Kitabı oku: «60'lardan Günümüze Azerbaycan Hikâyesi», sayfa 5
Azerbaycan Hikâyeciliğinin Öncü İsimlerinden İsa Hüseynov’un“Dert” İsimli Hikâyesi Üzerine Bir Değerlendirme
İsmail Alper KUMSAR
Azerbaycan Edebiyatı İçinde İsa Hüseynov (Muğanna)
Sözlü olarak Türklerin tarih sahnesine çıktığı döneme, yazılı olarak ise XIII. yüzyıla kadar uzanan (Akpınar, 2012, ss. 501-502) Azerbaycan edebiyatı; Nesimi, Kadı Burhaneddin, Nizami, Hakani, Fuzuli, Hüseyinzade Ali Bey, Ahmet Ağaoğlu, Mehmet Emin Resulzade gibi büyük edipler yetiştirmiştir. Böylesine köklü bir geleneğin takipçisi olan İsa Hüseynov’un edebî faaliyetleri, 1949-2014 yılları arasına -ilk eserini yayımlamasından ölümüne kadarki dönem- denk düşer. Bu anlamda Hüseynov, eserlerinin büyük çoğunluğunu Sovyet döneminde vermiştir. Başlangıçta sanat alanında tek bir görüş dayatmayan Sovyet sistemi, özelikle Stalin döneminde baskıcı / tekelci bir sanat anlayışına evirilmiştir (Moran, 2002, s. 52-53). 1930’lu yıllarda ortaya konan edebî anlayışa göre Sovyet edebiyatçısı tarafsız kalamamalı, yeniden yapılanmaya katkıda bulunmak için partili olmalı, bu anlamda ideolojik birtakım sorumluluklar yüklenmelidir (Uygur, 2005, s. 25). “Basit sloganlar” ve “tek yanlı bir ideolojik görüş” çerçevesinde gelişen bu edebî anlayış, işi millî edebiyat ve dilin inkârına kadar götürür. Komünist Partisi, sanatçılara “sosyalist varlığını dolgun ve çok yönlü bir şekilde aksettiren, emekçilere sosyalizm kuruculuğu işine sadakat ruhu aşılayan, derin mazmunlu mükemmel bir şekle sahip eserler yaratma”sını tavsiye eder (Akpınar, 2012, s. 75).
Hüseynov’un ilk eseri olan “Anadil Öten Yerde” (1949) isimli hikâyesi böyle bir zihniyetin hâkim olduğu yıllarda Azerbaycan dergisinde yayımlanır. Mehdi Hüseyin, bu hikâye için kendisine “Babanı yazmışsın” eleştirisini yöneltince Hüseynov şu cevabı verir: “Çünkü babamı iyi tanıyorum.” Bu cevap, “gerçek hayatın ve yakından tanıdığı insanların izlerini” daima eserlerinde görebildiğimiz Hüseynov’un edebî anlayışının bir özeti mahiyetindedir (Acar, 2019, s. 21).“Bizim Gızlar” (1953) ve “Dan Ulduzu” (1955) gibi uzun hikâyelerinin kahramanları da onun köylüleri ve yakından tanıdığı kolhozcu akranlarıdır. Hüseynov, bu hikâyelerde dönemin genel havasına uygun biçimde üretimden ve ülkenin ihyası meselesinden söz eder. Ancak bahsi geçen eserler her ne kadar kolhoz yaşamını ve oradaki işçilerin emek yarışını ele alsa da lirizme meyli ve samimi üslubuyla diğerlerinden ayrılır. Bu iki niteliğin esası, Hüseynov’un insana, onun fikir ve iç dünyasına karşı hassas davranmasıdır. İnsan psikolojine yöneliş o dönem için nadir görülen bir durumdur (Yaliyeva, 2013, ss. 176-177).
Hüseynov, 1956’da Yanar Ürek romanını, 1958’de “Telegram” uzun hikâyesini, 1959’da ise Doğma ve Yad Adamlar romanının birinci kısımını yazar. Yanar Ürek ve Doğma ve Yad Adamlar’da kahramanlarını çok yönlü olarak tasvir etmesi, kolhoz hayatıyla ilgili olumlu hiçbir şey anlatmaması, özetle sosyalizm realizminin kalıpları dışına çıkması sebebiyle Sovyet Yazarlar Birliği’nin bütün parti toplantılarında eleştirilir (Şahmursoy, 2018, ss. 56-57). Hüseynov, tüm eleştirilere rağmen bu tavrını “Tütek Sesi” ve “Saz” isimli uzun hikâyelerinde de devam ettirir. Sosyalizm realizminin kalıpları dışına çıkan Hüseynov, kahramanlık hikâyeleri üreten, çocuklarının ölümüne üzülmek yerine şehit oldu diye sevinen yapay anne babalar tasvir eden çağdaşı yazarların aksine cephe gerisindeki acıklı hikâyeleri, kendi köyündeki insanların savaştan dolayı yaşadıkları zorlukları ve ağır şartlar altında verilen hayatta kalma mücadelesini anlatır (Yaliyeva, 2013, s. 183). Kahramanlarını kendi tabii şartları içinde çarpıtmadan değerlendiren Hüseynov, bu yönüyle “köylü ahlakının, toprakla bağlı manevi değerlerin ifadecisidir.” Bu anlamda o, Azerbaycan edebiyatının 50-70 yıllarında köy nesrinin asıl temsilcilerinden bir olarak anılabilir (Yaliyeva, 2013, s. 186).
Hüseynov, “1960 Nesri-Yeni Nesir” olarak adlandırılan edebî anlayış içinde değerlendirilir. Bu neslin özelliklerini ve Azerbaycan kültür hayatındaki etkilerini şu sözlerle özetlemek mümkündür:
“1960 Nesli Azerbaycan’da sadece büyük bir edebi akımın yazarları ve sosyalizm realizmi metodunun katı kurallarını yıkan kişiler olarak değerlendirilmezler, onlar aynı zamanda 1990’lı yıllarda başlayan bağımsızlık hareketinin de öncüleri olarak kabul edilirler. Eserleriyle çok geniş bir okuyucu kitlesine ulaşan bu yazarlar, okuyucularında millî ve manevi duyguların kuvvetlenmesine yardım etmişler, vatan sevgisi, inanç ve yaşamın değeri gibi konularla da özgürlük anlayışının mimarları olmuşlardır” (Adıgüzel, 2007, s 26).
Buraya kadar sözünü ettiğimiz dönem, Hüseynov’un edebî hayatının birinci aşamasını teşkil eder. 1950-1975 yıllarını kapsayan bu dönemde Hüseynov, Sovyet sosyalizminin belirlediği sınırları kırarak şematik ve basmakalıp eserler üretmekten kurtulur. Bu özelliği nedeniyle de sert eleştirilere maruz kalır. Hüseynov’un bu dönemdeki eserlerinin karakteristik özelliği, kahramanlarının psikolojik derinliklerini yoklayan realist nitelikli metinler olmaları ayrıca köy yaşamı ve köylü ahlakını öne çıkarmalarıdır. 1975’ten ölümüne kadarki dönem, Hüseynov’un edebî hayatındaki ikinci aşamadır. Mehşer adlı tarihi-felsefi romanın yayımlanmasıyla başlayan bu dönemde yazarımız artık Hüseynov soyadını değil Muğanna soyadını kullanmaktadır. Hatıralarında bahsi geçen dönüşümü şu sözlerle itiraf eder: “Açıkça söylüyorum. “Mehşer” romanından sonra yeni bir yazar doğdu. Bu yazar eserlerinde tamamen kadimlerden başlayarak halkın muayyen şuur, tefekkür aşamalarını tasvir etmeli idi” (Muğanna, 2013, s. 97). Hüseynov’un ikinci dönem eserlerinin genel özelliği, kendisinin de ifade ettiği gibi kadim dönemlerden başlayarak halkın şuur ve tefekkür aşamalarını yoklayacak biçimde belgesel-tarihi bir karakter taşımasıdır. Toprağını ve doğduğu köyü (Muğanlı) derinden seven Hüseynov, halkçılık fikrine büyük sempati duyar. Kırsal ahlakına ve ahlaki değerlerine olan sevgisi ve bağlılığı nedeniyle bu ahlakın antitezi olan ve resmî olarak teşvik edilen komünist ahlakı protesto eder. Komünist ahlak, halkın bilincini esas alırken kırsal yazarlar ve halkçılar kırsaldaki ahlakın doğallığını esas kabul ederler. İsa Hüseynov, belgesel-tarihi mevzulara yönelince onun halkçılığı gelişerek aktif bir “Azerbaycancılığa” dönüşür (Yaliyeva, 2013, s. 187).
“Dert”Hikâyesinin Tahlili:
İlk kez 1956’da yayımlanan “Dert”te olay örgüsü şu şekildedir: Sekiz yıldır yatalak olan Melek nine ölen oğlunun yadigârı, torunu Meher’le birlikte yaşamaktadır. Melek ninenin bütün isteği torununun evlenip yuva kurmasıdır. Meher, ninesinin evlilik konusundaki ısrarlarını “Bana varmak isteyen yok ki kimle evleneyim büyükanne?” diyerek geçiştirir. Melek nine, biraz esmerce olmasına karşın eli iş tutan, çalışkan, akıllı ve iki yıldır manga başçısı10 olarak görev yapan torununa kızların ilgi duymamasına şaşırmaktadır. Bu durumun başka sebepleri olabileceğini düşünmekle birlikte asıl sebebin ne olduğunu tam olarak kestiremez. Bir gün kahvaltı sırasında Melek nine Meher’in saçlarının ağardığını fark eder. Torununun, erken yaşlandığına hükmeden Melek nine bundan dolayı kendisini sorumlu tutar. Sekiz yıl boyunca yatalak bir hastaya bakmanın zorluğunu düşünerek yemek yememek suretiyle açlıktan ölmeyi planlar. Fakat akşam, durumu kötüleşince paniğe kapılarak aç kaldığı saatlerin yerine Meher’den kendisine kuymak yapmasını bile ister. “Allah’ın kaderinden kaçmak olmaz. Herkesin öleceği gün belli…” diyerek kendini haklı çıkarır. Fakat bu durum çok uzun sürmez. Bir sonbahar günü Meher, eve her zamankinden erken gelir. Melek nine, hâl ve hareketlerinden iyi olmadığını sezdiği torununa “Kurban olayım, neyin var?” dediğinde torunu: “Görmüyor musun, yağmur yağıyor. Pamukları devşiremiyoruz.” diyerek hiç yapmadığı şekilde sert bir yanıt verir. Akşamüzeri, kapıya bir zamanlar kendilerine gelip giden ancak son yıllarda uğramaz olan “Güllü” adında “kilolu”, “kibirli” bir kadın gelir. Kadın, kızı Güleser’i kendi mangasına aldırdığı için Meher’e kızgındır. Meher’in, kızını sevdiği için böyle bir iş yaptığını anlamıştır. “…benim kızımın hastaya bakacak hâli yoktur. Kendi bedbahtlığını kızıma da yaşatmak istiyorsun!” diyerek Meher’i azarlar. Bu konuşmayı Melek nine de duymuştur. O gün ilk defa hiçbir şey konuşmadan uyurlar. O günden sonra Meher, eve her gelişinde ninesini daha da zayıflamış olarak bulur. Melek nine daha önce düşünüp de uygulayamadığı planı devreye koymuştur. Yemeklerini kedilere veren Melek ninenin bünyesi açlığı daha fazla kaldıramaz ve nihayet ölür. O gün eve erken dönen Meher, ninesinin cesedi ile karşılaşır. Meher, ninesinin ölümü karşısında feryat ederken dışarıdan bu sesleri duyan Güllü, gülümseyerek: “Şükür, bitti. Çok şükür!” der.
Bu olay örgüsüne göre hikâyeyi iki birim hâlinde değerlendirebilmek mümkün. Birinci birim, Meher ile ninesinin sekiz yıl boyunca sürdürdükleri, okurun ayrıntıları hakkında fazlaca bilgi sahibi olmadığı bölümdür. Bu bölümde, kahramanların ortak mazisine dair çok sınırlı bilgiler vardır. Ortak maziye gönderme yapan sadece şu cümleler dikkat çeker: “Ne Meher’in dedesinin ne de babasının saçları 40-45 yaşına kadar beyazlamıştı. Bu soydan olan erkekler genelde çok geç yaşlanıyorlardı.” “Melek ninenin zamansız kaybettiği oğlu…” Yazar, bu cümlelerde bahsi geçen erkeklerin akıbeti konusunda ayrıntıya girmez. Yazar; Meher’in, ninesinin bakımını tek başına üstlenmek zorunda kalışına sebep olan amilleri göstermeyerek ilgiyi tek bir noktada yoğunlaştırır: nine ile torun arasındaki ilişki. Yazarın çizdiği tabloya göre torunun ninesine karşı güçlü bir sevgisi olduğu gibi, ninenin de torununa karşı güçlü bir sevgisi ve minnet duygusu söz konusudur. Torun, sekiz yıldır her gün iki üç kez iş arasında gelip ninesine bakmakta, sabah akşam hizmetini görmektedir. Yine bu bölümde Melek ninenin ölüm isteği ile yaşama arzusu arasındaki çatışmada bir derinleşmeye gidilmez. Hüseynov’un ilk hikâyelerinin karakteristiğine uygun olarak psikolojik durum, çok genel ifadelerle çizilir. Bu hikâyedeki psikolojik çatışma, birkaç gün sürmekle birlikte derinleşmez. Psikolojik çatışmanın varlığına ve niteliğine işaret eden cümleler şunlardan ibarettir:
“Melek nine o günden sonra birkaç gün sabah akşam ellerini göğe açarak kendine ölüm diledi. Hatta bir gün torununun sabahtan bıraktığı yemeğe elini bile sürmedi. Belki açlıktan ölür, böylece torunumu kurtarmış olurum diye. Fakat akşam durumu kötüleşince paniğe kapıldı, hatta aç kaldığı saatlerin yerine torunundan ona kuymak yapmasını bile istedi. “Allah’ın kaderinden kaçmak olmaz. Herkesin öleceği gün belli…” diyerek kendini haklı çıkardı” (Hüseynov, 2019, s. 74).
Birinci bölümde dikkat çeken bir başka ayrıntı, Melek ninenin torununun evlenmesini istemesindeki gerekçedir. Melek nine, torunun evlenmesini yalnızca onun mutluluğu için değil biraz da kendisi için istemektedir. Zira bir kadının yapabileceği nitelikteki hizmetleri Meher’in yapıyor oluşu onu utandırmaktadır:
“Sabah akşam, çevresi kırışık ama hâlâ ışıklı gözlerini tavana diker; titrek ellerini Allah’a açarak “Evladıma bir yol aç, Rabbim!” diye dua eder fakat “Rabbi” hiçbir şey duymazdı. O, böyle dua ederken biraz da kendi durumunu düşünüyordu. Torununa yük olması, bunca zahmet vermesi onu çok üzüyordu. Yatağa düştüğü günden itibaren her defasında Meher’in onu kucağına alarak yataktan indirmesine, ona her türlü hizmet etmesine dayanamıyor, içi sızlıyor, utanıyordu. Keşke tüm bunları bir kadın yapsaydı. Belki bu kadar sıkılmaz, utanmazdı” (Hüseynov, 2019, s. 73).
Bu bölüm, bir sonbahar günü, Güllü isimli kadının evin önüne gelişine kadar devam eder. İkinci birim ise Güllü’nün evin önüne gelip kızını kendi mangasına aldırmasından dolayı Meher’i suçlamasıyla başlayıp Melek ninenin ölümüne, yani hikâyenin sonuna kadar devam eden bölümdür. Yazar, bu bölümde de kişiler arası ilişkilerin ayrıntısına girmeksizin yine dikkati bir noktada toplamaya çalışır. Yazarın belirginleştirmeye çalıştığı mesele, bir başkasının mutluluğu için kendi varlığını feda etmenin yüceliğidir. Her iki bölümde de Melek ninenin bu duyguya bağlı olarak kendini öldürme arzusu vardır. Ancak bu arzu, birinci bölümde değil ikinci bölümde gerçekleşir. Birinci bölümde, Melek ninenin kendini öldürme arzusunu ortaya çıkaran durum -Meher’in saçlarına ak düşmesi- güçlü bir yönlendirici etkiye sahip değildir. Ancak ninenin Meher’in saçlarına ak düşmesinden kaynaklı hüznü, ikinci bölümdeki sonucun ortaya çıkmasına psikolojik bir hazırlık vazifesi görür. Bu anlamda hikâyenin, sürpriz bir sonla bitmediğini kademeli olarak okurun tahmin edebileceği bir noktaya yönlendirildiğini söylemek mümkün.
Melek ninenin, torunu Meher’in geleceği ve mutluluğuna dair endişeleri ne kadar insani ise Güllü’nün kızı Güleser’in geleceğine dair duyduğu kaygı da o kadar insanidir. Aynı kaygının birincisini “Melek”leştirmesine mukabil ikincisini şeytanlaştırmasının sebebi yazarın hikâyedeki belirgin yönlendirmesiyle ilgilidir. Güllü, hikâyeye girdiği andan itibaren yazar onu, okurun gözünde antipatik bir konuma getirmeye çalışır. Yazarın Güllü’yle ilgili kullandığı ilk sıfat “kibirli” ve “şişman”dır. Melek nine torununun saadeti için en değerli varlığını –canını-verdiğinde Güllü’nün “Şükür, bitti. Çok şükür!” diyerek kendi kızının geleceğini garantiye almaktan duyduğu mutluluğu açıkça ifade etmesi de okurun gözünde Güllü’yü kötü bir insan konumuna getirir. Nitekim bu hikâyeyi değerlendiren Meherrem Hüseynov, yazarın yönlendirmesine fazlaca kapılarak Güllü için “alçak”, “şerefsiz” gibi sıfatlar kullanmış ve şunları söylemiştir:
“Doğrudur, Gülsüm öz kızını sevdiğinden istemiyor ki o, hasta kadına hizmet edip eziyet çeksin. Lakin biz bu sevgiyi takdir etmiyor, onun samimiyetine inanmıyoruz. Çünkü bu sevgi necip insan sıfatlarını yitirmiş miskin bir kadının egoizminden, hodbinliğinden neşet ediyor. Maneviyatsızın sevgisinde samimilik mümkün değildir” (Hüseynov, 2012, s. 86).
Muharrem Hüseynov’un Gülsüm’üm samimiyetine inanmaması, onu “bencil” ve “necip insan sıfatlarını yitirmiş miskin bir kadın” olarak görmesi az evvel sözünü ettiğimiz yazar yönlendirmesiyle ilgilidir. Yazar, Güllü ile Melek ninenin kişilikleri arasındaki farklılığı belirginleştirmek suretiyle iyi kahraman kötü kahraman zıtlığı üzerinden okuru taraf olmaya yöneltmektedir. Nitekim hikâyenin ilk varyantında yazar, Meher’in Güleser’le birleşmesine izin verse de muhtemel ki Güllü ile Melek ninenin kişilikleri arasındaki zıtlığı iyice belirginleştiremediğini, belki de dramatik yapıyı zayıflattığını düşünerek hikâyeyi sonradan değiştirmiştir. “Dert Unutuldu” ismiyle yayımlanan ilk varyantın sonu şu şekildedir:
“Gülsüm’ün acı sözlerinden sonra yatağına aç yatan Melek nine torununun sesiyle uyandı. Meher ninesine yemek getirdi:
– Bunu Güleser pişirdi.
– Kim?
Nine gözlerini açtığında başı üzerinde ağbenizli bir kız gördü.
– Bundan sonra sana hizmet edeceğim, diyerek kız elindeki kabı uzattı.
Ninenin donuk gözlerinde hayat ışığı yandı. O, elleri titreye titreye, tabağın içine gözyaşı döküle döküle istini 11 içti. Sonra kan ter içinde, nefes nefese dikkatle Güle-ser’e baktı:
– Bu gece benim için kuymak pişir kurbanın olayım, dedi” (Hüseynov, 1956). 12
Meherrem Hüseynov’a göre yazar, hikâyenin bu ilk şeklinde kurguya Güleser’i dâhil etmek suretiyle “kandırmacılığa, şematizme” yönelmiş; eserdeki “bedii mantık” bozulmuş; “sunilik” ortaya çıkmıştır. Eserin “tekmilleşdirilerek” ikinci varyanta ulaşılması ile özellikle de nine tiplemesi çok şey kazanmıştır. Hüseynov’a göre ikinci varyanttaki “olayların doğal gelişimi” ve “mantıksal dizilimi” yazarın hayati gerçeklere sadakatinden ileri gelmektedir (Hüseynov, 2012, s. 87-88).
“Dert”, Hüseynov’un edebî hayatının birinci dönemine ait bir hikâyedir ve birinci dönem hikâyelerinin bütün karakteristik özelliklerini yansıtmaktadır. Fazla derinleşmemek kaydıyla kahramanlarının psikolojilerine temas eden realist bir tavrın benimsendiği “Dert” hikâyesinde köy yaşamı ve köylü ahlakına dair saptamalar öne çıkar. Ancak “Bizim Gızlar” (1953) ve “Dan Ulduzu” (1955) hikâyelerinde görülen cemiyet hayatı için idealleştirilmiş kahramanlar söz konusu değildir. “Kahramanın şahsi hayatıyla ilgili olaylar, sosyal hayat manzaralarının fonunda canlandırılmıştır” (Hüseynov, 2012, s. 85). Bu anlamda hikâye, temel insani duygulara yer vermesi nedeniyle evrensel, yaşam biçiminin yerel hayat zeminine bağlı olması, yazarın kendi çevresinden insanların hayatlarını göz önünde bulundurması münasebetiyle yerel / millî bir karakter taşır. Hikâyedeki tanrısal konumlu anlatıcı, eserdeki psikolojik hatların belirginleşmesine yardımcı olmaktadır. Anlatıcı, kahramanların zihninden ve kalbinden geçenleri yansıtmak suretiyle düşünce ve duygu durumlarını belirginleştirir. Mekâna dair çizimler son derece sınırlıdır. “Sekiz yıldır Melek nine çok sevdiği bahçesine bile hasret kalmıştı.” cümlesi dışında mekâna özgü hususiyetleri yansıtan tek bir cümleye rastlanmaz. Mekânın bu kadar sınırlı biçimde yansıtılmasının sebebi muhtemeldir ki yazarın hikâyedeki temel çatışmaya odaklanmış olmasıdır. Kişilerin fiziki portrelerinin çiziminde de yazarın fazlaca ayrıntıya girmediği görülmektedir. Melek ninenin “çevresi kırışık ama hâlâ ışıklı gözleri”, “titrek elleri” Meher’in saçındaki aklar, “esmer”liği ve “dolu, güçlü omuzları”, Güllü’nün “şişman” oluşu dışında kahramanların fiziksel nitelikleriyle ilgili bir ayrıntıya rastlanmaz.
Hikâyedeki zaman, geriye dönüşlerle 8 yıl öncesine kadar gitmekle birlikte olayların yaşanma zamanı daha kısa bir süreçte gerçekleşmektedir. Hikâyenin birinci bölümündeki olaylar 3-5 günlük bir zaman diliminde yaşanır: “Melek nine o günden sonra birkaç gün sabah akşam ellerini göğe açarak kendine ölüm diledi.” cümlesi bu bölümün zamanına dair bir fikir vermektedir. İkinci bölüm ise “Yağmurlu bir sonbahar günüydü.” cümlesi ile başlar. Ancak birinci bölümde bahsi geçen üç beş günlük zaman diliminin üzeriden ne kadar süre geçip de mevsimin sonbahara eriştiği konusunda bir bilgi yoktur.
KAYNAKÇA
Acar, S. (2019). İsa Hüseynov (Muğanna)’un Hikâyeleri Üzerine Bir İnceleme. Yayımlanmamış yüksek lisans tezi. Erzurum: Atatürk Üniversitesi.
Adıgüzel, S. (2007). Azerbaycan Edebiyatında 1960 Nesri (Hikâye ve Roman). Erzurum: Fenomen.
Akpınar, Y. (2012). Azerbaycan Edebiyatı. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (ss. 501-505). İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı.
Akpınar, Y. (1994). Azerî Edebiyatı Araştırmaları. İstanbul: Dergâh.
Hüseynov, İ. (1956). Derd Unuduldu. Edebiyyat ve İncesenet, 36.
Hüseynov, İ. (2019, Aralık). Dert (E. Rızayeva-İ. A. Kumsar, Akt.). Kardeş Kalemler, 156, 73-75.
Hüseynov, M. (2012). Janr, Zaman ve Edebi Gehreman (İsa Hüseynovun Hekayeleri). Bakı: Elm ve Tehsil.
Moran, B. (2012). Edebiyat Kuramları ve Eleştiri. İstanbul: İletişim.
Muğanna, İ. (2013). İlanlar Deresi. Bakı: Hedef.
Şahmursoy, S. (2018). İsa Muğanna Hatirelerde. Bakı: Han.
Uygur, E. (2005). Sosyalist Realizm Kavramının Ortaya Çıkış Süreci. Türkiye Sosyal Araştırmalar Dergisi, 1-2, 23-30.
Yaliyeva, N. (2013). Sovet Dövrü Azerbaycan Edebiyyatı (1941-1991). Bakı: Elm ve Tehsil.
ÇİNGİZ HÜSEYNOV
Çingiz Hüseynov, 20 Nisan 1929’da Bakü’de dünyaya gelmiştir. Orta öğrenimini Bakü’de tamamladıktan sonra Azerbaycan Devlet Üniversitesinin Filoloji Fakültesine kaydolmuştur. Fakat ikinci sınıftan sonra burayı bırakarak Moskova’ya gitmiştir. Moskova Devlet Üniversitesine girmiş ve buradan mezun olmuştur. SSRİ İlimler Akademisinin Şarkşinaslık Enstitüsünde doktorasını tamamlamış ve burada önemli araştırmalarda bulunmuştur. Daha sonra SSRİ Yazıcılar İttifakında milli edebiyatlar üzerine araştırmacı çalışmıştır. İlk eseri 1955’te Bakınski Raboçi gazetesinde yayımlanmıştır. Eserlerinin yanı sıra birçok eserin tercüme faaliyetinde de bulunmuştur. 1979’da Filoloji İlmler doktoru unvanı almıştır. 1980’de profesör olmuştur. Eserlerini Azerbaycan Türkçesiyle ve Rusça yazmıştır.
KIRINTILAR
I
....
İlk ses, ilk çığlık… Herkesin bildiği bir gerçektir, dünyaya gelenin çığlığı: Benim de senin de. Diyor ki ey cemaat, ey dünya ben geldim, sesimden beni tanıyın. Peki başka neler gizlidir? Yaz, yorumla, sil, tekrar yaz; uydurma mahareti. Nasılsa ne bilen var ne de konuşan.
İlk gözyaşlarımız ne benim hatırımda ne de senin. Ancak, kapalı gözlerden akıp bu çığlığı yıkayan gözyaşları dere suyu misali tatlıdır, sonraları ise deniz suyu gibi acılaşır, derler.
İlk gülücük… Bunu da hatırlamıyoruz. Ancak derler ki (ne de çok demişler?!) kara bulutların ardından bir anda kendini gösteren güneş gibi göz yaşlarından doğan bu gülüş ilk gülücüktür: Dudaklar ezik büzük, gözlerde ise o gülüşün kıvılcımları… Soytarıya, hokkabaza, komik söze hangi gülüş ilktir. Ne zamandan beri hatırımdayım?
Düşün, fikret, ümitlen, belki de rüyada gördün. – Yok hatırıma gelmiyor: Çok eski zamanlardan da eski tarihim, Fevkalade devrim, efsanevî zamane belki de hiç olmamış. Hafızamda küçük, ışıltılı kırıntılar… Etraf ise boşluk, karanlık, hangi kırıntı öncekidir, en yakındır.
........................................
Beş? Evet, sanki beş yaşındayım.
Amcaoğlum Enver’le kaçıyoruz. Öyle bir kaçıyoruz ki, durduğumuzda yüzümüz sıcaktan yanıyor, sıcak terler dudağımızı kavuruyor; sanki yüreğimiz o anda ağzımızdan çıkıp çırpınarak yere düşecek. Çay taşı misali odamızdan çıkıp kızıl kulesi görünen Aleksandr Nevski Baş Kilisesi’nin sivri uçlu, ok misali demir milleri arasından dosdoğru kaçıyoruz… Artık ne amcaoğlum sağ ne o çit duruyor ne de baş kilise var. Deniz yuttu, kızgın alevler eritti, zaman yıktı.
Kaçıyoruz… Ve ilk defa ben kendi başıma bu kambur sokaktayım. Kendimizi göstermeden (neredeyse yakalayacaklar), kaçıyoruz! Amcaoğlumla kilisenin bahçesinde üstünde beyaz elbise, saçında kırmızı kurdele olan mavi gözlü bir kızı yakalayıp kıstırmışız. Ben bir yanağından öpüyorum, amcaoğlum öbür yanağından; kız ise hareketsiz, durup bağırıyor, kıyameti koparıyor: “Aaayyyy! Maaa13” Bıyıklı adam çitlerin diğer tarafında kaldı, demirler bizi yakalamasına engel oldu. Hisar arkada, durmadan koşuyoruz. Eve! Mahallemize!.. Büyük mavi, yumru yumru çay taşları hâlâ hatırımda… Amcaoğlum beni geçti, köşeyi dönüp gözden kayboldu. Çabuk ol, çabuk!.. Büyük demir kapılar, taş basamaklar, balkonlar… “Ne oluyor, mesele nedir? Bir dur!..” Sonrası ise sanki hafıza uçurumu.
Belki başkadır ilk hatırda kalışım.
O baş kilisenin avlusu. Çimenlik, yemyeşil taze otlar, boyumca, benden de uzun. Babam köyden bir kuzu alıp gelmiş. Kuzuyu tozlu şehrin çimenlik bir yerinde otlatıyorum. Kuzu sakin sakin (bir kendisi, bir ot bir de ben varım) otları küçük küçük koparıp yiyor. Beyaz postlu, yuvarlak gözlü, alnı töbel bir kuzu… Ne kesildiği aklımda ne de tadı; uçurum!..
Yok yok, sanki ilk olarak şu hatırımda: Komşumuz oğlunun nazıyla oynuyor, kucağına oturtmuş küfretmeyi öğretiyor. “Hay senin diline kurban!” diyor. “Söv kime istersen!.. Banaaa?! Küfret, diline kurban! Hem bana da küfret!..” Sıcak bir gündü, beni ve oğlunu gezmeye götürüyor; fotoğrafımızı çektirmek istiyor. Dar ve karanlık bir odada fotoğrafımızı çekiyorlar: Oğlunun ağzında uzun bir sigara, en iyisinden, benim elimde ise kibrit, güya yakıyorum; o da çekiyor. Sigara da yalan kibrit de; sadece fotoğraf gerçek. Bir de baba, çünkü hâlen sağ, oğlu ise dönülmez dünyasında…
Belki de şudur ilk hatıram: Gramofon çalıyor. Çalgıcılar sanki, bir kutunun içine oturup çalıyorlar, yukarı çıksalar inanırım; çünkü, şaşırmanın ne olduğunu bilmiyorum. Horoz sırtında bostan eken bir cırtdandan14 az şey duymamışım. Beni sandalye üstündeki bir taburede oturtmuşlar, ayaklarım değil yere taburenin iki ayağını birleştiren çıtaya bile erişmiyor. Milis15 karakolundayım, üçüncü şube… Karakol ve gramofon!.. Benim, bir de erkekler…, uzun boylu, geniş omuzlu büyükler… Babam hızlı hızlı konuşuyordu, ben onun sözlerini anlamıyordum: “Ben İşçi-Köylü ittifakının milisiyim!..” Gramofon lezginka16 çalıyordu, adamlar da burada, milis komiserinin dar ve küçük odasında atlayıp zıplayarak, hızlı hızlı oynuyorlardı. Askı kemerler gıcırdıyor, paçaları dar şalvar pantolonlar daha da kabarmış, pırıl pırıl parlayan çizmeler etrafa ışık saçıyor. Oynamak babamın hoşuna gidiyor, oynamaktan bıkmıyor; gramofon ise çaldıkça çalıyor, yorulmak bilmiyordu… Babam bazen ayak uçlarında oynuyor, kolları havayı kılıç gibi kesip doğruyordu… Hâlen bu musikiyi ara sıra işitirim, çok nadir zamanlarda; o zamanların üzerinden sanki asırlar geçmiş, belki bu hatırımdaki şey, hiç olmamış, belki de bir hayal?.. Lezginka ve oynayan adamlar!.. Çoğu, babam gibi şehirden gelip de gönüllü olarak “İşçi-Köylü” milis üniformasını giyip yaptıklarına kalben inanan ve inandıklarını da yapan kişilerdi… Dudaklarda, çehrede, gözlerde sevinç, gülüş… Hoş sadalar, şen sesler… Gözüm adamlarda!.. Onların ardındaki dünyayı ışıklar içinde görüyorum ve hiçkimseden, hiçbir şeyden de korkum yoktur. Oynayan adamlar!.. Mola zamanı mıydı, yoksa bayram mı?.. Yalnızca bu anlattıklarım hatırımda, adamların dansı… Adamlar… Onların yaşı kaçtı ki? Yirmi, en fazla otuz… Benim şu anki yaşımdan çok ama çok az… Benden çok ama çok gençtiler o devirde oynayan adamlar… Ancak aklımda dev gibi kalmışlar; uzun boylu, iri yarı adamlar.
Acaba bu da mı değildi ilk hatıram?
Peki, yahu ilki neydi?
Birini anlattım, diğerinden bahsettim, ama itiraf edeyim ki, ne oydu ne diğeri ne de üçüncüsü… İlk aklımda kalan hatırayı def etmeye çalıştım, olmadı da olmadı! Ancak anlatsam kimse inanmaz; “Olamaz! Uydurma!..” derler. Gerçekten de, “Bu ilk hatıram olağanüstü bir şeydir. Doğumdan öncesini hatırlamak gibi bir şeydir.” desem, bana gülerler.
Ama anlatacağım. Bırak inanan inansın; inanmayan omuz silkip gülümsesin, hiç üzerinde durmasın. En ufak ayrıntısına kadar aklımda!.. Annem beni gündüz asma beşikte yatırdı, kendisi ise büyük gövdeli, karadut ağacının gölgesinde yere serilmiş kilimin üzerine uzandı. Aniden uyanıp beni beşiğin içinde göremediğinde yerinden fırladı. “Eyvah!..” Ben beşikten yere düşmüş kum yiyordum. Kumun tadı şimdi bile aklımda: Tatsız tuzsuz bir şey, yenilmiyor ki; ufalanıyor, tane tane olup toplanıp ağızda kalıyor, dişlerin arasında… Yok, daha dişlerimin çıkmasına bir hayli var, bütün bir tarihî asrı geçmeliyim: Sürüne sürüne, düşe kalka, dilim söz tuta tuta…
Aklımda kalan kırıntılar…
İlk, birinci, evvelki…
Şimdiye kadarki başlangıçtı, asıl anlatmak istediğim şey ise ileridedir.
II
Aklımda kalan ilk sevincim…
Düşün, düşün!..
Belki şudur:
Ben Pirşağı’da yazlık evdeyim.
Evin arka tarafında duvara bitişmiş bir kum tepeciği… Bu kumu, Abşeron’da sürekli esen kuzey rüzgârları getirmiş ve duvarın dibine yığa yığa bir tepecik oluşturmuş.
Biz damdan bu tepeye zıplayıp temiz kuma düşüyoruz, içine batıyoruz.
Birden, sanki birisi “Annem geliyor!” dedi.
Aslında hiçkimse bir şey demedi, yüreğime doğdu.
Annem sanatoryumdan17 geliyordu.
Onun ilk ve son istirahati.
Kum tepesinden ayağımı güç bela çekerek adeta büyünün etkisinden kurtulanlar gibi aceleyle çıktım ve yalın ayak, ılık kuma bata çıka yumuşak ve sessiz köyün sokağında koşturdum.
Sokağın kat kat tozundan ayaklarımdan dizime kadar beyazımsı bir perde indi, adeta bir toz bataklığı. Sokakta tozu dumana katarak koşturuyorum, öyle bir koşuyordum ki ok atsan yetişmez. E tabii, yüzünü bir aydan beri görmediğim annemi karşılamak için acele ediyorum.
Uzaktan yalnızca annemin yüzünü görüyorum.
Yüzüne bir gülümseme yayılmış, elbette o da mutlu, aksi mümkün mü?
İşte, annem!
Koşa koşa kucağına atlıyorum, beni tutuyor ve bağrına basıyor, kucağında götürüyor, sağlam, güçlü ve en yüce… Tek. Eşi bulunmaz. Yalnızca benim…
Acaba…
Hayır, sanki, ilk mutluluğum yalnızca budur…
Ama yok, birini daha hatırladım: O muydu ilk sevincim, yoksa bu mu?..
Teyzem, benim atik, tetik, cesur, sözünü esirgemeyen teyzem beni arabacıya emanet etti.
Köyden şehre geliyorum. Ben ve arabacı.
Araba gidiyor da gidiyor, akşam olmak üzere, biz ise hâlâ yoldayız, varacağımız yere bir türlü ulaşamıyoruz.
İlkin patika bir yolda gidiyoruz, sonra taş yola çıkıyoruz, bizi peşpeşe elektrikli trenler geçiyor… Arkadan geldiğini duyuyoruz, kulağımıza dalga dalga dolan düdüğünü çalıp ok gibi geçiyor, etrafa bir sıcaklık yaya yaya… Biz ise ha babam gidiyoruz. Her yerde kuleler görünüyor, etrafa petrol kokusu yayılmış ki bu petrol kokusu, çocukluğumun, bütün hayatımın kanına sinmiş, içime işlemiştir. Bu kokudadır; yollarım, aziz, güzel şehrim, deniz ve beni geçmişime, doğduğum topraklara bağlayan sayısız teller.
– İşte, tepe, buradan itibaren taş yol başlıyor. Buradan, bu yükseklikten şehir görünmekte, ışıklar içinde, öbek öbek evler, köşkler. Az kalmış, varmışız…
Artık şehirdeyiz.
Arabacı arabayı doğruca sokağımıza sürüyor.
“Evinizi bulabilir misin?” diye soruyor. Yüzü kapkara, sakallı bıyıklı biri. Simsiyah gözlerini bana, ‘şehir çocuğu’na dikmiş, sanki gülümsüyor.
Bu nasıl söz? Niçin bulamayayım?! Budur işte, evimiz de sokağımız da bahçemiz de…
Ben arabadan iniyorum ve vedalaşmadan uzaklaşıyorum. “Peki, ‘çok sağ olun’ demek yok mu?” diyor arabacı. Ben ise artık avlumuzun demir kapılarından geçip evimize girmek için acele ediyorum. Bahçeyi de yolu da arabacıyı da çoktan unutmuşum… Evimize! Uzun zamandır bırakıp gittiğim evimize!..
Kapılar!..
Bir an durdum, ikinci kata baktım, odalarımızın hepsinin ışığı yanıyordu. Balkonumuzun da ışığı açıktı. Tertemiz silinmiş camları pırıl pırıl parlıyor, sıcak elektrik ampulleri etrafa har har, bolca ışık saçıyordu. Bu ışıkta o kadar sıcaklık, samimiyet ve sevinç vardı ki!.. Tek bir söz: Evimiz!
Hepsi sağdı; annem de babam da… Genç, sağlam ve güçlü… Saadet ve bahtiyarlık… Giderek yaklaşan, evin eşiğinde duran savaştan habersiz… Işıkları söndüren savaştan… Belki de duymuşlardır, biliyorlar, ancak bana şimdi öyle geliyor ki duymamışlardı… Ama başka bir faciadan gerçekten habersizdiler, bilmiyorlardı ki yaşamaları için çok az vakit kalmıştı.
Bu ışık ise hiç sönmeden yanıyordu, ilk sevinç ışığım.
Kim bilir, ne kadar yanacak, benimdi ya, yalnız benim ışığım, ilk ve ebedî… Bu sözün manasını şimdiye kadar idrak etmiyordum, şimdi yavaş yavaş anlıyorum… Ve yanıldığıma da zerre kadar şüphem yoktur.
III
Hatırımdaki ilk kederim…
Hiç hatırlamasam daha iyi.
Çığlık!
Komşu kızın çığlığı!
Bitişiğimizde oturan ve doğuştan iki ayağı topal, benim akranım, şimdilerde ise boyları beni geçen beş oğul anası komşu kızının çığlığı!..
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.