Kitabı oku: «Aytmatov Araştırmaları», sayfa 4
Cengiz Aytmatov’un Romanlarında Din Teması ve Dişi Kurdun Rüyaları 32
FAZIL GÖKÇEK33
Cengiz Aytmatov dünya edebiyatı tarihinde ‘toplumcu-gerçekçi’ olarak adlandırılan romancılar arasında yer alır. Romanlarına konu olarak aldığı Sovyetler Birliği’ndeki Türk boylarının hayatını realist bir gözlemle okuyucularına yansıtan yazar, bu insanların günlük sıradan yaşayışını belirleyen geleneksel kültür mirasını, özellikle halk efsane ve menkıbelerini zengin bir malzeme olarak kullanır. Bu kültür mirasının halk yaşayışındaki tesirlerini en ince ayrıntıları ile ele alırken, kendi felsefi bakış açısıyla romanlarının dünyasını genişletir ve olayları evrensel boyuta taşıyarak günümüz dünyasının bazı temel meselelerini irdeler. Aytmatov’a dünya çapında ün kazandıran, eserlerindeki bu evrensel boyuttur.
Aytrnatov, Dişi Kurdun Rüyaları’nda34 da yine böyle evrensel bir konuyu, din konusunu ele alıyor. Yazar bu romanında günümüz dünyasının içinde bulunduğu çıkmazın bir inanç boşluğundan kaynaklandığı, insanın ahlaki ve manevi değerlerini kaybetmesi yüzünden dünyanın yaşanması güç bir yer hâline geldiği teziyle karşımıza çıkıyor.
Romanın mihverini oluşturan Tanrı ve din arayışı, Aytmatov’un romancılık geleneği içerisinde yeni bir merhale gibi görünmektedir. Gerçekten de bu konu onun romanlarında ilk defa böylesine ağırlıklı bir yer tutuyor. Fakat eser dikkatle incelendiğinde ve yazarın önceki bazı romanlarıyla karşılaştırıldığında Aytmatov’un bir çizgiyi devam ettirdiği ve önceki eserlerinde kapalı ifadelerle, birtakım sembollerle dile getirdiği düşüncelerini bu romanda daha açık ve net bir biçimde ortaya koyduğu görülüyor. Aytmatov’un özellikle Beyaz Gemi ve Gün Uzar Yüzyıl Olur adlı eserlerinde müphem bir şekilde ve bazı ayrıntılarda da olsa dini öğeler vardır. Bir farkla ki bu eserlerde, yazarın bir anlatım aracı35 olarak başvurduğu, efsane ve menkıbelerle karışmış bir şekilde ve daha çok geleneksel ve kalıplaşmış bazı unsurlarıyla karşımıza çıkan dinî hayat, Dişi Kurdun Rüyaları’nda en mühim bir mesele olarak öne çıkmıştır. Bu farkın ortaya çıkması ve Dişi Kurdun Rüyaları’nın daha iyi anlaşılabilmesi için bu benzerlikler ve sözünü ettiğimiz devamlılık üzerinde durmak yararlı olacaktır.
Dünyamızın meselelerini bir çocuğun bakış açısıyla irdeleyen Beyaz Gemi36 romanı, bir inanç sistemine sahip olmayan insanların her türlü kötülüğü yapmaktan menedilemeyeceği fikri üzerine kurulmuş gibidir. Eserin önemli kişilerinden Mümin Dede ve onun damadı Urazkul iki zıt karakterdir. Mümin Dede -adı da dikkat çekicidir- herkese karşı iyilik etmek isteyen, içi şefkatle dolu, çocuk saflığında bir insandır. Mümin’in efsanelerle karışmış da olsa bir inanç sistemi vardır ve bu yönüyle çevresindeki diğer insanlardan ayrılmaktadır. İnancı adına iyilik etmekte ve yine bu inanç sayesinde zulüm ve kötülüklere katlanabilme direnci göstermektedir. Buna karşılık Urazkul, hiçbir dinî ve ahlaki değer tanımayan, her türlü ilişkisini maddi açıdan düzenleyen bir kişidir. Bu yüzden de daima herkese karşı kötü ve daima mutsuzdur. Bir bakıma yazarı temsil eden romanın küçük kahramanının düşüncesine göre Urazkul, -dinî bir içeriği de olan- “Boynuzlu Geyik Ana” efsanesine, bu efsanedeki Geyik Ana’nın insanlara çocuk getirdiğine inanmadığından çocuğu olmamaktadır. Bu da onun için ayrı bir mutsuzluk sebebidir. Gerçi romanın sonunda Mümin Dede yenilir, fakat karşı taraf da bir zafer kazanmış değildir.
Aytmatov’un Gün Uzar Yüzyıl Olur adlı eserinde dinî ögeler biraz daha açık seçiktir. Romanın başkişisi olan Boranlı Yedigey, bildiği kadarıyla inanan ve bildiklerini uygulamaya çalışan bir insandır. Bu yüzden, dostu Kazangap öldüğünde onun vasiyetini yerine getirmek, bir dinî tören düzenlemek için büyük çaba gösterir. Dostu için dua eder. Dişi Kurdun Rüyaları’nda ana temayı oluşturacak olan dinsizlik eleştirisi de ilk kez bu eserde açıkça görülür. Yedigey ile çalışma arkadaşı Şaymerden arasında geçen şu telefon konuşması adeta Dişi Kurdun Rüyaları’nın habercisi gibidir:
-Yedike, iki gözüm, şey… ne olur başımı dara sokma. Adam ölmüşse ölmüş… Yerine verecek başkası yok elimde. Ölünün yanında kalıp da ne yapacaksın? Ölen ölmüş, artık yanında oturmuşsun oturmamışsın buna aldıracak durumda mı?
-Anladığım kadarıyla senin böyle şeyleri düşündüğün yok. “Başımı dara sokma” ne demek? Sen iki yıldır buradasın, ama biz otuz yılı aşkın bir zamandır birlikte çalışıyoruz. Kafanı biraz çalıştırsana! Yakından tanıdığım birisi ölmüş, onu tek başına, bomboş bir evde tek başına bırakabilir miyim?
-Canım şey… tek başına bırakıldığını nereden bilecek?
-O bilmiyorsa biz biliyoruz ya!
(…)
-Anladık. Gidip de yanında ne yapacaksın? Adamım yok diyorum sana! Gecenin karanlığında ölünün başında ne iş bitireceksin.
-Dua edeceğim. Rahmetlinin ruhuna dua okuyacağım.
-Dua mı okuyacaksın? Sen mi, Boranlı Yedigey mi yapacak bu işi?
-Evet ben. Dua bilmiyor muyum sanıyorsun?
-Bakın şu işe! Sovyet yönetiminin altmışıncı yılında insanlar neyle uğraşıyorlar.
-Bırak bu sözleri! Sovyet yönetiminin bununla ne ilgisi var? İnsanlar ta bilmediğimiz çağlardan beri ölüleri için dua okurlar, ölen insandır, hayvan değil!”37
Yedigey, arkadaşının cenazesini onun vasiyetine uyarak kutsal Ana-Beyit mezarlığına götürürken de yazar-anlatıcı onun duygu ve düşüncelerine tercüman olarak dualar ve Tanrı‘nın varlığının gerekliliği üzerinde aşağıdaki mütalaayı yürütür:
“Boranlı Yedigey bir yandan bunları düşünürken bir yandan da yarı yarıya unuttuğu duaları tekrarlıyor, Tanrı’ya yönelteceği düşünceleri, yakarı sözlerini yerli yerine koymaya çalışıyordu. Çünkü insanın bilincinde başlangıç ile sonun, yaşam ile ölümün uyuşmazlığını uzlaştıran yalnız bilinmeyen ve görülmeyen Tanrı’ydı. Dualar bu yüzden okunuyordu. Tanrı’ya haykırışımızı işittiremediğimiz, dünyayı insanlar için neden doğmak ve ölmek üzere yarattığını soramadığımız için okuyorduk duaları. Dünyaya geldikten sonra insanlar yazgılarına dualarla katlanıyor, yazgılarıyla dualar sayesinde uzlaşıyorlardı. Duaların hiç değişmemesinin, hepsinde aşağı yukarı aynı sözlerin söylenmesinin nedeni, insanların boşu boşuna sızlanmasını önleyip yatışmalarını sağlamasıydı. Yüzyıllardır elden ele dolaşarak perdahlanan altın paralar gibi dualar da sağların ölülerin başında söyledikleri süzme sözlerdi. Atadan oğula kalan bir gelenekti bunlar.”38
Yedigey, cenazenin yanında kendisiyle birlikte gelen gençlere bakarak onların hiç dua bilmiyor olmalarına hayıflanır, kendisi gibi yaşlılar da kalmadığında, “Öldüklerinde bunları kim gömecek; teker teker yokluğa karıştıkları sırada yaşamın başlangıcını ve sonunu kapsayan sözleri kim söyleyecek, ‘elveda yoldaş unutmayacağız seni’ mi diyecekler ya da buna benzer bir zırva mı yumurtlayacaklar?” diye düşünür,39 ilçe merkezinde katıldığı bir cenaze töreninde buna benzer sözler söylendiğini hatırlayarak üzülür.
Gün Uzar Yüzyıl Olur’da dinî içeriğin öne çıktığı birçok bölüm daha vardır: Nayman Ana’nın oğlunu aramaya giderken kelime-i şahadet getirerek yola çıkması40, Ahmet Yesevî’nin mezarını ziyaret etmek istemesi41, Kazangap’ın cenazesinin defni sırasında dinî merasim yapılması42 bunlar arasında sayılabilir. Genel olarak baktığımızda bu romanda dikkati çeken bir husus da dinî ve ahlaki değerlere sahip olan roman kişilerinin düzenli ve tutarlı, buna karşılık manevi değerlere inanmayan roman kişilerinin genellikle başıboş ve düzensiz bir hayat yaşamalarıdır.
Bu ikinci gruptaki roman kişileri arasında en dikkate değer olanı, Kazangap’ın oğlu Sabitcan’dır. Sabitcan Sovyet okullarında okumuş, tam bir Sovyet terbiyesi almış, milletine ve geleneksel değerlerine yabancılaşmış bir insandır. Aytmatov, Sabitcan tipini kendi toplumunun geleneğine, dini ve ahlaki değerlere yabancılaşan insanın içine düştüğü çıkmazı ve boşluğu ifade etmek için, Yedigey’in tam tersi bir kişi olarak çizmiştir. Sözde aydın olan ve eski Yunanlıları Olimpus dağındaki tanrılara inandıkları için alaya alan Sabitcan, yazar tarafından, bu tanrıların yerine teknolojiyi koyuşu ile gülünçleştirilir. Olimpus’taki tanrılara inanmayan Sabitcan uzay alanındaki tanrılara inanmaktadır:
“Düşünebiliyor musunuz, bizler insanlık tarihinden en mutlu kişileriz. (…) Eskiden insanlar tanrılara inanırlardı. Eski Yunan tanrıları sözde Olimpus dağında yaşarlardı. Şimdi düşünüyorum da ne biçim tanrıydı bunlar? İşleri güçleri birbirleriyle kavga etmekti. Birbirleriyle kavga etmekten dolayı insanların mutluluğuna çalışmaya elleri değmiyor, belki bunu akıllarına bile getirmiyorlardı. Aslında yoktu böyle tanrılar; bunlar birer söylence, birer masaldı. Oysa bizim tanrılarımız yaşıyorlar. Bütün dünyaya karşı övünç duyduğumuz bu tanrıları herkes kolay kolay görüp konuşamaz, her canı isteyen Mırkımbay ya da Şıykımbay [her önüne gelen] elini uzatıp tanışamaz, tanışması da gerekmez. Çok doğaldır ki bu gerçek tanrıların bir ayrıcalığı vardır.”43
Aytmatov, okuyucunun Sabitcan’ın bu sözleri ile romanın diğer bir olay halkası olan geleceğe dönük hayalî uzay projesini karşılaştırmasını ister gibidir. Yazarın iki olay halkası arasında kurduğu ustaca benzerlikler sayesinde okuyucu bu karşılaştırmayı ister istemez yapar.44
Sözünü ettiğimiz uzay projesine göre Sovyetler Birliği ve Amerika birlikte yürüttükleri çalışmalar sonucunda üzerinde hayat olan yeni bir gezegen keşfederler. Dünyadan çok daha ileri bir medeniyete sahip, savaş diye bir kavramı tanımayan ve hayatın o gezegende yaşayan canlıların tabiatına uygun olarak düzenlendiği bu yeni gezegenin dünya insanlarının uyanışına ve kendilerinin insanlar üzerinde kurduğu egemenliğe isyan etmelerine sebep olacağını düşünen Sovyet ve Amerikalı yöneticiler (çağdaş tanrılar!) bu keşfi dünyaya duyurmak istemezler. Bu gezegenden dünyaya bir ‘zarar’ gelmesini önlemek için de gezegenimizin etrafını manyetik bir çemberle her türlü iletişime kapatırlar. Tam bu noktada, romanın bir diğer olay halkası olan ve bir efsaneye dayandırılan “Mankurt” hikâyesi ile ilişki kurulur. Efsaneye göre bundan binlerce yıl önce yaşayan Juen-Juen adlı bir kavim, ele geçirdiği savaş esirlerinin kafasını ıslak deve derisi ile sarıp güneşte bırakarak beyin faaliyetlerinin yok olmasına sebep olur ve hafızasını kaybeden bu esirleri köle olarak kullanırlarmış. Yazar, bu efsanedeki ilkel kavmin hafızayı yok etme yöntemi ile insanları yönetenlerin onlara hiç sorma gereği duymadan dünyanın etrafını bir çemberle kapatmalarının aslında aynı anlama geldiğini böylece çok çarpıcı bir biçimde anlatır. Bu anlatım tarzı ile de, çağdaş tanrıları alkışlayan Sabitcan, efsanedeki Mankurtla özdeşleştirilir. Romanın sonunda Sabitcan’dan, işgal edilen kutsal mezarlığın tekrar kendilerine verilmesi için ilgililer nezdinde girişimlerde bulunmasını isteyen Yedigey, ondan “İhtiyar, ıvır zıvır işlerle kimsenin kafasını şişirmeye kalkma. Hele böyle bir konuda bana hiç güvenme. Senin Ana-Beyit’in bana vız gelir tırıs gider” cevabını alınca, sözünü ettiğimiz özdeşliği çok net bir biçimde ortaya koyan su sözleri söyler: “Mankurtsun sen! Gerçek bir Mankurt!”45
İşte toplumuna yabancılaşmış, bütün değerlerini kaybetmiş olan bu Mankurt tipi, asıl üzerinde durmak istediğimiz Dişi Kurdun Rüyaları’nda adeta bütün bir cemiyete yayılmış olarak karşımıza çıkar. Bu romanın en önemli kişisi Abdias’ın savaşı, denilebilir ki işte bu Mankurtlarladır.
Buraya kadar söylediklerimizin amacı, Dişi Kurdun Rüyaları’nda işlenen din temasının, Aytmatov’un önceki bazı romanlarının bir nevi devamı biçiminde ortaya çıktığını göstermekti. Beyaz Gemi ve özellikle de Gün Uzar Yüzyıl Olur’da nüve halinde ve daha çok bazı ayrıntılarda veya müphem ve sembolik ifadelerle karşımıza çıkan bu tema, yazarın Dişi kurdun Rüyaları romanında nasıl ortaya çıkmaktadır? Şimdi de bunu göstermeye çalışacağız.
Dişi Kurdun Rüyaları üçlü bir mücadelenin üçlü bir olay örgüsü ile hikâye edildiği bir romandır. Eser, bazı aykırı fikirleri yüzünden kiliseden atılan bir gencin düşüncelerini yayma mücadelesi sırasında başına gelenler, bu gencin bilincinden yansıtılan ve onun hayatıyla kurulan ilgi sebebiyle söz konusu edilen Hazreti İsa’nın çarmıha gerilmesi hadisesi ve dişi kurt Akbar ve ailesinin yaşama mücadelesi üzerine kurulmuştur.
Kiliseden ayrıldıktan sonra bir gazetede muhabir olarak çalışmaya başlayan Abdias, kendisini tanıtmadan uyuşturucu kaçakçılarının arasına karışarak bu konuyla ilgili bir yazı dizisi hazırlamak ister. Amacı, toplumu içten içe çürüten bu tehlikeye karşı yetkilileri uyarmaktır. Uyuşturucu toplamak için çıktıkları yolculukta, başkalarının piyonu olduklarını gördüğü gençleri yaptıkları işten vazgeçirmeye çalışan Abdias kaçakçılar tarafından dövülerek trenden atılır. Ölümden dönen Abdias çok güç durumda ve para sıkıntısı içerisindeyken mahiyetini tam olarak anlayamadığı bir iş teklifini kabul ederek sayga (antilop) avcıları ile bozkıra gider. Bu avcılar, merkezî yönetimin kendilerinden istediği yıllık et istihsalini koyunlardan elde edemeyeceklerini anlayınca sayga avlayarak açığı kapatmak isteyen mahalli idarecilerin tuttuğu isçilerdir. Bozkırda sürü halinde dolaşan saygaları makineli tüfeklerle öldürmekte, tam bir tabiat katliamı yapmaktadırlar. Bu işin de insanlığa aykırı olduğunu gören Abdias, yapılanlara karsı çıkarak işçileri yola getirmeye uğraşır, fakat başarılı olamaz. Genç adam, hiçbir insani değer taşımayan bu işçiler tarafından ormanda bir ağaca bağlanarak (çarmıha gerilerek) korkunç işkencelerle öldürülür.
Romandaki ikinci olay halkası, bize Abdias’ın bilincinden yansıtılan ve onun hayatı ve mücadelesini aydınlatmak gibi bir işlevi olan Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesi hadisesidir. Bu olay, Abdias’ın uyuşturucu kaçakçıları tarafından trenden atılması sırasında geçirdiği baygınlık anında gördüğü bir “rüya” olarak romanda yer almıştır.
Romanın üçüncü olay halkasında dişi kurt Akbar ile eşi Tasçaynar ve yavrularının hayatta kalma mücadeleleri hikâye edilmektedir. İnsanoğlunun tabiatın dengesine müdahale etmesi yüzünden kurt ailesi yurt tuttukları hiçbir yerde barınamazlar. İki yavruları sayga avcıları tarafından öldürülür. En son geldikleri yerde de bir yavruları yöre halkından Bazarbay tarafından yuvasından kaçırılır. Bazarbay kaçırdığı yavruyu önce komşusu Boston’un evine götürür. Evin küçük oğlu Kence, yavrudan çok hoşlanarak onunla oynar. Daha sonra yavru Bazarbay tarafından götürülür, fakat kokusu eve sindiği için anne kurt geceleri Boston’un evi etrafında dolaşmaya ve korkunç ulumalarla ev halkını rahatsız etmeye başlar. Bir gün dışarda oynayan Kence’ye yaklaşır ve onda yavrusunun kokusunu hissettiği için çocuğu kaçırmak ister. Dişi kurt çocuğu kaçırırken çaresiz kalan baba, kurdu nişan alarak ateş eder, fakat hedefi tutturamaz ve kendi çocuğunu vurur. Böylece romandaki her üç olay da trajik bir şekilde sona erer.
Kısaca özetini vermeye çalıştığımız üç olayda da trajik sona sebep olanlar, Gün Uzar Yüzyıl Olur adlı romanda çizilen Mankurt tipinin özelliklerini gösterirler. Bu tip, Dişi Kurdun Rüyaları’nda cemiyete yayılmış olarak karşımıza çıkar. İlkel Juan-Juan kavminin, hafızasını yok ederek verilen her emri körü körüne uygulattığı köle tipi, bu eserdeki sayga avcılarının ortak karakteridir. Onları ilgilendiren, yaptıkları işten kazanacakları para ve hükümetten aldıkları emirdir. Bunun dışında hiçbir manevi değer tanımaz, ahlaki ve vicdani sorumluluk duygusu taşımazlar. Bu avcılardan Bos’un Abdias’a söylediği şu sözler sözünü ettiğimiz kişilik yapısını çok iyi açıklamaktadır:
“Demek böyle ha sefil kukla! Bizi Tanrınla korkutmak istedin ha! Korkarız mı sandın sersem! Bizi kuş beyinli mi sandın? Tanrıyla manrıyla işimiz yok bizim. Ne sanıyorsun sen kendini? Biz sadece hükümetin emirlerini yerine getiriyoruz ve senin gibi bir papaz bozuntusu da hükümet plânını bozmaya kalkışıyor. Sürüngenin birisin, bir halk düşmanısın sen! Halk ve devlet düşmanı! Senin gibi hainlere dünyada yer yok.”46
Kurt ailesi ile din arasındaki ilgi de bu noktada ortaya çıkmaktadır. Sadece emirleri yerine getirmek için köleleştirilmiş insan hiçbir dinî, ahlaki ve vicdani endişe taşımadan yüzlerce masum hayvanı ve bu arada kurdun iki yavrusunu makineli tüfeklerle öldürebilmektedir. Yazar-anlatıcının şu sözleri bu gerçeği gözler önüne sermektedir: “İnsanların kendileri yaşıyor, ama başka canlıların, özellikle de onlara bağımlı olmadan yaşamak isteyen ve buna hakları olanların yaşamalarını istemiyorlardı.”47
Romandaki bir diğer Mankurt, kurtların yavrusunu yuvasından kaçıran Bazarbay’dır. Onun da kişiliğine dikkat ettiğimizde adeta içgüdülerine göre yaşayan, hiçbir manevi duyguya sahip olmayan bir insan olduğunu görürüz. Yavruyu yuvasından alırken tek düşündüğü onu satarak elde edeceği paradır. Onun da bir hayatı, kaybına ağlayacak bir ailesi olabileceğini hiç aklına getirmez.
Örnekleri toparlayacak olursak: Abdias’ı trenden atan kaçakçılar, yine Abdias’ı ormanda öldüren ve yüzlerce masum hayvanı acımasızca katleden sayga avcıları ile onları bu işte kullanan mahallî yöneticiler, kurt yavrusunu çalan Bazarbay ve onun gibiler… Bütün bunlar Aytmatov’un Gün Uzar Yüzyıl Olur’da özelliklerini çizdiği Mankurt tipinin devamıdırlar.
Peki, bütün bu kötülükleri ortadan kaldıracak olan bir çözüm var mıdır? Aytmatov’un romanı karamsar olarak bitse de bu sorunun cevabı olumludur ve bu cevabı Abdias vermektedir: Din. Abdias’a göre insanlar gerçek Tanrı’yı unuttuğu ve onun yerine manevi bir bağlayıcılığı olmayan dünyevî tanrılar icat ettiği için insanlık bu kötülükleri yaşamaktadır.
Abdias’ın savunduğu ve uğrunda öldüğü din nasıl bir dindir ve bu dinin Tanrısı ne gibi özelliklere sahiptir? Şimdi de bunu anlamaya çalışalım.
“İnsana Tanrı’yı kendi özünün doruğu olarak görme hürriyetini tanımak gerek”48 diyen Abdias’ın bu cümlesi bize onun nasıl bir Tanrı düşüncesine sahip olduğunu göstermektedir. Onun varlığını kabul ettiği Tanrı görecedir. Yüzyıllar içerisinde insanın idrak ve kavrayış düzeyine göre sürekli olarak değişip gelişmektedir. Bu değişim daima mükemmele doğrudur. Ya da bir başka şekilde şöyle açıklanabilir: Tanrı aslında zaten mükemmeldir, fakat insanlar onu her çağda kendi kapasitelerine göre algılarlar. Bir bakıma değişen Tanrı değil insanın kavrama ve algılama yetisidir. Öyle bir zaman gelecektir ki insan Tanrı’yla özdeşleşecek, onun mükemmelliğine ulaşacaktır. Abdias’ın kendi cümlesi ile söylemek gerekirse, “Tanrı insanın kendi özünün doruğudur.”
Romanda Hazreti İsa’nın sözleri olarak bulunan cümleler de bize Abdias’ın din anlayışını vermektedir. Zira daha önce de ifade ettiğimiz gibi Hazreti İsa ile ilgili olay halkası yazar tarafından bize Abdias’ın bilincinden yansıtılmaktadır.49 Gerçekten de Hz. İsa’nın kendisini yargılayan valinin “Tanrı ve insanların bir bütün mü olduğunu söylemek istiyorsun?” şeklindeki sorusuna verdiği cevap, Abdias’ın yukarıdaki sözleri ile anlam bakımından aşağı yukarı aynıdır:
“Bir bakıma öyle. Denilebilir ki bütün insanlık Tanrı ‘nın bu dünyadaki bir imajı, bir görüntüsüdür. İnsanlık Tanrı’nın hypostase(cevheri)’ıdır. İnsanlık bir ‘Gelecek-Tanrı’dır. Yaratılıştan beri sunulan sonsuz imkânların tanrısıdır. (…) ‘Gelecek-Tanrı’ sonsuzdur. Her şeyin esası ve insanların bütün özlemlerinin, bütün faaliyetlerinin sonucudur. Bundan dolayı da onun tabiatı, iyi ya da kötü, merhametli ya da zalim, yani insanlar ne yaparsa, nasıl yaparsa öyle olacak. Ne ekerlerse onu biçecekler. ‘Gelecek-Tanrısı’ budur, içlerinden her biri Hakk’ın bir parçası olduğu için dünya tamamen onların elindedir.”50
Abdias’a göre böyle bir Tanrı anlayışı insanı ilahlaştırmak, onu Tanrı yerine koymak ve bunun sonucunda ezelî ve ebedî olan mutlak yaratıcıyı inkâr etmek değildir. Çünkü insana Tanrı’nın mükemmelliğine ulaşma yetisini ve iznini, hatta görevini yine Tanrı vermiştir. Dolayısıyla insan bu çabasıyla yine Tanrı’nın bir emrini yerine getirmektedir: “Böyle bir görüş yalnız kabul edilebilir değil, aynı zamanda zaruridir. Bu, insanlara dünyanın kaderini tayin etme hürriyetini veren Yüce Yaradan’ın iradesine de uygundur. İnsanlar bütün günlerinin, bütün amellerinin tek sorumlusu ve tek yargıcıdırlar.”51
Aydınlatılması gereken bir husus daha vardır ki o da Abdias’in Hristiyanlıkla olan ilişkisidir. Kanaatimize göre Aytmatov’un kendisine muhatap olarak aldığı Batı dünyası ile alakalı olarak romanının zemininde kullandığı Hristiyani öğeler Türkiye’de yanlış anlaşılmış ve romanda Hristiyanlık propagandası yapıldığı ileri sürülmüş, hatta Aytmatov’un bir Hristiyanlık misyoneri olduğu bile iddia edilmiştir.52 Oysa -Aytmatov’un böyle bir misyonu niçin yükleneceği sorusu bir tarafa- romanın fikrî yapısı bir bütün olarak dikkate alındığında böyle bir sonuca varılması mümkün değildir. Zira her şeyden önce, eserde yazarı temsil ettiğini düşündüğümüz Abdias mevcut Hristiyanlığa aykırı görüşleri yüzünden papaz okulundan uzaklaştırılmıştır. Çünkü ona göre Kilise, insanları köleleştirme üzerine kurulmuş olan dünyadaki sisteme angaje olmuştur. En azından yapılan her türlü kötülük ve haksızlığı sükûtla karşılamaktadır. Abdias’ı sorguya çeken papazın söyledikleri, Kilisenin bu pasif tavrını çok açık olarak ortaya koymaktadır: “Bu fikirlerinle sen pek ileriye gidemezsin. Temel dogmalarla uğraşanları laikler de istemez ve aralarından atarlar. Çünkü her ideoloji esas olarak yalnız ve yegâne gerçeğe kendisinin sahip olduğunu iddia eder.”53
Bu sözler laik dünya sisteminin kendisine biçtiği rolü uysallıkla kabul etmiş olan bir din adamına aittir. Mensubu olduğu dinin aslında bu tavrı kabul etmiyor olması onun için önemli değildir. Abdias işte bu tutuma karşı çıkar.
Abdias’ın mevcut Hristiyanlığı savunmadığı ortada. Şimdi sorabiliriz: Abdias tahrife uğratılmadan önceki Hristiyanlığı mı gündeme getirmek istiyor? Eğer öyleyse o zaman bunun eleştirilecek bir yanı yoktur. Bozulmamış bir din olarak Hristiyanlığın, bizim inandığımız Allah’ın dini olduğunu zaten biz Müslümanlar reddetmiyoruz. Fakat eserde böyle bir iddianın bulunduğunu gösteren bir işaret de yoktur. Bir peygamber tavrıyla karşımıza çıkan Abdias, öyle anlaşılıyor ki, Hristiyanlıktan daha mükemmel, daha kapsayıcı bir dinin temsilci ve tebliğcisi olmak gibi bir misyonla görevlendirilmiştir. Onunla bir peygamber arasında ilişki kurulmasının ve mücadelesinin bu peygamberinkine benzetilmesinin sebebi budur. İsa’yı yargılayan vali, ondan bir Yahudi olarak söz eder.54 Bu anlamda İsa ne kadar Yahudi idiyse Abdias da o kadar Hristiyan’dır.
Bu noktada İslâmiyet’in ‘tek din’ anlayışının meselenin çözümünde bize yardımcı olacağını sanıyorum. Bilindiği gibi Yahudilik, Hristiyanlık ya da İslamiyet aslında tek bir dinin “Allah’ın dini”nin insanlık tarihi boyunca aldığı değişik adlardır ve bu din tarih boyunca çeşitli dönemlerde insanların onu bozması, aslından uzaklaştırması sebebiyle Allah tarafından son olarak “İslamiyet” adıyla ‘tamamlanmış’tır. Hazreti İsa’nın söylediği ve yazarın onunla Abdias arasında kurduğu ilişki dolayısıyla aslında Abdias’ın düşünceleri olan şu sözler bu hususu çok net bir biçimde ortaya koymaktadır: “Bütün ülkeler, bütün zamanlar için bir tek Tanrı… bir tek din, herkes için tek cennet.”55
Şimdi yukarıda Hristiyanlık için sorduğumuz soruyu bu defa İslamiyet için sorabiliriz: Romanın kahramanı Abdias İslamiyet’in savunuculuğunu mu yapıyor? Onun, rüyasında Hz. İsa’yı gördüğü sırada düşündüğü ve içinde Ra’d suresinin 11. ayetinin anlamına çok benzeyen bir cümlenin bulunduğu aşağıdaki bölüm, bu soruya verilebilecek olumlu bir cevabı mümkün kılabilir:
“İnsanın üzerine çöken, onun belini büken yük çok ağır. Onda bu derece kökleşmiş kötülüğe karşı bir aşı bulunabilecek mi? Bulunabilirse onu bütün yaratıklardan ayıran akıl kanatlarıyla, ruhu, şimdiye kadar ulaşılamamış yüksekliklere çıkaracaktır. Heyhat! Böyle bir şey mümkün olsaydı! Senin fedakârlığın boşuna. Kendilerini asla doğru yola sokmayanları sen daha iyi duruma getiremezsin.”56
Yine bu rüya sırasında gittiği Kudüs’te Abdias’ın, Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği iddia edilen ağaçta onu bulamaması57 da çok kapalı olarak belki onun ölmüş olması konusunda bir şüphenin işareti olabilir. Ancak bu tür yorumları ileri götürmenin çok doğru olacağını sanmıyorum. Yoruma gerek bırakmayacak kadar açık olan husus, Aytmatov’un bu romanda insanlığın ancak ilahi bir dinin kanatları altında aradığı huzuru bulacağı fikrini işlediğidir. Bu tema yazarın ilk eserlerinden itibaren gittikçe ağırlığı arttırılarak işlenmiş ve bu son romanında en yüksek noktasına ulaşmıştır. Aytmatov’un romanın zeminine Hristiyanlığı koyması, daha önce de kısaca temas ettiğimiz gibi mesajını iletmek istediği Batı dünyası ile ilgili olmalıdır. Abdias’ın, arkadaşı İnga’ya yazdığı mektuptaki şu cümleler de bu düşüncemizi teyit etmektedir:
“Modern dünyamızın karşılaştığı bu acıklı uyuşturucu meselesini çeşitli yönleriyle ele alan yazılarımın yakın bir gelecekte yayınlanacağından da emin değilim. ‘Modern dünya’ diyorum, çünkü yaban keneviri bilinmeyecek kadar eski zamanlardan beri bozkırda yetişiyor, ama on beş yıl öncesine kadar, yerli halkın dediğine göre bu pis bitkiyi, uyuşturucu kullananların deyimi ile bu ‘ot’u ne içmek için ne de başka bir amaçla toplayan hiç yoktu. (…) Evet, bu hastalık çok yenidir ve bunda Batı’nın etkisi çok büyük olmuştur.”58
Aşağıdaki bölümde de hem teknolojiyi insanlığın zararına kullanan ve maddeci bilimi adeta bir din haline getiren Batı dünyası hem de mevcut sistemin oyuncağı olan Kilise çok sert bir dille tenkit edilmektedir. Bir yerde yazarın bu romandaki amacını ortaya koyan ve günümüz insanı için son derece ibret verici olan bu satırlarla biz de yazımızı noktalıyoruz:
“Maddeci bilim, bütün öteki dinler gibi Hristiyanlığı da gömmeye, yok etmeye çalışmadı mı? Bunları olanca gücüyle söküp atmaya, kuvvetli bir elle ilerlemelerin ve tek takip etmemiz gereken kültürün dışında bırakmaya çalışmadı mı? Çağdaş insan ilk bakışta hiç bir dinî inanca ihtiyacı yokmuş gibi görünüyor: Bu inanışları, uzun zaman öncesine ait basit işaretler gibi tarih bilgileri arasındaki yerine koymak yetiyor çağımız insanına. Din eski bir etaptır ve modası çoktan geçmiştir onun için. Konuya daha yakından bakalım: En gerçekçi teorilerle gülünç duruma düşerek kaldırıp attığımız o eski fedakârlık, sadakat ve merhamet kavramlarının yerini alacak ne var elimizde? İmanın yerini alacak ne bulduk? Hiç şüphesiz son derece üstün bir şey olmalı, çünkü yeni daima eskiye tercih edilir. İşte, öyleyse, yeni din, yeni ve eşsiz kudretteki din, yakında bütün dünyaya hükmedecek yeni din: En müthiş silahlarla donatılmış askerî güç! İnsan bu kadar bağımlı, böylesine buyruk altında bulunmuş muydu hiç? İnsan hayatı her an, büyük devletlerin savaşı başlatmaları veya bundan sakınmaları şıklarına sıkı sıkıya bağımlıdır. Böyle bir durumda atom silahlarına sahip devletler dışında hangi ilahlara bel bağlayacağız? Sunaklarda insanların tapması için bomba maketlerinin sergilendiği ve duaların general portreleri önünde yapıldığı bir tapınağın kurulması düşünülmedi henüz… Ama çağımıza uygun kiliseler işte bunlar olacak.”59
Kaynakça
Aytmatov, Cengiz. Gün Uzar Yüzyıl Olur, (Çev. Mehmet Özgül), Cem Yayınları, İstanbul, 1985.
Aytmatov, Cengiz. Beyaz Gemi, (Çev. Mehmet Özgül), Cem Yayınları, İstanbul, 1985.
Aytmatov, Cengiz. Dişi Kurdun Rüyaları, (Çev. Refik Özdek), Ötüken, İstanbul, 1990.
Bice, Hayati. “Biz Cengiz’i Çok Sevmiştik!.. Severiz de..” Türk Yurtları, S. 3, 1990.
Karakoç, Abdürrahim. “Dişi Kurdun Rüyaları” Yeni Düşünce gz., 25 Mayıs 1990.