Kitabı oku: «Binbir Gece Masalları», sayfa 9
“Gencin bahsettiği at bu muydu? Belli ki çılgının teki ama nasıl olsa yakında gerçeği öğreniriz. Bu hakikaten de oldukça ilginç bir olay.” diyorlarmış.
Sonra atı kaldırıp hükümdara götürmüşler. Herkes, atın etrafında dolanıp ona hayranlıkla bakıyor, güzelliği karşısında hayrete düşüyormuş. Hükümdar da atı oldukça beğenmiş ve prense sormuş:
“Bu at senin mi genç adam?”
“Evet efendim, o benim atım. Birazdan mucizelerini siz de göreceksiniz.”
“Hadi göster bakalım!”
“Askerler uzaklaşmadan ata binmem.”
Hükümdar da askerlerine ata, bir ok menzili mesafesinde durmalarını emretmiş. Prens şöyle devam etmiş: “Efendim, şimdi atıma atlayıp askerlerinize hücum edeceğim ve onları parçalara ayıracağım.”
“İstediğini yap, hiçbirine acıma! Bil ki onlar da sana acımayacak…”
Sonra prens atına atlamış. Kumandanları askerlere, “Genç adam yaklaştığında ona mızraklarımızla saldırır, sonra da kılıçtan geçiririz.” demiş.
Diğer bir asker de “Allah biliyor ya yazık oldu. Böylesine genç ve temiz yüzlü bir adamı nasıl öldüreceğiz?” derken başka bir asker “Evet, biz ondan daha iyi olmak için çok çalıştık ama onun ne kadar cesur ve yiğit bir adam olduğu da ortada.” demiş.
Bu arada, prens atına atlamış ve yükselme düğmesini çevirmiş. Herkes onu izliyor, ne yapacağını merak ediyormuş. At, yükselmeye, sağa sola sallanmaya ve bir attan beklenmeyecek hareketler yapmaya başlamış. Karnı havayla dolunca da binicisiyle birlikte gökyüzüne doğru yükselmiş. Bunu gören hükümdar adamlarına bağırmış:
“Yazıklar olsun size! Kaçmadan yakalayın onu!”
Fakat generali ona şöyle karşılık vermiş:
“Efendim, uçan bir kuşu nasıl yakalayabiliriz? Muhakkak ki bu büyük bir sihirbazın ya da cinin işi. Dua edin de yüce Allah sizi ve ordunuzu ondan korusun.”
Prensin başarısını gören hükümdar, sarayına dönmüş. Kızının yanına giderek savaş alanında neler yaşandığını anlatmış. Bu haberi duyan genç kız, prens için yas tutmaya başlamış. Ayrılık acısı onu hasta ederek yataklara düşürmüş.
Onun bu hâlini gören hükümdar, kızına sarılmış ve alnından öperek şöyle demiş: “Ah kızım, yüce Allah’a şükret ki bizi o hain büyücünün, aşağılık adamın elinden kurtardı. O alçağın tek amacı seni elde etmekti.” ve kızına prensin gökyüzünde nasıl kaybolduğunu anlatmış. Prensesin, yani hükümdarın biricik kızının, kendisini ne kadar sevdiğini anlamadığı için budalanın teki olduğunu söylemiş. Fakat genç kız, babasının söylediklerine aldırmamış. Daha çok ağlamaya ve feryat etmeye başlamış. Kendi kendine şöyle diyormuş:
Allah’ın üzerine yemin ederim ki ona kavuşuncaya kadar ne yemek yiyeceğim ne de su içeceğim.
Babası, kızının durumuna çok üzülüyor ve onun için endişeleniyormuş fakat yapabileceği tek şey onu teselli etmekmiş. Kızı için oldukça üzülüyormuş.
Hükümdarın ve Prenses Şems El-Nahar’ın durumu böyleymiş. Prens Kamer El-Akmar’a gelince… Genç adam, atıyla birlikte havaya yükselip gökyüzünde ilerlemiş. Yolculuk boyunca prensesi ve güzelliğini düşünmüş derin derin. Gittiği yerlerde hükümdarın ülkesini ve prensesi soruşturmuş, nihayet hükümdarın şehrinin adının Sanaa olduğunu öğrenmiş. Bu bilgiyle bir nebze de olsa rahatlayan prens, hız kesmeden atıyla ülkesine doğru yol almış. Nihayet kendi şehrine ulaşınca bir süre şehrin etrafında dolanma isteği duymuş. Sonra sarayına varmış. Atı sarayın çatısında bırakıp indiğinde sarayın eşiğinde kül görünce aileden birinin öldüğünü düşünmüş. Babası, annesi ve kardeşleri yas kıyafetlerine bürünmüş. Herkesin yüzünde kederli, donuk bir ifade varmış. Babası onu gördüğünde büyük bir çığlık koparmış ve bayılmış. Kendine geldiğindeyse oğluna sarılmış, onu göğsüne bastırmış ve büyük bir mutluluk duymuş. Bunu gören annesi ve kız kardeşleri de onun yanına gelmiş ve sevinçten ağlamaya başlamışlar. Sonra ona başına gelenleri sormuşlar. Prens de yaşadığı her şeyi onlara anlatmış.
Babası:“Seni kurtaran Allah’a şükürler olsun! Gözümün nuru, kalbimin ışığı!” demiş.
Sonra hükümdar, şehirde bir festival düzenlemiş. Bu güzel haber, herkesi sevindirmiş. Davullar, zurnalar çalınmış, insanları saran keder dağılmış ve halk bayramlıklarını giyip caddeleri, pazarları süslemeye koyulmuş. İnsanlar, bu güzel haberden dolayı hükümdarlarını tebrik etmek için birbirleriyle âdeta yarışıyormuş. Hükümdar, genel af ilan edince hapishanelerdeki herkes salıverilmiş dahası yedi gün yedi gece sürecek büyük bir ziyafet düzenlemiş. Prensin gelişiyle şehirdeki herkes büyük bir mutluluk duymuş. Sonra hükümdar, oğluyla ata binmiş ki halk onu görüp daha da neşelensin. Bir süre sonra prens, atı yapan adamın durumunu sormuş: “Babacığım, o adama ne oldu?”
“Seni bizden ayırdığı için Allah ondan hiçbir zaman razı olmasın. Senin kaybolduğun günden beri hapiste yatıyor.”
Hükümdar, oğlunun isteği üzerine adamın salıverilmesini emretmiş ve kendisine bir elbise hediye etmiş. Ona, cezasını affetmek gibi büyük bir iyilik yaptığını, kızını artık kendisiyle evlendirmeyeceğini bildirmiş. Bunun üzerine Bilge, büyük bir öfkeye kapılmış ve atının sırrı artık ifşa olduğundan yaptıklarına pişman olmuş. Hükümdar ise oğluna şöyle demiş:
“Umarım artık o atın yanına bile yaklaşmazsın. Hele binmeyi aklından bile geçirme çünkü neyin nesi olduğunu bilmiyorsun. Yanlış bir şey yaparsan başına daha kötü şeyler gelebilir.”
Prens de babasına, Sanaa hükümdarı ve kızıyla yaşadıklarını anlatmış.
Babası, “Eğer kral seni öldürmek isteseydi öldürürdü demek ki zamanın gelmemiş.”
Kutlamalar bittiğinde insanlar evlerine, prens ve hükümdar da saraya dönmüşler. Keyifle oturup yemek yemişler. Hükümdarın iyi ud çalan bir hizmetçisi varmış. Onlar için âşıkların ayrılığından bahseden bir şarkı söyleyerek çalgısını çalmış.
Sanma ki yokluğun unutturdu seni bana
Zaten hatırlayacak neyim var senden başka?
Zaman geçer gider ama sevgiliye olan aşk bitmez
Ve ben…
Ancak senin aşkınla ölür,
Ancak senin aşkınla dirilirim.
Şarkının sözlerini duyan prensin yüreğini bir ateş almış ve sevdiğine olan özlemi biraz daha artmış. Pişmanlık ve keder duygusuyla Sanaa hükümdarının kızını düşünerek acı çekiyormuş. Hemen ayağa kalkmış, babasının yanından uzaklaşıp ata binmiş ve yükselme düğmesini çevirmiş. Bunun üzerine at, kuş gibi havalanmış ve göklere doğru yükselmeye başlamış. Sabah olduğunda babası onu merak ederek sarayın üst katına çıkmış. Oğlunun gittiğini anlayıp endişelenmiş, büyük bir kederle atı saklamadığına pişman olmuş ve kendi kendine, Allah adına yemin ederim ki oğlum bana döndüğünde atı yok edeceğim. Bu sayede onun için üzülmekten kurtulurum, demiş.
Sonra ağlamaya ve oğlu için acı çekmeye başlamış. Hükümdarın durumu böyleyken prens, Sanaa şehrinin semalarına ulaşıncaya dek uçmaya devam etmiş. Gizlice sarayın çatısından aşağı indiğinde muhafızın her zamanki gibi uyuduğunu görmüş. Sonra perdeyi kaldırıp yavaş yavaş prensesin odasına doğru ilerlemiş. Bir süre durup içeride konuşulanları dinlemiş. Sevdiği kadın gözyaşları dökerek acı dolu şiirler okuyormuş. Bu arada hizmetçiler, prensesin etrafında pervane oluyormuş. Feryadını duyan biri:
“Ah hanımım! Sizin için üzülmeyen birinin ardından neden gözyaşı döküyorsunuz?” demiş.
Prenses, “Ah seni akılsız! Beni unutmuş birinin ardından mı gözyaşı döktüğümü düşünüyorsun?” diye cevap vermiş ve ağlamaya devam etmiş; ta ki yorgunluktan bitap düşüp uyuyakalıncaya kadar.
Bu sözleri duyan prensin kalbi acıyla dolmuş, içeri girmiş ve prensesin ellerini tutmuş. Bunun üzerine genç kadın gözlerini açmış. Prens ona şöyle demiş:
“Böylesine ağlamanın ve yas tutmanın sebebi nedir?”
Prenses onu görür görmez kollarına atılmış, boynuna sarılmış ve onu öpmeye başlamış. “Senin için, senden ayrı kaldığım için…” demiş.
“Senden bunca zaman uzak kalmayı ben istemedim ki!”
“Beni terk eden sendin. Eğer senden biraz daha uzak kalsaydım kesinlikle ölürdüm.”
“Ah benim sevgilim… Babanın bana yaptıklarına ne demeli? Eğer sana olan sevgim, sonsuz olmasaydı emin ol ki, bütün dünyaya ibret olsun diye onu öldürürdüm fakat seni seviyorum. Senin hatırına da onu…”
“Beni nasıl bırakırsın? Sensiz yaşamaktan nasıl zevk alabilirim?”
Bunun üzerine birbirlerine sarılmışlar ve barışmışlar; bir süre sonra prens çok aç olduğunu söylemiş. Prenses hizmetçilerine yiyecek ve içecek getirmelerini emretmiş. Sonra şafak sökünceye dek sohbet etmişler. Sabah olduğundaysa prens, genç kadının yanından ayrılmak üzere ayağa kalkmış. Şems El-Nahar sormuş:
“Nereye gidiyorsun?”
“Babamın evine ama sana söz veriyorum ki her hafta seni görmeye geleceğim…”
Prenses ağlayarak “Allah aşkına sana yalvarıyorum. Ne olur beni de götür. Sensizliğin acısını bana bir kez daha yaşatma!” demiş.
“Gerçekten benimle gelir misin?”
“Evet!”
“Gidelim öyleyse.”
Prenses hemen ayağa kalkmış. Eşyalarının bulunduğu sandığa yönelmiş ve en güzel kıyafetlerini giyip en ihtişamlı takılarını takmış. Bu arada hizmetçilerinin, prensesin yola çıkma kararından haberi yokmuş. Prens, genç kadını sarayın çatısına çıkarmış ve atın arkasına bindirmiş. Kendisi de yerine yerleşip atın yularına sıkıca asılmış. Yükselme düğmesini çevirir çevirmez de at havaya yükselmiş. Hizmetçiler bunu görünce çığlık çığlığa gördüklerini prensesin annesine ve babasına anlatmışlar. Onlar da aceleyle çatıya çıkıp sihirli atın prens ve prensesle birlikte uzaklara doğru uçtuğunu görmüşler. Bunu gören hükümdar, büyük bir acıyla şöyle demiş:
“Ey prens! Allah aşkına sana yalvarıyorum ki bize merhamet et. Bizi kızımızdan ayırma!”
Prens ona cevap vermemiş fakat prensesi anne ve babasından ayırdığı için içten içe pişmanlık duyuyormuş. Ona sormuş:
“Ah benim güzelim, söyle bana, annen ve babanla kalmak ister misin?”
“Allah biliyor ki efendim, benim tek dileğim seninle birlikte olmak, nerede olursan ol seninle kalmak. Senden başka hiç kimseyi gözüm görmüyor. Annemi ve babamı bile!”
Bu sözleri duyan prensin neşesi yerine gelmiş ve sevgilisi ile birlikte uzaklaşmaya başlamış. İçinden güzel bir dere geçen yeşil bir çayıra varıncaya dek yolculuklarına ara vermemişler. Burada biraz yemek yedikten sonra rahatlamışlar. Sonra yeniden ata binip yolculuğa devam etmişler. Prens, genç kadının başına bir şey gelmesin diye onu bağlamış. Bu şekilde prensin şehrinin semalarına varıncaya dek uçmaya devam etmişler. Bu sırada prens, sevdiği kadına ülkesini, babasının gücünü ve servetini, kendi babasından daha zengin olduğunu gösterme fırsatı yakaladığı için sevinçliymiş. Şehrin dışında bir yerde, babasının bahçelerinden birine gitmişler. Prens, sevdiği kadını, babasının kubbeli yaz evine götürmüş. Abanozdan yapılma atı kapıda bırakmış ve genç kıza ata göz kulak olmasını söylemiş.
“Elçi senin yanına gelinceye kadar burada bekle. Şimdi ben babamın yanına gidip sarayı senin için hazırlatacağım. Sonra seni yanıma alırım.”
Bu sözleri duyan prenses sevinmiş ve “İstediğin gibi olsun…” demiş.
Prenses bu sözlerden anlamış ki prens onu, onurunu düşündüğü için şehre sokmak istememiş.
Sonra prens, babasının yanına gitmiş. Babası onun geri dönüşüne çok sevinmiş.
Prens, “Bilmeni isterim ki sana anlattığım hükümdarın kızını yanımda getirdim. Şu an şehrin dışındaki bahçede bekliyor. Burayı onun için hazırlayalım ve askerler eşliğinde gidip onunla buluşarak soyluluğumuzu gösterelim.”
“Memnuniyetle…” demiş babası ve şehri en güzel süslerle süsletmiş.
Sonra hükümdar ve prens, ihtişamlı ordularıyla birlikte yola çıkmışlar. Davullar, zurnalar ve envaiçeşit çalgı eşliğinde yol almışlar. Bu arada prens, hazineden, mücevherleri, güzel kıyafetleri ve hükümdarın zenginliğinin ifadesi olan birtakım eşyayı yanına almış ve prenses için pahalı kumaşlarla zenginleştirilmiş bir gölgelik hazırlatmış. İçine de Hint, Rum ve Habeş kölelerinden oluşan hizmetçiler yerleştirmiş. Sonra gölgelikten ayrılmış ve genç kadını yerleştirdiği eve gitmiş fakat prensesten de attan da eser yokmuş. Bunu görünce dövünmeye, kıyafetlerini parçalamaya ve bahçenin etrafında deli gibi dönmeye başlamış. Aklı başına geldiğinde kendi kendine şöyle demiş:
Atın sırrını nasıl öğrenmiş olabilir ki? Ben ona hiçbir şey anlatmadım. Belki de atı yapan İranlı bilge onu gördü ve intikam almak için kaçırdı.
Sonra bahçeyi koruyan muhafızlara civarda yabancı birini görüp görmediklerini sormuş:
“Buraya gelen birini gördünüz mü? Bana doğruyu söyleyin, yoksa kellelerinizi uçururum!”
Prensin tehdidi gözlerini korkutmuş. Hep bir ağızdan:
“Buraya şifalı ot toplamaya gelen İranlı bilge dışında hiç kimseyi görmedik.” demişler.
Prens, bilgenin sevgilisini götürdüğünü anlamış ve kafası karışmış. Babasının yanına gidip olanları anlatmış.
“Askerlerle birlikte şehre geri dönün. Bu olay açıklığa kavuşuncaya dek ben de ortalıkta gözükmeyeceğim.”
Bunu duyan hükümdar ağlamaya ve dövünmeye başlamış. “Ah oğlum, öfkelenme, üzülme bizimle eve dön. Eğer hükümdarın kızı seninle evlenmek istiyorsa sizi evlendiririm.”
Fakat prens, onun sözlerine aldırmamış ve babasına veda ederek yola çıkmış. Hükümdar da şehrine geri dönmüş. Öfkesi yerini kedere bırakmış.
Talih bu ya prens, prensesi şehrin dışındaki evde bırakıp babasının evine gittiğinde İranlı bilge, şifalı ot toplamak üzere bahçeye girmiş. Prensesin parfümünün güzel kokusu her yeri sardığından yaşlı adam kokunun nereden geldiğini merak etmiş ve prensese ulaşıncaya kadar dolanmış. Sonra kendi yaptığı atı görmüş. Atı kaybettiği için uzun süre yas tutan yaşlı adamın acısı, bir anda büyük bir sevince dönüşmüş. Atın yanına giden bilge, hâlâ sapasağlam olduğunu görmüş. Tam üzerine binip gidecekmiş ki kendi kendine şöyle düşünmüş:
Önce prensin ata bakması için kimi görevlendirdiğine bir bakayım…
Yaşlı adam, büyük çadıra girmiş ve prensesi, gökleri aydınlatan güneşe benzeyen güzel kadını, görmüş. Genç kadını görür görmez onun soylu biri olduğunu, prensin buraya atın üzerinde getirdiğini, şehri onun için süsletirken de onu buraya bıraktığını anlamış. Kadının yanına gitmiş ve yeri öpmüş. Bunun üzerine kadın ona bakmış ve yüzünün ne kadar çirkin olduğunu görüp sormuş:
“Sen de kimsin?”
Yaşlı adam, “Ben prensin sizi götürmek üzere görevlendirdiği elçiyim. Sizi şehre yakın başka bir yere götüreceğim çünkü hükümdarımızın eşi uzak mesafelere yürüyemiyor ve sizinle gerçekten de tanışmak istiyor.” diye cevap vermiş.
“Prens nerede?”
“Kendisi şu an hükümdarla birlikte şehirde. En kısa zamanda yanınıza gelip sizinle buluşacak.”
“Söylesene bana, prens beni götürmesi için senden daha yakışıklı birini bulamadı mı?”
Bilge yüksek sesle gülerek “Evet gerçekten de prensin benden daha çirkin bir kölesi yok ama yüzümün çirkinliği ve bedenimin şekilsizliği sizi kandırmasın hanımım. Eğer prens kadar iyi tanısaydınız beni siz de takdir ederdiniz. Prensin size elçi göndermek üzere beni seçmesinin sebebi çirkin ve sevimsiz olmamdır çünkü size olan aşkı onu kıskanç bir adam yaptı. Benim dışımda birbirinden yakışıklı memluk, zenci köleleri ve harem ağaları var.”
Bu sözler prensesin kafasına yatmış ve genç kadın, adamın sözlerine inanmış. Derhâl ayağa kalkıp yaşlı adamın elini tutarak şöyle demiş:
“Peki, beni neyle götüreceksiniz?”
Adam cevap vermiş: “Buraya geldiğiniz ata binmelisiniz.”
“Ama ben ona tek başıma binemem.”
Bu sözleri duyan yaşlı adam bıyık altından gülmüş ve ona rahatlıkla hükmedebileceğini anlamış. “Ben o ata sizinle birlikte binerim.” demiş.
Sonra ata binip prensesi yanına almış ve onu sıkıca bağlamış. Zavallı kadının başına geleceklerden haberi yokmuş. Yaşlı adam yükselme düğmesini çevirmiş ve atın sağrısı havayla dolup denizdeki bir dalgaymışçasına öteye beriye savrulmuş. At havaya yükselip uçmaya başlamış ve şehirden uzaklaşıncaya dek de yavaşlamamış.
Bunu gören Şems El-Nahar sormuş:
“Hey, sen! Hani beni prense götürecektin? Bana seni onun gönderdiğini söylemiştin, ne oldu?”
“Allah o prensin belasını versin! O kötü ve hilekâr bir adam!”
“Yazıklar olsun sana! Ne cüretle efendinin emirlerine karşı gelirsin?”
“O benim efendim falan değil. Ben kimim biliyor musun?”
“Bana anlattığından başka bir şey bilmiyorum seninle ilgili.”
Yaşlı adam devam etmiş: “Sana söylediklerim seni ve kandırmak içindi. Üzerine bindiğimiz bu at için uzunca bir zamandır yas tutuyordum. Onu ben yaptığım için sahibi benim. Tıpkı senin de sahibin olduğum gibi… Onun canını yakacağım, çünkü bana dayanılmaz bir acı yaşattı. Bir daha bu ata asla sahip olamayacak. Asla! Şimdi uslu dur ve sakın ağlama. Bilmen gereken şey şu ki ben senin için ondan daha iyi bir kısmetim. Cömert olduğum kadar zenginim de… Kölelerim ve hizmetçilerim sana kendi hanımları gibi bakarlar. Sana en güzel giysileri giydiririm ve her istediğine sahip olursun.”
Bu sözleri duyan genç kız dövünerek şöyle demiş:
“Vay benim kadersiz başım! Sevdiğimi kazanamadığım gibi ailemi de kaybettim!”
Sonra başına gelenlerden dolayı acı gözyaşları dökmeye başlamış. Bu hâlde uzunca bir süre yolculuğa devam etmişler; ta ki yeşil çayırların ve güzel ırmakların olduğu Rum diyarlarına gelinceye dek… Burası, çok kudretli bir kralın şehrinin yakınlarındaymış. O gün de kral avlanmaya ve eğlenmeye çıkmış. Tam da çayırın oradan geçerken İranlıyı ve yanındaki atla birlikte genç kadını görmüş. Bilge hiçbir şey anlamadan kralın adamları onu, prensesi ve atı, krala götürmüşler. Adamın çehresindeki çirkinliği ve kadındaki güzelliği gören kral sormuş: “Bu yaşlı adam senin neyin olur kızım?”
Yaşlı adam aceleyle cevap vermiş: “Bu hanım benim karım, aynı zamanda amcamın kızıdır.”
Genç kadın araya girmiş: “Ey kralım, ben bu adamı tanımam etmem. İddia ettiği gibi karısı da değilim. Bu adam hileyle beni kaçırmış hayırsız bir sihirbazdan başkası değil!”
Bunun üzerine kral, yaşlı adamı dövmelerini emretmiş. Onu öyle bir dövmüşler ki neredeyse ölecekmiş. Sonra da adamı hapse atmışlar. Kendisi de genç kadını ve abanoz atı götürmüş. Genç kadını haremine, atı da ahıra, diğer atların arasına yerleştirmelerini emretmiş.
Bilgeyle prenses bu vaziyetteyken Prens Kamer El-Akmar, seyahat etmek üzere giyinmiş ve ihtiyacı olan parayı da yanına alıp büyük bir üzüntüyle onların peşinden yola çıkmış. Ülkeler, şehirler dolaşmış ve abanoz atı soruşturmuş. Atın hikâyesini duyan insanlar büyük bir hayrete kapılmış ve prensin saçmaladığını düşünmüşler. Böylece uzun bir zaman geçmiş. Maalesef bütün araştırmalarına rağmen sevdiği kadına dair hiçbir haber alamamış. Nihayet kızın babasının şehri olan Sanaa’ya varmış ve onu sormuş. Fakat kimse ona ne olduğunu bilmiyormuş. Hükümdar kaybettiği kızının ardından hâlâ yas tutuyormuş. Böyle böyle dolanarak sonunda Rum ülkesine varmış. Yaşlı adamı ve prensesi burada da sorup soruşturmuş. Bir gün bir handa tüccarlarla oturup sohbet eden bir adama denk gelmiş ve onun şöyle dediğini duymuş:
“Hey millet, öyle hayret verici bir olaya şahit oldum ki anlatsam inanmazsınız!”
Arkadaşları sormuş: “Ne gördün?”
Adam, “Falanca şehirde filanca kasabayı ziyaret ediyordum ve orada bulunan insanların, başlarına gelen tuhaf bir olaydan bahsettiklerini duydum. Bir gün kralları birkaç soylu ile birlikte avlanmaya çıkmış. Şehrin dışında yeşil bir çayırlıkta, abanozdan yapılma bir at ve genç bir kadınla beraber yaşlı bir adam görmüşler. Adamın çirkin bir suratı, şekilsiz bir vücudu varken kadın güzeller güzeli bir zarafet abidesiymiş. Tahta at ise gerçek bir mucizeymiş. Bugüne kadar hiç kimse onun kadar iyisini görmemiş.” demiş.
Diğerleri sormuş: “Peki kral onlara ne yapmış?”
“Kral, adama, genç kadınla ilgili sorular sormuş. O da kadının karısı ve amcasının kızı olduğunu iddia etmiş. Fakat kadın yalanını ortaya çıkarmış ve adamın kötü yürekli bir büyücü olduğunu söylemiş. Kral da yaşlı adamı dövdürdükten sonra hapse attırmış. Abanoz ata gelince; ona ne olduğundan haberim yok.”
Prens bu sözleri duyunca tüccara yaklaşmış, nazik bir şekilde kralın şehrinin adını sormuş. İstediği şeyi öğrenince çok mutlu olmuş ve geceyi büyük bir keyifle geçirmiş. Sabah olur olmaz da yola çıkmış ve şehre ulaşıncaya kadar aralıksız yol katetmiş. Fakat şehre ulaştığında kapıdaki muhafızlar onu yaka paça tutuklamışlar ki neyin nesi olduğu, mesleği ve şehre gelme sebebi anlaşılsın.
O sırada akşam yemeği yendiği için prensi, kralın huzuruna götürmeleri ve bu konuda ona danışmaları mümkün değilmiş. Muhafızlar da onu bir geceliğine hapishaneye götürmüşler. Ama yüzündeki masumiyeti ve sevimliliği gördüklerinde gardiyanların gönlü onu hapse atmaya elvermemiş. Böylece genç adamı yanlarına oturtmuşlar. Yemek geldiğinde hep birlikte karınlarını doyurmuşlar. Sonra içlerinden biri prense sormuş:
“Hangi ülkeden geliyorsun?”
“Ben İran’dan, Hüsrev’in diyarından geliyorum.” demiş.
Bunu duyunca kahkahalarla gülmüşler. Muhafızlardan biri:
“Ey Hüsrevli, birçok adam tanıdım ve hikâyelerini dinledim. Fakat şu an hapishanede bulunan kadar yalancı olanını hiç görmedim.” demiş.
Prens sormuş: “Neymiş yalanı?”
“Bilge bir adam olduğunu iddia ediyor. Kral avlanırken güzeller güzeli bir kadın ve muhteşem bir at ile birlikte görmüş bu adamı. Öyle bir at ki daha önce hiç kimse bu kadar güzelini görmemiştir. Genç kadına gelince… Kral ona âşık ve onunla evlenmek istiyor fakat kadın deli. Eğer bu adam iddia ettiği gibi bir şifacı olsaydı onu iyileştirirdi. Kral, onun rahatsızlığına bir çare bulabilmek için elinden geleni yapıyor. Şu geçtiğimiz bir yıl içerisinde hekimlere ve şifacılara bir servet harcadı fakat hiçbiri para etmedi. At ise kralın soylu atlarının arasında duruyor. Çirkin adamsa burada, hapiste. Gece olunca ağlayıp inlemeye başlar ve hiçbirimizi uyutmaz.”
İranlı büyücünün hikâyesini dinleyen ve bu sırada ağlama seslerini duyan prens, hedefine ulaşabileceği bir plan yapmış. Uyumaya niyetlenen muhafızlar onu bir hücreye kapatıp kapıyı kilitlemişler. Prens, ağlayıp sızlayan İranlının kendi dilinde şöyle söylediğini duymuş:
“Ah benim günahlarım, vah benim günahlarım! Kendime karşı ve hükümdarın oğluna karşı günah işledim. Zavallının sevgilisini elinden aldım. Ne ona sahip oldum ne de ondan vazgeçtim. Bütün bunlar akılsızlığım yüzünden geldi başıma. Bana layık olmayan ve hak etmediğim bir şeyin ardına düştüm. Her kim hakkı olmayan bir şeye el uzatırsa benim başıma gelenleri yaşar.”
Bu sözleri duyan prens, adama Farsça şöyle demiş:
“Bu ağlama ve sızlanma daha ne kadar sürecek? Senden başka kimsenin başına gelmeyen şey nedir söyle bana?”
Bunun üzerine İranlı, bu sözlerden yüreklenerek ona açılmış ve başına gelen talihsizliklerden şikâyet etmeye başlamış. Sabah olunca da muhafızlar prensi kralın huzuruna çıkarıp kendisinin bir gece önce uygunsuz bir vakitte şehre geldiğini bildirmişler.
Kral, prense, “Buraya nereden geldin, adın ne ve bu şehre geliş sebebin nedir?” diye sormuş.
Genç adam, “Bana İranlı Harcah derler, Fars ülkesinden geliyorum. Ben sanatla, özellikle de tedavi sanatıyla meşgul bir adamım. İçine cin girmiş insanları iyi ederim. Bu amaçla ülkeler ve şehirler gezmek âdetimdir. Böylece bilgime bilgi katar, zanaatımla insanları tedavi ederim.”
Bunu duyan kral, büyük bir sevince kapılmış ve şöyle demiş:
“Ey bilge, gerçekten de sana ihtiyaç duyduğumuz bir zamanda geldin!”
Sonra ona prensesin durumundan bahsetmiş ve eklemiş:
“Eğer onu iyileştirir, delilikten kurtarırsan dile benden ne dilersen!”
“Allah, kralı korusun ve yardımcısı olsun. Sevdiğinizin rahatsızlığını bana tarif edin ve ne kadar zamandır böyle olduğunu söyleyin. Ayrıca ona, bilgeye ve ata nasıl rast geldiğinizi de bilmek isterim.”
Kral da baştan sona bütün hikâyeyi anlatmış ve eklemiş: “Bilge şu an hapiste.”
“Ey yüce kralım! Peki ata ne oldu?”
“Şimdilik en iyi atlarımın arasında.”
Bunun üzerine prens kendi kendine şöyle demiş:
Yapacağım en iyi şey atı kontrol etmek… Eğer sağlamsa sorun yok ama bozulmuşsa sevdiğimi götürecek başka bir yol bulmalıyım.
Bunun üzerine krala dönmüş ve şöyle demiş:
“Kralım, öncelikle mevzubahis atı görmeliyim. Umarım genç kadını iyileştirmeme yardımcı olur.”
“Elbette…” diye cevap vermiş kral.
Sonra genç adamı atın olduğu yere götürmüş. Prens, atın etrafında şöyle bir dolanıp durumunu incelemiş. Hâlâ sapasağlam olduğunu görünce sevinçle krala şöyle demiş:
“Allah kralımızı korusun ve yüceltsin! Şimdi seve seve genç kadının yanına gidebilirim. Durumunun ne olduğunu görür ve Allah’ın izniyle onu iyileştiririm.”
Sonra prens, ata iyi bakmalarını söylemiş ve prensesin yanına gitmek üzere kralı takip etmiş. Genç kadın kendini yerden yere vuruyor, kıyafetlerini parçalıyor, kendini harap ediyormuş fakat onun içine cin falan girmemiş. Bunu yapmasının tek sebebi insanların yanına yaklaşmasını engellemekmiş. Bunu gören prens, ona şöyle demiş:
“Sana zarar vermeyeceğim. Benim güzeller güzeli sevgilim…” Ve güzel konuşmasıyla onu yatıştırmış. Sonra kulağına fısıldamış: “Ben Kamer El-Akmar’ım.”
Bunun üzerine genç kadın çığlık atmış ve sevincinden yere yığılmış. Fakat kral, adamdan korktuğu için nöbet geçirdiğini düşünmüş.
Prens, kadının kulağına şöyle demiş: “Şems El-Nahar, hayatımın aşkı, senin ve benim hayatımızı düşün. Bu tiranın elinden kurtulabilmemiz için sakin olmalısın. Seni buradan çıkaracak bir planım var. İlk önce krala gidip içine cin girdiğini, deliliğinin sebebinin bu olduğunu söyleyeceğim. İyileştirip kötü ruhları kovabilmem için de seni çözmesini… Yanına yaklaştığında ona güzel şeyler söyle ki seni iyileştirdiğimi düşünsün. Eğer istersek buradan kurtuluruz.”
Prenses, “Emrin başım üstüne!” demiş.
Genç adam bunun üzerine büyük bir keyifle kralın yanına gitmiş ve ona şöyle demiş:
“Yüce kralım, onun hastalığının tedavisini buldum ve onu iyileştirdim. Şimdi yanına gidin. Kendisiyle güzelce konuşup ona kibar davranın ve ne istiyorsa yapın ki muradınıza erebilesiniz.”
Prensin tavsiyesi üzerine kral, genç kadının yanına gitmiş. Prenses onu görünce ayağa kalkmış ve yeri öpmüş.
Krala, “Hoş geldiniz!” diyerek konuşmaya devam etmiş: “Bugün ben kölenizi ziyaret etmek için buraya geldiğinize ne kadar sevindiğimi anlatamam.”
Bu sözleri duyan kral, sevincinden havalara uçmuş ve etrafında bekleyen hizmetçiler ile harem ağalarına genç kadını hamama götürmelerini, sonra da ona güzel giysiler giydirmelerini emretmiş.
Onlar da genç kadının yanına giderek onu selamlamışlar. O da onların selamına çok nazik bir şekilde mukabele etmiş. Sonra ona kraliyet elbiselerini giydirip boynuna mücevherler takmışlar. Bu hâliyle gökyüzündeki yıldızlara benziyormuş. O kadar güzel, o kadar parlak… Kadını iyice aklayıp pakladıktan sonra kralın huzuruna götürmüşler. Genç kadın, kralın önünde yeri öpmüş ve onu selamlamış. Bu durum karşısında büyük bir sevinç duyan kral, prense şöyle demiş:
“Ey bilgeler bilgesi, bütün bunlar senin sayende oldu. Allah bizleri senin şifalı nefesinle şereflendirdi.”
Prens cevap vermiş: “Ey kralım, iyice iyileşebilmesi için bütün askerleriniz ve muhafızlarınız ile birlikte onu bulduğunuz yere gitmeniz gerekiyor. Yanındaki siyah canavarı da unutmayın. Muhakkak ki onun içinde şeytan var. Eğer o şeytanı çıkarmazsam her ayın başında bu kadının yanına gelir ve onu yeniden hasta eder.”
“Memnuniyetle.” demiş kral. “Sen ki bilginlerin prensisin ve gün ışığını gören herkesten daha bilgesin…”
Sonra abanoz atı bahsi geçen çayıra getirtmiş. Bütün ordusu ve prensesle beraber oraya yerleşmiş; tabii ki prensin yapacaklarından bihabermiş.
Çayırın uzak bir köşesinde, kralla ve adamlarıyla arasına ciddi bir mesafe koyarak prensese atın arkasına binmesini söylemiş ve krala şöyle demiş:
“Şimdi müsaadenizle ve emrinizle bu ata büyü yaparak içindeki şeytanı sonsuza kadar hapsedeceğim ki bir daha bu hanımı rahatsız edemesin. Sonra abanozdan yapılma bu ata binip genç hanımı arkama alacağım. At, sağa sola sallanacak ve ileri gidecek. Bu iş bittiğinde siz de sevdiğinize kavuşabileceksiniz.”
Bu sözleri duyan kral neşelenmiş. Prens ata binip prensesi de arkasına alarak bütün askerlerin gözü önünde onu bağlamış. Sonra yükselme düğmesini çevirmiş ve at havalanıp süzülmeye başlamış; ta ki gözden kayboluncaya kadar… Bunun üzerine kral, yarım gün boyunca bulunduğu yerden ayrılmamış ve onların gelmesini beklemiş. Fakat onlar geri dönmemiş. Onlardan ümidi kesince de yaptığına pişman olup genç kadını kaybettiği için kederlenmiş. Sonra hapisteki İranlıyı huzuruna getirtip ona şöyle demiş:
“Seni hain! Seni alçak! Neden abanoz atın sırrını sakladın benden? Bir adam geldi ve onu benden aldı, kuşandıkları servet eden genç kız ile birlikte. Bir daha asla onları göremeyeceğim!”
İranlı, baştan sona tüm yaşadıklarını ona anlatmış. Kral öyle öfkelenmiş öyle öfkelenmiş ki neredeyse onun canını alacakmış.
Bu yaşananlar üzerine kral, bir süre kendini sarayına kapatmış ve yas tutmuş. Nihayet vezirleri yanına gelip onu rahatlatmak isteyerek şöyle demişler:
“Hakikaten de genç kadını götüren adam bir büyücüdür. Şükürler olsun ki Allah sizi onun sihrinden ve fenalığından kurtardı.”
Acısı hafifleyinceye kadar da krallarını teselli etmeye devam etmişler.
Prense gelince, genç adam büyük bir neşe ve keyifle babasının şehrine doğru yol almış. Kendi sarayına varıncaya dek de yola devam etmiş. Prensesi güvenli bir yere yerleştirdikten sonra babasının ve annesinin yanına gidip onun geldiğini bildirmiş. Bunun üzerine yaşlı çift büyük bir mutluluk duymuş. Sonra şehirde büyük bir ziyafet vererek bütün bir ay boyunca düğün yapmışlar. Kutlamalar sona erdiğinde prens ve prenses birbirlerine kavuşmuş. Prensin babası abanoz atı parçalara ayırmış ki bir daha uçamasın. Dahası, prens, prensesin babasına bir mektup yazmış ve yaşadıklarını anlatıp birçok değerli hediye göndermiş. Elçi, Sanaa şehrine vardığında hediyeleri ve mektubu hükümdara iletmiş. Mektubu okuyup büyük bir sevinç duyan hükümdar, hediyeleri kabul etmiş ve elçiyi ödüllendirerek onunla damadına çok güzel hediyeler göndermiş. Elçi de efendisine dönüp olan biteni anlatmış. Prens, her yıl kayınpederine yazmaya ve hediyeler göndermeye devam etmiş. Bir zaman sonra babası Sabur vefat etmiş ve prens onun yerine hükümdar olup insanlara adaletle hükmetmiş ki tebaası ona sadık olsun.
Kamer El-Akmar ve karısı Şems El-Nahar, mesut bir hayat yaşamışlar; ta ki ölüm onlara gelinceye dek…
Şehrazat devam etmiş:
“Hamt, âlemleri yaratan, batın ve zahir yüce Rabb’imize mahsustur. Denizci Sinbad’ın hikâyesi var ki…”