Kitabı oku: «İKİ NEFES ARASINDA», sayfa 2
İnanç İnsanı Mutlu Kılar mı? İman Gücü…
Ölümcül hastalığa yakalanmak, hayatta karşılaşılabilecek en zor durumlardan biridir.
Ülkemizde de Diyarbakır-Çermik, Eskişehir, Kütahya, Afyon, Nevşehir-Karain köyü gibi bölgelerde asbestli ak toprak kullanımına bağlı olarak akciğer zarı kanseri sık görülür. Çocukluk çağında asbest tozuna maruz kalan kişilerde, elli-altmış yaşlarına ulaştıklarında mezotelyoma gelişir. Ayrıca eskiden gemi yalıtımında da kullanıldığı için, Batı ülkelerinde 60-70’li yıllarda tersanelerde çalışanlar bu hastalıklara yakalanır. 70’li yılların ünlü aktörü Steve McQueen de tersanelerde çalıştığı dönemde maruz kaldığı asbest nedeniyle gelişen mezotelyomadan hayatını kaybetmiştir. Hastalık tedavi edilmezse beklenen yaşam süresi bir yıl civarındadır. Kemoterapi ile bu süre biraz daha uzar.

Yurt dışında çalıştığım merkez bu hastalıkta referans klinik olduğu için Türkiye’ye döndüğümde orada uygulanan üçlü tedavi yöntemini burada da uygulamaya başladım. Ameliyat, radyoterapi ve kemoterapiyi birleştiriyordum. Bu yöntemle bazı hastalarda başarı elde ettik. Dört-beş yıl, hatta daha uzun süre hastalıksız hayatta kalan hastalarımız oldu.
Kütahya’dan bir telefon geldi. Oğlu da hekim olan altmış dokuz yaşında bir amcaya Kurban Bayramı’ndan üç-dört hafta önce mezotelyoma teşhisi konmuştu. O sene de hacca gitmek için hazırlıklar yapmıştı ama bu hastalık çıkınca üçlü tedavi olabilir miyim diye bize başvurdu.
Değerlendirmemiz sonucu hastalığın erken aşamada olduğunu gördük. Vücuduna iyi bakmış, yaşına göre oldukça dinç biriydi. Sakindi, yüzünde hep güven hali vardı. Hastalığından da haberdardı. Literatürde bu tip hastalıklara yakalananlar için tarif edilen reddetme, panik haline hiç uymayan bir halet-i ruhiye içindeydi.
Ameliyat hazırlığımızda her şeyin uygun olduğunu gördük. Ameliyat programındaki aksaklıklar nedeniyle ameliyatı iki-üç kez ertelendi. Sonunda ameliyat masasına yattı. Anestezi başlamadan önce stresini azaltmak için hastayla konuşur, elini tutarız. O birkaç dakikalık sohbet hem bizi hem de hastayı rahatlatır diye düşünürüz. Ama bu sefer tedirgin olan bendim. Amcaya çok büyük bir ameliyat yapacaktık, üstelik oğlu da hekimdi. Elini sıktım, “Nasılsınız,” diye sordum. “Merak etmeyin, korkmayın, her şey yolunda gidecek,” dedim. Amca güven dolu gözlerle yüzüme baktı ve kelimesi kelimesine, “Niye korkayım evladım, ben inanmışım,” dedi. Monitöre baktım, kalp hızı yetmişti.

İman denilen duygu insanı bu kadar mı güçlü kılıyor? Amcanın dedikleri hâlâ kulaklarımda yankılanıyor. Bazı savaş kahramanlıklarını dinlediğimde insanların cesaretleri, ölüme olan kayıtsızlıkları konusunda şüpheler duyardım. İçten içe, nasıl korkulmaz, diye sorardım, bu hikâyelerde gerçeklik payı az, diye düşünürdüm. Ama amcayı gördükten sonra gerçek inanmışlığın çok farklı bir şey olduğunu anladım. İnsanın çocuğunu korumak için hiçbir şeyi düşünmeden hayatını riske atması gibi, imanının gereğini sonunu hiç düşünmeden yapmak…

Nitekim ameliyatı ve sonrası sorunsuz geçti. Biraz yorulsa da üçlü tedaviyi altı ayda tamamladı. Bir müddet sonra genel durumu da toparladı. Mucizevi olan o büyük ameliyata rağmen bir yıl sonra hacca gitti. Hacca gitmeden önce telefon edip dua etti. Bizim mesleğin başka işlerde olmayan güzelliklerinden birini daha yaşadık. Bu duanın kıymetini ne ile ölçebilirdik?
Hastalığı ameliyattan iki yıl sonra tekrarladı. Tekrarladığını söylediğimizde sanki hiçbir şey olmamış gibi metanetle karşıladı.
Beraber Öğrenelim
Yurt dışında çalışmak, özellikle ABD’deki tıp sistemine adapte olmak Türkiye’de eğitim almış biri için hiç kolay değildir. ABD tıp sisteminin en önemli özelliği ayrıntıya çok önem verilmesidir. Ayrıntı da aslında medeniyet demektir. Dünyaca ünlü kalp cerrahı Michael Debakey’in söylediği çok güzel bir söz vardır:
“Indifference to detail is a sign of mediocrity – Ayrıntıya özensizlik sıradanlığın belirtisidir.”

ABD’deki üst ihtisasım sırasında altı aylık alışma döneminin ardından tek başıma nöbetlere başlamıştım. Birlikte çalıştığım Dr. Swanson, Rhode Island eyaletinden zenci-yerli karışımı bir kişiye akciğer kanseri ameliyatı yaptı. Sol akciğerin üst tarafını çıkarmıştık. Hasta tipik bir taşralı ABD vatandaşıydı. Basit işlerde çalışmış, yıllarca sigara içmiş, hayatı barlarda geçmiş, obez, özetle sağlığına pek dikkat etmemiş bir kişiydi.

Akciğer kanseri ameliyatlarından sonra hastaların neredeyse üçte birinde kalpte ritim problemleri gelişir. Kalp hızı artar, bazen dakikada 170-180’lere ulaşır. Düzensiz atımlı bu ritme atriyal fibrilasyon denir. Müdahale edilmezse akciğer ödemi ve kalp durmasına kadar gider.

Servisteki ilk nöbetlerimden biriydi. Ameliyat ettiğimiz bu hasta atriyal fibrilasyona girdi. Hemşireden çağrı geldi. Ne yapacaklarını sordular.
Türkiye’deki pratiğimizde bu durumda kardiyolojiden yardım isterdik ve sıklıkla da öneriler doğrultusunda digoksin dediğimiz ilacı başlardık. Hemşireye digoksin başlayabileceğimizi söyleyince, “Biz burada atriyal fibrilasyonun tedavisinde digoksin kullanmıyoruz,” demez mi! Bu arada hastanın nabzı yükselmeye devam etti, solunum açısından da stresli hale geldi. Bu sefer ben de strese girdim, konuşmam tutuklaştı. Dr. Swanson’a çağrı attım. Geri aradı. Stresli olduğumu anlayınca, belki de bilerek kardiyolojiyi aramamı söyledi. Bu sırada hastanın kalbi dakikada 150 atmaya devam ediyordu. Servisteki hemşire ve öteki kişilerin bakalım bu yeni yetme Türk ne yapacak diye beni süzdüğünü hissediyordum.
Kardiyoloji nöbetçisinin numarasını öğrendim, çağrı attım. İkinci çağrıdan sonra döndü. O stresle ameliyat sonrası atriyal fibrilasyon gelişen bir hasta olduğunu, tedavisi konusunda yardım istediğimi belirttim. Kelimesi kelimesine, “Doktor Bey, siz ameliyat sonrası görülen atriyal fibrilasyonun nasıl tedavi edileceğini bilmiyor musunuz,” diye sordu. Hayatımda hiç bu kadar utandığımı, yerin dibine geçtiğimi, küçüldüğümü hatırlamıyorum. Telefonda geveledim, ne cevap verdiğimi doğru düzgün hatırlamıyorum. Bu gevelemem sonrasında karşımdaki kardiyolog şu sözlerle son darbeyi vurdu: “İyi o zaman doktor bey. Geliyorum, atriyal fibrilasyonun tedavisini beraber öğrenelim.” Telefonda yabancı olduğumu aksanımdan anlayan kardiyolog, üstünlüğünü sözleriyle beni ezerek, geldiğinde de tavırlarıyla küçümseyerek gösterdi.
O gün benim için dönüm noktası oldu. Cerrah olarak daha önceden hiç aşina olmadığım, Dr. Paul Marino’nun yoğun bakım kitabını baştan sonra okudum. Göğüs cerrahisi hastalarında görülebilecek göğüs dışı acil sorunların tamamının tanı ve tedavisini, tabir yerindeyse hatmettim. İki-üç ay içinde oradaki bütün asistanlardan daha iyi atriyal fibrilasyon tedavi eder hale geldim. İlaçların dozlarını ayrıntılarıyla ezberledim.

Amerika’daki mezuniyet sonrası tıp eğitimi, ihtisas programları açısından bizden, hatta Avrupa’dan dahi çok üstündür. Dünyadaki bütün akademisyenler bunu az çok bilirler. ABD’nin Ivy League-Sarmaşık Üniversiteleri olarak adlandırılan köklü üniversitelerinde – Harvard, Columbia, University of Pennsylvania, Yale, Brown, Dartmouth– tıp eğitimi çok üst düzeyde verilir. İhtisasa başlama zamanı temmuz ayıdır. Kendi üniversitenizin en iyi mezunlarının sizi tercih etmesi çok önemlidir. 2000 yılı temmuz ayında Brigham Hastanesi’nde cerrahi ihtisasına başlayacak asistanlar arasında Harvard Tıp Fakültesi mezunu bulunmadığı için öğretim üyeleri çok üzülmüş ve nerede hata yaptık diye kendilerini sorgulamışlardı.

2001 yazında Brigham Hastanesi’nde yeni gelen asistanlara oryantasyon toplantısı yapıldı ve şu anda New York’taki Mount Sinai Hastanesi’nde kalp cerrahisinin başında olan Prof. Dr. David Adams, yeni gelen asistanlara basit sorular sormaya başladı. “Atropin nasıl bir ilaçtır,” diye sordu. Tıp fakültesinden yeni mezun olmuş gençler çok stresliydiler, içlerinden biri, “Kalp hızını artırıcı,” dedi ama ilacın tıbbi mekanizmasını anlatamadı. Adams, çocuğa herkesin içinde, “Brigham’ı kazanan bir cerrahi asistanı böyle bir cevap veremez,” dedi. Çocuğun koskoca amfide nasıl küçüldüğünü tarif edemem.
Bazen acı tecrübeler ve küçük düşmeler insanı terbiye ediyor, doğruya sevk ediyor. Beraber öğrenmek insanı yüceltebiliyor.
Omzu Takıldı
Tıp öğrenciliği ayrı ayrı dönemlerden oluşur. Önce yeni bir dil öğrenilir, daha sonra sadece teorik bilgi yüklenir, nihayet klinik pratik aşamasına geçilir. Eğitimin son yılı her şeyin pekiştiği, yerli yerine oturduğu dönemdir. İntörnlük denilen bu dönemde doktorlukla öğrencilik arası bir durum söz konusudur. Dahiliye, kadın-doğum, cerrahi, acil servis, çocuk hastalıkları stajları yapılır. Hasta takibi ve tedavisinde bizzat rol alınır.

Hastanemizde 1990’lı yıllarda normal doğum sayısı ayda kırktı. Bu nedenle yeterli doğum eğitimi alamayacağımız düşünülerek intörnlükteki kadın doğum stajımızın bir ayını Zeynep Kamil Hastanesi’nde geçiriyorduk. Zeynep Kamil, İstanbul Anadolu yakasının en ünlü kadın doğum hastanesiydi. Yirminci yüzyılda İstanbul’un Anadolu yakasında hayata gözlerini açan birçok kişi orada doğmuştur.
Zeynep Kamil Hastanesi’nin kadın doğum servisi ayrı bir yerdi. Gittiğimiz dönemde günde kırk-elli doğum olurdu, bir ayda ne kadar çok doğum gördüğümüz buradan hesap edilebilirdi. Normal geliş, makat geliş vb. Bir çömez, bir kıdemli asistanla çalışıyordu, dolayısıyla iş yükü inanılmazdı. Ebeler doğum yaptırırdı ve intörnler bütün doğumlara katılırdı. Bu kadar hızlı bir temponun olduğu yerde birtakım aksaklıklar da muhakkak olurdu. Tuvaletler doğumhanenin karşısındaydı. Kadınlar sıkıştık diye tuvalete koşardı. Bir kadın tuvalette ıkınırken çocuğu doğurmuş ve bebek tuvalete düşmüştü. Hepimiz koşmuştuk bebeğe bir şey oldu mu diye. Ayrıca kadınlara lavman yapılmadığı için doğum ıkınmasıyla birlikte facia görüntüler oluşurdu. Bir oda düşünün, dörder yatak, karşılıklı sekiz doğum yatağı. Üzerlerinde doğru düzgün örtü bile yoktu.
Bu klinikte çok değişik doğumlar gördüm ama bir tanesini hiç unutamıyorum. Kırk yaşlarında bir kadın, beşinci çocuğuna hamileydi. Doğum masasına alındı, bebeğin biraz büyük olduğu söylendi. Hasta sadece asistan tarafından görülmüştü. Çocuğun başı çıkmak üzereydi. Çocuğun başı çıktı ve asistanın çocuğun başını çekmesiyle, “Omzu takıldı,” diye bağırması bir oldu. Omuz takılması nadir görülen bir durumdur, genellikle bebeğin büyüklüğü, kadının leğen kemiğinin yapısı ve doğum kanalının darlığıyla ilişkilidir. Çocuğun başını çekiyorlar, ama ne mümkün çocuk bir türlü çıkmıyor. Kıdem sırasına göre herkes denedi. En son şefler geldi ve şef bir ayağı masada, çocuğun başına asıldı. Çocuğun kafası ha koptu ha kopacak diye düşündüm bir an. Bu durum en az on dakika sürdü ve sonunda çocuk çıktı. Ama maalesef mosmor bir baş ve atmayan bir kalple. Çocuk ölmüştü. Anne, Anadolu insanı, üzüntülü, masada öylece yatıyordu.
Sonra öğrendik ki, kadının bundan önceki iki çocuğunda omuz düşüklüğü oluşmuştu. Omzun hafif takıldığı durumlarda yapılan çekmeler kola giden sinirleri zorlar ve el sakatlıkları ortaya çıkar. Bazen çocuk hiç çıkarılamazsa, kafası bedenden ayrılıp bedeni sezaryenle çıkarılır. Burada acıklı olan, hastanın geçmiş gebelik hikâyesinin sorulmaması, hastanın da kimseye hiçbir şey söylememiş olmasıydı. Oysa kadına sezaryen yapılsa çocuk yaşıyor olacaktı.

Doğum doğal bir durum, hastalık değil. İnsanlar geçmişte evde, tarlada çocuk doğururlardı. Ülkemizde birçok yerde olduğu gibi, İngiltere’de de hâlâ ebeler doğum yaptırır. Normal giden bir gebelikte sorun çıkma ihtimali çok düşüktür, ama hekime işte böyle bir durumda ihtiyaç olur. Çok büyük bir hastanede doktor sayınız yetersizse veya sisteminiz iyi kurulmamışsa, arada yapılacak küçük bir hata çok vahim sonuçlanabilir.

Zeynep Kamil’de staj yapmış olduğum için çok şanslıyım yine de. Şimdiki branşım ve konumum farklı olmasına rağmen orada edindiğim tecrübe sayesinde, zorda kalsam ve doğum yaptırmam gerekse o cesareti kendimde bulurum.
Ağlarsa Anam Ağlar
Dünyadaki en içten sevgi ne diye sorulsa, herhalde evlat sevgisi cevabı gelir. Çocuklarımız hayatımızdaki en önemli varlıklar. Onların varlığı ve sevgisi hem aile bağlarını güçlendirir hem de eşlerin birbirine bağlılığını artırır.
İnsanın çocuğunu kaybetmesinden daha büyük acı olabilir mi? Bu yüzden dinimizde evlat acısı çekip sabredenlere büyük mükâfatlar vaat edilmiştir. Hz. Peygamber, oğlunun cenazesinde gözyaşlarını tutamaz. Bunun üzerine orada bulunanlar, “Ya Resulallah, niye ağlıyorsunuz? Tevekkül etmek gerekmez mi? Ağlayınca Allah’tan gelene isyan etmiş olmuyor muyuz?” diye sorar. Hz. Peygamber, “Ben insan olarak ağlıyorum,” diye ibretlik bir cevap verir. Evlat acısı dünyadaki herkes için ortaktır. Sultan II. Abdülhamid beş yaşındaki kızını ateşli bir hastalık nedeniyle kaybeder. Bu çok sevdiği kızının kaybıyla kahrolur. Kızının adına, parasını kendisinin verdiği, şimdiki Hamidiye Etfal Hastanesi’ni inşa ettirir.

Servisimize otuz beş yaşında Üsküp göçmeni genç bir erkek hasta yatırmıştık. Akciğer zarında kanser tespit edilmişti. Bu kadar genç yaşta çok nadir bir durumdu. Deri çanta imalathanesinde çalışmış, çok değişik kimyasallara maruz kalmıştı. Erkek kardeşi ve babası da tedirgin şekilde tedavisini araştırıyorlardı. Sonunda büyük bir ameliyat yaptık ve sol akciğerini aldık. Fakat lenf bezlerinin çoğuna tümör sıçramıştı. Bu durumda yaşam beklentisi bir, bir buçuk yılı geçmiyordu maalesef. Hasta yakınlarına her şeyi açıkça söyleriz, ama hastayla daha uygun bir dille korkutmadan konuşuruz.
Ameliyat sonrası işler yolunda gitti, hasta toparlandı. Serviste vizit yaparken annesinin de odada olduğunu fark ettim. Klasik, başörtülü, kilolu, sarışın, tipik bir Trakya göçmeni hanımdı. Hasta, annesinin çok güzel Arnavut böreği yaptığını ve bize tattırmak istediğini söylüyordu. Bu sırada alışkanlığım olduğu üzere genel hayatına dair sorular yönelttim.
“Evli misin? Çocuğun var mı?” diye sordum. O da, “Bir kızım var, ikincisi de yolda,” deyince annesi kendini tutamadı. Öyle içten, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu ki, hasta oğlu da gözyaşlarını tutamadı. Ben de kendimi bıraksam odada herkes matem havasına girmiş olacaktı. Kendimi toplayıp annenin omzuna elimi koydum, “Teyze bak, oğlun iyi bir ameliyat geçirdi, durumu da iyi, inşallah iyileşecek,” diye olumlu sözler sarf ettim. Kadın bu sözler üzerine kendini biraz topladı ama biliyordum ki o genç adamın hastalıktan kurtulması için mucize olması lazımdı. Nitekim hasta, ameliyattan sonra ancak altı ay yaşadı.

Böyle kişileri gördüğümde aklıma hemen, bu adam ölünce çocuklarına kim bakar, o küçük kız babasız nasıl büyür gibi şeyler geliyor. Allah’a şükür ülkemizde aile bağları hâlâ güçlü ve aile fertleri hâlâ birbirine destek oluyor.
Hastalık ve ölüm ile uğraşan bir kişinin bunu kanıksamasını hep garipsemişimdir ama kanıksamazsanız bu işi yapmanız da çok mümkün değil. Hastalık ve ölümün eninde sonunda bizi bulacağını biliyoruz ama başkasının felaketleri bizler için gelip geçen günlük olaylardan ibaret.
İnsan olduğumuzu unutmadan, günlük işlerin hareketliliğine çok takılmadan, hırslarımızı frenlemek ve gerçeğin o annenin gözyaşlarında gizli olduğunu anlamak lazım.
Klostrofobi
İnsan ile uğraşanlar her zaman şaşırtacak olaylarla karşı karşıya gelir. Klostrofobi, kapalı yer korkusu demektir. Klostrofobisi olanlar kapalı yerde panik olur, sık ve hızlı nefes almaya başlar. Bu durumda kandaki karbondioksit seviyesi düşer, fenalaşma denilen durum oluşur. Yapılması gereken, hastanın ağzına bir kesekâğıdı veya küçük bir torba dayayıp bir süre kendi nefesini solutmaktır. Böylece kandaki karbondioksit seviyesi normale geri döner.
Klostrofobik hastalar tıbbi açıdan birçok sıkıntılar yaşarlar. Uyanık halde tomografi, MR gibi tetkikleri yaptıramazlar, panik olur, ameliyathane odasında rahat edemezler. Klostrofobinin kaynağı bazen çok ilginç hayat öykülerine dayanır.

Hastalarımızdan birinin Akalazya denilen, yemek borusunun alt ucundaki kapakçığın aşırı kasılmış olduğu ve gevşemediği bir hastalığı vardı. Otuzlu yaşlarda, dağ gibi bir adamdı. Gemilerde çalışıyordu. Hereke, İzmit’ten gelmişti. Akalazya hastalarında kapakçık çok sıkı olduğu, doğru düzgün açılmadığı için yutma güçlüğü olur. Yenilen yemekler, yemek borusunda bekler. Sadece basınçla açılır. Bazı hastalar yemek arasında zıplayıp yemeğin mideye düştüğünü hissettikten sonra yemeye devam ederler.
Laparoskopik yöntemle ameliyatını yaptık, her şey yolunda gitti. Ameliyat sonrası servise çıktı. O akşam asistan aradı, hocam hasta başını tutamıyor, kollarının zayıfladığını söylüyor diye. Hemen odasına gittik, muayenede bir şey bulamadık ama hasta gözlerini kapatmaya çalışıyordu, tedirginlik hali dikkat çekiyordu. Kaldığı oda servisimizin en sonunda, camından duvar görünen bir odaydı. Sonradan iş anlaşıldı. Hastamız Ağustos 1999 depreminde enkaz altında kalmış altı saat sonra çıkarılmıştı. Canlı canlı mezarda kaldıktan sonra kişinin stres altında psikolojisini koruması çok zor olsa gerek.
İkinci hastamızın hikâyesi ise çok daha farklı. Yetmiş yaşlarında çok evhamlı bir bey, sağ akciğer etrafında sıvı birikmesi ile başvurdu. Bana hastayı gönderen göğüs hastalıkları hekimi travma sonrası göğüs boşluğuna kanama olduğunu düşünüyordu. Basit bir darbe öyküsü vardı ama bu miktarda sıvı birikimini açıklamazdı. Hastanın klostrofobisi varmış. “Tomografiniz nerede,” diye sorduğumda kapalı ortamlara giremediğini ve film çektiremediğini söyledi. Sonunda kapalı yer korkusunun sebebi anlaşıldı. Hastamız Batı Trakya’dan 1950’lerde göç etmiş. İkinci Dünya Savaşı’nda Alman bombardımanı sırasında hastanın annesi, çocuklarını korumak için onları sandık içerisine koyup saatlerce çıkmalarına izin vermezmiş. O yaşlarda çocuğa yerleşen kapalı yer korkusu tedirginlik hâlâ geçmemiş. Maalesef çok kötü huylu bir akciğer zarı kanseri teşhis edildi ve altı ay sonra hayatını kaybetti.
Böyle durumları gördüğümde hastaların ne hissettiklerini anlamaya çalışıyorum. Çocukluğumda yaşadığımız en büyük korkular İstanbul’da sık sık olan depremlerdi. Deprem sırasında evdeki kirişlerin birinin altına geçer, dua ederdik. Fakat en önemli tedirginlik ve korkumu lise birinci sınıfta yaşamıştım. Kadıköy Anadolu Lisesi’nde çok sert karakterli, kıt notları ile ünlü bir matematik hocamız vardı. Lise 1’de bize geleceğini öğrenince karalar bağlamıştık. Hocadan yedinin üstünde not almak neredeyse imkânsızdı. Buna rağmen bizim sınıftaki canavar matematikçiler sekiz alabildiler. Ben de hocadan altı almıştım, çok mutlu olmuştum. Hocadan hem korkuyor hem de hayranlıkla karışık bir sevgi besliyorduk.
Lise 2’ye geçtik. İlk gün matematik dersine başka bir hocanın geleceği söylendi. Matematik hocamız yazın karaciğer kanseri nedeniyle çok kısa süre içerisinde vefat etmişti. O an hayatın her an sonlanabileceğini, hayattaki en önemli gerçeğin ölüm olduğunu fark ettim. Hocanın ölümünden o kadar etkilenmiştim ki, haftalarca doğru düzgün uyuyamadım.

Bizler rahat bir dönemde yetişmiş insanlarız. Özellikle II. Dünya Savaşı’na şahit olanlar, ölümün sıradanlığını, açlığı, imkansızlıkları bizzat yaşamışlar. Alay konusu olabilecek bazı korkuların arkasında böyle zamanlarda yaşanmış çok dramatik hikâyeler yatıyor.
Al-Roustamani
Altmış yaşlarında, Ortadoğulu bir erkek servise yattı. Akciğer zarı kanserinden mustaripti. Son derece asri giyimli bir beydi. Birleşik Arap Emirlikleri’nin Nissan distribütörü olduğunu sonradan öğrendim. Hastalığı kötü, yaşam beklentisi kısaydı, ama bir umut Harvard’a gelmişti. Belki de bu kadar dramatik bir durumu olduğunu bilmiyordu.
Bölüm başkanı ameliyat etmeye karar verdi. Ameliyata girildi, ben de yan odada ameliyattaydım, ama fırsat buldukça vakayı takip ediyordum. Kanserin çok yayılmış olduğu tamamen çıkarılamayacağı anlaşıldı. Bir bölümü çıkartılarak işleme son verildi. Bu ameliyatta kanseri tamamen çıkarmazsanız hastanın uzun dönem hayatta kalma şansı çok düşüktü. Çalıştığım merkez ABD’nin en akademik merkezi olmasına rağmen hasta nakit para verecekse ona mutlaka bir işlem yapılırdı. İşlem tamamen gereksiz değildi ama şartlar zorlanmıştı. Oradaki kıdemli bir öğretim üyesinin ameliyatta söylediği şu sözler hâlâ aklımda: “Bu hasta yurt dışından, nakit para, çok ihtiyacım vardı, bize en az beş-altı bin dolar kalır.”

Paranın milliyeti yoktur. Bu, orada yapılan ameliyatların hatalı veya gereksiz olduğunu göstermez. Ümit veren tedavi yöntem ve teknolojilerini onlar bulup geliştiriyor, sonra da sınırları zorluyorlar. Yabancılara bu şekilde davranmayı bir hak olarak görüyorlar. Akademik merkezlerde bu iş sahtekârlık şeklinde değil, çalışma kapsamında veya uç tedaviler olarak yapılıyor. Oysa ABD’nin ünlü ticari tıp merkezlerinde bu işlerin artık ayağa düştüğünü, iyice simsarlık haline geldiğini görürsünüz.

Al-Roustamani, ameliyattan sonra iyileştim diye iyice coştu. Serviste takke ve entariyle gezinmeye başladı. Her gün vizitte dua eder, Kuran okurdu. Ne hikmetse, ameliyattan önce pek dindar gibi görünmemişti. O dönemde göğüs cerrahisi bilim dalı yonca şeklindeki binanın onuncu katında bir yoğun bakım yaptırıyordu. Benim üst ihtisasımı bitirmeme dört-beş ay kala tamamlandı. Sabah hastaları tartışırken, o zamanki başasistan Dr. Chang bombayı patlattı. Al-Roustamani çok minnettar kalmış ve yoğun bakım inşaatına üç milyon dolar bağışlamıştı. Ağzım açık dinliyordum.

Bu hastaları Türkiye’ye çekmemiz lazım diye düşünebilirsiniz. Bu, iyi niyetli fakat gerçekçi olmayan bir hayal. Kanımca Doğu dünyasının, Japonlar da dahil olmak üzere, Batı dünyasına karşı aşağılık kompleksi vardır. Bu kompleksi paralarıyla kapatmaya çalışırlar. Bu nedenle bu paraları kendi ülkelerine veya benzerlerine yedirmezler. İtiraf etmek lazım, para bulmak, bağış toplamak konusunda Amerikalıların üzerine yoktur.

Mount Sinai Hastanesi’nde göğüs cerrahisi anabilim dalını geliştirmek için ABD’deki hocamı transfer etmek istediler. Hocam da bana iş teklif etti ve New York’a gittik. Teklifi değerlendirmek için çeşitli toplantılara katıldık. Bu toplantıların birine kırk yaşlarında, “fund raising-bağış toplama” bölümünden bir kadın geldi. Akciğer kanseri bölümü için bağış yapmak isteyen, seksenlerinde, her an ölebilecek zengin bir Yahudi’den bahsetti. En azından bir milyon dolar verecekmiş. Ama ardından, “Bu adamda daha çok para var, üç-dört milyon dolar koparırız, peşini bırakmamamız lazım,” diye ekledi. Ne denir? Bizim elli bin öğrencili koca üniversitemizin yıllık bütçesi yetmiş milyon dolar.

Zengin olmak birçok konuyu çözüyor. Fakir ama gururlu olmak kolay değil. Böyle bir akademisyen ne literatürü takip edebilir, ne kongrelere gidebilir ne de yabancı bir misafiri ağırlayabilir. Üretip zengin olmak ve parayı ülkemize çekmek için çok çalışmak dışında bir alternatifimiz yok gibi duruyor.