Kitabı oku: «Britanya Kahramanları», sayfa 2
İmparator Maxen Wledig
İmparator Maxen Wledig, Yedi Tepeler Şehri’nden Avrupa’yı yönetmiş olan Sezarlar tahtının en güçlü sahibiydi. O, yönettiği ülkelerdeki en yakışıklı adamdı; uzun boyluydu, güçlüydü ve cesaret isteyen bütün işlerde yetenek sahibiydi. Bununla birlikte bütün tebaasına ve kendisine vergi veren krallarına karşı cömert ve dost canlısıydı. Dolayısıyla herkesçe çok seviliyordu. Bir gün ava çıkmak istediğini söyledi ve Tiber vadisindeki yolculuğuna otuz iki vasal kral ona eşlik etti. Onlarla bu sporu yapmayı gerçekten çok seviyordu. Öğle vakti hava çok sıcaktı. Roma’dan çok uzaktaydılar ve hepsi yorulmuştu. İmparator mola vermelerini teklif etti ve dinlenmek için atından indi. Maxen başını bir kalkanın üzerinde koyup yattı. Askerler ve hizmetkârlar onu güneş ışınlarından korumak için mızraklarına astıkları kalkanlardan bir çatı oluşturarak etrafında durdular. Maxen öyle derin bir uykuya daldı ki hiç kimse onu uyandırmaya cesaret edemedi. Saatler geçti fakat Maxen hâlâ uyuyordu ve beraberindeki herkes sabırsızlıkla uyanmasını bekliyordu. Sonunda, akşam vaktinin uzun gölgeleri yeri kararttığında sabırsızlık baş gösterdi: Av köpekleri tasmalarını çekiştiriyor, mızraklar birbirine çarpıyor, yorgun düşen askerler kalkanları indiriyor ve atlar kişneyip şaha kalkıyordu. Sonra Maxen Wledig irkilerek aniden uyandı. “Ah, beni neden uyandırdınız?” diye üzgün bir şekilde sordu. Adamları, “Efendim, akşam yemeği vakti çoktan geçti, farkında değil misiniz?” dediler. İmparator, kederli bir şekilde başını salladı ama tek kelime etmedi. Atına binerek hayvanı çevirdi ve başı göğsüne gömülmüş olarak mutlak bir sessizlik içinde Roma’ya geri döndü. Kederli ruh halinin nedenini bilmeyen krallar ve yardımcılardan oluşan maiyeti umutsuzluk içinde arkasından at sürdü.
İmparatorun Hastalığı
İmparator, o günden sonra tümüyle değişti. Artık ata binmiyor, avlanmıyor, imparatorluğun meselelerine önem vermiyordu; kendi odasında inzivaya çekilip uyuyordu. Saray ziyafetleri onsuz devam etti. Müzik ve şarkı dinlemeyi istemedi. Uykusunda gülümsemesine ve mutlu olmasına rağmen uyanıkken bunalımı giderilemiyor veya kasveti dağıtılamıyordu. Bu haleti ruhiye bir haftadan uzun süre devam edince imparatorun bu korkunç kayıtsızlık durumundan uyandırılması gerektiğine karar verildi ve çok yüksek rütbeli asil bir Romalı olan mabeyinci (aslında imparatorun yönetimindeki bir kral) bu çabayı göstermeye karar verdi.
“Efendim,” dedi, “size kötü havadislerim var. Roma halkı, sizdeki değişim sebebiyle hakkınızda söylenmeye başladı. Büyülendiğinizi, sizden hiçbir cevap veya hüküm alamayacaklarını, siz uyuyup aldırış etmezken imparatorluk işlerinin aksayacağını, artık onların imparatoru olmadığınızı ve size sadık olmaya son vereceklerini söylüyorlar.”
İmparatorun Rüyası
Bunun üzerine Maxen Wledig kendine gelip soylu adama şöyle dedi: “Buraya en bilge senatörlerimi ve danışmanlarımı çağırın. Hüzünlü halimin sebebini açıklayacağım, belki de onlar rahatlamamı sağlayabilirler.” Bu emir üzerine senatörler bir araya geldi. İmparator tahta çıkarken o kadar kederli görünüyordu ki tüm senato ona üzüldü ve ölümün onu bir an önce ele geçireceğinden korktular. İmparator onlara şöyle hitap etmeye başladı:
“Roma’nın senatörleri ve bilgeleri, duydum ki halkım benim hakkımda söyleniyormuş ve ben kendime gelmezsem isyan edeceklermiş. Başıma korkunç bir durum geldi ve acınası halimden kurtuluş için bir yol görmüyorum. Tek çarem sizsiniz. Bir haftadan daha fazla bir zaman önce saray halkımla ava gittim. Yorgun düşünce atımdan inip uyudum. Bir rüya gördüm ve bir görüntü beni büyüledi. Dolayısıyla uyumadıkça mutluluk hissedemiyorum ve anlaşılan o ki yalnızca rüyalarımda yaşayabiliyorum. Tiber vadisinde avlandığımı düşünüyordum, saray ahalimi kaybettim ve tek başıma vadinin başına gittim. Orada bana dünyanın en yükseği gibi gelen büyük bir dağdan bir nehir akıyordu ama oraya çıkmayı başardım. Dağın ötesinde güzel ve bereketli ovalar buldum. Bizim İtalya’mızdaki ovalardan çok daha genişlerdi ve kudretli nehirler güzel bir ülkenin içinden geçerek denize akıyordu. Nehri takip ettim ve döküldüğü yere ulaştım. Burada, benim bilmediğim bir denizin kıyılarında mükemmel bir liman vardı. Limanda iyi donanımlı gemilerden oluşan bir filo yatıyordu ve bunlardan biri en güzel şekilde süslenmişti, tahtaları altın veya gümüşle kaplıydı ve yelkenleri ipektendi. Güverteye çıkan fildişi oymalı bir geçitten geçip gemiye bindim. Gemi hemen limandan ayrılıp okyanusa açıldı. Yolculuk uzun sürmedi çünkü kısa süre sonra, çeşitli hoşluklarla dolu harika güzellikte bir adaya çıktık. Bazı gizli rehberlerin önderliğinde adanın diğer ucuna doğru yürüdüm. En sonunda en uzaktaki kıyısına ulaştım. Burası uçurumlar, sarp kayalıklar ve dağ silsileleriyle ayrılıyordu. Dağlar ile deniz arasında hoş ve bereketli bir diyar gördüm. Ortasından berrak, dolambaçlı bir nehir akıyordu ve ağız tarafında bir kale vardı. Merakım beni kaleye götürdü ve kapılara gelince içeri girdim. Çünkü burası herkese açıktı ve orada bir salon gördüm ki imparatorluk sarayında bile böyle şahanesini görmedim. Duvarlar altınla kaplıydı, değerli taşlarla döşenmişti, koltuklar altından ve masalar gümüştendi ve satranç oynarken gördüğüm iki güzel genç, gümüş tahtada altın taşlarla oynuyorlardı. Kıyafetleri altın işlemeli siyah satenden yapılmıştı ve kaşlarında altın halkalar vardı. Bir an için gençlere baktım ve sonra yanlarında oturan yaşlı adamı fark ettim. Oyma fildişi koltuğu, İmparatorluk Roma’sının simgesi olan altın kartallarla süslenmişti; kollarında, ellerinde ve boynundaki süsler parlak altındandı ve som altından yeni satranç figürleri yontuyordu. Yanında altın bir sandalyede genç bir kız oturuyordu (bana dünyadaki en güzel kız gibi görünüyordu ve hâlâ da öyle geliyor). Altın rengi bir üst giysinin altında beyaz elbisesi vardı. Altın tacı yakutlar ve incilerle süslenmişti ve ince belini altın bir kuşak çevreliyordu. O anda yüzünün güzelliğine âşık oldum ve diz çöküp “Selam sana Roma İmparatoriçesi!” dedim ama beni selamlamak için oturduğu yerden öne doğru eğilirken uyandım. Şimdi uykuda olduğum anlar dışında huzurlu ve neşeli değilim çünkü rüyalarda hep kadınımı görüyorum. Rüyalarda birbirimizi seviyoruz ve mutluyuz; bu nedenle ben uyanıkken özlemimi tatmin etmenin bir yolunu bulamazsanız rüyalarda yaşayacağım.”
Bakire Kızı Arayış
Senatörler buna ilk başta çok şaşırdılar, sonra biri şöyle dedi: “Efendim, memleketin her yerine kaledeki bakireyi aramak için elçiler göndermeyecek misiniz? Her bir haberci grubu bir yıl arayıp sene sonunda havadislerle geri dönsünler. Böylelikle yıldan yıla başarılı olma umuduyla yaşayacaksınız.” Bunun üzerine, barış ve elçilik simgesi olarak ellerinde asalar ve her bir başlığa bağlı bir kılıfla haberciler gönderildi. Ne var ki büyük bir gayretle aramalarına rağmen, üç yıl sonra üç ayrı elçi gizemli topraklardan ve güzel bakireden hiçbir haber getirmedi.
Sonra mabeyinci, Maxen Wledig’e şöyle dedi: “Efendim, bu büyüleyici rüyayı gördüğünüz gün olduğu gibi avlanmaya gitmeyecek misiniz? “İmparator buna razı oldu ve vadide uyuduğu yere gitti. “İşte burada,” dedi, “rüyam başladı ve nehri kaynağına kadar takip ediyor gibiydim.” Sonra mabeyinci dedi ki: “Efendim, nehrin kaynağına elçiler gönderin, onlara rüyanızdaki yolu takip etmelerini emredin.”
Böylelikle on üç elçi gönderildi. Bu elçiler, gördükleri en yüksek dağdan doğduğu yere kadar nehri takip ettiler. “İmparatorumuzun rüyasına bakın!” diye haykırdılar, dağa tırmandılar ve diğer taraftan Maxen Wledig’in rüyasında gördüğü gibi en güzel ve bereketli ovaya indiler. Elçiler, en büyük nehrin (muhtemelen Ren Nehri’nin) ardından Kuzey Denizi’ndeki büyük limana ulaştılar ve filoyu diğerlerinden daha büyük bir gemiyle beklerken buldular. Gemiye bindiler ve güzel Britanya adasına gittiler.

Burada batıya doğru yolculuk ettiler ve dağlık Snowdon topraklarına geldiler; burada kutsal Mona adasını (Anglesey) ve dağlar ile deniz arasında uzanan verimli Arvon topraklarını görebildiler. “Burası,” dedi elçiler, “efendimizin rüyasındaki ülke ve güzel kalede imparatorumuzun sevdiği kızı bulacağız.”
Bakirenin Bulunması
Böylece güzel Arvon topraklarından geçip Caernarvon kalesine gittiler ve o yüce kalede büyük salonu buldular. İki genç satranç oynuyordu, saygıdeğer adam satranç figürleri oyuyor ve bakire altın koltuğunda oturuyordu. Elçiler, güzel Prenses Helena’yı görünce önünde diz çöktüler ve “Roma İmparatoriçesi, sana selam olsun!” dediler. Ama Helena, koltuğundan öfkeyle yarı yarıya kalktı ve dedi ki: “Bu maskaralık da ne oluyor? Ona görgülü adamlar gibi görünüyorsunuz ve elçi rozeti takıyorsunuz, sonra söz konusu ben olunca benimle böyle alay mı ediyorsunuz?” Ama elçiler kadının öfkesini yatıştırıp şöyle dediler: “Kızmayın hanımefendi: Bu dalga değil, çünkü Roma İmparatoru, yüce efendimiz Maxen Wledig sizi rüyasında gördü ve sizden başkasıyla evlenmeyeceğine yemin etti. Bu yüzden bizimle Roma’ya gelip imparatoriçe olacak mısınız yoksa imparator sizin için buraya gelirken burada beklemeyi mi seçeceksiniz?” Prenses bir süre iyice düşündü ve sonra şöyle cevap verdi: “Ne enayiyim ne de zor inanan biriyim. İmparator beni seviyorsa ve benimle evlenecekse beni babamın evinde bulsun ve beni kendi evimde gelini yapsın.”
Rüya Gerçekleşiyor
Bunun üzerine on üç elçi oradan ayrıldı. Olabildiğince hızlı bir şekilde imparatora döndüler. Atları kuvvetten düşünce başkasına atlayıp devam ettiler. Roma’ya vardıklarında ve görevlerinde başarılı olduklarını Maxen Wledig’e haber verdiklerinde o da hemen ordusunu topladı ve Avrupa üzerinden İngiltere’ye doğru ilerledi. İmparator denizi geçtikten sonra Manogan’ın oğlu Beli’den Britanya’yı aldı ve Arvon’a doğru yola çıktı. Kaleye girdiğinde önce satranç oynayan iki genci, Kynon ve Adeon’u, sonra babaları Caradoc oğlu Eudav’ı ve daha sonra sevgilisi Euday kızı Helena’yı gördü. “Roma İmparatoriçesi, selam olsun sana!” dedi Maxen Wledig ve prenses sandalyesinde öne eğilip onu öptü çünkü onun kaderindeki kocası olduğunu biliyordu. Ertesi gün evlendiler ve İmparator Maxen Wledig, çeyiz olarak Helena’nın babası, yiğit Caradoc’un oğluna tüm Britanya’yı ve kadının kendisi için üç kale (Caernarvon, Caerlleon ve Caermarthen) verdi. Kadın sırasıyla buralarda yaşadı ve bunlardan birinde Roma’nın Britanya doğumlu tek imparatoru olan oğlu Konstantin doğdu. Galler’de bugün bile Helena’nın üç kalesini birbirine bağlayan eski Roma yolları “Sarn Helen” olarak bilinir.
IKINCI BÖLÜM
Konstantin ve Elene Hikâyesi
Konstantin’in Büyüklüğü Saldırıya Sebep Olur
Konstantin’in imparator olmasından altı yıl sonra 312’de Roma İmparatorluğu, her bakımdan gelişme göstermişti çünkü Konstantin, savaş zamanında güçlü bir lider, barış zamanındaysa cömert ve arkadaş canlısı bir yöneticiydi. O, gerçek bir kral ve hükümdardı; tüm insanların koruyucusuydu. Ülkeyi öyle çok geliştirdi ki düşmanları ona karşı büyük ordular topladılar ve korkunç Hunlar, ünlü Gotlar ve cesur Franklar onu tahttan indirmek için bir ittifak kurdular. Bu güçlü birlik, Konstantin’e sayıları saymakla bitmeyen ezici bir Hun ordusu gönderdi ancak Hun liderleri, imparatorun küçük Roma ordusuna bizzat liderlik ettiğini öğrenince korktular.
Savaş Arifesi
Savaştan önceki gece Konstantin, ordusunun arasında yıldızları izleyerek ve ertesi günkü muharebenin sonucundan korkarak üzgün bir şekilde yatıyordu. Zira onun savaşçıları Hun ordusuyla kıyaslandığında sayıca çok azdı ve Roma disiplini ile sadakati bile barbar Hunların çılgın öfkesine karşı günü kurtaramayabilirdi. Sonunda yorgun düşen imparator uyudu ve bir rüya gördü. Konstantin, yüce bir adam, güzel ve parlak bir suret gördü. Adam onun yanında duruyordu ve Konstantin savaşa hazır bir şekilde ortaya çıktığında ona ismiyle hitap etti. Melekten parlayan semavi ışık gecenin karanlığını dağıttı ve haberci şöyle dedi:
“Ey Konstantin, Meleklerin Hükümdarı,
Tüm ihtişamın efendisi, semavi varlıkların efendisi,
Sana saygı duyuyorlar. Korkma.
Yabancıların orduları savaş için sıraya dizilmiş olsa da
Korkunç savaşçılar kızgın muharebenin habercisi olsa da
Gökyüzüne, onun ihtişamının tahtına bak;
Orada kesinlikle zafer sembolünü göreceksin.”
Haç Görüntüsü
Melek ona bunları buyururken Konstantin yukarı baktı ve havada asılı duran, mücevherlerle süslenmiş ve cennetin ışıklarıyla parlayan muhteşem, olağanüstü bir haç gördü. Ahşabı üzerine işlenmiş şu harfler, olağanüstü bir ışıltıyla parıldıyordu:
“Bununla muharebede düşmanı yeneceksin
Ve bununla putperestlerin ordusunu geri püskürteceksin.”
Konstantin Neşeleniyor
Konstantin bu kelimeleri hayranlık ve sevinçle okudu, çünkü gerçekten de hangi tanrının onu desteklediğini bilmiyordu ama Bilinmeyen Tanrı’nın yardımını reddetmeyecekti. Bu yüzden saygıyla başını eğdi ve tekrar baktığında haç ve melek ortadan kaybolmuştu. Uyandığında hava, doğmakta olan güneşle hafif aydınlanmıştı. İmparator, iki askerini çadırına çağırdı ve onlara ordunun önünde taşımaları için ahşaptan bir haç yapmalarını emretti. Askerler nefis bir haç yaptılar. Konstantin bir sancaktar çağırdı ve ona tehlikenin en büyük ve muharebenin en şiddetli olduğu yere bu haçı götürme görevi verdi.
Savaş Sabahı
Gün ağarıp iki ordu birbirini görebilmeye başladığında her iki taraf da savaş düzenine girip savaş naraları atmaya başladılar.
“Trompetçiler iradesi kuvvetli düşman askerlerine yüksek sesle şarkı söylüyorlardı:
Kanatları hayat dolu kartallar onların ilerlemesini izliyordu,
Sert gagalı kuzgun savaş oyunundan zevk alıyordu,
Sinsi kurt, orman hırsızı çabucak gönlünden geçeni gördü
Azgın savaşçılar birbirine koşarken.
Kalkanların kırılması olağanüstüydü, korkunç bir yaygara koptu,
Kahramanlar ilk kez yoğun ok yağmurunu hissettiğinde
Darbeler sert ve yıkım büyüktü.
Kısa süre sonra Roma ordusu ölüme mahkûm olan Hunlara saldırdı,
Ölümcül mızraklarını sarı kalkanların üzerine fırlattılar,
Kılıçlarını düşmanın göğsüne sapladılar.”
Haç Yükseliyor
Sonra savaş doruğuna ulaştığında ve Romalıların, kazanacaklar mı yoksa son adamlarına kadar dövüşürken ölecekler mi bilmedikleri bir anda sancaktar, vaat edilen zaferin simgesi olan haçı tüm ordunun önünde kaldırdı ve zafer ilahisini söyledi. İleriye doğru yürüdü ve Roma ordusu onu takip ederek kabaran dalgalar gibi ilerledi. Bu tuhaf seferberlik karşısında şaşkına dönen ve kudretli bir tanrının esrarengiz işaretinden korkan Hunlar, önce yavaşça ve sonra giderek daha hızlı bir şekilde geri çekildiler. En sonunda can sıkıcı geri çekiliş hezimete dönüştü ve dağılıp kaçtılar. Çoğu, kaçarken katledildi. Diğerleri üzerinden geçmeye çalışırken Tuna Nehri tarafından yutuldu. Bazıları yarı ölü bir halde diğer tarafa ulaştı ve Tuna’nın ötesindeki sarp kayalıkları koruyan kalelere girip canlarını kurtardı. Çok azı vatanlarını bir kez daha görebildi.
Konstantin, önünde taşıdığı harikulade haç ile muzaffer bir şekilde döndüğünde Roma ordusunda ve Roma kampında büyük bir sevinç vardı. Konstantin, şehre geçti ve Roma halkı, şehirlerini kurtaran Meçhul Tanrı’nın sembolüne hayranlıkla baktı ama kimse bu Tanrı’nın kim olabileceğini söyleyemedi.
Bir Konsey Toplanıyor
İmparator, Roma’daki en bilge adamlardan oluşan büyük bir konsey topladı ve hepsi hazır bulunduğunda ortaya Haç’ı dikti ve şöyle dedi:
“İçinizden herhangi biri, büyülerle veya eskinin töresiyle,
Bu cömert Tanrı’nın, zafer getirenin,
Görkemiyle ve sembolü olan Haç ile gelenin,
Halkımı kurtarıp bana zafer kazandıranın
Düşmanlarımı dağıtıp azgın Hunları kaçırtanın
Bana gökteki kurtuluş işaretini,
İhtişamla parlayan o nurdan en güzel Haç’ı gösterenin
Kim olduğunu söyleyebilir mi?”
İlk başta, hiç kimse ona bir cevap veremedi (belki de cesaret edemediler). Sonra uzun bir sessizliğin ardından en akıllısı ayağa kalkıp Haç’ın Cennetin Kralı Mesih’in işareti olduğunu ve onun yolunun bilgisinin insanlara yalnızca vaftizle açıklandığını bildiğini söyledi. Sıkı bir araştırma yapıldığında Mesih’in yaşam tarzını Konstantin’e vaaz eden ve insanlığın hayatını ve ölümünü, insanlığı kötülükten kurtaran İsa Mesih’in Diriliş’ini ve Yükseliş’ini anlatmaktan mutluluk duyan bazı Hıristiyanlar bulundu. Sonra tümüyle bilgilendirilmiş ve ikna edilmiş Konstantin vaftiz edildi ve ilk Hıristiyan imparator oldu.
Konstantin Kurtarıcımızın Haçını Bulmak İstiyor
Bununla birlikte Konstantin’in yüreği, Mesih’in yeryüzündeki ikametinin görünür bir işareti olmadan tatmin olamayacak kadar yeni efendisine karşı beslediği sevgiyle doluydu. İsa’nın yaşamı boyunca dokunduğu bir şeye sahip olmaya, onu kendisi için saklamaya can atıyordu ve düşünceleri büyük ölçüde, kendisine hem zafer işareti hem de yaşam yolu rehberi olan Haç’a yöneldi. Bu yüzden, Hıristiyan öğretmenlerini tekrar bir araya topladı ve Mesih’in acı çektiği yeri soruşturdu.
“Yahudiye, Kudüs duvarlarının dışında Haç üzerinde öldü,” diye cevap verdiler.
“Öyleyse onun değerli Haç’ını orada hem çok kutsal hem çok lanetli olan o şehrin yakınında aramalıyız,” diye bağırdı Konstantin.

“Gökten sıçrayan bir alev geliyor ve zemin üzerinde her yere yayılıyor.”
Annesi Elene’i Çağırıyor
Bunun üzerine Britanya’dan annesi Britanya Prensesi Elene’i çağırdı. Elene gerçeği öğrendikten sonra din değiştirip vaftiz edildi. Konstantin, ona kalbinin arzusunu anlattı ve Kudüs’e gidip kutsal Haç’ı bulması için ona yalvardı.
Elene, Konstantin’in dediklerini duyduğunda şaşkına döndü ve şöyle dedi: “Sevgili oğlum, sözlerin beni ziyadesiyle mutlu etti zira ben de bir rüya gördüm ve Kutsal Haç’ı saklandığı yerde seve seve arayacağım.”
Elene’in Rüyası
“Şimdi sana rüyaların en şanlısını anlatayım mı?
Gece yarısı insanlar uykudayken gördüm.
Gökte gezinirken ışıldayan bir Haç gördüm
Görkemli bir şekilde altınla süslenmiş, ihtişamla parıldayan;
Yıldızlı mücevherler dört köşesinde parlıyordu,
Omuz genişliğinden pırıltılı beş mücevher parladı.
Melekler onu kuşattı ve memnuniyetle korudu.
O güzelliğiyle Haç’ı görmek üzücüydü,
Çünkü altın ve mücevherlerden hızla kan aktı,
Siyah damlalarla kirlenene kadar.”
Elene’in bu rüyasında Haç, onunla konuşarak ona insanlığın kurtarıcısının üzerinde insanların ruhlarını kötülükten kurtardığı, insanlığı kucaklamak için kollarını açtığı, didişmekten yorgun düşerek kafasını eğip ruhunu teslim ettiği o talihsiz ağacın sebep olduğu üzücü kaderi anlattı. O vakit tüm kâinat ağlamıştı çünkü Mesih Haç’ın üzerindeydi.
“Yine de arkadaşları yanına geldiler, cesedini yalnız bırakmadılar,
Yüce kralı çok acı çektiği yerden aşağı indirdiler
İnsanların ellerine alçakgönüllülükle boyun eğdim.
Kederli bir biçimde, onu kabaca oyulmuş mezarına yatırdılar,
Kederli bir biçimde, onun için ağıtlar yaktılar,
Kederli bir biçimde, güzel cesedi soğurken onu orada bıraktılar.
Biz, üç Haç, yalnızlık içinde üzgün bir şekilde durduk,
Art niyetli adamlar üçümüzü de yere indirene kadar,
Bizi toprağın derinliklerine batırdılar, bizi gizlediler.”
Elene Görevi Üstleniyor
Konstantin, Gerçek Haç’la ilgili manevi rüya tarafından yönlendirilirken şimdi Elene Yahudilerin ülkesine seyahat edecek ve o Kutsal Haç’ın aslını bulacaktı. Onun ve oğlunun arzusu bu yöndeydi, öyle ki çok geçmeden bütün şehir, hazırlık koşuşturmacası ve gürültüsüyle yankılandı çünkü Elene, Roma İmparatoru’nun annesine yakışan bir şatafat ve maiyetiyle seyahat edecekti.
“Wendel Denizi kıyısında atlar dalgalar halinde durdu.
Gururla suya dalan gemiler okyanus yolunu aradılar.
Tuzlu suya bulanan kürekler ardı sıra çekildi.
Deniz aygırları deniz yılanlarının yolu üzerinden ilerledi
Küpeşteler üzerindeki parlak kalkanlar köpüklü dalgaları kırdı,
Böylesine güzel bir maiyet tarafından takip edilen bir kadın hiç görmedim!”
Elene Yahudiye’ye Geliyor
Kraliçe Elene rahat bir yolculuk yaptı ve Yunanların diyarına vardıktan sonra Yahudiye ülkesine vaktinde ulaştı ve böylece büyük umutlarla Kudüs’e geldi. Orada, imparator namına en yaşlı ve en bilge Yahudileri çağırttı. Kutsal kitapları ve peygamberler hakkında her şeyi bilen saygıdeğer bin hahamdan oluşan bir cemaat toplandı. Gerçek Tanrı’yı bilmeyen putperestlerin dünyasında Seçilmiş Halk olmaktan dolayı gurur duyuyorlardı.
Elene, hahamları ilk başta hem övdü hem azarladı (Seçilmiş Halk oldukları için pohpohlama, yoldan çıkıp kötülük yaptıkları için azarlama) ve nihayet, onlara sorabileceği her soru için mutlak bir cevap talep etti. Yahudiler, geri çekilip imparatorun annesi olarak bu kadar kudretli bir kişinin talebini reddetmeye cesaret edip edemeyeceklerini tartıştılar ve yapamayacaklarına karar verip Elene’in görkemli bir şekilde tahtında oturduğu salona geri döndüler. Her sorusunu cevaplamaya hazır olduklarını ilan ettiler. Ancak Elene, ilk olarak sayılarını azaltmalarını istedi. Hahamlar, sorulara cevap vermek için beş yüz kişi seçtiler. Elene bunları öyle kötü bir şekilde azarladı ki hahamlar sonunda feryat ettiler:
“Hanımefendi, biz İbrani halkının kadim kanunlarını öğrendik
Ki bunları atalarımız Tanrı’nın gerçek sandığından öğrenmişti.
Hanımefendi, bu yüzden bizi şimdi niye suçluyorsun bilmiyoruz,
Yahudi ırkı sana nasıl büyük bir yanlış yaptı?”