Kitabı oku: «İKİ NEFES ARASINDA», sayfa 3
Başka Bir Yaşam Mümkün Olur muydu?
Yaşamları birer hayal kırıklığından ibaret olan bireyler her ülkede mevcut, bizde de azımsanmayacak sayıda var. Kişiler hayatlarının belirli bir aşamasına geldiğinde, öldükten sonra beni hatırlayacak olan çıkar mı, diye kendi kendini sorgulamaya başlar. Osmanlı mezar taşlarının başlangıcında yazan, “Hüvelbaki – Kalıcı olan O’dur” ifadesi bu konudaki nihai hükmü gösterir. Dönemlerinin en önemli insanları olan sadrazamlardan kaçını hatırlıyoruz? Hangimiz erken cumhuriyet döneminin bakanlarının isimlerini sayabilir? Onlar bir tarafa, yirmi-otuz yıl öncesi milletvekili, sanatçı, iş adamı veya ordinaryüs profesörlerinden ismini anabildiğimiz kaç kişi var? Belki önemli bir eser bırakanlar, siyasette bir izi olanlar ya da bütün dünyayı etkileyen bazı kişiler hatırlanır. Onun haricinde unutulacağımız kesin. Bu şekilde düşündüğümüzde, hayata bir imza atamamış olmak çok da üzülecek bir şey değil. Vehbi Koç’a bir çalışanının dediği gibi: “Aramızdaki fark, kefen bezinin patiska veya Amerikan bezi olmasından ibarettir.”

Hayatları birer hayal kırıklığından ibaret olup üstüne de önemli hastalıklarla mücadele eden insanlar çok etkileyicidir. Çok nevi şahsına münhasır bir hastam vardı. Elli yaşlarındaki bu adamcağız Altunizade’deki hastanemizde polikliniğe muayene olmaya geldi.
Bir insana baktığınızda ilk imaj çok akılda kalıcıdır; mavi-çakır gözleri, ince yüzü neşeli bakışlarıyla hayata bağlığı yüzünden okunan bir kişiyle karşı karşıyaydım. Yanında çarşaflı, güler yüzlü eşi ile birlikte. Normal biri ile karşılaşacağımı zannederken, karşımda cızırtılı radyo açılmış gibi mekanik ses çıkaran biri vardı. Kendine güveni daha ilk andan fark edilen bu adam sürekli konuşuyordu. Dört yıl önce gırtlak kanseri ameliyatı olduğunu sonrasında radyoterapi gördüğünü, son bir yıldır ise yutma güçlüğü çektiğini söylüyordu. Radyoterapi özellikle boyun bölgesine uygulandığında yemek borusunu yakarak kalıcı darlıklara neden olabilir. Nitekim röntgen filmiyle görülebilen ilacı içirdiğimizde dil kökünden beş santim aşağıda darlığın yeri bariz bir şekilde seçiliyordu. Bu durumlarda genişletme yapılabilirdi ama radyoterapi darlıkları inatçıdır ve tekrarlar. Ameliyat ile tedavisinde ise yemek borusunun o kısmı çıkarılır, yerine yeni yemek borusu yapmak gerekir. Bu bölgelere yapılacak yeni yemek borusu için, incebağırsağın bir bölümünü kullanmak en avantajlı yöntemdi. Kendisine ameliyat önerdiğimde, “Hocam ben hastayım, uzman sensin, sana teslimiz,” diye kendi üslubuyla cevap verdi.
Çok iyi bir mikrocerrahi uzmanı olan Prof. Dr. Mehmet Bayramiçli ve genel cerrahi ekibiyle birlikte hastanın karnından aldığımız incebağırsağı, boyunda çıkardığımız hastalıklı bölgenin yerine koyduk. Bağırsağın damarlarını plastik cerrahi ekibi dikerken, biz de incebağırsağı dil köküne ve altta kalan sağlam yemek borusuna diktik. Ameliyat on saat sürdü. Ameliyattan sonra radyoterapiye bağlı iyileşme problemleri nedeniyle kaçağı oldu ama sonunda iyileşti, iki ay sonra kendisini taburcu ettik. Normale yakın yemek yemeye başlamıştı. Fakat zaman içerisinde diktiğimiz yerlerde bazı darlıklar oldu, bu darlıkları, buji dediğimiz borular ile genişlettik. Hastamız servisimizin daimi hastası haline gelmişti.
İlk ameliyatın üzerinden iki yıl geçmişti. Bir yıllığına Kartal Lütfi Kırdar Hastanesi’nde çalışmaya başlamıştım. Hastamız gülen yüzüyle tekrar servisimize geldi. Bu sefer sağ akciğerinin üst bölümünde bir nodül (üç santimetreden küçük kitlenin tıbbi adı) tespit edilmişti ve büyük ihtimalle kanserdi. Ameliyat kararı verdik. Fakat boyun bölgesine radyoterapi aldığı için akciğerin üst tarafı da etkilenmiş dokular tanınmayacak hale gelmişti. Sekiz saatlik bir ameliyattan sonra sağ akciğerin üst parçasını ve lenf bezlerini çıkardık. Ameliyattan çıktıktan sonra hasta yakınlarına bilgi vermeye gittim. Zor fakat başarılı bir ameliyat olduğunu, her şeyin yolunda gideceğini umduğumu söyledim. Eşi, “Hasan Bey’in ameliyat çıkışındaki o çok yorgun halini görünce, bizim bey herhalde öldü diye düşündüm,” dedi.
Hastamız ameliyat sonrası çabucak toparladı, taburcu oldu. Gırtlak kanseri, yemek borusu darlığı sonrasında akciğer kanseri ameliyatı. Üç büyük ameliyatı başarıyla atlatmıştı.
Ara sıra küçük bazı şikâyetleri oluyor, endoskopi yapmak gerekiyordu, ama iyice rahatlamıştı. Bu arada ailevi sebeplerden karısıyla arası bozulmuştu. Sabah vizitine geldiğimde asistanlardan biri, “Abi dün hastanızı televizyonda gördünüz mü? Eşi ve çocukları adamı evden atmışlar, o da şu meşhur gündüz programlarından birine çıkıp karısından özür dilemiş,” dedi. Bir sonraki karşılaşmamızda kendisine, ne yaparsa yapsın karısının hakkını ödeyemeyeceğini söyledim.
Hastamızın son dönemleri çok zor oldu. Önce yemek borusu ile incebağırsağın birleştiği yerde küçük bir delik oluştu. Kapatmak için küçük ameliyatlar yaptık. Bir türlü başarılı olamadık. Yine de o mutlu, enerjik halinden taviz vermiyor, servisteki öteki hastalara, “Hasan Bey beni yirmi kez ameliyat etti, bakın sapasağlamım,” diye hava atıyordu. Sabah vizitinde, “… Bey, sizin hafızanız ve zekânız gayet iyi, hiç okumadınız mı?” dediğimde, “Aslında okulu çok seviyordum, derslerim de iyiydi, babama okumak istediğimi söylediğimde arkama tekmeyi vurup, okuyacak değil çalışacak adama ihtiyaçları olduğunu söyledi,” diye cevap verdi. Bir marangozun yanına çırak girip iyi bir marangoz olmuştu. Gözleri, keşke o günlere geri dönüp okuyabilsem, diye bakıyordu.
Genel durumu bir türlü toparlamıyordu, gittikçe zayıflıyordu, nitekim incelemelerimizde her iki akciğerinde yaygın metastazları çıktı. Taburcu etmeye hazırlanıyorduk ki, onu hüngür hüngür ağlarken bulduk. Meğer bir önceki akşam kanaryası ölmüş. “Hocam, hayatta benim için üç şey çok önemli, birincisi kanaryam, ikincisi silahım, üçüncüsü de küçük torunum,” diyordu.
Karnına bir beslenme tüpü açtırıp hastayı taburcu ettik. Çok zayıf düşmüştü. Ölümünden günler önce acile getirdiklerinde o enerjik adam bir deri bir kemik kalmış, gözlerindeki fer sönmüş, yaşama enerjisi bitmişti.

Enerjik, zeki fakat eğitimsiz ve hayat beklentileri tam karşılanamayan insanların hayatları hep zor geçiyor, bir oraya bir buraya yalpalıyorlar. İşte o zaman rehberlere ihtiyaç duyuyorlar. Yön gösterecek, arabanın şarampole yuvarlanmadan direksiyon kırmasını sağlayacak rehberler. Hayatın hakkıyla ve mutlu şekilde yaşanması böyle mümkün oluyor.
Doktorlar da Ağlar
Savaşlarda veya büyük felaketleri anlatan filmlerdeki en etkileyici şey küçük bir çocuk cesedinin görüntüsü değil midir? Bir kenarda anne veya babasının cesedi başında, gözü yaşlı, korkmuş bir çocuk görüntüsü vicdanı olan herkese dokunmaz mı?
Acil servis de bir felaket alanı olarak düşünülebilir. Burada hemen her gün birileri ölür, gözyaşı hiç bitmez. Mezarlıkların girişindeki, “Her nefs ölümü tadacaktır” ayetini hatırlatır gibi. Düzenli psikolojik desteğe ihtiyaç duyan iki grup çalışan vardır: Acil servis ile otopsi bölümünde çalışanlar. Bu tarz işler hayat boyu aynı tempoda yapılamaz. Hayatı hiç bitmeyen bir savaşın ortasında geçirmeye benzer.

Ameliyatlar yeni bitmişti ki, bir arabanın çarptığı üç yaşındaki bir çocuk acil ameliyathaneye getirildi. Güzel yüzlü bir erkek çocuğu. Çocuğun vücudunda belirgin bir yara bere görülmüyordu ama iç kanama şüphesi vardı. Batını açan genel cerrahinin kıdemli asistanı, “Eyvah, vena kava gibi,” diye söylendi. Vena kava, vücutta kirli kanı kalbe ulaştıran ana damarın tıbbi adı. Vücudun üst ve alt bölgelerinden toplanan kan, üstteki ve alttaki vena kavalar aracılığıyla doğrudan kalbin sağ tarafına dökülüyor.
Künt travmalar, keskin aletle yaralanmalara göre çok daha kötüdür. Çünkü künt travmayla vücudun içerisinde patlama tarzı yaralanma oluşur, neyle karşılaşacağınızı tahmin edemezsiniz. Çocukta karaciğerin üzerinde, kalbin alt tarafında yaralanma var gibi duruyordu. Göğüs açısından yardım istediler. Ameliyata girdim. Karındaki kesiyi sağ göğse doğru uzattım. Gerçekten vena kavada hasar var gibiydi. Diyafram üzeri ve altından vena kavayı yakalayıp, yırtık olduğunu düşündüğüm yeri dikişlerle onardım. Kanama durmuştu. Fakat çocuğun tansiyonları bir türlü toparlamıyordu. Kalp damar cerrahlarının yolda olup olmadığını sordum. Sağ göğse ve kalbe baktım, belirgin bir kanama yoktu. Ameliyatın bittiğini düşünerek çıktım. Çocuğun babası ve dayısı kapıda panik halinde bekliyor, tedirgin şekilde durumu öğrenmeye çalışıyorlardı. Baba otuz yaşlarında, orta karar bir işte çalıştığı üstünden başından belli olan birisiydi.
Yarım saat geçmedi. Çocuk her taraftan kanıyordu. Kalp damar cerrahları da bir şey yapamıyorlar diye asistanlardan haber geldi. İç kanaması olan ve tansiyonu yükseltebilmek için çok kan verilen hastalarda bir müddet sonra pıhtılaşma problemleri de gelişebilir, hastanın her tarafından kanamalar başlar. Bu durumda hastayı kurtarmak çok zordur. Maalesef çocuk kaybedildi.
Genel cerrahi uzmanları babayı içeri aldı acı haberi verdi. Baba, koltukta kalakaldı içindeki bütün gözyaşlarını akıttı. Ameliyathanede ağlamayan kalmadı desem yeridir. Normalde sinirlerime hâkim olurum, işime profesyonel yaklaşırım, ama ben de gözyaşlarımı tutamadım.
Aynı günün akşamında televizyonda çok seyredilen bir programda politikacılar hararetle çok önemli olduğunu düşündükleri şeyleri tartışıyordu. Ne kadar boş, diye düşündüm. Bir çocuğun hayatının karşılığı var mıdır? O genç baba için hayatın rutini artık hiçbir şey ifade etmeyecektir.
Ameliyata yardım için gelmiş olan kalp damar cerrahisi uzmanı ile asistanı çıkmak üzereydiler. Asistan, uzmanına biraz üzgün, biraz da kendini rahatlatmak istercesine, “Cennettedir bu çocuk abi,” diyordu. Günün en doğru sözü buydu…
Ölürse Ne Yaparım?
Hastayla iletişim ayrı bir sanattır. Nasıl günlük hayatta herkesle kimyamız uyuşmazsa, hekim hasta ilişkisi de buna benzer. Bazı doktorlarda şeytan tüyü vardır. Hemen etkilenir, onunla devam etmeye karar verirsiniz. Hayati riskin az olduğu dallarda bu çok önemli değilken, büyük cerrahi dallarda hekim ile hasta arasındaki güven vazgeçilmezdir.

Bir genç hasta geldi. En fazla yirmi beş yaşında, askerden yeni dönmüş. Göğüs ön duvarında ileri derecede çöküklük vardı. Toplumumuzda nispeten sık görülen bir problemdir. Estetik görünüm dışında yol açtığı ciddi bir fiziki problem yoktu ama bu gençler utançlarından denize girmezler, spordan çekinirler. Gelişim çağında psikolojik travmaya yol açar.
Göğüs çöküklüğü problemleriyle üniversitedeki hocam ilgileniyordu. Bu hastaya yapılacak kapalı düzeltme ameliyatı için kendisini kliniğimize davet ettik. Hastayı ameliyathaneye almak üzereyken, hastanın annesi yanıma yaklaştı. Klinik sorumlusu olduğumdan dolayı kulağıma eğilerek, “Hocam bu çocuk benim tek adamım, her şeyim, bir şey olmaz değil mi?” dedi.
Kadın eşini kaybetmiş, oğlu muhtemelen ailenin tek çalışanı ve kadının hayatına anlam veren tek varlıktı. Hasta aslında basit bir ameliyat olacaktı ama düşük de olsa bazı riskler vardı. Kalp zarı yaralanması, kanama vesaire bu ameliyattan sonra nadir de olsa görülebilen problemlerdir. Bu sözler üzerine stresimiz çok artmıştı.
Genç bir kadın vardı. Bingöllü, eşinin bir gözü sakat. Kocası inşaatlarda işçi olarak çalışıyormuş, son zamanlarda işsizmiş. Giyimlerinden her şey belli oluyordu zaten. Her ikisinin de okuması yazması yoktu. Bununla beraber eşi de kendisi de güzel insanlardı. Kadın yıllardır akciğer enfeksiyonu ile cebelleşiyordu. Sağ akciğerinin alt parçası tamamen harap olmuştu. Ameliyat olması gerektiğini söyledik. İstanbul’un varoşlarında bir gecekonduda yaşıyorlardı. Üç tane çocuk. Kadının yeterli gıda alamadığı her halinden belli oluyordu. Dindar ve gururlu insanlardı, kadıncağız ne zaman ıstırap duysa, “Ya şeyh Abdülkadir Geylani, Ya Resulallah,” diye figan ediyordu.
Terslik olacak ya, bu kadıncağızın da ameliyattan sonra biraz fazla kanaması oldu. Tekrar ameliyat gerektirmedi ama kan göğüs boşluğunun alt tarafına biraz birikti. Kanama olan yerde daha sonra apse oluştu. Onu boşaltmak için önce tüp taktık. Daha sonra içeriye iltihabı eriten bir madde verdik, ilk verişte sorun olmadı. İkincide beyinde problem yaşanmaz mı! Kalbi durdu. Tekrar çalıştırdık. Fakat solunum makinesine bağlı duruma geldi. Hastanenin yoğun bakımında yer olmadığı için dış merkeze gönderdik. Neyse Allah yardım etti, iki-üç gün sonra makineden ayrılıp bizim servise geri geldi. Yatırdık, beni ilk gördüğünde, “Sen beni bıraktın. Başka hastanelere gönderdin,” dedi.
Zor bela anlattık hastanede yer olmadığını, mecburen gönderdiğimizi. Bu aşamadan sonra talihi biraz düzelir gibi oldu. Göğsündeki apse bölgesine küçük bir pencere açtık. İçerisini iyice temizledik, öksürüğü azaldı ve artık evinde pansuman olması için taburcu ettik.
O kadıncağızın kalbi durduğunda ilk aklıma gelen üç çocuğu oldu. Ya kalbi tekrar çalışmasaydı o çocuklar ne yapardı? Eşi kendini bile zor idare edebilecek bir adamdı.

Bazı kişiler hayatlarını birden fazla kişi, hatta koca bir aile için yaşar.
Obez Olsan Ne Olur
Obez, aşırı kilolu sözcüğünün İngilizcesi. Hakaret şeklinde algılanabilecek obez ifadesi dilimize yerleşti. Böyle kişilerin ne kadar kilolu olduklarını değerlendirmek için doktorların ve diyetisyenlerin kullandığı bir kriter var: Vücut kitle indeksi. Hesabı basit, kilonuzu boyunuzun metre cinsinden karesine bölünce değeri buluyorsunuz.
Vücut kitle indeksi otuzun üzerinde olanlar obez, kırkın üzerinde olanlar ise süper obez olarak sınıflandırılır. Yirminin altı ise aşırı zayıf demektir. Yirmi-yirmi beş arası bir değer en sağlıklısı. 2006 yılında Avustralya’daki yemek borusu hastalıkları kongresinde obezite ile reflü arasındaki ilişkiyi anlatan bir seminer dinlemiştim. Sunan Ortadoğu kökenli Amerikalı hekim, rahmetli cumhurbaşkanımız Turgut Özal’ın ameliyat olduğu Houston’ın ünlü Methodist Hastanesi’ndendi. ABD haritası üzerinde eyalet eyalet obezite oranlarını gösteriyordu. %10’un üzerinde obez olan eyaletleri mavi, %25’in üzerinde olan eyaletleri kırmızı ile boyuyordu. 1960’larda sadece tek tük eyaletlerde mavi varken, 1970’te maviler sıklaşmaya, 1980’de araya kırmızılar girmeye başlıyordu. 2000’lere gelindiğinde bütün eyaletler kırmızı olmuştu. Ülkemizdeki durum da hiç iç açıcı değil. Toplumumuzun %30’u obez durumda.
Servisimize süper obez bir kadın yattı. Elli yaş üzerinde. Aslında tiroid kanseri var ama kanser soluk borusunu tıkadığı için solunumunu belki rahatlatırız diye genel cerrahi bölümünün ricasıyla yatırdık. Genel cerrahiyle ortak ameliyata girdik. Böyle hastaların taşınması, ameliyat masasında pozisyon verilmesi dahi zahmetliydi. Yüz yirmi kilonun üzerindeki kişiler için özel masa gerekiyor, çünkü bu hastalar normal masaya sığmıyor.
Hastanın boynu kısa ve kalınlaşmış, kanseri de çok ilerlemişti. Genel cerrahi tiroide pek bir şey yapamayacağını söyleyip tümörün bir bölümünü çıkardı. Bize de tümörün aşağısından soluk borusuna delik açmak kaldı. Bu işleme trakeostomi denir ve hastanın rahat nefes almasını sağlar. Hayatımda bu kadar zor trakeostomi açmamıştım. Soluk borusunu çok derinde, zor bela bulduk. Üzerine bir kesi yaptık. Soluk borusuna yerleştireceğimiz tüpün ucu ancak giriyor içeriye. Sonunda tüpü yerleştirdik ve hastayı yoğun bakıma aldık.
Hasta yakınlarına durumu izah ettik, çok efendi bir adam olan eşi, “Hocam ne olur hanım en azından eve çıkıp bizimle biraz zaman geçirebilsin,” diye yalvarıyordu. Durumunun kritik olduğunu, toparlayacağını umduğumuzu söyledim.
Hastanın eşi ertesi gün konuşmak için odama geldi. “Hocam bizim hanım böyle kilolu değildi, sonradan bu hale geldi,” deyince biraz yargılar ifadeyle, “Bu kadar kiloyu nasıl yaptı, akciğerleri dahi zor toplayacak şimdi, vallahi herkes kendi sorumluluğu ile baş başa,” dedim. Bunun üzerine ağlamaklı bir sesle, “Hocam bizim bir oğlumuz bundan iki yıl önce Bingöl’de şehit oldu. Bir yıl geçmedi, otuz yaşındaki diğer bir oğlumuzu da trafik kazasında kaybettik. Bu üzüntülerden dolayı kilo aldı. Hastalığı da bu yüzden,” diye açıkladı. Bu sözleri duyduğumda boğazıma bir şeyler düğümlendi, özür dilemeliyim diye düşündüm, adamın dolu gözlerine bakakaldım. İki yetişmiş evlat acısının altından bir insan nasıl kalkar? Çocuğu olup da ona verdiği emeği bilen bir kişi, iki yetişkin evlat kaybının ne kadar büyük bir acı olduğunu yüreğinde hisseder.
Teyzenin soluk borusundaki tüpü bir hafta sonra değiştirdik. Nefesi rahatladı. Yoğun bakımdan çıkıp taburcu oldu. Ailesiyle birlikte zaman geçirmeye başladı. İşlemden dört-beş ay sonra hayatta ve rahat nefes alır durumdaydı.

İnsanların dış görünüşüne bakıp hemen hüküm vermek çok kolay. Ne kadar iradesiz, kilo almış, kendini tutamamış, yemiş, içmiş gibi klişe lafları herkes söylüyor. Oysa bazen dış görünüş, kim bilir içerideki hangi acıları, fırtınaları saklıyor?
Ölüm Bazen Kurtarıcıdır
Asistanlığımın ilk yıllarıydı. Haftada bir ameliyat yapıyorduk, kliniğin oldukça sakin olduğu dönemlerdi. Ümraniye taraflarından elli yaşlarında bir orman bekçisi geldi. Hasta, öksürükle kan tükürme şikâyeti olduğunu söyledi.
Bronkoskopi yaptık ve sol akciğere giden ana hava yolunda kanser bulduk. Ameliyatla çıkarılabilecek aşamada gibi duruyordu. Kanser ameliyatlarında tümörün tamamen çıktığına emin olmak için kesilen yerden ameliyat sırasında mikroskopik inceleme yapılır. Frozen section denilen bu inceleme ile patoloji uzmanları bize kestiğimiz doku sınırında tümör olup olmadığını söylerler. Bu incelemede yüzde on hata payı vardır.
Bu hastada tümörün yerleşimi akciğerin merkezine çok yakın olduğu için sol akciğeri tamamen almak zorunda kaldık. Gönderdiğimiz mikroskopik incelemede kestiğimiz dokuda kanser olmadığı bildirildi. Hastanın ameliyat sonrası dönemi rahat geçti. Taburcu olacağı gün patoloji sonucu geldi. Maalesef sınırda tümör kalmıştı. Bronşun içini döşeyen hücrelerde, çok sınırlı bir alanda bir grup kanser hücresi görülmüştü. Sonuçta hasta o bölgeye ışın tedavisi, yani radyoterapi aldı.
Hasta üç-dört yıl sorunsuz yaşadı ama daha sonra sol ana bronşun kesildiği yerde tümör tekrarladı. Bazı hastalarda tümör tekrarlar ve damarları tutup hastanın kısa sürede ölümüne sebep olur. Ama bu hastada tümör, çıkarılan akciğerden kalan boşluğa doğru büyüdü. İki-üç ay sonra ana hava yolu çıkarılan akciğerden kalan boşluğa açıldı. Boşluk iltihap kaptı. Hastanın kaburgaları arasından tüp yerleştirdik ve göğüs boşluğundan irin akmaya başladı. Böyle bir sorun, ne yapsanız iyileşmez, çünkü içerideki tümör dokusunu yok etmek imkânsızdır.
Pseudomonas diye adlandırılan bir mikrop vardır. O mikrop bir yere bulaşınca hastanın odasına girmeye burun ister. Çok kesif bir kokusu vardır. Hastanın yakınları dahi yanına girmek istemez.
Bizim hastamızda bu iltihap ilerledi. Çok kötü bir koku yayılmaya başladı. Sabah vizitleri hastanın odasına beş-on saniyelik giriş çıkışlardan ibaret oldu. Bir sabah unutmuyorum, odaya girdik, hasta gözümün içine bakarak, “Hocam ben niye ölmüyorum,” diye sordu. Buna cevap verilebilir mi? Bir bankada çalışan efendi bir oğlu ve iki çocuğu daha vardı. Bu soruyu sorduktan sonra on-on beş gün daha çekti. Bir akşam aniden göğüs tüpünden kan boşalarak vefat etti. Herhalde tümör ana damarlardan birinin açılmasına neden olmuştu. Böyle bir kişi öldüğünde hekimler, hasta yakınları, herkes kurtulması iyi oldu gözüyle bakarlar.
Yeni öğretim üyesi olduğum dönemde bir hasta gelmişti. Üstü başı düzgün, temiz giyimli biriydi. Hastanın içeri girmesiyle beraber anabilim dalına feci bir koku yayıldı. Adamın yanına yaklaşılamıyordu. On beş yıl önce akciğer ameliyatı olmuş, mikrop kapmış. O zamandan beri göğüs boşluğunda tüple dolaşıyormuş. Herhangi bir odaya girmesi, otobüse binmesi imkânsızdı. Karısı boşanmak istiyordu çünkü hastada dayanılmaz bir koku vardı. Böyle durumlar insana, Allah’ım ne hastalıklar var diye düşündürür.
Bu hastayı uzaktan tanıyan bir hasta bakıcımız hastanın yaşamında çok dikkatli biri olmadığını ve hızlı yaşadığını, vücudunu çok hırpaladığını söyledi. Bu meslekteki gözlemlerimden biri, akciğer kanseri olanların çoğunluğunun vücutlarını zorlayan insanlar olduğu. Bu zorlama sonucunda vücut bir müddet sonra iflas ediyor. Aşırı sigara içimi, düzensiz uyku, alkol bu zorlamalardan bazıları. Vücut dayanıyor, dayanıyor, sonunda bir yerden patlak veriyor.
Çok eziyet çeken kişilerde ölüm insanı kurtaran bir liman oluyor.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.