Kitabı oku: «60'lardan Günümüze Azerbaycan Hikâyesi», sayfa 3
KIZBİKE-KIZ KULESİ
Anlatıldığına göre eski zamanlarda bu yerlerde zalim bir hükümdar yaşardı. Günlerden bir gün ecel kapısına dayandı ve hükümdar öldü. Ülkenin yaşlı kadınları, aksakalları ve adlı sanlı yiğitleri bir yere toplandılar: “Onun oğlundan bize hükümdar olmaz. Ne bir işte adını öne çıkartabildiğini, ne kılıç tutan elinin bir vuruşunu gördük, aklının da şahiti olmadık” dediler.
Toplanan adamlar aynı sözü söyleyerek fikir birliğine vardı. Aklı ile ad kazanmış “Kuşlu” adlı bir genci kendilerine han seçtiler. Ölen hanın oğlu Kuzey’e de kıymadılar. Ona şöyle dediler:
–Kuşlu Han’ın yanında kal. Ya onun yiğitliğini örnek alırsın ya da aklından istifade edersin. Yiğit olursan komutanımız, olgunluk sahibi olursan vezirimiz olursun.
Aylar, yıllar geçti. Kuzey, kinini kalbinin derinliklerinde gizledi. Hiç kimseye bir şey söylemedi ama onun gözü Kuşlu Han’ı çekemiyordu.
Kısa süre sonra Kuşlu Han’ın kızı oldu. Ülkenin aksakalı Kızılkaya onun adını Kızbike koydu. “Adını ben verdim, ömrünü, kemalini, yüz güzelliğini ateş versin!” dedi. Bu günlerde Kuzey’in de bir oğlu oldu. Ayazlı, soğuk bir kış gününde doğduğu için adını Ayaz koydular.
Çocuklar sanki her gün değil, her saat büyüyorlardı. Masalda zaman çabuk geçer. Onlar büyüyerek okul çağına geldiler. Kızılkaya’nın yanında derse başladılar. Gençlik çağına geldiklerinde ise her ikisine de ünlü serdarlar tarafından talimler verildi. Artık onların günleri, ülkenin diğer gençleri gibi avda ve eğitimlerde geçiyordu. Onlar sefere çıkıyor, avlanıyorlardı. Her ikisinin de kalbi çocukluk yıllarından beri birbiri için çarpıyordu.
Günlerden bir gün Kuşlu Han hastalandı. Onun hastalığından istifade eden Kuzey’in eski kini başkaldırdı. Ordu ve akrabasını yanına çağırıp kendisiyle aynı fikirde olanları etrafına topladı. Kuşlu Han’ı yıkıp hâkimiyeti ele geçirmek istedi. Ayaz, başlangıçta babasının bu fikrini onaylamadı. Ama Kuzey bütün olup bitenleri ona anlattı: “Bu yerlerin yasal vârisi biziz oğul! Kuşlu Han bizim hakkımızı elimizden aldı” diyerek delikanlının aklını çeldi. Ayaz da babasına uydu. Eğer ülkedeki hâkimiyetlerini geri alabilirlerse Kızbike’ye daha kolay kavuşacağını düşünüyordu.
Hıyanet haberini duyan Kızılkaya’nın teklifi ile aksakal, karasakal1 ve yaşlı kadınlar bir yere toplandılar ve “Çık ülkemizden git Kuzey. Senden bize hükümdar olmaz.” dediler. Kuzey ailesini de alıp bu yeri terk etti.
Ayrılık yılları başladı. Kızbike’ye öyle gelirdi ki Ayaz babasının dediğini demez, ona ihanet etmezdi. Başka bir yere gitmesi de babasına boyun eğmesi de mecburiyettendir. Kızbike’nin gönlü bin yerden yaralanmıştı. Ayrılık Kızbike’yi kavururdu.
Kuşlu Han iyileşerek hastalıktan kurtuldu. O zamanlar bir kural vardı. Ülkenin en güzel kızı, yaşı bulûğa erdiğinde birkaç yıl ateşgâha gelmeli, kutsal ateşe hizmet etmeliydi. O, kutsal ateşe hizmet ettiğinde kendisi de kutsal olurdu. Ülkenin oğul ve kızları, ana babalar, gelinler gelip ona tapınıp, hastalar ondan şifa; çocuğu olmayanlar evlat, arzusuna erişemeyenler sevdiklerine kavuşmayı diliyorlardı. Kızın ateşli elbisesi, ateşin kutsal alevleri gibi kırmızı ve mavi renge çalıyordu. Gönlü yansa da o, kutsal ateşten ayrılmadan ülkesinin, milletinin geleceği için saadet arzuluyordu. Kız bu hizmetlerinin karşılığında ülkenin en yiğit, cengâver erkeğine gidebilirdi. Böyle bir saadet Kuşlu Han’ın kızı Kızbike’ye nasip olmuştu.
Ülkemizin büyükleri “düşmandan dost olmaz” demişler. Şimdi Kuzey yabancı ülkeleri arkasına alarak komşuları toplayıp, kendi yurdunun üzerine gaspçı gibi geliyordu. Ayaz da kendi sevdiğine kavuşmak için can atıyor ve sevdiğine kavuşamama sebebini de sadece Kuşlu Han’da görüyordu. Sınır boyunda bekleyen nöbetçiler, muhafızlar koşarak gelip durumu Kuşlu Han’a haber verdiler. Yaşlanmaya başlayan Kuşlu Han, ülkenin cengâver yiğitlerini etrafına topladı. Sadağına oklarını yığdı, kılıcını biledi, zırhlı kıyafetini giydi, Köhlen2 atına binerek yirmi yıl önceki cengâverlik meydanına çıktı.
Birkaç gün serhat boyunca kanlı çarpışmalar oldu. Bir gün Kuşlu Han yüzünü düşmandan tarafa dönüp seslendi:
–Ey Kuzey. Boşuna ordumuzu kırdırdık. Eğer yiğitsen gel, bire bir vuruşalım. İstediğin yiğidini de al. Sen beni devirirsen kılıcının altından geçip hâkimiyetini kabul ederim. Ben seni yıkarsam ebediyen çek git. İhanet ettiğin bu toprakta yerin yoktur.
Lakin Kuzey, bu çarpışmaya kendisi gelmedi, oğlu Ayaz’ı gönderdi. Ayaz, Kuşlu Han’dan genç ve iyi talim görmüş bir cengâver idi. Kalbini aşk ateşi yakıyordu. Kuşlu Han ile karşılaştığında namert atasından öğrendiği namert hilesine başvurdu.
–Kahraman- dedi -Sen nasıl bir yiğitsin ki atının göğüslüklerini bağlamadan savaş meydanına gelmişsin?
Kuşlu Han eğilip atının göğüslüklerine bakmak istedi. Ayaz hıyanet ederek buna fırsat vermedi ve hemen onun boynunu vurdu. Kuşlu Han’ın ordusunun içerisinden acı bir feryat koptu. Düşman cephesi ise sevinç içerisinde bayram ediyordu. Şimdi onlar, yiğit komutanlarından mahrum olan düşman ordusunun hemen mağlup olacağından emindiler.
Sabah oldu. Ordular yeniden karşı karşıya saf tuttular. Ama o vakit meydana semend renkli bir ata binmiş, mavi alev renginden kıyafet giymiş, yüzü mavi peçeli bir yiğit geldi. Düşmanın sağından girip solundan çıktı. Solundan girip sağından çıktı. Önüne geçene aman vermedi. Sadece Ayaz’ı kılıçtan geçirmedi. İşini bitirip bir anda gözden kayboldu.
Düşman bu duruma şaşıp kalmıştı. Kuşlu Han’ın pehlivanları yerinde donup kalmıştı. Hanın oğlu yoktu. Peki, bu yiğit kimdi?
Aynı gün savaş meydanından döndüğü gibi Kızbike ibadethaneye geldi. Kızılkaya’ya, mabetlere, aksakal-kara sakallara, yaşlı kadınlara, cengâverlere yüzünü çevirip dedi:
–Düşmanın ordusu çoktur. Onlar yurdumuzu talan etmek, ana bacılarımızı kırıp geçmek istiyorlar. Sağlam bir kule yapalım, Muhterem Kızılkaya! Emredin mabedin yanındaki yüksek tepenin üstüne bir taş getirilsin. Alınamaz kuleyi buraya inşa etmeliyiz. Hem su yakında hem de düşman gözümüzün önünde olur. Mevkisi güzeldir, her taraf görünür.
Kızılkaya ve mimarlar yurdun her tarafına yayıldılar. Yediden yetmişe herkes eline bir taş alıp ateşgâhın yanındaki tepenin üstüne götürdü. Mimarlar işe başladı, yerin derinliklerinden gelen ateşli nefesi, yapılan kulenin özel borularla tepesine kadar kaldırdılar. Kutsal ateş burada ebediyen yanmaya ve düşmanın başına od saçmaya başladı.
Bu arada bu cengâver, harp meydanına her gün başka bir kıyafetle gelip düşman ordusuna taarruz eder, Ayaz’a dokunmadan döner, kaybolurdu.
Kızılkaya düşünüyordu. “Ben biliyorum, bu sensin ey ülkenin yenilmez güzeli. Bu sensin! Yoksa hiçbir cengâver Ayaz’a aman vermezdi. Kalbin ne kötü yaralanmış kızım, ne kötü yaralanmış?”
Ayaz da hayret içerisindeydi. Kısa bir sürede onun ordusuna taarruz eden bu cengâver kimdi? Onun meşhur pehlivanlarını öldürüp her seferinde kendisini affeden; kâh kırmızı, kâh mavi, kâh duman renkli –yani ateşin, kutsal ateşin alevleri tonunda– peçeler örten bu cengâver kimdi?
Ayaz’ın kalbini garip bir his bürüdü. Aşk onun kalbini yakıp kavuruyor, buna hayret ediyordu. Bir gün o, savaş kıyafetini değiştirip ziyaretçi kıyafeti giydi. Akşam olduğunda kutsal ateşe tapınmak ve dilek dilemek için giden adamlara katıldı. Bırakıp gittiği sonra da ihanet ettiği yurduna geldi. Ateşgâha ulaştığında yanında alınmaz bir kule dikildiğini gördü. Bu öyle bir kuleydi ki başı buluttan, ayağı deryadan nemlenip rutubetleniyordu. Kulenin üstünde mukaddes ateş yanıyor, ateşin dilleri bir kılıç gibi göğe yükseliyordu. Oğlan sarığını yüzüne çekip ibadet için gelenlerle birlikte ateşgâha girdi. Ateşin üstünde yücelen yüksek yerde, kalbine ta çocukluktan beri hâkim olan Kızbike durmuştu. Dilek dileyenlerin dileğini kabul ediyordu. Güzel yüzü de renkli kıyafeti de kutsal ateşten parıltı almış, güneş gibi parlıyordu.
Ayaz, titreyen yüreğiyle ateşe yakınlaştı. Gençler göz göze geldiler. Yüzü yarım örtülü olsa da Kızbike onu tanıdı. “Yüzünü, ateşten yanan gözlerini görmeseydim de kalbim burada olduğunu bana haber verirdi sevdiğim!” Kızın elleri titredi, az daha dizleri bükülecek ve ateşe düşecekti. Onun bir tek söz ya da bir tek işareti ziyaretçilerin Ayaz’ı tutup parçalamasına ve düşman ordusunu başsız bırakmasına yeterli olur, Ayaz’ı olduğu yerde öldürürlerdi. Ama güçlü bir aşk Kızbike’nin dilini bağladı. Kızın gözleri yaşla doldu. Ayaz çıkıp gitti…
Sabah düşman ordusu yeniden hücuma geçti ve kulenin önünde toplandı. Bu sırada ateşli bir kılıç tutmuş, kızıl ateşten kıyafetli, keher3 ata binmiş bir cengâver meydanda göründü. O göründüğü gibi yurdu savunan dövüşçülerin koluna kuvvet, dizine takat geldi. Düşman ordusu telâşa düştü. Ayaz, bu cengâveri tanımıyordu. Cengâver ise bugün sadece onu izliyordu. “Yok, yok, artık bugün sonundur. Ayaz, sevdiğim! Bugün sonundur. Sadağımdan aldığım birinci ok, kılıcımın ilk ve son darbesi bugün senindir. Bir daha seni affedersem düşman olurum yurduma, bir daha seni affedersem ihanet etmiş olurum yurduma. Bir daha seni affedersem kalbime söz geçiremem. Bir daha seni affedersem..”
Aman vermedi. Kızbike ölüm saçan kılıcının bir darbesiyle Ayaz’ı atından düşürerek yere serdi. “Bu benim de sonumdur sevdiğim, benim de sonumdur! Ben seni seviyordum. Ben sensiz yaşayamayacağım. Ama vatanıma ihanet eden sen de olsan, kalbim de olsa onu kesip atarım, gözlerim olsa onları oyup çıkarırım. Bu sensin, sevdiğim, sensin!”
Ayaz’ın en sadık dövüşçüleri, komutanlarının attan düştüğünü görünce, ona vuran atlıya doğru hücum ettiler. Kızbike dövüşe dövüşe kuleye doğru çekiliyordu. Kuleye varınca attan indi ve arkasından koşan piyade düşmanlarla vuruşarak kuleye girdi; merdivenlerden yukarıya çıkmaya başladı. Basamaklara onun öldürdüğü düşmanların kanı dökülse de onlar Kızbike’den el çekmiyor, arkasından geliyorlardı. Ölen komutanlarının intikamını almak için can atıyorlardı. Kızbike bu ağır vuruşmada yaralanmıştı. Kan kaybettikçe gücü azalıyor, zayıflıyor, düşmanın eline düşeceğini hissediyordu. Bu sırada üstünde ateşin alevlendiği kuleye kalktı. Son defa vatan toprağına veda nazarlarıyla baktı, arzusuna kavuşamamış kalbinden yanık bir ah koptu. “Ben zaten senden sonra yaşayamayacaktım Ayaz. Senin ihanetinden sonra yaşayamayacaktım. Şimdi ise… düşman eline geçmektense ölmek daha iyidir.” o düşmanın soğuk nefesini ardında duyunca kulenin duvarı üzerinde boylu boyunca ayağa kalktı:
–Elveda!..– diyerek kendini kulenin denize bakan tarafından aşağıya, kükreyen dalgaların koynuna attı. Bu anda arkadan Kızılkaya ile yiğitleri yetiştiler. Düşmanı birer birer kılıçtan geçirdiler.
Cengâverlerden birkaçı kendisini dalgaların içine attı ve Kızbike’nin cesedini Hazar’ın coşkun sularından çıkardılar. Ülkenin yaşlı kadınları, kız ve gelinleri gelerek, örtüsü yüzünden açılmış, saçları dağılmış, ateşler kızı Kızbike’ye gelinlik kıyafetini giydirdiler. Defin için hazırlandılar.
diyerek onu okşadılar.
Kızılkaya: “Ben bilirdim. Aşkın gücünü ben bilirdim. Ama ülkenin namuslu kızı, alınmaz kule gibi sağlam çıktı. Yazık ona.” diye hayıflana hayıflana başını salladı.
Kızbike’yi diktirdiği kulenin avlusuna defnettiler. Kulenin adını da “Kız Kulesi” koydular. O zamandan beri her yıl bahar geldiğinde genç kızlar, sabahın alacakaranlığında Kız Kulesi’ne gelip ateşler kızı Kızbike’yi hatırlıyor, güneşin doğuşunu burada karşılıyor ve ondan mutluluk diliyorlar.
Folkloru Edebiyatla Buluşturan Bir Kadın Ruhu: Azize Caferzâde’nin “Kızbike-Kız Kulesi” Hikâyesine Dâir
Atıf AKGÜN
“Əziziyəm qız qala,
Tikdiribən qız qala.
Namərd oğullar ölə,
Vətən üçün qız qala.”
Muasır Edebiyata Bir Kaynak Olarak Şifahi Gelenek
Edebiyata bütüncül olan bir yaklaşımla baktığımızda çağdaş ve şifahi edebî türlerin en temelde “anlatı” olmak itibariyle üst yapıda birleştiklerini görürüz. Söz gelimi herhangi bir efsane ya da destandaki tahkiye, modern hikâyenin ya da romanın bünyesindeki ‘tahkiye’den kısmî farklılıklarına rağmen müşterek bir edebî araçtır. Aynı şekilde “zaman”, “mekân”, “şahıs” vb. birçok kurgu unsurunun edebiyat zemininde birçok farklı anlatı türünde yer aldığını görmek de mümkündür. ‘Anlatı’ kavramının özündeki düşüncenin, tahkiyeye dayalı edebî türlerin temelde bir yazar anlatıcı ve okuyucudan oluşmak gibi bir ortaklık üzerine şekillendiğini söylemek mümkündür. Aynı zamanda bu anlatıların ayrılmaz parçası ‘kurmaca’ da ister şifahi ister çağdaş ürünlerde olsun müşterek bir edebî unsurdur ve söz konusu kurmaca anlatılar bir bakıma gerçek dünyanın kurgusal birer temsilini sunan kurmaca dünyalardır (Dervişcemaloğlu, 2004, s. 116, 56-60).
Şifahi Halk Edebiyatı türleri de birer anlatı olarak tıpkı çağdaş edebiyat türlerinde olduğu gibi bünyelerinde belli bir kurgusallığı barındırır. Gücünü gelenekten ve tarihsellikten alan bu tür şifahi anlatıların cazibesi çağdaş edebî eserleri de çoğu zaman etkisi altına almış; bazı çağdaş edebiyat üreticileri bu zengin malzemeden folklorik birikimleri dâhilinde istifade etmişlerdir.
Destanlar, masallar, halk hikâyeleri ve efsaneler gibi belirli bir olay örgüsünü bünyesinde taşıyan türler başta olmak üzere, halkbilimin sembolik ya da metaforik değeri olan herhangi bir unsuru dahi çağdaş edebî üretimlerde bazen konu, bazen de bir motif olarak yer almış hatta metinlerarasılığın imkânı ile çağdaş türler dâhilinde kendisine geniş bir temsil alanı bulabilmiştir. Bu bağlamda “Kızbike-Kız Kulesi”, Azize Caferzâde’nin folklor ile edebiyatı buluşturan bir hikâyesi olarak karşımıza çıkar. Adların kökeniyle ilgilenen bilim dalı Onomastik’in yer adlarını kapsayan alt alanı Toponimi kuşkusuz “Kız Kulesi” hakkında oldukça zengin veriler sunar ancak zengin folklorik birikimden istifade ile “Kız Kulesi” üzerine halk arasında yaşatılan çok sayıda anlatının da aynı alana önemli veriler sunduğunu söylemek mümkündür. Özellikle “efsaneler” ve onun bir alt türü olan “yer adları ile ilgili efsaneler”in, bir yer adının kökeni üzerine şekillenen ve bir yerin adına dair şifahi üretimi yansıtan edebî türler olmaları bu bakımdan önemlidir. Azize Caferzâde’nin incelediğimiz hikâyesi özü itibariyle “yer adları ile ilgili bir efsane” üzerine inşa edilmiş bir mahiyete sahiptir ve Azerbaycan’ın en tanınmış simge mekânlarından Kız Kulesi’ni ele alır. Kız Kulesi hakkında derlenen birçok farklı efsane bulunmaktadır. Kız Kulesi’nin meydana getirilmesine sebep olan olaylar dâhilinde yaratılan bu efsanelerin ortak özellikleri arasında bulunan “kız” figürü söz konusu efsanelerde genellikle âşık, hükümdar kızı ya da bir yönetici olarak yer almıştır. İncelememize konu olan hikâye ise; efsane türünden önemli ölçüde istifade edilmiş olsa da modern zamanlarda ve çağdaş edebiyat temsilcisi bir yazar tarafından kaleme alınmış olması ile farklı bir yere sahiptir.
Azerbaycan Edebiyatında geleneksel anlatı ile modern edebî türü başarıyla birleştirmiş ve bu doğrultuda eserler vermiş temsilcilerden yakın dönemlerde belki de en önemli isim Azize Caferzâde’dir. Azize Caferzâde 29 Aralık 1921 tarihinde Bakü’de doğmuştur. Âdeta birer folklor hazinesi olan annesi Büyükhanım ve anneannesi Rübabe Sultan’ın, Azerbaycan sözlü ve yazılı edebiyatına hâkim kimseler olarak Caferzâde’nin edebî zevkinin oluşmasında önemli tesirleri olmuştur. Yazarın annesi Büyükhanım Caferzâde ile birlikte şiir ve sanatla ilgilenen, iyi eğitim almış babası Memmedbağır’ın da yazarın edebî zevkinin oluşmasında tesiri olduğu bilinmektedir (Şamil, 2020). Özellikle anneannesi Rübabe Sultan, sahip olduğu folklor hazinesini yazara aktararak yazarın folklor ürünlerine ilgi duymasında önemli rol üstlenmiştir.
1930 yılında okula başlayan Azize Caferzâde, ilk eğitimini Bakü’deki 38 numaralı okulda aldıktan sonra iki yıl Tiyatro Meslek Yüksekokulu’nda, sonra iki yıllık Muallimler Enstitüsü’nde okumuştur. II. Dünya Savaşı devam ederken, 1942-1945 yılları arasında zor şartlarda Azerbaycan’ın Aksu ilinin Çaparlı köyünde öğretmenlik yapmış olan Caferzâde, başarısı ve çalışkanlığı ile takdir edilerek okul müdürü vazifesine getirilmiştir. Azize Cafzerzade, Bakü Devlet Üniversitesi’nin (O zamanki adıyla Azerbaycan Devlet Üniversitesi) Filoloji Fakültesini kazanarak burada Bahtiyar Vahabzade, Gülhüseyin Hüseynoğlu, Feride Elyarbeyli, Rehim Nağıyev gibi sonradan meşhur olacak birçok şahsiyetle birlikte eğitim almıştır. 1947 yılında üniversiteyi bitirdiğinde araştırma görevlisi olarak üniversiteye alınması arzu edilmişse de bu mümkün olmamıştır. 1957-1974 yılları arasında Azerbaycan Bilimler Akademisi Elyazmaları Enstitüsü’nde Baş İlmi İşçi ve Şube Müdürü vazifelerinde çalışan Azize Caferzâde, 1950 yılında “XIX. Asırda Azerbaycan Edebiyatında Maarifçi Ziyalı Suretleri” adlı çalışması ile doktora; 1970 yılında ise “XIX. Asır Azerbaycan Poeziyasında (Şiirinde) Halk Şiiri Üslubu” konulu doçentlik tezini savunmuştur.1974 yılından itibaren profesör payesi alan yazar, son nefesine kadar ilmî ve edebî faaliyetine devam etmiş, 4 Eylül 2003 tarihinde vefat etmiştir (Bayram, 2013, s. 21-25).
Azize Caferzâde’nin oldukça faal çalışma hayatında akademisyen kimliği ağır basar. Uzun yıllar Bakü Devlet Üniversitesi Filoloji Fakültesi Azerbaycan Edebiyatı Tarihi ve Folklor Bölümünde dersler veren Caferzâde’nin hocalığından çok daha öne çıkan yönü ise önceleri hikâyeleri daha sonrasında ise tarihî ve biyografik romanları ile belirginleşen “yazar” tarafıdır. “Natevan Hakkında Hikâyeler”, “Âlemde Sesim Var Benim”, “Vatana Dön”, “Yâd et Beni”, “Bakü-1501”, “Celaliyye”, ”Sabir”, “İlden İle”, “Bir Sesin Faciası”, “Zerrintaç-Tahire”, “Işığa Doğru”, “Bela”, “Rübabe-Sultanım”, “Hazarın Göz Yaşları” vb. romanlarında Azerbaycan’ın fethini, Stalin döneminde bir kısım Azerbaycanlı’nın İran’a sürgün edilmesini, Azerbaycan’ın edebî muhitlerini, Natevan, Seyid Azim Şirvani, Şah İsmail gibi önemli şahsiyetleri devrin bütün canlılığıyla ortaya koymuştur. Dolayısıyla Caferzâde’nin gazeteci, öğretmen, çevirmen vb. vasıfları yanında yazar kimliği ve romanları oldukça dikkat çekmiştir. Onun edebî ürünlerindeki karakteristik yönü ise folklorşünaslık tarafından beslenmesi, Azerbaycan tarihinin önemli olay ve şahsiyetlerini edebiyat zeminine başarıyla taşıması ve zengin Azerbaycan folkloruna olan hâkimiyetidir. “Fatma Hanım Kemine”, “Gönül Çırpıntıları”, “Azerbaycan’ın Âşık ve Şair Kadınları”, “Şirvanın Üç Şairi”, “Mücrim Kerim Vardani Sünbülistan”, “Abdulla Padarlı Seçilmiş Eserleri”, “Her Budaktan bir Yaprak” gibi çalışmaları ile folklorik malzeme üzerinde doğrudan akademik çalışmaları olduğu gibi (Fәrәcov, E.T. 04.03.2020) klasik hikâye ve romanlarına sirayet eden halkbilim unsurları ise başlı başına bir birikimi ifade etmektedir.
Azize Caferzâde’in küçük yaşta kaybettiği bir kızı olur ve daha sonra erkek kardeşinin oğlu Turan’ı resmen evlat edinerek büyütmüştür (Ceferzade, E.T. 06.03.2020). Ancak onun uzun yıllar kadın ve çocuk hakları alanında yürüttüğü sivil toplum çalışmaları ve daha genelinde eserlerinin ruhuna sinen kadın hassasiyetiyle o “Azerbaycan anası” unvanı ile anılmıştır. Caferzâde’nin Azerbaycan folklorunu, tarih bilgisi ve kadın duyarlığı ile birleştirdiği hikâyelerinden biri de “Kızbike-Kız Kulesi” hikâyesidir ve bu bağlamda hikâye Azize Caferzâde’nin edebî duruşunu da temsil eden karakteristik bir niteliğe sahiptir.
Hikâye adını eserin derin yapısında verilen ve bir yer adı efsanesine de kaynaklık eden “Kızbike” adlı şahıstan almaktadır. Hikâye, muhtevasında Kız Kulesi’nin inşa maksadı ve yapılışı verildiği için bu şekilde adlanır. Bir başka deyişle hikâye adını kahramanlarından, olaydan ya da konudan değil yazılış maksadından alır. Azerbaycan’ın ve Bakü’nün sembol mekânlarından biri olan Kız Kulesi üzerine bilinen birçok efsane vardır. Efsane bir şifahi edebiyat terimi olarak Türkiye’de olduğu gibi Azerbaycan edebiyat çevrelerinde de birçok şifahi edebî tür ile yakınlık göstermekte ve çoğu zaman mit, esatir, menkıbe, masal vb. terimler birbirinin yerine kullanılabilmektedir. Saim Sakaoğlu’nun (1992) Efsane’nin ortak özelliklerine dair belirttiği hususlar söz konusu türe ait birçok tanımlamada temas edilen ortak özellikleri içermesi bakımından önemlidir ve incelediğimiz hikâye için de geçerlidir:
“1. Şahıs, yer ve hadiseler hakkında anlatılırlar.
2. Anlatılanların inandırıcılık vasfı vardır.
3. Umumiyetle şahıs ve hadiselerde tabiatüstü olma vasfı görülür.
4. Efsanelerin belli bir şekli yoktur. Kısa ve konuşma diline yer verilen anlatmalardır.” (s. 10)
Belirtilen söz konusu hususlar diğer efsane tanımlarında yer alan özelliklere az veya çok temas eder. Birçok bakımdan masal, halk hikâyesi, mit vb. sözlü türlere yakınlığı olan efsaneleri bu özellikleri ile tanımak mümkündür. “Kızbike-Kız Kulesi” de anlatanın ve dinleyenin inandığı ya da inanmak istediği bir hikâye temeline dayanır. Tıpkı klasik hikâye tanımında olduğu gibi anlatının temelinde olmuş ya da olabilecek bir olay vardır. Bu yönüyle de çağdaş yazarların folklorik malzemeden beslenirken en çok tercih ettikleri anlatılar arasında efsanelerin olduğunu söylemek mümkündür. Efsaneler, bünyesindeki tahkiye ile sürükleyici bir olay örgüsü imkânı sunarken, esas alınan edebî türün etnografik imkânını ve hatta şifahi üslûbun lezzetini de okura sunabilir. Azize Caferzâde’nin Kızbike Hikâyesi ile ortaya koyduğu edebî üretim de bu bağlamda anlam kazanır. Türk Edebiyatında Sabahattin Ali’nin “Hasan Boğuldu” hikâyesi, Yaşar Kemal’in “Ağrı Dağı”, “Bin Boğalar Efsanesi” gibi üretimleri de edebî türler arası etkileşimler bakımından bu duruma örnek teşkil eden hikâyelerdendir. Azerbaycan Edebiyatı’nda ise Azize Caferzâde bu tarz bir yönelimi, derin halkbilim alt yapısı ile edebî üretiminin önemli bir bölümünü teşkil edecek şekilde gerçekleştirmiştir.
Azize Caferzâde’nin Kızbike-Kız Kulesi hikâyesi şifahi halk edebiyatı tesirinde üretilen edebî eserlerinin tipik örneklerinden biridir. Caferzâde’nin folklorik kaynaklardan beslenmesi Kızbike-Kız Kulesi hikâyesinde olduğu gibi yalnızca şifahi edebî türlerden istifade ile kendisini göstermez. Yazarın hikâye ve romanlarında kullandığı dil ve üslup özelliklerinde de şifahi gelenek tesiri yoğun bir şekilde kendisini hissettirir. Bu bağlamda gerek biyografik ve tarihî romanlarında gerekse etnografik temele dayanan hikâyelerindeki üslûbunu belirleyen husus, şifahi anlatı dilinden kaynaklanan bir üslûptur. Okuyucuyla konuşur gibi samimi bir hava tesis eden bu üslûpta “nağıllarda deyerler ki heee” gibi konuşma cümleleri de hikâyeye başarıyla monte edilir ve bu öğeler metnin genelindeki hava ile bir bütünlük oluşturur (Әliyeva, 2000, s. 94-101). Onun düzyazılarındaki sade ve açıklığı, diyalektik zenginliği de yine halk edebiyatından beslenen edebî yaratıcılığının karakteristik özelliklerinden biridir. Bir başka ifade ile Azerbaycan kültürünü onun eserlerinde tüm renkleriyle görmek mümkündür. Azerbaycan’ın maddi ve manevi tarihini tanımak noktasında Caferzâdenin hikâye ve romanları güçlü birer edebî kaynak hüviyetine sahiptir.
“Kızbike-Kız Kulesi” Hikâyesi Üzerine
Yazarı tarafından “Anlatıldığına göre…” ifadesiyle başlatılan hikâye, sözlü anlatı türlerinden biri üzerinde teşkil edildiğini deklare eder. Yazar Caferzâde için böyle bir kullanımın başka işlevleri de olduğunu belirten Asife Aliyeva (2000), bu tarz masal cümlelerinin Caferzâde üslubundaki yerine dâir şu düşünceleri ifade eder:
“Tasvir ve nakledilen hadiselerin başlangıcı ve sonu için anahtar rolü oynar. Olgu ve olayların doğruluğuna okuyucu inandırır.
Paralel yahut çok zincirli olay örgüsünün işlenişinde geçiş işlevini görür. Bedii eserin diline bütünlükte ruhuna sadelik halkîlik aşılar” (s. 96).
Kızbike-Kız Kulesi hikâyesinin ilk cümlesinden itibaren kendisini hissettiren halk edebiyatı tesirini eserin sonunda verilen “bayatı” ile görmek de mümkündür. Bu hikâye sonundaki ilave metin, bazı yazarların metin sonunda yer verdikleri türden bir montaj tekniği değildir. Caferzâde’nin hikâyeyi bir bayatı ile sonlandırması onun birçok eserinde görülebilen bir üslup özelliğidir. Metnin sonunda yer alan bayatı da Kız Kulesi hakkında söylenmiş bir bayatıdır ve bir bakıma hikâyenin şiir tarzında sunulmuş bir özetini ihtiva eder:
“Əziziyəm qız qala,
Tikdiribən qız qala.
Namərd oğullar ölə,
Vətən üçün qız qala”
(Caferzade, 2020, s. 47).
Hikâyede anlatılanları kısaca özetleyecek olursak olay örgüsünün birbirine âşık iki gencin iki düşman taraf arasında kalması üzerine şekillendiğini söyleyebiliriz. Belirtilmeyen bir zamanda hikâyedeki ülkenin hükümdarı ölür ve yerine kimin geçeceği meselesi ortaya çıkar. Ülkenin aksakalları ve sözü dinlenenleri ölen hanın oğlu akıl ve cesaret noktasında yetersiz olduğu için aklı ve cesareti ile ün kazanmış “Kuşlu” isminde bir başka genci tahta çıkarırlar. Ölen hanın oğlu Kuzey’e de kıymazlar ve onu yetişmesi için Kuşlu Han’ın yanına verirler. Ancak Kuzey bu durum karşısında içten içe kıskançlık ve kin besler. Kuşlu Han’ın bir kızı ve Kuzey’in de bir oğlu olur. Bu çocuklara ülkenin aksakalı Kızılkaya tarafından Kızbike ve Ayaz isimleri verilir. Kızbike ve Ayaz çocukluktan itibaren bir arada büyürler ve birbirlerine küçük yaşlardan itibaren büyük bir aşkla bağlanırlar.
Günün birinde Kuşlu Han hastalanınca Kuzey tahta geçebilmek ümidiyle ihanete kalkışır. Oğlu Ayaz bu fikre sıcak bakmaz ama Kuzey, oğlunu “aslında bu ülkenin vârisi biziz” diyerek kandırır. Ayaz, Kızbike’ye bu suretle daha kolay kavuşacağını da düşünerek babasının bu ihânetine ortak olur. Hâdise ülkenin aksakalları tarafından haber alınır ve Kuzey ülkeden gönderilir. Elbette Ayaz da. Sevgililer için artık ayrılık yılları başlamış ancak aşkları giderek büyümüştür. Kaçak durumdaki Kuzey diğer ülkelerden de yardım alarak Kuşlu Han’ın ülkesine bu kez daha güçlü bir şekilde saldırır. Kuşlu Han iyileşmiş ve bu saldırıya karşılık vermiştir. Kuşlu ve Kuzey savaşta karşı karşıya geldiğinde Kuzey, Kuşlu Han’ın karşısına kendisi yerine oğlunu çıkartır. Ayaz babasından öğrendiği bir dövüş hilesi ile Kuşlu’yu namertçe öldürür. Kuşlu Han ve ülkesinin mağlup olacağı düşünülürken erkek dövüşçü kıyafetleri içerisinde kendisini gizleyerek savaş meydanına gelen Kızbike savaşın seyrini değiştirir. Ayaz hariç düşman askerlerini kılıçtan geçirir. Bu sırrı ile yaşayan Kızbike bir taraftan da ateşgâhta ibadetine devam etmektedir. Kızbike’nin kendi halkı da savaş meydanlarında bir anda zuhur ederek düşmanları dağıtan bu cengâverin Kızbike olduğunu bilmez.
Hikâyenin sonuna doğru Kızbike, aksakal Kızılkaya ve diğer ileri gelenlerden ülke savunmasının güçlendirilmesi için yüce bir kule inşa edilmesini ister ve kulenin yapımına başlanır. Ateşgâhın ortasında inşa edilen bu mabette Ayaz ve Kızbike son kez karşılaşırlar ama Kızbike Ayaz’ı kendi ülkesinde ifşâ ederek ölümüne sebep olmak istemez. Ayaz daha da güçlenerek bu kez kuleyi fethetmek üzere yeniden saldırır. Kızbike ise aşkıyla vatanı arasında iyice sıkışmıştır. Son saldırıda Ayaz’ı öldürmeye mecbur kalır ancak;“Ben sensiz yaşayamayacağım. Ama vatanıma ihanet eden sen de olsan, kalbim de olsa onu kesip atarım, gözlerim olsa onları oyup çıkarırım. Bu sensin, sevdiğim, sensin!” (Caferzade, 2020, s. 47) sözleriyle kendi canına da kıyacağını söyler. Ayaz’ın ölümü sonrasında düşman askerleri Kızbike’yi takip ederek kuleye kadar kovalar. Kızbike dövüşe dövüşe kulenin üstüne çıkar ve düşman askeri tarafından öldürülmektense kuleden aşağı atlayarak kendi canına kıyar. Bu esnada Kızılkaya ve askerler de Ayaz’ın ordusunu püskürtmüştür. Ülke kurtulur ancak Kızbike’nin aslında kim olduğu ve canına neden kıydığı da ölümüyle birlikte anlaşılır. Bunun üzerine ülkenin yaşlı kadınları, kız ve gelinleri gelerek, örtüsü yüzünden açılmış, saçları dağılmış, ateşler kızı Kızbike’ye gelinlik kıyafetini giydirerek defin için hazırlarlar. O esnada söylenen bayatı ile hikâye sona erdirilir:
“Əziziyəm qız qala,
Tikdiribən qız qala.
Namərd oğullar ölə,
Vətən üçün qız qala” 6
(Caferzade, 2020, s. 47).
Hikâyede anlatım hakim bakış açılı üçüncü tekil (O) anlatıcı dilinden gerçekleştirilir. Anlatıcı, anlattığı olayların dışında durduğu ve gören durumunda olduğu için bu anlatıcı tipi ilâhî/tanrısal bir bakış açısına sahiptir; yeri geldiğinde kahramanların duygularını ya da ileride olabilecek olayları belirtmekten de geri durmaz. Anlatım üçüncü tekil şahıs ağzıyla ve yazarın dili kullanılarak gerçekleştirildiği için hikâyedeki anlatıcıya “yazar-anlatıcı” da demek mümkündür.
Kızbike-Kız Kulesi hikâyesinde gördüğümüz bu anlatıcı tipi anlatma esasına dayalı sözlü türlerin anlatıcılarına büyük oranda benzer ve köken itibariyle de ilâhî bakış açısı, destandan romana geçmiş bir unsurdur. Şifahi anlatmalarda dinleyicilerin karşısına somut bir varlık olarak çıkan bu anlatıcı tipi yerini Kızbike hikâyesinde Azize Caferzâde’nin manevi şahsına bırakır. Bir bakıma Caferzâde hikâyede gölge bir anlatıcıdır ve şahs-ı manevisi ile okurun karşısında kendisini var eder. Bu anlatıcı “Anlatıldığına göre eski zamanlarda bu yerlerde zalim bir hükümdar yaşardı” diyerek söze başlar; “Kızbike’nin gönlü bin yerden yaralanmıştı. Ayrılık Kızbike’yi kavururdu” sözleriyle kahramanın ruhundan haber verir; “Ülkemizin büyükleri ‘düşmandan dost olmaz’ demişler” sözleriyle okuyucusuna öğütler ve hulâsa “ülkenin namuslu kızı, alınmaz kule gibi sağlam çıktı” diyerek kendi fikriyatını izhar etmekten de geri durmaz; samimi ve içten bir masal anası gibi kendisini okura sevdirir (Caferzade, 2020, s. 45, 47). Hikâyede kullanılan dil yalın, açık, anlaşılır bir konuşma Türkçesidir. Yer yer bir şifahi edebiyat anlatıcısından izler taşıyan anlatım zarif ve işlek bir tarzda gerçekleştirilmiş ve bu itibarla da hikâyede belirgin bir akıcılık yakalanmıştır.
Hikâyede konu, düşmanına âşık olan bir kadının sevdiği kişi ile vatanı arasında tercih yapmak zorunda kalarak sevdiği adamı öldürmesidir. Tek kelime ile söylenecek olursa konu hüsranla neticelenen bir“aşk”tır. Hikâyede ana olaylar da yaygın bir kalıp olan ve ölümle neticelenen bu aşk macerası üzerine şekillenir. Kızbike’nin “aşk”ı öylesine büyüktür ki sevgilisi Ayaz babasını öldürmüş olsa dahi ona kıyamaz. Ancak neticede vatan sevgisi üstün gelir: “Ben sensiz yaşayamayacağım. Ama vatanıma ihanet eden sen de olsan, kalbim de olsa onu kesip atarım, gözlerim olsa onları oyup çıkarırım. Bu sensin, sevdiğim, sensin!” (Caferzade, 2020, s. 47) .