Kitabı oku: «Bağımsızlık Dönemi Özbek Edebiyatı», sayfa 6
KÜL KEDİSİ HAKKINDA MASAL
Kül kedisi mavi gökyüzü ile yalnız kaldı
baktı gökyüzüne tam bir ciddiyetle
eğer o bin yıl önce doğsaydı var ya
ihtimal
umman altında boğularak ölürdü
eğer o milyon yıl evvel doğsaydı
dinazorlar bağırtısından
korkardı
baya
saksavul çiçekleriyle hayalini süsleyen mahluk
yıldızlara bakarak gümüş patikayı aşağıya indirdi
uçtu bulutlar üstünde ışıklar üstünde Ay’ın kara lekeleri üstünde
rüzgarın seslerini kalbinin derinliklerine oturtarak
gökyüzü penceresinde yabanilik kadar yabancılığı gördü ürktü girmedi
ışıklar da şafaklar da soğuklar da ona karşı yönelmekteydi
kocaman bir taşa başını vurdu parlak parlak alanları gördü
orada otlar çiçekler şebnem dilinde şakımakta idiler
bir yaprak başka bir yaprağa dermiş ki
bende daha henüz yaralmamış mahlukların listesi var
oku
ikinci yaprak kendisinde mavi renkli kirpiyi yansıtıyordu
nehir tohumunu buzdağı ve dere tohumunu
iyisini iyiye
kötüsünü kötüye
ayırmkta idiler
ses reng ile yer değiştiriyordu
yılan derviş hırkasını giyinip bir denemek istiyordu
cama benzer eşyalardan yapılan uçak gürüldeyerek uçuyordu
bakır çaydanlık fokurdayarak kaynarken karnı şişmiş canlı gibi yere
yıkıldı
o öyle düşündü ki yuvasına girdiğinde dışarıda kalan Sessizlik
hilelerini rüyasında görüyordur belki
şükür Yer sesi duydu
Ana kül kedisinin miyavlaması gibi sesi
(Aktaran: Marufjon Yuldashev)
FAHRİYAR (1963-)
Fahriyar (Fahriddin Nizamov) 1963 yılında Özbekistan’ın Nevai vilayeti, Hatırcı ilçesine bağlı Sengicuman köyünde doğdu. Şairin ilk kitabı “Derdin Şekli” 1987 yılında yayımlandı. “Ayalgu” adlı şiir kitabı 2000’de, “Geometrik Bahar” adlı kitabı ise 2004’te yayımlandı. Edebi ve fikri makalelerinden oluşan “Yenilenme Geleneği” adlı kitabı 1988 yılında neşredildi. Fahriyar, Pablo Neruda, Maris Çaklays gibi şairlerin şiirlerini ve T. Uinter’in “21. Yüzyılda İslam: Postmodern Dünyada Kıbleyi Bulma” (2001) adlı kitabını Özbekçeye çevirdi. Şairin birçok şiiri Rusça ve diğer dillere çevrildi. Türkiye Türkçesine aktardığımız şiirler şairin “Ayalgu” adlı kitabından alınmıştır.
HAYOT
Hayot, sen sharobsan, maysan bir suzim,
Yigirma to‘rt yilki to‘ymadim, ayo.
Yurar may ichinda g‘ussalar yuzib,
Soqiyo, aysh qayon, uqubat qayon?
Goho to‘yib ketar sevgimdan ayol,
Ko‘z yoshlar to‘ydirar – ichgum bir o‘zim.
Men sendan, baribir, to‘ymasman, hayot,
Ko‘zing och, ko‘zim och. Ochko‘zim – ko‘zim
Taxir bir sharobsan, o shirin hayot,
Sabrim kosasiga seni quyarman,
Icharman ko‘z yoshni ichganim kabi,
Toting unutmagay yodim umrbod,
Seni quyar jomim, nimkosam – sabr.
Men unga ayolning ismin o‘yarman.
HAYAT
Hayat, sen şarapsın, meysin bir yudum,
Yirmi dört senedir doyamadım, oy…
Mey içinde yüzer durur üzüntü,
Saki, işret nere, ukubet nere?
Bazen bıkmış olur sevgimden aşkım,
Göz yaşım bezdirir, içerim yalnız.
Ben senden usanmam, sıkılmam, yaşam
Gözünü aç, gözümü aç, Açgözlüm, gözüm.
Ekşi bir şarapsın, ey tatlı hayat,
Sabrım kasesine seni dökerim,
İçerim gözyaşımı içtiğim gibi,
Unutmaz hafızam tadını asla,
Seni saklar kasem, kadehim sabır.
Süslerim ben onu kadın ismiyle.
AKSILFALSAFA
Makon yo‘q,
Zamon bor.
Bordir zamonda
Ijaraga turgan moddiyun avlod.
Zamonga boqmagan avlod o‘zidan
Xudo tortib olgan makonni
Qaytarib berishni so‘rar dahodan.
Biroq daho tangri emasdir,
Uning qo‘lida
Faqat g‘oya bor.
Tirikchilik qilib bo‘lmas g‘oyada
U makon emas,
Zamon ham emasdir boqqaning bilan.
AKSİLFELSEFE
Mekân yok, Zaman var.
Vardır zaman içinde
Kirada oturan özdekçi evlat.
Zamana bakmayan evlat elinden
Tanrı geri almış mekânı
Tekrar vermesini ister dehadan.
Ama deha Tanrı değildir,
Onun elinde
Ancak erek vardır.
Yaşam sürdürülmez yalnız erekle.
O mekân değil,
Zaman da değildir, bakma boşuna…
AKSILEKOLOGIYA
Payhon qilar odamni ekin,
Tashbih nadur, dalalarning o‘zi biy.
Cho‘llar uni quvlab boradi,
Yo rabbiy.
Odam ketib borar,
Xudolarga yetmaydi
dodi.
“Qizil kitob”ga uni
Yozmoqqa esa
Yo‘q ekinning savodi…
AKSİLEKOLOJİ
Harcar, ezer insanı ekin,
Teşbih niçin, tarlalar bom boş
Çöller onu kovalar durur
Aman Tanrım…
İnsanlar gidiyor,
Tanrı duymaz
çığlıklarını.
“Kırmızı Kitap”a yazamaz
çünkü bilmez ekin
yazmayı…
***
Odam taroshlamoq bo‘lsangiz toshdan,
Toshni silang,
Imkon qadar ko‘rgazing mehr.
Toshlar faqat shafqat oldida
Himoyasizdir.
Toshga gullar tuting,
Nimpushti gullar -
Shafqat rangidagi gullarni tuting.
Tosh, albatta, cho‘zar qo‘lini,
Gulingizni olar,
Qo‘lingizni o‘par
Yig‘lab yuboradi, ishoning, shu tosh.
***
İnsan yapmak isterseniz taştan
Taşı okşayın,
Şefkat gösterin olduğu kadar.
Taşlar ancak şefkat karşısında
Savunmasızdırlar.
Taşa çiçekler sunun,
Ak ve pembe çiçekler
Şefkat renkli olsun çiçekler.
Taş mutlaka uzatır elini
Alır çiçeğinizi
Öper ellerinizi
Hatta ağlar, inanın, o taş
SANGIJUMONDA YOZ MANZARALARI
Saraton
Darmonday qurigan suvlar.
Buloqning ko‘zlari o‘yiq.
Suvsoq soylar ilon kabi bilanglab
Ketib borar
Suvloq yerlarga.
Bunda chanqamas quduqlar faqat.
Yozning chanqog‘in ko‘rib
Xijolatdan yerga kirib ketgan quduqlar.
SENGİCUMAN’DA YAZ MEVSİMİ
Yaz
Derman gibi kurumuş sular.
Pınarların gözleri oyuk
Susuz dereler yılanlar gibi
kıvrım kıvrım ilerler
sulu yerlere…
Burada susamaz kuyular ancak,
Yazın susuzluğunu gördüğü için
Utancından yere batmış kuyular
***
Seni sendan izladim,
Yo‘qsan.
Egalari ko‘chib ketgan uy kabi
Bo‘m-bo‘sh turibsan.
Faqat tashlandiq uyda
Esdan chiqib qolgan mushuk misoli
Ko‘ksingni ichidan
Tirnar bir nima…
***
Seni sende aradım,
Yoksun.
Sahibi göçüp gitmiş ev gibi
Bom boşsun.
Ancak terkedilmiş evde
Unutulmuş kedi misali
Tırmalar gönlünü
Bir şey durmadan
NAHOTKI
Nahotki,
paykalni
Ummondan bo‘lak
Mengzaydigan hech nimarsa yo‘q?
Nahotki,
Shu oppoq mavjlar ostida
Yotar cho‘kib ketgan ko‘hna tamaddun?
Nahotki,
Turkiston
Atlantida so‘zining
Tarjimasidir?
Nahotki…
ACABA
Acaba,
tarlayı
ummandan başka
benzetecek bir şey mi yok?
Acaba,
şu beyaz dalgaların altında
çökük uygarlıklar mı var?
Acaba,
Türkistan
Atlantis sözcüğünün
Tercümesi midir yoksa?
Acaba…
XAVOTIR
Vaqt sahrosi
Ketib borayotgan tog‘lar karvoni.
Burnidan ip o‘tkazilgan
tog‘lar karvoni.
Ortga o‘grilib qarolmaydigan
tog‘lar karvoni.
Darvoqe, yuk:
toshlarni kelajakka
tashib ketmoqda tog‘lar.
TEDİRGİNLİK
Zaman sahrası.
Gitmektedir dağlar kervanı.
Burnundan ip geçirilmiş
dağlar kervanı.
Geriye bakmaktan mahrum
dağlar kervanı.
Üstelik, yük:
taşları geleceğe
taşımaktadır dağlar.
***
Yurak uzlatnishin Yassaviy kabi
Yolg‘onchi dunyoni kechirib yashar.
Yurak-
Usmon Nosirga
hayotligida
Berilgan yakka-yu yolg‘iz mukofot.
Yurak qushdir.
Qafas bilan birga tug‘ilgan
qush.
Patlarini qonga botirib
She’rlar yozar OZODLIK haqida
***
Yürek inzivada, Yesevi gibi
yalancı dünyayı affedip yaşar.
Yürek,
Osman Nasır’a
hayattayken
verilen yegane mükafat.
Yürek kuştur.
Kafesiyle birlikte doğmuş
kuş.
Tüylerini kana batırarak
Özgürlük hakkında şiirler yazar.
***
Baxtiyor bo‘lishim mumkin emish,
Shunday yozilganmish peshonamga
Lekin men
o‘qiyolmadim
o‘sha yozuvni.
Ko‘zguga qaradim.
Peshonamga yozilganlari
Teskari ko‘rinar edi ko‘zgudan.
***
Mutlu olabilirmişim,
Şöyle yazılıymış alnıma.
Oysaki ben
okuyamadım
işte o yazıyı.
Aynaya baktım.
Alnıma yazılanlar
Ters göründü hep aynada.
OY HAQIDA RIVOYAT
Bir vaqtlar u qush edi -
humo.
Boshlar ham bor edi u qo‘nadigan,
Bo‘yin ham bor edi – qilg‘ulik tumor.
Bir kun uni tutib oldilar,
boshchasini uzmadilar, yo‘q,
kesmadilar u qo‘ngan boshni,
xonumonin buzmadilar, yo‘q.
Solmadilar, hatto, qafasga,
undan tuxum so‘ramadilar.
Tortmadilar go‘shtini so‘yib
sulton uchun tamaddiga.
Uni tutib oyoqlaridan
patlarini charxga tutdilar.
Qushning tanasidan tirqirab
qonlar oqishini kutdilar.
Qon oqmadi. Po‘lat patlarni
charx kukunday to‘kib tashladi.
Charxlangan humo
Oyboltaday yaraqlay boshladi…
AY HAKKINDA RİVAYET
Bir zamanlar o bir kuşmuş -
Hüma kuşu.
Başlar da varmış onun konabileceği,
boyunlar da varmış muska takacak.
Günün birinde onu yakalamışlar,
Başını koparmamışlar, hayır,
kesmemişler onun konduğu başı,
evini barkını da dağıtmamışlar, hayır.
Koymamışlar onu kafese, hatta
Yumurta yapmasını beklememişler.
Etini de pişirip getirmemişler
Sultan sofrasına.
Onu ayaklarından tutarak
tüylerini çarka tutmuşlar.
Kuşun gövdesinden fışkırarak
kan akacak diye ummuşlar.
Kan akmamış. Çelik tüyleri
Çark, toz gibi ufalayıvermiş..
Bilelenmiş hüma kuşu, artık
Ay balta misali parlayıvermiş…
XX ASR ODAMI
(A.Voznesenskiyga nazira)
To‘xtadim.
Ko‘lanka yo‘limni to‘sar,
Nahotki, bu o‘zimning soyam?
U lahzama-lahza o‘sar,
Dam-badam kattarar
tun kabi g‘oyat…
Old -zimiston. Yurib bo‘lmas.
Hayrona turdim,
Ortga qarab (muzday ter bosdi tanimni),
Quvib kelayotgan yurakni ko‘rdim,
Yurak o‘zimniki edi.
Tanidim…
XX. YÜZYIL İNSANI
(A.Voznesenskiyga nazira)
Durdum.
Gölge yolumu kesti.
Acaba, bu gölge benim mi yoksa?
Anbean yükselir,
Git gide büyür
gece kadar uzar…
Önüm zifiri karanlık. Yürünmez.
şaşkına döndüm,
Geri bakınca (buz gibi ter bastı tenimi)
Kovalayan yüreği gördüm,
Yürek benimkiydi
Tanıdım....
(Aktaran: Marufjon Yuldashev)
İKBAL MİRZA (1967-)
İkbal Mirza, 1 Mayıs 1967’de Fergana’da doğdu. 2005 yılında Özbekistan Halk Şairi unvanını aldı. Şiir kitapları: “Yüreğin Şekli” (1993), “Gönül” (1993), “Seni Özlüyorum” (1994), “Beni Hatırlıyor musun?” (2000), “Koşuklarım” (2004), “Seni Bugün Görmezsem Olmaz” (2005), “Eğer Cennet Gökte Olsa…” (2010), “Vatan Hakkında Koşuk” (2014) vd.
YURT QO‘SHIG‘I
Bobomning bayti bor yaproqlaringda,
Momomning tafti bor chorbog‘laringda.
Onamni eslatar rayhoning, yurtim,
Dadamning hidi bor tuproqlaringda.
So‘lim Xonoboddan Kiyiksoygacha,
Qutlug‘ ostonadan suyuk oygacha,
Chiroqlar yulduzdek porlar har kecha,
Mudom o‘t gurlasin o‘choqlaringda!
Tog‘laring bag‘rida limmo-lim tilsim,
Ming yilkim, mo‘ysafid Shohimardon jim.
Sangardak qo‘shig‘in sharhlay olar kim?!
Tillo qumlar o‘ynar buloqlaringda!
Mavlono Lutfiylar ulfatdir menga,
She’r lutfi eng totli suhbatdir menga.
Ulug‘lar ismi ham quvvatdir menga,
Tug‘yonim – o‘ynoqi toychoqlaringda.
Bir kuychi o‘g‘lingman, bayotim o‘zing,
Tilimning ostida novvotim o‘zing,
Bag‘rim, jonim o‘zing, hayotim o‘zing,
Dil torim qalampirmunchoqlaringda.
Qizg‘aldoqzoringda ko‘milib yotdim,
Billur shabnamlarda cho‘milib yotdim,
Dunyoni unutdim, o‘zni yo‘qotdim,
Men ham vatan bo‘ldim quchoqlaringda!
VATAN TÜRKÜSÜ
Atamın beyiti var yapraklarında,
Ninemin sıcaklığı var bahçelerinde.
Anamı hatırlatır reyhanın, yurdum,
Babamın kokusu var topraklarında.
Güzel Hanabad’dan Kiyiksay’a kadar
Kutlu eşikten sevgili aya kadar,
Lambalar yıldız gibi parlar her gece
Daima gürlesin ateş ocaklarında!
Dağların bağrında dopdolu tılsım
Bin yıldır yaşlı Şahimerdan sessiz
Sengerdek’in türküsünü kim açıklayabilir?!
Altın kumlar oynar pınarlarında!
Mevlana Lütfîler arkadaştır bana,
Şiir lütfu en tatlı sohbettir bana.
Uluların ismi de kuvvettir bana,
Çocukluğumu görürüm taylarında.
Bir ozan oğlunum, bayatım sensin,
Dilimin altında şekerim sensin,
Bağrım, canım kendin, hayatım sensin,
Kalbimin tarı karanfil çiçeklerinde.
Lale bahçelerinde uzanıp yattım,
Billur şebnemlerde yıkanıp yattım,
Dünyayı unuttum, kendimi kaybettim,
Ben de vatan oldum kucaklarında!
NAVRO‘Z QO‘SHIG‘I
Bahorni bilmagan ellarni ko‘rdim,
Bir chechak kulmagan yerlarni ko‘rdim.
O‘zingni sog‘inib keladi navro‘z,
Kaftingga ko‘z suray, dehqonim, yurtim,
O‘zingdan o‘rgulay, bog‘bonim, yurtim.
Chuchmoma chayqalib, chalar qo‘ng‘iroq,
Hayot hidin sochar uyg‘ongan tuproq,
Ildiz suvratini chizadi chaqmoq,
Kaftingga ko‘z suray, dehqonim, yurtim,
O‘zingdan o‘rgulay, bog‘bonim, yurtim.
Mehmonni chorlaydi sumalaklaring,
Qizlaring bog‘laydi jamalaklarin.
Saodatga ko‘prik kamalaklaring,
Kaftingga ko‘z suray, dehqonim, yurtim,
O‘zingdan o‘rgulay, bog‘bonim, yurtim.
Ey, kafti qadog‘u ko‘ngli yumshoq el,
Quyoshda qoraygan, yuragi oq el,
Duoga qo‘l ochgan, tilagi oq el,
Kaftingga ko‘z suray, dehqonim, yurtim,
O‘zingdan o‘rgulay, bog‘bonim, yurtim.
Muqaddas yering bor, qutlug‘ osmon bor,
Suyangan tog‘ing bor, dilda iymon bor.
Ulug‘ bog‘istonga buyuk bog‘bon bor,
Kaftingga ko‘z suray, dehqonim, yurtim,
O‘zingdan o‘rgulay, bog‘bonim, yurtim.
NEVRUZ KOŞUĞU
Baharı bilmeyen halklar gördüm,
Bir çiçek açmayan yerler gördüm.
Seni özleyip de gelecek Nevruz,
Ellerinden öpeyim çiftçim, yurdum,
Sana canım kurban, bağbanım, yurdum.
Kardelen sallanır, çalar çıngırak,
Hayat kokusu saçar uyanan toprak,
Kök, damar suretini çizecek şimşek,
Ellerinden öpeyim çiftçim, yurdum,
Sana canım kurban, bağbanım, yurdum.
Misafiri çağırır sumeleklerin,13
Kızların bağlardı saçlarını.
Saadete köprü gökkuşağın,
Ellerinden öpeyim çiftçim, yurdum,
Sana canım kurban, bağbanım, yurdum.
Ey, eli nasırlı, gönlü yumuşak el,
Güneşte kararmış, yüreği ak el,
Duaya el açan, dileği ak el,
Ellerinden öpeyim çiftçim, yurdum,
Sana canım kurban, bağbanım, yurdum.
Kutsal toprağın var, kutlu asuman var,
Yaslandığın dağın var, kalpte iman var.
Ulu bağ bahçene büyük bahçıvan var,
Ellerinden öpeyim çiftçim, yurdum,
Sana canım kurban, bağbanım, yurdum.
BUYUK IPAK YO‘LI
Qumlar sochib, yo‘l ochib, tasbehdek karvon o‘tar,
Tuyalarda chayqalib davr o‘tar, davron o‘tar.
Mushkni murchga, guruchni adrasga ayirboshlab,
Alakni bo‘zga, bo‘zni atlasga ayirboshlab,
Gohida insof bilan, gohida iymon bilan,
Yo‘lning tanobin tortib, tosh bilan, dovon bilan,
Birda aldab, birida g‘aflatda qolib o‘zi,
Goh yo‘lidan, gohida o‘zidan nolib o‘zi,
Turfa libos, dil bilan turli karvonlar o‘tar,
Nortuya odimidek vazmin zamonlar o‘tar.
Sahro – ulkan qumsoat. Qor to‘kilar oq qumday,
Tujjorning nasibasi gohi zahar-zaqqumday,
Lekin Ipak yo‘li bu – haq yo‘li, urfon yo‘li,
Insoniyat jismida jon yo‘li bu, qon yo‘li.
Shu yo‘l bois Rumoda chiniy jarangoslari,
Olmonlarda qo‘lma – qo‘l Samarqand qog‘ozlari.
Xurjunning bir ko‘zida xalvo-yu novvot ketar,
Bir yonda Samarqandiy kitobu dovot ketar.
“Adolat sari yurgil, yuzlangin ilm tomon!” –
Duoga juftlangan kaft, hovuch kabi Registon.
“Olam simobdek titrar, o‘zingdan bo‘lgil ogoh!” –
Ko‘z yummas Shohi Zinda – abadiy barhayot shoh.
Qancha savdogar bunda el bo‘lib qolib ketgan,
Ketganlari ma’rifat, ma’rifat olib ketgan.
Vale Buyuk karvonning yumushi bitgani yo‘q,
Hanuz yo‘ldadir, hanuz manzilga yetgani yo‘q.
BÜYÜK İPEK YOLU
Kumları saçıp, yol açıp, tesbih gibi kervan geçer,
Develerde sallanıp devir geçer, devran geçer.
Baharatı biberle, pirinci ipekle değiştirerek,
Kumaşı kaputla, kaputu atlasla değiştirerek,
Bazen insaf ile bazen de iman ile
Yolun boyunu ölçüp, taş ile derbent ile
Bazen kandırır, bazen kendisi kandırılır,
Bazen yolundan, bazen kendinden yakınır,
Türlü elbise, gönül ile türlü kervanlar geçer,
Deve adımları gibi vakur zamanlar geçer.
Sahra, büyük kum saati. Kar dökülür ak kum gibi,
Tüccarın payı bazen zehir zakkum gibi,
Lakin ipek yolu bu, hak yolu, irfan yolu,
Beşeriyet cisminde can yolu bu, kan yolu.
Bu yol ile, Roma’da çini kaselerin sesi,
Almanların elinde Semerkand kâğıtları.
Heybenin bir gözünde helva ve şeker gider,
Bir gözde Semerkand’in kitabı, hokkası gider.
“Adalete doğru yürü, yüzünü çevir ilim tarafına!”
Duaya açılan el, avuç gibidir Registan.
“Alem civa gibi titrer, kendine dikkat et!”
Göz yummaz Şah-ı Zinde, ebedi diri padişah.
Nice tüccar burada kalıp halka karışmış,
Gidenleri marifet, marifet alıp gitmiş.
Ama büyük kervanın işi bitmiş değildir,
Hala yolda gidiyor, menziline yetişmemiştir.
SHOHI ZINDA. SADO
“So‘ylagin jonlarga olovlar yoqib,
Suhbatdoshing gavhar tergandek bo‘lsin.
Lutfu karamingga, zavqingga boqib,
Hazrat Navoiyni ko‘rgandek bo‘lsin!
Shunchaki bir millat emasmiz-ku biz,
Iymoning tosh-metin qo‘rg‘ondek bo‘lsin.
Sening suhbatingga burar chog‘i yuz
Hazrat Naqshbandni ko‘rgandek bo‘lsin!
Har kimda xalqining g‘ururi, sha’ni,
Yov kiftida ari yurgandek bo‘lsin.
Senga qarab, sherni ko‘rgandek, ya’ni –
Hazrat Boburbekni ko‘rgandek bo‘lsin!
Ko‘ksingga tig‘ urib etmasin yara,
Hezlansa, xudoyim urgandek bo‘lsin.
O‘tli ko‘zlaringga, bastingga qarab,
Hazrat Temurbekni ko‘rgandek bo‘lsin!”
ŞAH-I ZİNDE. SEDA
“Söyle yüreklere ateşler yakıp,
Arkadaşın cevher dermiş gibi olsun.
Lütf u keremine, zevkine bakıp,
Hazreti Nevayi’yi görmüş gibi olsun!
Sıradan bir millet değiliz ki biz
İmanın taş, kale gibi sağlam olsun.
Senin sohbetini dinleyenler
Hazreti Nakşibend’i görmüş gibi olsun!
Her kimde halkının gururu, şanı,
Düşman omzunda arı varmış gibi olsun.
Sana bakıp, aslanı görmüş gibi, yani
Hazreti Babürşah’ı görmüş gibi olsun!
Göğsüne tığ batırıp etmesin yara,
Yeltenirse, Allah çarpmış gibi olsun.
Ateşli gözlerine, vücuduna bakıp,
Hazreti Timurbek’i görmüş gibi olsun!”
ONAM
Oy kabi qoshimda parvonam – onam,
Oftobdek mehrda yagonam – onam.
Boshimga tilla toj, ko‘nglimga taskin,
Tunu kun tilimda shukronam – onam.
Oltin-kumush asli – tosh bo‘lar ekan.
Onasizning ko‘zi yosh bo‘lar ekan.
Onasi bor – doim yosh bo‘lar ekan,
Mehr ummonida durdonam – onam.
Qayga borsam yo‘ldosh, hamroh taftingiz,
Sizdan baxt topdim, siz nima topdingiz?
Mudom manglayimda iliq kaftingiz,
Tole’imdan yorug‘ peshonam, onam.
Yonimda o‘g‘lim deb tursangiz, ona,
Yashayman g‘amlardan g‘olib, mardona.
Kelsangiz yuksalar g‘arib ostona,
Ketsangiz mung‘ayar koshonam, onam.
Ko‘rdim dunyo yetti mo‘jizasini,
Topmadim qalampirmunchoq isini.
Ko‘zlarimga suray bosgan izini,
Jannat bog‘laridan nishonam, onam!
ANAM
Ay gibi karşımda pervanem, anam,
Güneş gibi şefkatte yegânem, anam.
Başıma altın taç, gönlüme teselli,
Gece gündüz dilimde şükrüm, anam.
Altının, gümüşün aslı taştan imiş,
Anasızın gözü hep yaş olur imiş.
Anası olan daima genç olur imiş,
Şefkat ummanında inci tanem, anam.
Nereye gitsem yol arkadaşımdır sıcaklığınız,
Sizde baht buldum, siz ne buldunuz?
Her zaman alnımda ılık eliniz,
Talihimden parlak alnım, anam.
Yanımda oğlum deyip dursanız, anam,
Yaşarım, gamlara galip, merdane.
Gelirseniz yücelir şu garip kapım,
Giderseniz kederlenir köşküm, anam.
Gördüm dünyanın yedi mucizesini,
Bulamadım karanfilin kokusunu
Gözlerime süreyim bastığın izini
Cennet bağlarından nişanem, anam!
(Aktaran: Cansu Delibalta)
II. BÖLÜM
BAĞIMSIZLIK DÖNEMİ ÖZBEK HİKÂYECİLİĞİ
AHMAD AZAM (1949-2014)
Yazar, eleştirmen, senaryocu, televizyon muhabiri Ahmad Azam, 1949 yılında Semerkant vilayeti Comboy ilçesindeki Ğazira köyünde doğdu. 1971’de Semerkant Devlet Üniversitesinin Özbek ve Tacik Filoloji Fakültesini bitirdi. Aynı yıl Alişîr Nevaî Müzesinde çalışmaya başladı. Sonra Gülistan dergisi, Özbekistan Edebiyatı ve Sanatı gazetesi, Sovyet Özbekistan’ı Sanatı dergisi ve Özbekistan Yazarlar Birliği’nde çalıştı. Ahmad Azam siyasi faaliyetler de yürüttü. Birlik Halk Hareketi eş başkanı, Erk Demokratik Partisinin genel sekreteri olarak hizmet etti. 1999-2004 yıllarında Âli Meclis’e milletvekili seçildi. Ahmad Azam, 1995 yılından itibaren Özbekistan adlı televizyon kanalında baş editör ve genel müdür olarak çalıştı. Ayrıca Özbektelefilm stüdyosunun genel müdürü görevini üstlendi. Azam, Özbekistan televizyon kanallarının yüzlerce program ve belgeselinin yapımcısıdır. En çok tanınan yapımları arasında Özlük, Halkın Gönlü, Dördüncü Hâkimiyet gibi çalışmaları yer alır.
Azam’ın Ayın Çemberi, Bu Günün Devamı, Askartoğ Taraflarında, Gölgesini Kaybeden Adam, Hâlâ Hayat Var adlı hikâye kitapları, Mas’ul Söz adlı edebi-tenkidi makaleler mecmuası, Kendisi Evlenmeyen Görücü, Rüya yahut Gülistana Sefer adlı romanları yayımlanmıştır.
YAZMAYA GÜCÜMÜN YETMEDİĞİ VATAN HAKKINDAKİ ŞİİRİM
Eskişehir’in14 eski bir evinde yaşıyorum.
Küçücük bir ev, yazdıklarımla ona sığamadan, yukarıya, balahaneye15 çıkıverdim. Pencereden yalnızca çatılar, çatılar arasından başını çıkaran ağaçlar ve zaman zaman uçarak geçen kuşlar görünüyor; güneş ışığı doğrudan yazdığım kâğıtlara düşüyor, gözlerimi kamaştırıyor. Gürültü yok, her taraf sakin, “Neyin eksik, istediğin gibi doya doya yazmaz mısın” diyorum kendi kendime.
Ancak gönlüm rahatsız, nedense bomboş; balahaneye çıkmış olsam da aşağıdaki gündelik işlerimden kurtulmuş değilim. Yaşam kaygıları sanki ateşten sıçrayan kıvılcımlar gibi gelip kâğıtlarımın üzerine düşüveriyor… yazdıklarımda küçük, önemsiz şeyler çok; yücelik yok.
Gökyüzü açık, güneşin her zamanki gibi parladığı bir gündü, pencereden bakıp bunları düşünerek oturuyordum, birden çatılar gözüme farklı göründü: hepsi birbirine sıkı sıkıya bağlı, omuz omuza vererek, aşağıda yaşayan ailelerin samimi veya küsmüş olduğuna bakmadan, anlaşarak yaslanıp, birleşerek güneşleniyorlar gibi geldi… sanki erken ilkbaharda güneşte bir yanına yatmış, oradan buradan arkadaşça sohbet eden, her kafadan ayrı ses çıkarmayan kardeşler gibi… Birbirinin bu dünyadaki varlığına, akranlarının azalmamasına sevinip, bu sevinçlerini paylaşıp oturan, hâlâ kuvvetli, hâlâ geniş omuzlu olan yaşlı adamlar gibi… Kısacası, birbirini görünce yüzleri parlayan insanlar gibi…
Ağaçlar da çatıların arasından boyunlarını uzatarak, rüzgârda eğilip büküldükçe birbirinin hal hatırını soruyormuş gibi göründü.
Yine birbirine güç ileten elektrik kablolarının çatı başlarını bir araya getirmesi… Geceleyin evlerin birinde ışık sönse hepsi karanlık içinde kalır; ışık gelse hep beraber onu paylaşırlar…
Şimdi hepsinin tepesinde parlayan tek güneş, yükseklerde mavi renkte parıldayan yegâne gökyüzü!
Çatıların gölgesi birbirine düşmez; onlar, gökyüzünü, güneşi birbirinden kıskanmaz, tarlarda yer kapmak için cıvıldayan serçelerin kıskançlıklarına ilgisizdirler. Güya çatılar uyum içinde, etraf sakin, endişelenecek daha büyük mesele bulunmadığı için sıkılmış serçelere küçük şeylerden endişelenmekten başka iş kalmamış gibi…
Yükseklerden geçen büyük kuşlar çatılara bekçi, gökyüzünün göğsüne resim çizen kırlangıçlar haberci…
Bu görüntü…
Ah! Anlatamam.
Bu oturduğum yerde, balahanem, kâğıtlarımla beraber kendim de bu görüntünün bir parçasıymışım; görüyorum, gördüğümü okuyorum: daha bu hepsi değil, gözümün önündeki görüntü tasavvuruma sığmayan çok büyük, sınırsız manzaranın yalnızca bir kısmı, bir parçası diye düşünüyorum.
Bu bir yaşam, ben de onun içinde yaşıyorum: bunlar olmasa ben olur muydum?!
Tuhaf bir duyguya kapıldım.
Ben bu manzaranın ortasında oturuyorum, şimdi balahanemin çatısına çıkıp dört yana baksam, her yerde bu manzaranın parçalarını görür, sınırı olmayan, parlak halının ortasında, renklerinden gözleri kamaşan, sınırsızlığından aklı şaşan karınca misali hayretler içinde kalarak dururdum. Gönlüm arzulara kapıldığı hâlde, keşke bunları yazabilseydim diye düşündüm. İçimdeki bu duyguları kâğıda aktarsam: yazdıklarımı okuyanlar da şu çatıları, ağaçları, gökyüzünü, güneşi ve bu olağanüstü manzaraya bakarak kıvanç duyan beni de görseler, okurken benim gibi sevinseler… Ee, şair değilim ki! Şair olsaydım! Ancak şairler gibi heyecanlandım. Heyecanımı yazmak istedim, olsun, şiir olmasa da gönlüme göre: Dört duvarı tek çatıya birleştirip, âleme girip çıkılan bir kapı olsa ev olur; evin pencerelerinden gökyüzü akarak girer, evler birleşerek sıralanırsa sokak, sokaklar birleşirse köy olur; köyün yolları diğer köylere akar; köyler birleşerek çatılar birbirini omuzlarsa, kavşaklarda baş başa veren sokaklar toplaşırsa şehir olur; şehrin evleri güneşe bakarak büyür, yollarından tekrar tekrar köyler akar durur; şehirler, köyler, tarlalar, kırlar, yaylalar, sahralar, çöller, dağlar, nehirler evleri, ağaçları, ateşi, suları, toprağı, taşı, rüzgârları, canlıları ve insanlarıyla tek güneş, yegâne gökyüzü altında birleşirse Vatan olur, kooskocaman! Bu yaşayan hakikati kendimce şöyle kavradım: Vatan gözümün önüne geldi, boydan boya göründü, onun bağrında kendimi de gördüm: küçücük evimin üzerine kondurulan güvercinlik gibi balahanede oturarak, uçarak, vatanımın sınırsız suretini gönlümün aynasına sığdırmaya çalışırken onunla bütünleşmişim. Ben vatanımın verdiği yuvada yaşayarak, verdiği nimetlerden can, havasından nefes alıyormuşum. Ekmeğim de onun toprağından; yaşlandığım zaman da bu toprağa döneceğim! Hatta bu cümleleri yazdığım kâğıtlarım da vatanındır, ormanlarında büyüyen ağaçlardan alınmıştır. Bense bu zamana kadar bu kâğıtlara önemsiz şeyleri döktüm… Şimdi şükranımı şiirle ifade etmeye karar verdim. “Vay be, ne kadar büyükmüşsün vatan!” diye yazdım ama kuru laf olmuş; vatan için kuru laf söylenmez.
“Kâbe’msin, vatan!” diye yazdım, ancak kendim vatanımın tam bağrında, başkentinde oturuyorum, dört yanım Vatan… Eğilerek secde etmekten ziyade onun için koşturarak hizmet etmem lazım diye düşündüm.
“Şımarık oğlunum, Vatan” diye yazdım, ama yaşım kırka varmışken hâlâ çocuk gibi şımarıklık yakışmaz diye endişelendim.
“Vatan, sen evleri birbirine yaslayan, yolları birbirine bağlayan, şarkıları birbirini dinleyen, suları birbirini arayan, maksatları birbirine saygı duyan görkemli yuvasın, ancak kalbime sığarsın” diye yazdım. Düzgün gibi ama şiir olmadı.
“Vatan, ben senin…” diye yazarken birden durdum: deminden beri vatanı tarif edeyim derken meğer hep kendimi tıkıştırıyormuşum; sanki vatan hepimizin değil, yalnızca benimmiş gibi.
Sonra “Vatan, annemiz” diye yazdım, ancak köydeki annemin halinden iki aydır haber alamayışımı hatırladım, annesine ilgisiz olan bir insan olarak, nasıl olur da ağız dolusu vatan yani anne hakkında konuşurum diye düşündüm.
Başka da yazamadım, düşünmeye devam ettim, düşündükçe vatan büyüdükçe büyüdü, ben ise küçüldükçe küçüldüm…
Bir de baktım ki, kâğıda gözlerimi dikmiş, kalemimi zorlayarak yalnızca tek kelime fısıldıyorum: “Vatan”, “Vatan”, “Vatan…”
Bu kelimeyi sesimi çıkararak gürleyerek söyledim.
Öyle bir söyledim ki…
Birden pencere genişledi, gökyüzü yanıma geldi, kendim güneşin yanında yer aldım…
O tarafta durarak vatana baktım: çatılar çatılara, yollar yollara birleşmiş, köyler el tutuşmuş, dağlar ak kalpaklı başlarını göğe dayayarak, evet, biz böyle yükseğiz diye duruyorlar, ormanların nefesinde temizlenen havayı rüzgârlar insanlara taşıyor, rüzgârların şeffaf esintilerinde kuşlar yüzüyor, insanlar birbirine bakarak kafa sallıyor, muhtemelen selamlaşıyorlar, iyi şeyleri tasdik ediyorlar galiba… bunların hepsi gönlümde oluyormuş!
Kısacası şöyle: insanın vatanı anlaması için sürekli evde kalmayıp, biraz daha yüksek bir yere, gökyüzüne olmasa da en azından evinin çatısına çıkarak dört yanına uzun uzun bakması yeterli.
Önce kendisine bakıp…
Onun gönlü ayna olursa…
Bu ayna temiz olursa…
Şairlik yapamayışıma bu teselli oldu.
Şimdi bilmiyorum: yazarlığım bundan sonra nasıl olur acaba?
Bu duygu yarım bir devlet mi yoksa tam mı?
(Ahmad Azam, “Vatan Hakıda Yazışge Küçim Yetmegen Şe’rim”, Sayesini Yokatgen Adem (Hikaye, Novella va Kıssaler), Şark Neşriyati, Taşkent, 2004. s. 178-182.)
(Aktaran: Kamila Topal)