Kitabı oku: «Aytmatov Araştırmaları», sayfa 5
Beyaz Gemi Romanında Suyun Sembolik Anlam ve Açılımları
MEHMET GÜNEŞ60
Su, doğası gereği farklı sembolik anlam ve açılımlara sahiptir. Örneğin su canlılar için hayat kaynağı ve arınma/huzurun sembolü olduğu gibi, şiddet ve korku işlevleriyle de öne çıkmaktadır. Suya yüklenen sembolik anlamlar dinî inançlar, folklorik unsurlar ve yaşanılan coğrafyayla doğrudan ilintilidir. Sadece Türk toplumunda değil, birçok toplum/uygarlıkta, tabiattaki dört ana unsurdan biri olan suya kutsal anlamlar yüklendiği görülür. Nesne/unsurların kutsanmasında dinî inançlar kadar coğrafya/iklimsel özellikler de doğrudan tesirlidir. İnsanlık tarihinin başlarından modern çağa az bulunan nesneler çoğunlukla daha kıymetli ve özel olmuştur. Bu bağlamda Erich Fromm’un tespit ve yorumları çarpıcıdır. Ona göre kutuplarda su bol olup güneş ışığı az olduğundan orada güneş kutsal anlam ve açılımlara sahiptir. Yakındoğu’da ise güneş bol olup su kıttır. Bu nedenle “su hayatın kaynağı ve büyümenin temel taşı olarak görülmektedir.”61 Geçmişten bugüne suyun Türk kültüründe kutsanması, başka etmenlerle birlikte Türklerin uzun yıllar bozkır coğrafyasında yaşamış olmalarıyla da ilişkilidir.
Cengiz Aytmatov’un Beyaz Gemi romanının kurgusunda suyun hayati önemiyle birlikte farklı sembolik anlam ve açılımlarının da işlevsel olduğu görülür. San-Taş vadisinde Mümin dedesi, Bekey teyzesi ve diğer akrabalarıyla birlikte yaşayan çocuk özne, tüm olumsuzluklara rağmen mutlu olmaya, hayata umutla bakmaya çalışır. İkamet ettikleri yerleşim biriminde akranı/arkadaşı olmayan, sürekli aile içindeki şiddet ve huzursuzluklara tanık olan çocuk özne zaman içinde hayal dünyasında/ masal âleminde yaşamaya başlar; hayalleri/rüyalarının gerçekleşmesinin olanaksız olduğunun kısmen farkında olsa da mutsuz ortamdan uzaklaşmak için başka seçeneği de yoktur. Acılarını bastırmaya, çevresindeki olumsuzlukları görmezden gelmeye çalışan çocuk özne, Beyaz Gemi’ye ulaşıp yitik cenneti olan babasına/aile saadetine kavuşacağına inanarak mutlu olmaya çalışır.
Dedesinin anlattığı Maral Ana Efsanesi, çocuk öznenin hayal dünyasının biçimlenmesinde etkili olmuştur. Kırgız Türklerinin Buğulu soyunu yok olmaktan kurtardığına inanılan Boynuzlu Maral Ana’nın kendisini ve sevdiklerini yaşadıkları sıkıntılardan kurtaracağına inanan çocuk özne, daha sonra kendisinin yarattığı masal dünyasına sığınır. Bedensel olarak balığa dönüşüp Beyaz Gemi’ye ulaşarak babasına/yitik cennetine kavuşacağını umar. “Çocuk, su sembolü ile bilinçaltına, ana rahmine döner, dölleyici balık imgesi ile de yeniden ana rahminde can bulup farklı bir zaman, mekân ve yaşamda yeniden doğmayı arzular.”62 Romanda Isık-Göl ve içinde seferler yapan Beyaz Gemi etrafında oluşan sembollerle masalsı/ ütopik (alt) anlatı(lar) oluşturulmuştur.
Hayat Kaynağı Olarak Su
Romanda Maral Efsanesiyle ilintili olarak eski adıyla Enesay yeni adıyla Yenisey Irmağı özelinde akarsuların hayati önemi ve yüklendikleri işlevler ifade edilir:
“Senden geniş nehir var mı Enesay?
Senden aziz bir yurt var mı Enesay?
Senden derin bir dert var mı Enesay?
Senden özgür olan var mı Enesay?
Senden geniş bir nehir yok Enesay,
Senden aziz bir vatan yok Enesay,
Senden derin bir dert de yok Enesay,
Senden özgür özgürlük yok Enesay…”63
Şiirin ilk dörtlüğünde soru, sonraki dörtlükte ise cevap nitelikli cümlelerle Yenisey Nehri yüceltilir; geçmişten bugüne suyun işlevleri ve ona yüklenen sembolik anlamlara dikkat çekilir. Yenisey Irmağı etrafında yaşayan, ondan daha büyük nehirleri görmemiş ya da onlardan haberdar olmayan çoğu kişinin bu nehre bakışı benzerdir. Son derece geniş alana yayılan ve su taşıyan Yenisey Irmağı, bu yönüyle o coğrafya insanı için hayat kaynağı olmuş, etrafına yerleşen halklar bu havzaya huzur yurdu/mekânı olarak bakmışlardır. Yenisey Irmağı coşup taştığı zaman canlar aldığı gibi, suyun etrafındaki havza sürekli işgallere de sahne olmuştur. Dünyanın beşinci uzun nehri olan Yenisey Irmağı etrafında birçok kavim yaşamıştır; bunlardan birinin de Kırgız Türklerinin olduğuna inanılır. Beyaz Gemi romanının kurgusunda oldukça işlevsel olan Maral Ana Efsanesinde anlatılan olayların da bu nehir kenarında gerçekleştiğine inanılır. Efsaneye göre Kırgız Türklerinin Buğu soyu yok olmak üzere iken Maral Ana’nın kılavuzluğuyla Yenisey vadisinden Isık-Göl civarına gelerek burayı yurt edinmişlerdir. O vakitten sonra Yenisey Irmağı gibi, Isık-Göl de onlar için kutsal anlam kazanmaya başlar.
Romanda özellikle sonbahar mevsiminde maralların kolayca su içebildikleri çay kenarında dolaştıkları sıklıkla vurgulanır. Maralların su kenarında dolaştığını gören çocuk özne, hayal âleminde su kenarındaki marallarla, özellikle boynuzlu maral ananın hayaletiyle söyleşir. Romanda suyun insan hayatındaki, birincil derecedeki işlevi sıklıkla vurgulanır.
Suyun Şiddeti
Huzur ve arınma için sığınak olan su, şiddetin de sembolü olabilmektedir. Su, durgun ve berrak haliyle arınmanın ve huzurun sembolü olurken “fırtına ve sellerde korkunç ve yıkıcı bir olgu haline gelebilir”;64 yine sıradan/yeni bir yüzücü ve çevre için sakin deniz, huzur ve rahatlama alanı iken bol akıntılı ve dalgalı deniz ise öldürücü/yıkıcı olabilmektedir. Beyaz Gemi romanında çocuk özne kendi kendisinden kaçmak ya da çevresindeki olumsuzlukları bastırmak istediği zaman San-Taş’ın yükseklerine çıkıp dedesinin kendisine armağan ettiği dürbünle Isık-Göl’ü seyreder. Isık-Göl’de yüzmesi ya da onun etrafında dolaşması mümkün olmayan çocuğa, dedesi çayın sığ bir yerini taşlarla çevirerek korkmadan yüzebileceği gölcük yapar. Taşlarla çevrili bu gölcük sayesinde çocuk, akıntıya kapılıp boğulmaktan da suyun şiddetinden de korunmuş olur. Sığ olan yerlerde suyun derinliği diz boyu olsa da akıntı hızlı olduğu için çocuk özne gibi zayıf birini hemen alıp götürebilmektedir. Anlatıcı, Mümin Dedenin gölcüğü inşa ediş süreci şu şekilde aktarır:
“İhtiyar Mümin, akıntının deviremeyeceği iri taşları seçmiş, onları karnına dayayarak iki eliyle oraya güçlükle taşımıştı. Sonra da suyun içinde ayakta durarak taşları örmüştü. Suyun kolayca girebileceği, sonra öbür taraftan yine kolayca çıkabileceği delikleri de çok iyi hesaplamıştı.”65
Böylece çocuk suyun şiddetinden, ölümcül yönünden korunur. Tabiatla iç içe yaşayan insanoğlu, yaşama biçimini ona uydurmak zorunda kaldığı gibi tabiatı da kendi istediği yönde biçimlendirir. Tabiatın sunduğu imkânlardan yararlanırken, tabii afetlerin kendisine vereceği olası zararları önlemeye çalışır. Çocuk özne suyun arındırıcı, rahatlatıcı özelliğinden yararlandırılırken şiddetinden de korunmaya çalışılır. Çayın düz ve sığ yerinde bu gölcük inşa edildikten sonra çocuk, korkmadan yüzebilir. Tıpkı balıklar gibi gözlerini hiç kapatmadan yüzer. Balıklara imrenen/özenen çocuk özne “bir balık olup akıntı boyunca ta uzaklara kadar yüzmeyi hayal ed[er]”.66 Sadece balık gibi yüzerek Beyaz Gemi’ye ve babasına ulaşabileceğine hükmeden çocuk öznenin o vakitten sonra en büyük arzusu balık gibi yüzmek ya da balığa dönüşmektir.67
Çocuk özne için su hep gücü temsil eder; o, zorda kaldığı bazı durumlarda sudan medet umar. Örneğin dedesine ve kendisine oldukça kötü davranan, eşi Bekey’e sürekli şiddet uygulayan Oruzkul’a karşı koyabilecek gücü olmayan çocuk özne, tüm mağdurlarla birlik olup Oruzkul’u çaya kadar sürükleyip suyun ortasına atarak ona hak ettiği cezayı vermeyi hayal eder. Böylece masumlara zarar veren Oruzkul, su gücüyle cezalandırılacaktır. Zihin dünyası masallar, kurgularla şekillenen çocuk özneye göre ancak iyiler balığa dönüşebilir; kötücül niteliklerle donatılan Oruzkul’un balığa dönüşerek kurtulması mümkün olmayacaktır.
Yalnız Çocuk İçin Sığınak Olarak Su
“Deniz bütün insanlar için en büyük, en değişmez anne simgelerden biridir”68 diyen Mme Bonaparte’a göre denize yüklenen simgesel anlamlardan biri de “anne”liktir. Bozkır toplumlarında göllerden, deniz şeklinde söz edildiği de görülür. Bu bağlamda Issık-Göl, hatta romandaki diğer çay vb. su unsurları anne simgesiyle birlikte okunabilir. Çocuk öznenin en mutlu olduğu anlardan biri Beyaz Gemi’nin Issık-Göl içindeki seferi iken, bir diğeri de kendisinin suyun içinde yüzdüğü vakitlerdir; o, o anlarda tıpkı anne rahmindeymiş, yitik cennetindeymiş gibi mutludur. Çocuk özne ister hakikatte isterse masal/hayal âleminde su içinde yüzerken çok mutlu olup çevresindeki kötülük ve kötücül kişilerden uzaklaşır, kısa süreli de olsa olumsuzluklardan arınır. Dedesinin inşa ettiği gölcük çocuk özneyi yalnızlıklardan uzaklaştırdığı gibi, hayallerine açılan kapı da olur. Örneğin çayın kıyısındaki büyük kayaya “Tank” adını verir, kayayı bu şekilde adlandırması, sinema filmlerinde gördüğü tanklarla kayalar arasında benzerlik kurmasıyla ilintilidir. Suların yıkayıp aşındırdığı kaya da tıpkı filmlerdeki tanklar gibi “suya dalacakmış gibi” durmaktadır. Günlük vaktinin bir kısmını gölcük ve kıyısında geçiren çocuk özne, kayaların şekil özellikleri ya da zihninde uyandırdığı imajlardan hareketle onlara “kötü kayalar”, “iyi kayalar”, “kurnaz kayalar” vb. adlar verir.69
Umudun Simgesi, Yitik Cennete Ulaştıracak Aracı Olarak Isık-Göl ve Beyaz Gemi
Anlatıcının “Yeryüzünün ta öbür ucunda, görülebilen yerin en uzağında, kumlu sahilin ötesinde, ortası kabarık gibi duran bir göl” şeklinde tasvir ettiği Isık-Göl ve onun içinde sefer yapan Beyaz Gemi, çocuk öznenin hayal dünyasının şekillenmesinde oldukça işlevseldir. Zihin dünyası Maral Ana efsanesi/masalıyla şekillenen çocuk özne kendisi de Isık-Göl ve Beyaz Gemi etrafında yeni bir masal dünyası yaratır; bu büyülü dünyada yaşayarak hakikatin boğucu ve nefret ettiriciliğinden uzaklaşmaya çalışır. Hayatının şafağında olan çocuk öznenin duyguları tıpkı Isık-Göl’ün suları gibi çoğu zaman berrak, bazen de dalgalıdır. Beyaz Gemi gölde sefer yaparken o da saf duygularıyla yarattığı masal âleminde dolaşır.
Balıklar gibi yüzme hayali ve dürbünle Beyaz Gemi’yi izlemeye başlaması çocuğun hayatındaki önemli kırılma noktalarından biridir. Çocuk özne o vakitten sonra gerçek dünyadan çok masal âleminde, hakikatlerden çok hayalleriyle yaşamaya yoğunlaşır. Böylece gerçek dünyada mutsuz olan çocuk, masal âlemine sığınarak mutlu olmaya çalışır. Sonsuzluğun simgesi mavi rengiyle sanat harikasını andıran, uçsuz bucaksız olmasıyla dikkati çeken Isık-Göl’ün ortasında Beyaz Gemi’nin süzülerek sefer etmesi çocuk özneyi büyüler, Isık-Göl onun için umut mekânı olur. O vakitten sonra çocuk öznenin hayalleri de tıpkı Isık-Göl gibi uçsuz bucaksız hâle gelir, çocuk özne de gölün suları gibi özgürleşmeyi hayal eder. Çocuk özne, Bachelard’ın ifadesiyle “Düşlerle acı çek[er]”, “düşlerle iyileşi[r].”70 Her ne zaman Isık-Göl’ün ortasında Beyaz Gemi’yi sefer yaparken görse bir balığa dönüşüp çaya atlayarak yüze yüze Beyaz Gemi’ye ne zaman ulaşacağını düşünür. “[B]eyaz gemi ve üzerinde yüzdüğü Issık-Göl, küçük çocuk için hürriyet ve özgürlük gibi sonsuz açılımları içinde barındıran simgesel değerler bütünüdür”.71
Çocuk özne dürbünüyle Issık-Göl’ün masmavi suları ortasında yüzen Beyaz Gemi’yi ilk kez görünce çok heyecanlanmıştır. Oldukça mutsuz ve umutsuz olan çocuk, Issık-Göl’de gemicilik yaptığını duyduğu babasının bu Beyaz Gemi’de çalışıyor olması ihtimali üzerinde durur, kendisini buna inandırmaya çalışır; “babasının beyaz gemide olabileceği düşüncesi onun hayata tutunmasını sağlar”.72 Onu mutsuz, huzursuz ortamdan kurtarabilecek tek varlık babasıdır, ona kavuşmasının yolu da önce Beyaz Gemi’ye ulaşmaktır. Dedesinden babasının iş dönüşü yeni eşi ve çocukları tarafından iskelede karşılandığını duyan çocuk özne, babasının Beyaz Gemi’de çalışmasının olası, hatta kesin olduğuna inanmak ister. Babasına ya da Beyaz Gemi’ye ulaşmasının tek yolu da onun balık olup yüzmesidir. Anlatıcı, onun tasarladığı planları/hayalleri şu şekilde ifade eder:
“Tam bir balığa dönüşmek, balık olmak istiyordu çocuk. Vücudu da, kuyruğu da, yüzgeçleri de, pulları da olsundu. Yalnız ince boynunun üzerindeki kafası, sarkık kulakları, sıyrıklarla dolu burnu değişmesindi. Gözleri de değişmesindi ama pek de oldukları gibi kalmasındı, biraz balık gözünü andırsındı.”73
Dedesinin yaptığı gölcükte hemen balığa dönüşmeyi hedefleyen çocuk, dedesine ve komşularına veda edip balık şeklinde yüzerek Issık-Göl’e ulaşmayı hayal eder. Isık-Göl çocuğun yitik cenneti olan babasına, mahrum kaldığı aile saadeti ya da yuvaya kavuşturacak araç olduğu kadar, ilk ve en güvenilir yuvası ana rahmiyle de özdeşleşir. Beyaz Gemi de kurtuluş gemisi ya da huzura açılacak yelkendir. Beyaz Gemi’ye vardığında ona “Merhaba beyaz gemi, ben geldim, ben!”, “Her zaman yolunu gözleyen, sana dürbünle bakan ben idim!” şeklinde hitap etmeyi umut/hayal eden çocuk özne, babasıyla karşılaşma anında aralarında geçmesi olası diyaloglara ilişkin de tahminler yürütür, hayaller kurar:
“Selam baba! Ben senin oğlunum, seni görmeye geldim!” -“Sen nasıl benim oğlum olursun, yarı insan, yarı balıksın!” -“Sen beni gemiye çıkar, senin oğlun oluveririm!” –“Çok tuhaf! Pekala, gel de görelim!”.74
Babası ağ atarak kendisini sudan çıkartıp güverteye aldıktan sonra, kendisinin tekrar insana dönüşüp yeniden doğacağına inanır. Böylece yitik cennetine kavuşup ıstıraplarının sonlanmasını umut eder. Çocuk özne her ne kadar hayal âleminde güzel umutlarla yaşasa da hayal ile hakikatin çatışması olasılıkları üzerinde de durur. Örneğin babasıyla birlikte gemiden inip iskeleye yürüdüğünde babasının yeni eşi ve çocuklarının kendisini kabul etmemesi durumunda bütün umutlarının yıkılması ihtimalini düşünür. Çocuk özne tam bu endişesini gözünde canlandırırken Beyaz Gemi de görünmez olur, o gün için Beyaz Gemi masalı da son bulur. O günden sonra çocuk özne, Beyaz Gemi’yi ne yazık ki hiç göremeyecektir.
Kendisine Boynuzlu Maral Ana’nın kutsallığını anlatan dedesinin -baskı sonucu da olsa- Boynuzlu Maral Ana’yı elleriyle vurması sonrasında çocuk öznenin gözünde Maral Ana efsanesinin büyüsü bozulur. “Mümin Dede, kendisinin inandığı ve çocuğu da inandırdığı simgesel bir olguyu öldürmüştür;”75 Maral Ana’nın öldürülmesi “kutsal olanın katledilmesidir”.76 Çocuk özne için tek umut, balığa dönüşüp Beyaz Gemi’ye ulaşmaktır. Tüm değerleri ve umutları alt üst olan çocuk özne, yaşadığı dağların tamamen huzursuzluk mekânına dönüşmesi üzerine “Balık olarak kalsam daha iyi! Gideceğim buradan… Balık olmak istiyorum!”77 diyerek dedesinin evinden uzaklaşır. İnandığı değer, kendisinin en büyük kılavuzu tarafından yok edilen çocuk öznenin hayal/masal dünyasının büyüsü bozulur. Çocuk özne, olumlu niteliklerle donatılan, insancıl bir kişiliğe sahip, değerlerine bağlı Kulubeg’in gelmesine umut bağlasa da -tekrar hayal kırıklığı yaşamak istemediğinden olsa gerek- balık olup oradan uzaklaşmayı tercih eder. Olabildiğince hızla çaya yürüyen çocuk özne, çaya varır varmaz suya girer, akıntı onu alıp götürür. Romanın sondeyişi andıran kısmında anlatıcının şu ifadeleri oldukça çarpıcıdır:
“(…) Hiçbir zaman balık olamayacağını biliyor muydun? Isık-Göl’e kadar yüzemeyeceğini, beyaz gemini göremeyeceğini ve ona ‘Selam Beyaz Gemi, ben geldim, ben!’ diyemeyeceğini biliyor muydun?
Çay boyunca yüzüp gittin çocuğum.”78
Anlatıcının da dikkat çektiği üzere, balığa dönüşemeyeceğinin, yitik cenneti babasına kavuşamayacağının çocuk özne de farkındadır. Dedesinin inşa ettiği gölcüğe girerek tanık olduğu olumsuzluklardan/kötücül eylemlerden kısa süreli uzaklaşma yaşayan çocuk özne, kendisini suya bırakıp ölerek dünyanın kirinden tamamen arınmış olur. O daha önce çevresinde olup biten olumsuzluklardan ve huzursuzluklardan kaçmak için hayal âlemine sığındığı gibi, Boynuzlu Maral Ana’nın vahşice katledilmesini kabullenemeyince, çocuk vicdanıyla tepkisini göstermiştir. Bu durumu anlatıcı şu şekilde ifade eder:
“Çocuk kalbinin, çocuk ruhunun bağdaşamadığı her şeyi reddettin. (…) İnsandaki çocuk vicdanı, tohumdaki öz gibidir. Ve o öz olmadan tohum filizlenmez, gelişmez.”79
Mümin Dede torununa Maral Ana efsanesini anlatarak ve onu etraftaki kötülüklerden koruyarak gelenekle gelecek arasında bağ kurmaya çalışır. Ama romanın sonunda çocuğun suda boğulması da gösterecektir ki çocuğun temsil ettiği neslin gelenekle (koparılan) bağları (yeniden) kurulmak istense de bu çok zordur. Çocuk öznenin hayal ettiği gibi önce bedensel olarak balığa dönüşüp sonra yine tüm uzuvlarıyla insan olma şeklinde bir yeniden doğuş yaşaması mümkün olmaz. Süreç “doğanın isteği” yönünde “ölüm ve yeniden doğuş”80 şeklinde olur.
Mitolojik anlatılarda ve psikanalitik yorumlarda her ne kadar su, anneyle ya da ana rahmiyle özdeşleştirilse de bu eserde çay ve Issık-Göl babaya götürmesi hedeflenen araç olarak dikkati çeker. Çocuğun suyun içinde boğularak ölmesi yitik cenneti olan ana rahmine kavuşma şeklinde de yorumlanmaya müsait olmakla birlikte, çocuk özne hep babayı arzulamakta, onunla birlikte yaşama isteği öne çıkmaktadır. Bu romanda su daha çok, yitik cennet ya da aile saadetinin sembolü olma yönüyle öne çıkmaktadır. Çocuk özne tüm inançları alt üst olduktan sonra her ne kadar yitik cennetine/babasına kavuşamayacağının farkında olsa da onun körpe zihninde yine de bir umut taşıması yüksek ihtimaldir. Başının insan olarak kalıp bedeninin balık şekline dönüşmesini arzulaması, zekâ/akıl olarak insani özellikleri korumak istemesiyle ilintilidir. İnsani nitelik/özelliklerle Issık-Göl’ü aşmasının, Beyaz Gemi’ye ulaşmasının mümkün olmadığının bilincinde olduğu için hayallerine kavuşmak için tek bir seçeneği vardır: balıklar gibi yüzme yeteneğine sahip olmak. O nedenle önce bedensel olarak balığa dönüşüp sonra yeniden her bakımdan insan olup yeniden doğuşu arzular. Ne yazık ki eserin sonunda hayal ile hakikatin çatışması sonucu hakikat hayale baskın gelir, çocuk özne trajik biçimde ölür.
Kaynakça
Aytmatov, Cengiz, Beyaz Gemi, Çev. Refik Özdek, Ötüken Yayınları, İstanbul 1999.
Bachelard, Gaston, Su ve Düşler maddenin imgelemi üzerine deneme, Çev. Olcay Kunal, YKY, İstanbul 2006.
Emeksiz, Abdulkadir, “İstanbul Folkloru”, Karaların ve Denizlerin Sultanı İstanbul, C. II, haz. Filiz Özdem, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2009, s. 255-283.
Fromm, Erich, Rüyalar Masallar Mitler Sembol Dilinin Çözümlenmesi, Çev. Aydın Arıtan-Kaan H. Ökten, Say Yayınları, İstanbul 2014.
Jung, Carl Gustav, Dört Arketip, Çev. Zehra Aksu Yılmazer, Metis Yayınları, İstanbul 2003.
Hançerlioğlu, Orhan, İnanç Sözlüğü (Dinler-Mezhepler-Tarikatler-Efsaneler), Remzi Kitabevi, İstanbul 1975.
Kaşkaoğlu, Özlem, “Cengiz Aytmatov’un Beyaz Gemi Romanında Halk Edebiyatı Motifleri”, Akademik Tarih ve Düşünce Dergisi, S. 6/2, 2019, s. 1008-1016.
Ögel, Bahattin, Türk Mitolojisi (Kaynakları ve Açıklamaları ile Destanlar), C. 1, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1993.
Özher, Sema, “Beyaz Gemi Adlı Romanda Yüce Birey Arketipi”, Bilig, S. 37, Bahar 2006, s. 81-90. Öztürk, Özhan, Folklor ve Mitoloji Sözlüğü, Phoenix Yayınevi, Ankara 2009.
Şahin, İbrahim, “Beyaz Gemi: Simgenin Ölümü”, Uluslararası Her Yıl Bir Büyük Türk Bilgi Şölenleri 4./Cengiz Aytmatov, s. 200.;
https://www.academia.edu/37008262/Beyaz_Gemi_Simgenin_%C3%96l%C3%BCm%C3%-BC.05.10.2020.
Şahin, Veysel, “Aytmatov’un Beyaz Gemi Romanında Ötelerin Çağrısı ve Kaçış”, Cengiz Aymatov, Ed. Ramazan Korkmaz, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2009, s. 283-291.
Ebedî Olanın Sözcüsü Olan Yazar: Cengiz Aytmatov
SALİM ÇONOĞLU81
Giriş
Peyami Safa, edebiyat eserinin asıl öneminin tarihîlikten mi yoksa ebedîlikten mi kaynaklandığını tartıştığı bir köşe yazısında, gerçek sanatçının ebedînin sözcüsü olduğunu vurguladıktan sonra şu tespiti yapar:
“Eski eserlerin, devirlerini ifade etmek bakımından, tarihî bir değerleri olduğuna şüphe yoktur. Fakat onlar sadece kültür tarihinin bir vesikasından ibaret değildirler. Öyle olsaydı onları edebiyat tarihçilerinden başka kimse okumazdı. Yüzlerce yıl evvele dair şiirleri bugün edebiyat tarihçisi olmayanların da ezberlemiş olmaları, bu eserlerin tarihî değerlerini sonsuz bir geleceğe doğru aşan, “her dem taze” güzellikler taşımalarındandır.” 82
Cengiz Aytmatov da Peyami Safa’nın ifade ettiği soydan sanatçılar gibi, her dem taze güzellikler taşıyan, kıymetini sadece bugünle sınırlamadan sonsuz bir geleceğe doğru aşan, milletine ait binlerce yıllık bir macerayı uzak nesillere duyuran bir ebedî sözcü kimliğiyle karşımıza çıkmaktadır. Aytmatov; İsmail Gaspıralı, Abdülhamit Süleymanoğlu Çolpan, Abdurrauf Fıtrat, Mikail Müşfik, Ahmet Cevad, Hüseyin Cavid, Ziya Gökalp ve burada adını sayamadığımız ama hatıralarıyla, ortaya koydukları eserleriyle bugün kalbimizde yaşayan ulusuna ve yurduna bağlı kahramanlar halkasının Kırgız coğrafyasındaki ebedî temsilcisidir.
Cengiz Aytmatov’un hayatı, babaları zorla evlerinden kopararak geride eşleri dul, çocukları yetim bırakan XX. yüzyılın en büyük trajedilerinden beslenir. XX. Yüzyıl iki büyük dünya savaşına sahne olmuş, özellikle II. Dünya Savaşı yıllarında, milyonlarca insan Stalin terörü sonucunda hayatlarını kaybetmiştir:
“1937-1939 yıllan arasında uygulanan bu imha politikası sebebiyle, Sovyetler Birliği’nde yaşayan Türk topluluklarından bir milyondan fazla şair, yazar, gazeteci, din adamı, fikir adamı, eğitim görmüş okur-yazar olan her sınıftan insan, bu üç yıl içinde “halk düşmanı” ilan edilerek öldürülmüştür. Öldürülen şair ve yazarların adını anmak, eserlerini okumak ve bulundurmak şiddetle yasaklanmış, buna uymayanlar da aynı şekilde cezalandırılmışlardır. Sovyet rejimini ve ideolojisini benimsemeyen bütün insanların yok edildiği bu soy kırımı, tarihe “kızıl terör”, “kızıl kırgın”, “katağanlık” (yasak) yılları” ve “repressiya” olarak geçmiştir.”83
Modern/medenî dünyanın o zamana dek karşılaştığı ve bugün de yaptığı gibi sadece uzaktan seyretmekle yetindiği en büyük trajedilerden biridir bu. Aytmatov’un yaşadığı coğrafya “ölüm saçan makineler dünyası” haline gelmiştir. Bu büyük trajedi karşısında Albert Camus “Başkaldıran İnsan” adlı eserinde: “Kardeş insanların bu katliamı ile karşılaşan ozanlar bile, kendi ellerinin temiz olduğunu kıvanç ve övünçle haykırıp açıklıyorlar.”84 Derken, Aytmatov da Camus’un haykırdığı gerçeklerin dünyasında bulmuştur kendini.
Kapısını çaldığı her eve ölüm, kıtlık, yoksulluk, kan ve gözyaşı getiren II. Dünya Savaşı yıllarında, Stalin diktasının kendisinden olmayanı dışlayarak, devlet sobasında tüketeceği yakıt insan bulma ya da mankurtlar/modern mankafalar yaratma projesi içinde, milletinin varoluş sorunu ile yüzleşen bir yazar. Babası Törekul Aytmatov, 1937’de Stalin’in Kızıl kırgınında gözaltına alınır. Yıllarca kayıp babanın yolu gözlenir. Gözaltına alınışının üzerinden 20 yıl geçtikten sonra İçişleri Halk Komiserliği’nden gelen bir mektupta: “Törekul Aytmatov’la ilgili bilgi istemişsiniz, gelip cevabını alın” yazmaktadır.85 Cengiz Aytmatov, annesinin heyecanını görünce ağlamaya başlar: “galiba, kendisinden ziyade sevdiği insana için dua eden gerçek sevgi gücü budur.” Der. Kendilerine uzatılan “lanet olasıca kara kâğıt”ta ölmüş olan Törekul Aytmatov’un itibarının iade edildiği yazmaktadır. Dünyanın bütün anlamı uçmuş ve artık yaşam istekleri sönmüştür.
Aytmatov, sadece bu trajedilerden beslenmez. Aynı zamanda halk hikâyelerinin, destanların, masalların, efsanelerin halen canlı olduğu ve yaşandığı, kahramanlarının ruhlarının halk arasında dolaştığı bir çevrede yetişmiştir. Eserlerine bu güzellikleri taşıyan Aytmatov, eserlerinde politik propaganda kaygıları içerisinde olmadan sadece güzelliğe yürümüş ve geçmişten güzellikler derlemiş, eserlerinde millete ait en küçük bir hassasiyeti bile ihmal etmemiştir. Eserlerine atılacak küçük bir bakış bile onda asıl bünyeyi yapanın Kırgız milli kültürü olduğunu gösterecektir. Kendi milletini, coğrafyasını bilmeye, tanımaya, sevmeye başlayan Aytmatov için bu çaba milli edebiyat dediğimiz muammanın kendiliğinden halledilmesidir. Türk Edebiyatı’nın önemli isimlerinden biri olan Ahmet Hamdi Tanpınar’da 1940 yılında verdiği “Milli Edebiyata Doğru” adlı konferansta da Aytmatov’la aynı hassasiyeti paylaşmak ve evrensel yazar nasıl olunacağının da altını çizmektedir:
“Anadolu’nun her şehrinde, her kazasında ruhun nefha nefha estiği yerler var. Daha hiç kimse onlardan bahsetmedi. Hâlbuki Türk peyzajı, unsurlarının sadeliği ve telkin ettiği hislerin kesafeti itibariyle bahse değen bir şeydir. Bizi Avrupalıların kendilerinden aldığımız şeyler için beğenmesi ve bize hayran kalması mümkün değildir. Olsa olsa aferin der geçerler, bizde asıl bizim olan şeyleri tanıttığımız zamandır ki, bizi beğenip seveceklerdir; çünkü o zaman güzelliğin, kendi kendini tahakkuk ettirmenin yolunda kendileriyle müsavi göreceklerdir.” 86
I. Sovyet Despotizmiyle Yüzleşmek ya da Varlık Alanı Babadan Koparılan Yetim Kurban: Cengiz Aytmatov
Babasızlık, Batıda modernliğin önemli bir parçasıdır. Thoma’nın ifadesiyle, özellikle, Fransız İhtilali’yle başlayan babaların dünyasından kopuş/uzaklaşma, giderek etkisini arttırır ve ihtilal sonrası dönemde ataerkil babanın geçmişten gelen krallığını tamamen ortadan kaldırmak istenir.87 Ancak söz, babasızlıktan açıldığında, akla sadece modernlik değil, kapısını yokladığı her eve yokluk, kıtlık, ölüm getirmekle kalmayıp, ailenin temel direği olan babaları zorla evlerinden kopararak geride yetim çocuklar bırakan İkinci Dünya Savaşı gelir. Savaş meydanlarında hayatını kaybeden binlerce askerin her biri birer baba, savaş sonrası büyüyen çocukların her biri de birer yetimdir. Bu yetimlik sadece cismani/fiziksel anlamda değil, aynı zamanda zihinsel anlamda da bir yetimlik ya da kaybediştir. Aytmatov romanlarındaki kayıp babaları ve yetim çocukları da bu savaşın açtığı bu pencereden değerlendirmek doğru olur. Bu durum Korkmaz’ın ifadesiyle aynı zamanda bir varoluş problemidir: “Stalin diktasınca zorla evinden koparılıp katledilen ama yolları hep beklenen kayıp bir baba imgesi, İkinci Dünya Savaşı’nın her eve yokluk ve ölüm bırakan uğursuz yılları, soğuk savaş döneminin yakıt insan bulma ve mankurt yetiştirme paranoyası gibi felaketler, Cengiz Aytmatov’u gerçek anlamda varoluş sorunu ile yüzleşmeye yöneltmiştir.”88
Cengiz Aytmatov’un romanlarının önemli izleklerinden biri olan babasızlık ve yetim çocuklar; birbirine yakın bir kaç kaynaktan beslenir. Bu kaynaklardan ilki, Türkistan coğrafyasının 1917 Ekim İhtilali sonrası büyük sıkıntılarla ve hak etmediği bir şekilde karşıladığı yeni ve karanlık dönemdir. Bu yeni dönem, evlerinden/yurtlarından koparılan insanların “Ölüm ve Korku Günleri”yle dolu yok ediliş tarihidir. Kolektifleştirme, köylerde kolhozlaştırılma, dünyanın dört bir tarafına gönülsüz sürgünlük, hapis ve ölümler, ihtilal sonrası çekilen acıların kâğıda dökülen kısa listesidir sadece. Aytmatov’un babası Törekul Aytmatov “1937 yılında repressiyalanıp hakkında hüküm verilmiş”89 ve Stalin döneminde kızıl kırgına kurban edilmiş bir babadır, yazarın kendisi de yıllarca döneceği günü bekleyen bir yetim çocuktur.
İkinci kaynak, 1917 sonrası egemen olan ideolojinin, yerini sağlamlaştırmak adına dayatmaya çalıştığı yaşam biçimidir. Thoma’ya göre, Sosyalizm, aileye düşmanlığı gizleme ihtiyacı duymaz. Sovyetler birliğinin kuruluşundan sonra bu düşmanlığa uygun bir biçimde kolektif eğitimle kitlesel deneyler yapılır. Bunlar ideolojik direktiflere uygundur, ne var ki, bu durum aynı zamanda zaruretten doğar, çünkü savaş ve devrim milyonlarca çocuğu annesiz ve babasız bırakmıştır. İlk Sovyet yılları aynı zamanda büyük eğitim deneyleri, çalışma komünleri ve çocuk yurdu laboratuvarlarının devridir. Başlangıçta bir zaruret olan tüm bu kurumların ilerleyen yıllarda aileyi zayıf düşürmek amacına hizmet ettikleri bilinmektedir. 1918 yılında Milli Eğitim Kongresi’ndeki açıklamada:
“Biz çocukları aile yaşantısının zararlı etkisinden kurtarmalıyız. Bütün çocukları kaydetmeliyiz, açıkça konuşmak gerekirse, onları devletleştirmeliyiz. Yaşama gözlerini açtıkları ilk günden itibaren komünist çocuk yuvaları ve okullarının hayırsever etkisi altında büyüyecekler. Burada komünizmin abecesini öğrenecekler. Burada gerçek bir komünist olarak yetişecekler. Artık fiili ödevimiz; anneleri, çocuklarını Sovyet yönetiminin eline teslim etmekle yükümlü kılmaktan ibarettir.”90
denilmektedir. Bu düşünceler, Sosyalizm ve aile arasındaki ilişkinin değişen boyutuna da işaret eder. Babanın iki fonksiyonu vardır: Aile reisi ve geleneğin taşıyıcısıdır. Toplumun da dünyanın da direği babalıktır. Ancak koruyucu ve kollayıcı babanın yerine bir başka irade geçmekte ve deyim yerindeyse çocuklar devletleştirilmektedir. “Kuz Başındaki Avcının Çığlığı” adlı kitapta, Aytmatov, 1937 yılında Cumhuriyet yöneticilerinin kara listeye alınması ve babasının da bu listede adının geçmesinin ardından babasının nasıl yok edildiğinden söz ederken, babasının annesine söylediği sözlerle bu duruma vurgu yapar: “Çocukları alıp geri dön. Ben tutuklanırsam, “halk düşmanının eşi” diye seni de sorgulamaları, hatta sürgüne gönderme ihtimalleri var. Korumasız kalan çocuklarımızı ağlata ağlata “öksüzler yurdu”na gönderip soyadlarını değiştirirler.”91
Son kaynak ise, binlerce insanın istemeden kurban olduğu, binlerce ailenin babasız, erkeksiz, eşsiz kaldığı, binlerce ocağın söndüğü II. Dünya Savaşı’dır. İnsanın hiçbir yere ait olmadığına, kökeninin hiçlikte kaybolduğuna dair o elle tutulması zor duygu, daha savaş, babaları çocuklarından zorla koparıp almadan önce yayılır. Artık etrafta rastladığımız kayıp oğullar ve kızların işi çok zordur. Çünkü evlerinin adreslerini hiç bilmezler. Eve geri dönmek isteseler bile artık yolu bulamazlar. Aytmatov, bu zor durumu şöyle ifade etmektedir: “Evet savaş yıllarında eli silah tutabilen erkeklerin hepsi cephedeydi ya; ihtiyarlar, koca karılar, dul kadınlar ve çoluk çocuktan başka direği olmayan köye, on üç-on dört yaşındaki bizler büyük güç idik.”92 Aytmatov için sosyal, kültürel, siyasal, toplumsal ve simgesel anlamlar taşıyan “baba” figürüne ve babasızlık/yetimlik kavramına yazarın biyografisi bağlamında bakmak yararlı olacaktır. Aytmatov’un roman ve hikâyeleri incelendiğinde II. Dünya Savaşı’nın ve yazarın içinde yaşadığı dönemin şartlarının yazarın düşünce dünyasının şekillenmesinde çok önemli bir etkiye sahip olduğu açıkça görülmektedir. Onun eserleri bu acılı savaşın ve Sovyet rejiminin Türk halklarına yaptığı baskıların sayısız yansımalarını taşımaktadır. Açıkçası eserin oluşumu, yazarın babası ve yakın çevresindekilerin yaşadığı büyük acılarla yakından ilişkilidir. Daha hayatının ilk yıllarında kök ve geleneğin üzerinde hayat bulduğu varlık alanından yani babadan “kopartılan” yetim kurbandır Aytmatov.