmeliyim. Ona zorla yanaşmak ve incindiğimi belli etmek istemediğimden arka koltukta kendi köşeme büzüldüm ve taksi Yedinci Cadde boyunca adım adım güneye doğru ilerlerken sessizce oturdum. Varick ve Canal sokaklarının köşesine geldiğimizde yoğun trafikte birkaç dakika sıkışıp kaldık. Korkunç bir sıkışıklıktı: kornalarını çalan otomobiller ve kamyonetler, birbirine bağırarak küfür eden sürücüler: tam anlamıyla bir New York cehennemi. Bütün bu kargaşanın ve karmaşanın ortasında Grace birden bana dönüp özür diledi. “Bu gece o öyle kötü görünüyordu ki,” dedi, “öyle bitkindi ki. Sevdiğim bütün erkekler yıkılıyorlar. Bunu kaldırmak gitgide güç geliyor bana.”
Ona inanmadım. Ben iyileşiyordum, John’un bacağındaki geçici rahatsızlığın Grace’i böylesine umarsızlığa sürüklemesiyse pek mantıklı gelmiyordu bana. Onu rahatsız eden başka bir şey, benimle paylaşmak istemediği bir özel sıkıntısı vardı mutlaka, bana açılması için onu zorlarsam her şeyin kötüye gideceğini biliyordum. Uzanıp Grace’e sarıldım, sonra onu yavaşça kendime çektim. Bu kez direnmedi. Kaslarının gevşediğini hissettim, az sonra da yanıma sokuldu, başını göğsüme dayadı. Elimi alnına koyup saçlarını okşamaya başladım. Eskiden beri alışkanlığımızdı bu, ikimizin birlikte kim olduğumuzu belirlemeye devam eden, sessiz bir mahremiyetin ifadesiydi; Grace’e dokunmaktan, onun bedeninin bir yerine elimi sürmekten hiç bıkmazdım, böylece devam ettim, Batı Broadway’de ilerleyip Brooklyn Köprüsü’ne doğru kaplumbağa hızıyla giderken sürekli saçlarını okşadım.
Birkaç dakika birbirimize hiçbir şey söylemedik. Taksi Chambers Sokağı’nda sola dönüp köprüye yaklaşmaya başladığında bütün rampalarda trafik sıkışmıştı, neredeyse yerimizde sayıyorduk. Sürücümüz –adı Boris Stepanoviç’ti– ağzının içinde Rusça küfürler savuruyordu, kuşkusuz bir cumartesi gecesi Brooklyn’e geçmeye kalkıştığı için kendi budalalığına yanıyordu. Öne eğilip çizik içindeki ara camın para deliğinden onunla konuştum. Merak etme, dedim, sabrının ödülünü göreceksin. Ya, dedi. Nedir demek bu? Yüklüce bir bahşiş, dedim. Bizi evimize tek parça halinde götürürsen bu gecenin en yüklü bahşişini alacaksın.
Sürücünün yanlış kullandığı sözcükleri duyan Grace gülmesine engel olamamıştı –nedir demek bu–, ben de bu kahkahayı onun keyfinin yerine gelmesi olarak yorumladım. Arkama yaslanıp Grace’in saçlarını okşamaya devam ettim, saatte yarım kilometre hızla köprüye çıkan yokuşu sürünerek tırmanıyorduk, arkamızda binaların ışıkları, sağımızda Özgürlük Heykeli, köprünün üstünde asılı dururken Grace’le konuşmaya başladım, amacım salt konuşmaktı, onun dikkatini çekmek ve yeniden benden uzaklaşmasına engel olmak istiyordum.
“Bu gece tuhaf bir keşifte bulundum,” dedim.
“Umarım iyi bir şeydir.”
“John’la benim tutkularımızın aynı olduğunu keşfettim.”
“Ya?”
“İkimizin de mavi renge bayıldığı çıktı ortaya. Özellikle de Portekiz malı ama artık üretimden kalkmış mavi renkte defterlere.”
“Eh, mavi güzel bir renktir. Dingin ve ağırbaşlı. Zihinde kalır. Öyle hoşlanırım ki maviden, tasarladığım kapakların hepsinde kullanmamak için kendimi bayağı tutmam gerekiyor.”
“Renkler gerçekten de duyguları yansıtırlar mı?”
“Elbette yansıtırlar.”
“Ya ahlaki nitelikleri?”
“Ne anlamda?”
“Sarı korkaklık demektir. Beyaz saflık. Siyah kötülük. Yeşil masumluk.”
“Yeşil kıskançlık.”
“Evet, o da. Ama mavi neyin simgesidir?”
“Bilmiyorum. Umudun olabilir.”
“Ve hüznün.”
“Masmaviyi unutma.”
“Evet, haklısın. Mavi sadakattir de.”
“Ama kırmızı tutkudur. Herkes kabul eder bunu.”
“Büyük Kızıl Makine. Sosyalizmin kızıl bayrağı.”
“Teslim olurken çekilen beyaz bayrak.”
“Anarşizmin siyah bayrağı. Yeşiller Partisi.”
“Ama kırmızı aşk ve nefrettir de. Kırmızı savaştır.”
“Savaşa girerken renklerini yanında taşırsın derler, değil mi?”
“Sanırım.”
“Renk savaşı lafını duydun mu hiç?”
“Bir şey çağrıştırmıyor.”
“Çocukluğumdan kalma. Sen yaz aylarını Virginia’da ata binerek geçirirdin ama annem beni New York’un kuzeyinde bir yatılı kampa gönderirdi. Kızılderili şefi Pontiac’ın adını taşırdı kamp. Yazın sonunda bizi iki takıma bölerlerdi ve kamp bitene kadarki dört-beş gün boyunca her iki takımdan farklı gruplar birbirleriyle yarışırlardı.”
“Hangi alanda?”
“Beysbol, basketbol, tenis, yüzme, halat çekme, hatta kaşıkta yumurta taşıma ve şarkı yarışmaları. Kampın renkleri kırmızı ve beyaz olduğundan takımlardan biri Kırmızı Takım, öteki de Beyaz Takım olurdu.”
“Renkler savaşı bu mu?”
“Benim gibi bir spor manyağı için müthiş eğlenceliydi bu. Bazı yıllar Kırmızı Takım’da olurdum, bazı yıllar Beyaz Takım’da. Ama bir süre sonra üçüncü bir takım kuruldu, bir tür gizli dernek, aynı kafa yapısında olanların kurduğu bir kardeşlik. Yıllardır düşünmedim onu, ama o zaman benim için çok önemliydi. Mavi Takım.”
“Gizli bir kardeşlik. Oğlanların saçma sapan bir şeyi gibi geliyor kulağıma.”
“Öyleydi. Yo, aslında öyle değildi. Şimdi düşününce bana hiç de saçma gelmiyor.”
“O zamanlar farklıydın herhalde. Sen hiçbir şeye katılmak istemezsin ki.”
“Kendim katılmadım, seçildim. Aslında kurucu üyelerden biriydim. Onur duymuştum.”
“Sen zaten Kırmızı ve Beyaz takımlara girmiştin. Mavi’nin özelliği neydi?”
“İlk başladığında on dört yaşındaydım. O yıl kampa yeni bir gözetmen gelmişti, kadrodakilerden –çoğu on dokuz-yirmi yaşında üniversite öğrencileriydi– biraz daha büyüktü yaşı. Bruce… Bruce bir şey… soyadı sonra gelir aklıma. Bruce lisans eğitimini bitirmiş ve Columbia Hukuk Fakültesi’nde bir yıl okumuştu. Sporla yoğrulan bir kampta, atletizmle hiçbir ilgisi olmayan, kemikleri sayılan, bücür bir oğlan. Ama zeki ve espriliydi, sürekli güç sorularla insana meydan okurdu. Adler. Buldum. Bruce Adler. Herkes ona haham derdi.”
“Ve Mavi Takım’ı o mu yarattı?”
“Öyle sayılır. Daha doğrusu nostaljik olsun diye yeniden yarattı.”
“Anlayamadım.”
“Birkaç yıl önce yine gözetmen olarak bir başka kampta çalışmıştı. O kampın renkleri mavi ve griydi. Yazın sonunda renkler savaşı çıktığında Bruce Mavi Takım’a konulmuş, aynı takımda başka kimler var diye çevresine bakındığında en hoşlandığı, en saydığı çocukların orada olduğunu görmüş. Gri Takım ise bunun tam tersiymiş, ne kadar mızıkçı, sevimsiz çocuk varsa oradaymış, yani kampın döküntüleri. Bruce’un kafasında Mavi Takım sözü bir avuç önemsiz bayrak yarışından çok daha büyük bir anlama geliyormuş. Bu söz bir insanlık idealini temsil ediyormuş, hoşgörülü ve duygudaş bireylerin oluşturduğu birbirine sıkı sıkıya bağlı bir birlikmiş. Düşlenen kusursuz toplummuş.”
“Tuhaf bir hikâye, Sid.”
“Biliyorum. Ama Bruce bu konuyu ciddiye almıyordu. Mavi Takım’ın güzelliği de buradaydı. Her şey şaka gibiydi.”
“Hahamların şaka yapmalarına izin verildiğini bilmiyordum.”
“Verilmiyordur herhalde. Ama Bruce haham değildi ki. Yazın çalışan bir hukuk öğrencisiydi, biraz eğlenmek istiyordu. Bizim kampta çalışmaya geldiğinde öteki gözetmenlerden birine Mavi Takım’dan söz etmişti, ikisi birlikte yeni bir kol kurmaya karar verdiler, gizli bir dernek olarak yeniden icat edeceklerdi onu.”
“Seni nasıl seçtiler?”
“Gece yarısı. Yatağımda mışıl mışıl uyuyordum, Bruce ile öteki gözetmen sarsarak uyandırdılar beni. ‘Haydi kalk,’ dediler, ‘sana bir şey söyleyeceğiz.’ Sonra da el fenerlerini alıp beni ve iki çocuğu ormana götürdüler. Orada küçük bir ateş yakmışlardı, ateşin çevresine oturduk, bize Mavi Takım’ın ne olduğunu, bizi neden kurucu üye olarak seçtiklerini, hangi nitelikleri aradıklarını anlattılar, yani başka adaylar önermek istersek diye.”
“Neydi bu nitelikler?”
“Özel bir şey yoktu. Mavi Takım’ın üyeleri tek tip değildi, her biri farklı ve bağımsız bir kişiydi. Ama espri anlayışı olmayanı almıyorlardı, bu anlayış kendini nasıl gösterirse göstersin. Bazı insanlar durmadan espri yaparlar, kimileriyse doğru anda bir kaşlarını kaldırırlar ve odadaki herkes bir anda gülmekten yerlere yuvarlanır. İyi bir mizah anlayışı, hayatın cilvelerinden zevk alma ve tuhaf olanı anlama. Ama aynı zamanda alçakgönüllü ve ağzı sıkı, başkalarına karşı düşünceli, gönlübol olması da gerekiyordu adayların. Kendini beğenmişler, kibirliler, yalancılar ve hırsızlar alınmıyordu. Mavi Takım’ın üyesi meraklı olmalıydı, kitap okumalı ve dünyayı kendi istediği kalıba girmesi için zorlayamayacağını bilmeliydi. Akıllı bir gözlemci, ahlaki ayrımlarda bulunabilecek, adalet aşkı taşıyan biri olmalıydı. Mavi Takım’ın üyesi, ihtiyacın olduğunu görünce sırtından gömleğini çıkarıp sana verebilmeliydi, ama bunu yapmak yerine sen başka yana bakarken cebine on dolar sokmayı yeğlerdi. Anlatabiliyor muyum? Sana bunu kesin çizgilerle anlatamam, şöyledir ya da şöyledir, diyemem. Hepsinin bir toplamıdır, her bir nitelik karşılıklı olarak ötekileri etkiler.”
“Senin tanımladığın, iyi bir insan oluyor. Saf ve yalın. Babam böylelerine dürüst adam, derdi. Betty Stolowitz, mensch, der. John ise, öküzün teki değil, der. Hepsi aynı kapıya çıkıyor.”
“Belki. Ama Mavi Takım adı benim daha çok hoşuma gidiyor. Üyeler arasındaki bağı, tutarlılık bağını çağrıştırıyor. Mavi Takım’daysan ilkelerini açıklaman gerekmez. Senin nasıl davrandığına bakılarak hemen anlaşılır bunlar.”
“Ama insanlar hep aynı biçimde davranmazlar. Şimdi iyidirler, bir dakika sonra kötü. Hata yaparlar. İyi insanlar da kötü şeyler yaparlar, Sid.”
“Yaparlar tabii. Ben kusursuzluktan söz etmiyorum ki.”
“Ediyorsun. Başka insanlardan daha iyi olduklarına karar vermiş olan kişilerden söz ediyorsun, bunlar ahlaki açıdan sıradan insanlardan üstün hissederler kendilerini. Bahse girerim ki arkadaşlarınla senin gizli bir tokalaşma usulünüz vardı, değil mi? Sizi öteki ayaktakımından ve aptallardan ayırsın diye, haksız mıyım? Başka kimsenin kafası ermediği için sahip olamadığı bir bilgiye sahip olduğunuza sizi inandırsın diye.”
“Aman Tanrım, Grace. Yirmi yıl öncesinde kalan önemsiz bir şeydi bu. Bu konuyu masaya yatırıp çözümlemen gerekmez ki.”
“Ama sen bu saçmalığa hâlâ inanıyorsun. Sesinden anlıyorum bunu.”
“Hiçbir şeye inandığım yok. Benim inandığım şey, hayatta olmak. Hayatta olmak ve seninle olmak. Benim için tek önemli şey bu, Grace. Bunun dışında hiçbir şey yok, şu lanet olası dünyada başka hiçbir şeyin önemi yok benim için.”
Konuşmamızın bu biçimde sona ermesi keyfimi kaçırmıştı. Grace’i o karamsar havadan çıkarmak için pek de ustaca olmayan bir biçimde giriştiğim çaba, bir süre iyi sonuç vermişti, ama sonra onu fazla zorlamış ve istemeden yanlış konuya girmiştim, o da o sert uyarıyla sırtını dönmüştü bana. Böyle münakaşa etmek onun doğasına aykırıydı. Grace bu tür konularda pek hiddetlenmezdi ve geçmişte ne zaman böyle tartışmalara girsek (belli bir konusu olmayan, rasgele daldan dala atlayan şu uçucu, dolambaçlı diyaloglar) kendisine söylediğim şeylerle eğlenir, onları pek ciddiye almaz ya da karşı görüş ileri sürmezdi, oyuna katılır, benim anlamsız düşüncelerimi dışa vurmama izin verirdi. Ama o gece, söz konusu günün gecesinde böyle yapmadı; gözyaşlarını bir kez daha tutmaya çalışırken, taksideki yolculuğumuzun başında kapıldığı mutsuzluğun içine yeniden düşerken onun gerçekten de büyük bir sıkıntısı olduğunu, kendisine acı çektiren adsız şey üzerinde sürekli düşündüğünü anladım. Ona sormak istediğim bir sürü soru vardı, ama yine kendimi tuttum, kendine gelip konuşmaya hazır olana kadar bana açılmayacağını biliyordum, eğer kendine gelecekse tabii.
O arada köprünün üzerine varmıştık, Henry Sokağı’ndan geçiyorduk, Brooklyn Heights’ten Atlantik Caddesi’nin hemen altındaki Cobble Hill’deki evimize uzanan ve iki yanında kırmızı tuğladan asansörsüz binaların dizili olduğu dar bir sokaktı burası. Grace’in tepkisi şahsıma değildi, bunun farkındaydım. Grace’in ters davranışı bana olmaktan çok söylediğim şeyeydi; benim söylediklerimle onun düşünceleri arasındaki rastlantısal çarpışmanın doğurduğu bir kıvılcımdı. İyi insanlar kötü şeyler yaparlar. Grace yanlış bir şey mi yapmıştı? Ona yakın olan biri kötü bir şey mi yapmıştı? Bunu bilmek imkânsızdı, ama birinin bir şeyle ilgili olarak kendini suçlu hissettiğine karar verdim, benim söylediklerim Grace’in kendini savunan konuşmasını başlatmış olsa da bu sözlerin muhatabının ben olmadığıma fazlasıyla emindim. Bu düşüncemi kanıtlamak istercesine, Atlantik Caddesi’nden geçip yolculuğumuzun son ayağına girer girmez Grace elini uzatıp ensemi tuttu, beni kendisine çekip dudaklarını dudaklarıma bastırdı, dilini ağzıma yavaşça sokup beni tahrik edercesine öptü; Trause’nin dediği gibi, dolu dolu öptü. “Bu gece benimle seviş,” diye fısıldadı. “Kapıdan girer girmez elbiselerimi yırt ve seviş benimle. Beni parçala, Sid.”
Ertesi sabah geç saatlere kadar uyuduk, saat on bir buçuk-on ikiye kadar yataktan çıkmadık. Grace’in kuzinlerinden biri o gün şehirde olacaktı, saat ikide Guggenheim’da buluşmayı kararlaştırmışlardı, sonra da sürekli sergide birkaç saat geçirmek üzere Metropolitan Müzesi’ne gideceklerdi. Grace’in hafta sonlarında yapmayı sevdiği şeylerin başında resim seyretmek gelirdi, saat birde evden çıktığında oldukça sakindi.6 Onu metroya kadar götürmeyi teklif ettim, ama Grace zaten gecikmişti, metro istasyonu da evden oldukça uzakta olduğundan (ta Montague Sokağı’ndaydı) o kadar yolu koşar adım giderek kendimi yormamı istemedi. Grace’e merdivenden inip sokağa çıkana kadar eşlik ettim, ilk köşebaşında vedalaşıp ikimiz de farklı yönlere doğru uzaklaştık. Grace, Court Sokağı’ndan Heights’e doğru koşturdu, bense birkaç sokak aşağıdaki Landolfi’nin şekerci dükkânına doğru ağır adımlarla yürüdüm, bir paket sigara aldım. Benim bünyem o günlük ancak bu kadarını kaldırırdı. Mavi defterimin başına oturmak için sabırsızlanıyordum, her zamanki gibi mahallede dolaşmak yerine hemen dönüp eve yollandım. On dakika sonra evdeydim, koridorun sonundaki odamda, masamın başına oturmuştum. Defteri açtım, cumartesi günü kaldığım sayfayı buldum ve işe koyuldum. Şimdiye kadar yazdıklarımı tekrar okumaya kalkışmadım. Kalemimi elime alıp yazmaya başladım.
Bowen uçaktadır, karanlığın içinde Kansas City’ye doğru yol almaktadır. Kafasına düşen çörtenlerden ve hiçbir şey düşünmeden havaalanına koşmaların ardından içinde büyüyen bir sükûnet, durgun bir boşluk vardır. Bowen ne yapmakta olduğu üzerinde düşünmez. Pişman değildir, işini terk edip şehirden ayrılma kararı üzerinde bir daha durmaz, Eva’yı bırakıp gittiği için de en ufak bir pişmanlık duymamaktadır. Bunun Eva’ya ne kadar ağır geleceğini bilmektedir, ama sonunda Eva’nın kendisi olmadan daha rahat edeceğine kendini inandırmayı başarır, Bowen’ın ortadan kaybolmasının şokunu atlattıktan sonra yeni ve daha tatmin edici bir hayata başlaması mümkün olacaktır. Arzu edilen ya da hoş bir konum değil elbette, ama Bowen kafasındaki düşüncenin tutsağı olmuştur, bu düşünce de kendi önemsiz ihtiyaçlarından ve yükümlülüklerinden öylesine baskın, öylesine güçlüdür ki ona uymaktan başka seçeneği olmadığını düşünür; hem de sorumsuzca davranmak, daha dün kendisine ahlaki açıdan çirkin gelecek şeyleri yapma pahasına. Hammett bu düşünceyi, ‘İnsanlar rasgele öldüler,’ diye dile getirmişti, ‘ve ancak şansları rast gidince hayatta kaldılar. İlişkilerini mantıklıca düzenleyerek hayata ayak uydurmamış, adımları farklı yöne gitmişti (Flitcraft’ın). Düşen kirişten yirmi adım bile uzaklaşmadan, hayatın bu yeni yüzüne uyum sağlamadan huzur bulmayacağını anlamıştı. Öğle yemeğini bitirene kadar da nasıl uyum sağlayabileceğini bulmuştu. Düşen bir kiriş hayatını rasgele sona erdirebilirdi. O da çekip giderek hayatını rasgele değiştirecekti.’
Bowen’ın yaptıklarını yazabilmem için onları onaylamam gerekmiyordu. Bowen, Flitcraft’tı, Hammett’in romanında Flitcraft kendi karısına aynı şeyi yapmıştı. Hikâyenin temeli buydu, ben de hikâyenin temeline bağlı kalacağım yolunda kendimle yaptığım pazarlıktan vazgeçecek değildim. Aynı zamanda bu hikâyede Bowen’dan ve uçağa bindikten sonra başına gelenlerden çok daha fazlası olduğunu anlamıştım. Eva’yı unutmamam gerekiyordu, Nick’in Kansas City’deki serüvenlerini izlemeye kendimi ne kadar kaptırırsam kaptırayım, New York’a dönüp Eva’ya neler olduğunu araştırmadan hikâyenin hakkını vermiş olamazdım. Eva’nın kaderi benim için kocasınınki kadar önemliydi. Bowen umursamazlığın peşindeydi, her şeyi olduğu gibi itirazsız kabullenecekti, Eva’ysa bunlarla savaş halindeydi, koşulların kurbanıydı, Nick’in ufak bir iş halletmek için gittiği köşebaşından dönmediği andan başlayarak Eva’nın zihni çelişkili duyguların savaş alanına döner; panik ve korku, ıstırap ve öfke, çaresizlik. Bu ıstırabın içine girme olasılığından hoşlanmıştım, bu tutkuları Eva’yla birlikte yaşayabileceğim ve gelecek günlerde onlar hakkında yazabileceğim olasılığından da.
Uçak LaGuardia’dan havalandıktan yarım saat sonra Nick evrak çantasını açar, içinden Sylvia Maxwell’in romanının müsveddesini çıkarır ve okumaya başlar. Kafamda şekillenen hikâyenin üçüncü öğesiydi bu ve bunu olabildiğince erken eklemeye karar vermiştim; hatta uçak Kansas City’ye inmeden önce. Önce Nick’in hikâyesi, sonra Eva’nın hikâyesi ve sonunda bu hikâyeler gelişirken Nick’in okuduğu ve okumaya devam ettiği kitap; hikâye içinde hikâye. Ne de olsa edebiyatla ilgilenen biridir Nick, bu yüzden de kitapların etkisi altında kalır. Yavaş yavaş, Sylvia Maxwell’in kullandığı sözcüklere dikkat ettikçe kendisiyle romandaki öykü arasında bir bağ görmeye başlar, sanki kitap dolaylı, oldukça metaforik bir biçimde Nick’e o an içinde bulunduğu koşullardan içtenlikle söz etmektedir.
O noktada, Kehanet Gecesi’nin nasıl olmasını istediğim hakkında pek az fikrim vardı, roman taslağının çalakalem ilk çizgilerinden öte gitmiyordu düşüncelerim. Kurguyla ilgili hiçbir şeyi işlememiştim, ama kitabın, geleceği görme üzerine kısa, felsefi bir roman, zamanla ilgili bir fabl olacağını biliyordum. Romanın kahramanı Lemuel Flagg’di, Birinci Dünya Savaşı’nın siperlerinde korkunç bir patlama sonucu gözlerini kaybeden bir yüzbaşı. Yaralarından kan akarak, yönünü yitirerek ve acıyla inleyerek savaş alanından uzaklaşır ve taburuyla bağlantısını koparır. Nerede olduğunu bilmeden, tökezleyerek, sendeleyerek Ardennes Ormanları’na girer ve yere çöker. Aynı gün daha geç saatlerde, baygın adamı iki Fransız çocuk bulur, on bir yaşında bir oğlan ve on dört yaşında bir kız, François ile Geneviève. Ormanın ortasındaki terk edilmiş bir kulübede kendi başlarına yaşayan iki savaş yetimidir bunlar, bir peri masalı ortamında iki masal kahramanı. Flagg’i evlerine taşıyıp ona bakarlar, birkaç ay sonra savaş sona erince de Flagg çocukları da yanına alıp İngiltere’ye döner. 1927’nin üstünlük sağlayan alanında durup geriye, üvey babasının tuhaf kariyerine ve sonraki intiharına bakarak öyküyü anlatan Geneviève’dir. Flagg körlüğü sayesinde kehanet gücüne kavuşmuştur. Transa girer gibi ansızın gelen nöbetlerde yere düşer ve epilepsi hastası gibi çırpınmaya başlar. Bu nöbetler sekiz-on dakika sürer, kriz boyunca Flagg’in zihni geleceğe ilişkin imgelerle dolar. Bu nöbetler uyarmaksızın gelirler, onları durdurmak ya da denetim altına almak onun elinde değildir. Flagg’in yeteneği hem bir lanet hem de lütuftur. Ona servet ve nüfuz sağlar ama aynı zamanda bu nöbetler büyük acılara neden olurlar, ruhsal acılar da cabası, çünkü Flagg’in gördüğü hayallerin pek çoğu bilmek istemediği şeyler hakkında bilgilerle donatır onu. Örneğin annesinin ölüm günü ya da Hindistan’da tam iki yüz kişinin öleceği bir tren kazasının yeri. Çocuklarıyla herkesten uzak bir yaşam sürmek istemektedir, ama kehanetlerinin (hava tahmininden parlamento seçimlerinin sonucuna, kriket maçlarının sonuçlarına kadar değişen bir yelpazede) şaşırtıcı derecede isabetli olması onu savaş sonrası İngiltere’sinde en tanınmış kişilerden biri yapar. Tam ününün doruğundayken aşk hayatı bozulur ve yeteneği onu mahveden bir şeye dönüşür. Bettina Knott adında bir kadına tutulmuştur, iki yıl boyunca kadın onun aşkına karşılık verir, hatta evlenme teklifini bile kabul eder. Ne var ki evlenmelerinden bir gece önce Flagg yine bir epilepsi nöbeti geçirir, o arada Bettina’nın daha bir yıl geçmeden kendisine ihanet edeceğini görür. Flagg’in kehanetleri hiç yanlış çıkmamıştır, bu nedenle evliliğinin kötü biteceğini bilir. Asıl felaket, Bettina’nın masum olmasıdır, tamamıyla suçsuzdur, çünkü kocasını aldatacağı adamla henüz karşılaşmamıştır. Kaderin kendisine hazırladığı ıstıraba katlanamayacağını anlayan Flagg, kalbine bir bıçak saplayıp intihar eder.
Uçak alana iner. Bowen yarısına kadar okuduğu müsveddeyi çantasına koyar, terminal binasından çıkıp bir taksi bulur. Kansas City’yi tanımamaktadır. O kente daha önce hiç gitmemiştir, oraya iki yüz kilometre uzaklıkta oturan birini bile tanımamaktadır, haritada yerini göster deseler zorlanacaktır. Taksinin sürücüsüne kendisini şehrin en iyi oteline götürmesini söyler, Ed Victory gibi son derece tuhaf bir adı olan iriyarı siyah sürücü bir kahkaha patlatır. Umarım kör inançlarınız yoktur, der sonra.
Kör inanç mı, der Nick. Ne ilgisi var?
En iyi oteli soruyorsunuz. En iyisi Hyatt Regency’dir. Gazete okur musunuz bilmem ama bir yıl kadar önce Hyatt’ta büyük bir felaket olmuştu. Asma koridorlar tavandan kopmuştu. Lobiye düşmüşler ve yüzden fazla insanın ölümüne yol açmışlardı.
Evet, hatırlıyorum. Times’ın kapağında bir fotoğraf vardı.
Otel yine açıldı, ama kimileri orada kalmaktan ürküyorlar. Ürkmezseniz ve kör inançlarınız yoksa benim size önereceğim otel orasıdır.
Pekâlâ, der Nick, Hyatt olsun. Bugün beni yıldırım bir kez çarptı. Bir kez daha çarpmak isterse beni nerede bulacağını bilir.7
Nick’in yanıtı Ed’i güldürür, şehre doğru giderlerken iki adam konuşmaya devam ederler. Ed’in taksicilikten emekli olmak üzere olduğu gelir gündeme. Tam otuz dört yıldır bu işi yapmaktadır ve bu gece onun işteki son gecesidir. Son vardiyası, havaalanına son gidişidir, Bowen’dan son ücretini alacaktır, Bowen’dan sonra müşteri binmeyecektir taksisine. Nick ona bundan böyle kendisini neyle meşgul etmeyi planladığını sorar, Edward M. Victory de (adamın tam adı budur), elini gömlek cebine atıp bir kartvizit çıkarır ve onu Nick’e verir. Kartta, Tarihsel Koruma Bürosu yazmaktadır, Ed’in adı, adresi ve telefon numarası da kartın alt tarafında yazılıdır. Nick bu adın ne anlama geldiğini sormak ister ama ağzını açamadan taksi otelin önünde durur, Ed de alacağı son ücreti tahsil etmek üzere elini uzatır. Bowen ücretin yanına yirmi dolar bahşiş ekler, artık emekli olan sürücüye iyi şanslar diler, döner kapıdan geçerek talihsiz otelin lobisine girer.
Yanında pek az nakit para vardır, kredi kartıyla ödeme yapmak zorunda olduğundan otele kaydolurken kendi adını kullanır. Yeniden düzenlenen lobi yepyeni durmaktadır, elinde olmadan kendisiyle otelin aynı durumda olduğunu düşünür Nick: Her ikisi de geçmişlerini unutmaya, her ikisi de yeni bir hayata başlamaya çalışmaktadırlar. Cam asansörleri, devasa avizeleri ve cilalı metal duvarlarıyla ışıltılı saray bir yanda, sırtındaki elbiseden, cüzdanındaki iki kredi kartı ve deri çantasında yarısı okunmuş bir romandan başka bir şeyi olmayan Nick öte yanda. Parasına kıyıp bir süit kiralar, asansörle onuncu kata çıkar ve otuz altı saat boyunca odasından dışarı adım atmaz. Çıplak bedenine otel bornozunu giyip odasına getirttiği yemekleri yer, pencerenin yanında ayakta dikilir, banyodaki aynada kendisini inceler ve Sylvia Maxwell’in romanını okur. İlk gece yatmadan önce bitirir romanı ve ertesi günü de yine onu okuyarak geçirir, bir daha okur, dördüncü kez okur, sanki ölüm kalım meselesiymiş gibi romanın iki yüz on dokuz sayfasını inceden inceye okur. Lemuel Flagg’in öyküsü onu çok etkilemiştir, ama Bowen’ın Kehanet Gecesi’ni okuma nedeni etkilenmek ya da hoşça vakit geçirmek değildir, bundan sonra ne yapacağı hakkında alması gereken kararı ertelemek için romana gömülmüş de değildir. Bir sonraki adımının ne olacağını bilmektedir o, bunu yapmak için elinde kitaptan başka bir şey de yoktur. Geçmişi düşünmemek için kendini eğitmesi gerekmektedir. Çörten kaldırıma düştüğünde başlayan serüveni açacak anahtar budur. Eski hayatını yitirdiyse yeni doğmuş biri gibi davranmalıdır, bir bebek geçmişinden ne kadar az etkilenirse kendisi de geçmişinden o kadar az etkileniyormuş gibi davranacaktır. Anıları vardır elbette, ama bu anılar artık geçersizdir, önünde açılan yeni hayatın parçası değildirler, New York’taki eski yaşamına –ki silmiştir bunu, artık bir yanılsamadan başka bir şey değildir o– ilişkin düşüncelere daldığını ne zaman fark etse, zihnini geçmişten çekip almak ve bugüne yoğunlaştırmak için elinden geleni yapar. Kitabı bu yüzden okur. Bu yüzden okumayı sürdürür. Kendini artık kendisine ait olmayan bir hayatın sahte anılarından çekip alması şarttır, romanın müsveddesini mutlaka kesin bir teslimiyetle okumalıdır, okurken hem bedenin hem de ruhun aralıksız dikkati gerektiğinden, romanın sayfalarına gömüldüğünde eski kimliğini unutabilir.
Bereket onu aramak için bir bahanem vardı. Kitabımın kapağını Grace hazırlayacaktı, onunla konuşmam gereken yeni bir fikrim olduğu bahanesiyle tanışmamızın üzerinden iki gün geçtikten sonra telefon ettim ve gidip kendisiyle görüşüp görüşemeyeceğimi sordum. “Ne zaman istersen,” dedi. Bu ‘zaman’ bir türlü ayarlanamadı. Ben o sıralarda tam gün çalışıyordum (Brooklyn’deki John Jay Lisesi’nde tarih öğretmeniydim), saat dörtten önce Grace’in bürosuna gidemeyecektim. Grace’in öğle sonraları da bütün hafta boyunca randevularla doluydu. Gelecek pazartesi ya da salı günü buluşmamızı önerince bir okuma programı için kent dışına çıkacağımı söyledim ona (aslında doğruydu bu, ama doğru olmasa bile böyle bir şey uydururdum). Böylece Grace pes etti ve beni cuma günü iş çıkışı iki arada bir derede görmeyi kabul etti. “Saat sekizde bir yerde olmam gerekiyor,” dedi, “ama saat beş buçukta bir saatliğine filan buluşursak sorun olmaz.”
Kitabımın adını, Willem de Kooning’in 1938’de yaptığı bir karakalem çalışmadan almıştım. Hayali Erkek Kardeşle Birlikte Otoportre, ufak, zarif bir resimdi, ayakta duran iki erkek çocuktan biri ötekinden bir-iki yaş daha büyüktü, biri uzun, öteki diz altına kadar gelen bir pantolon giymişti. Tablo çok hoşuma gitmiş olsa da benim ilgimi tablonun adı çekmişti, bu adı seçmemin nedeni de Kooning’i anmak değil, sözcüklerin kendisiydi, onları oldukça davetkâr bulmuştum, yazdığım romana da çok uygundular. Hafta başında Betty Stolowitz’in bürosunda kapağa de Kooning’in çizimini koymayı önermiştim. Şimdi Grace’e bunun iyi bir fikir olmadığını söylemeyi tasarlıyordum, çizgilerin silik olduğunu, yeterince net görünmeyeceklerini, istenilen etkiyi bırakmayacağını söyleyecektim. Ama aslında netlik umurumda değildi. Betty’nin bürosunda o resme itiraz etmiş olsaydım şimdi onu savunacaktım. Tek istediğim Grace’i yeniden görme fırsatını bulmaktı; beni ona götürecek yol da sanattı, asıl amacımı tehlikeye atmayacak tek konu buydu.
İş çıkışında benimle görüşmeyi kabul etmesi bana umut verdiyse de saat sekizde yanımdan ayrılacak olması bu umudu silip atmıştı. Bir erkekle buluşacağından emindim (güzel kadınlar cuma akşamları hep erkeklerle buluşurlar), ama Grace’in bu adama ne kadar derinden bağlı olduğunu bilmem mümkün değildi. İlk kez buluşacağı biri olabileceği gibi, nişanlısıyla ya da birlikte yaşadığı erkek arkadaşıyla buluşacak da olabilirdi. Evli olmadığını biliyordum (tanıştığımız gün Grace’in bürodan çıkmasının ardından Betty söylemişti), ama başka yakınlıkların sınırı yoktu. Betty’ye Grace’in hayatında biri olup olmadığını sorduğumda bilmediğini söyledi. Grace özel hayatını kimseyle paylaşmaz, dedi, büro dışında neler yaptığı hakkında bürodakilerin en ufak bir bilgisi yoktu. Orada çalışmaya başlamasından bu yana iki-üç editör ona çıkma teklif etmişti ama Grace hepsini geri çevirmişti.
Grace’in özel hayatını kimseyle paylaşmaktan hoşlanmayan biri olduğunu çok geçmeden öğrendim. Evlenmeden önce onunla geçirdiğim on ayda hiçbir sırrını açmadı bana ya da daha önce başka erkeklerle yaşadıklarını anlatmadı. Ben de anlatmaktan hoşlanmadığı belli olan bir şey için zorlamadım onu. Grace’in sessizliğinin gücü buradaydı. Sevilmeyi istediği biçimde onu sevecekseniz, kendisiyle sözcükler arasına çektiği çizgiyi kabul etmek zorundaydınız.
(Bir keresinde, ilişkimizin başlangıcında, çocukluğundan söz ederken yedi yaşındayken ailesinin hediye ettiği ve çok sevdiği bir bebeği hatırlamıştı. Bebeğe İnci adını vermiş ve ondan sonra dört-beş yıl nereye gitse yanında sürüklemişti, onu en iyi arkadaşı olarak kabul etmişti. İnci’nin en ilginç yanı konuşabilmesi ve kendisine söylenenleri anlayabilmesiydi. Ama Grace’in yanındayken İnci’nin ağzından tek bir sözcük bile çıkmamıştı. Konuşamadığı için değil, konuşmak istemediği için.)
Grace’le tanıştığımda hayatında biri vardı; bundan eminim, ama o adamın adını da, Grace’in bu konuda ne kadar ciddi olduğunu da asla öğrenemedim. Oldukça ciddi olduğunu sanıyordum, çünkü arkadaşlığımızın ilk altı ayı benim için oldukça çalkantılı geçti, sonu kötü geldi, Grace bana ilişkimizi bitirmek istediğini, artık onu aramamamı söyledi. Yine de, hayal kırıklığıyla dolu o aylar süresince, kısa ömürlü zaferlerin ve ufak çaplı iyimserliklerin, azarlamaların ve boyun eğmelerin, beni göremeyecek kadar meşgul olduğu ya da yatağını paylaşmama izin verdiği gecelerin, o umarsız, başarısız flörtün bütün o iniş-çıkışları arasında Grace benim için hep büyülü biri oldu, arzu ile gerçek yaşamı birbiriyle buluşturan aydınlık bir temas noktası, vazgeçilmez aşkım oldu. Sözümü tutup onu aramadım, altı-yedi hafta sonra Grace damdan düşercesine aradı beni ve fikir değiştirdiğini söyledi. Açıklama yapmaya yanaşmadı, ama rakibim olan adamın artık sahneden çekildiğini tahmin ettim. Yalnız beni yeniden görmek istemekle kalmadığını, benimle evlenmek istediğini de söyledi. Ben onun yanında evlilik sözcüğünü ağzıma almamıştım. Onu ilk gördüğüm andan beri aklıma koymuştum bunu, ama dile getirmeye cesaret edememiştim, Grace’i ürkütmekten korkmuştum. Şimdiyse Grace bana evlenme teklif ediyordu. Hayatımın geri kalanını kırık bir kalple geçirmeye razı olmuşken Grace bana kendisiyle birlikte yaşayabileceğimi söylüyordu; bir bütün olarak, hayatımın tamamı onunla bir bütün olarak geçecekti.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.