Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Cengiz Han'ı Aramak», sayfa 6

Anonim
Yazı tipi:

– Boncukların kaç tane?

Cengiz Han hiç düşünmeden sormuştu bu soruyu kıza. Kız soruyu duyunca önce cevap vermedi, biraz durdu ve “Otuz üç” dedi. “Otuz üç…” Cengiz Han hayretle bu sayıyı tekrar etti. Aralarında yine bir sessizlik oldu. Tungut Han’n kızı sivri sakallı Cengiz Han’ın bedeninin iki bacağının arasına nasıl girdiğini fark edemedi bile. Kız çırpındı, iki bacağının arasına bütün vücuduyla giren Cengiz Han’ın kuvvetli, kaslı bedeni kızın karşı koyan bedenini hissetmedi bile. Savaşlarda o kadar çok yara almıştı ki vücudunda yara izi olmayan yer yok gibiydi. Yaraları iyileşmiş ve vücudu nasırlaşarak sertleşmişti. Cengiz Han, Tungut Han’ın kızının iki bacağını, güçlü kollarıyla yukarı kaldırarak, kızın mahrem yerine keskin orak gibi girdi. Kızın şiddetle direnmesine rağmen sertleşmiş erkeklik organı yerini bulunca acı acı bağıran kız Cengiz Han’ın omzunu şiddetli bir şekilde ısırdı. Ona da önem vermeyen Cengiz Han kızın şıralı çiçek yaprağına konmuş arı gibi balını emmeye başladı. Tam bu sırada kızın sabrı tükenip beline sardığı yılanı fark ettirmeden çözdü ve parmağıyla başına bastırdığı yılanın tırnak gibi başını özenle bıraktı. İki kalçasını yukarı kaldırıp kızın üstünde terleyip gürleyen Cengiz Han’ın omzuna yılan zehirli dişlerini batırdı… Senden nefret ediyorum! Nefret ediyorum. Böyle bir şeyi beklemeyen Cengiz Han “tıs” diye ısıran yılanın sertliğinden korkup bağırdı. Bu sesi bekliyormuşçasına kapıda duran muhafızlar içeri girdiler. Onlar çırılçıplak Tungut Han’ın kızını saçından tutarak dışarı sürüklediler. Yılanın zehri bedenine yayılan Cengiz Han yerinde sırt üstü yatıyordu.

Cengiz Han’ın yatağına yılan sokup Tungutların intikamını almaktan vazgeçmeyen kızı iki ağaç arasına bağlayıp bedenini gerdirerek halkın önünde acılı bir ölüm cezasına çarptırmayı düşündüler ve bunu Han’a söylediler. Cengiz Han uzun uzun düşünüp hiç beklenmedik bir karar verdi.

– Tungut Hanı’ın kızını bana getirin!

Muhafızları elleri ayakları deve yününden yapılmış iple bağlanan kızı hanın huzuruna getirdiler. Hanı öldürmeye çalışan bu kızı muhafızlar fena dövmüşler, onun bedenini kanlar içinde bırakmışlardı. Ama kızın o güzel gözlerinde ne bir korku ne de bir pişmanlık vardı ve fener gibi yanan gözleri, yüzünden saçılan nefret duygusunu aydınlatıyordu. Kendine ölümün nasıl geleceği çok da umurunda değil gibiydi. Beşikteki çocuğuna kadar öldürülen Tungut Hanlığı’nın halkının, annesinin ve babasının öcünü almıştı nasıl olsa. Han’ın önünde boyun eğmeden bütün vakarıyla duruyordu. Cengiz Han hayatında aklın almayacağı bir sürü olay görmüştü, ama böylesine ilk defa şahit oluyordu.

Bütün bunlar olurken o çarpık bacaklı koca karının söylediklerini hatırladı. Yüzü bir ağ gibi buruş buruş olmuş bu koca karıya:

– Ben kadın için dövüşeceğim, kadın için savaşacağım, gerekirse kadın için bütün dünyayı fethedeceğim, demişti. Temuçin’in bu sözünü duyan yaşlı kadın: “O zaman sen bir kadının elinden ölürsün, diye azarlamıştı onu. İşte şimdi zamanında bu uyarıyı dikkate bile almayan Han koca karıyı, yüzünü ve söylediklerini hatırlıyordu. Ve koca karının söyledikleri, bu hatıraya dalıp gitti ve erkeksi Tun-gut Han’ın kızına uzun süre bakakaldı. Çünkü Tungut Han’ın kızının önünde diz çökeceğini, çığlıklar atacağını ve beni öldürme diye yalvaracağını düşünmüştü. Öfkelenmiş kızı gördüğünde bu düşüncesinin doğru olmadığını anladı. Karşısında onca erkeğin eline su dökemeyeceği kadar cesaretli bir dişinin durduğunun farkına vardı. Uzun uzun kızdan gözünü almadan bakakalan Cengiz Han kuvvetsiz ellerini kaldırıp kısaca kararını söyledi: “Bırakın gitsin! Ona at, üzerine kıyafet, torbasına bir avuç gümüş verin!” Cengiz Han’ın bu sözleri oraya toplananları şaşırttı. Askerleri de Cengiz Han’ın bu yanlış kararı yüzünden surat astılar. Cengiz Han’ın her dediğini yapan emirleri kınından çıkarılan kılıçları zorla yerine koyup Han’ın söylediğini yerine getirdiler. Yılanın zehri yüzünden sağlığı epeyce kötüleşmiş Cengiz Han yerinden kalktı ve gözüne dik dik nefretle bakan Tungut Han’ın kızına:

– Ben kılıçla epeyce aznavurun belini kırdım, dedi öfkeli bir sesle. Yeryüzünde çok düşmanımın soyunu kuruttum, toprağını yerle bir ettim, kökünü kazıdım ama hiç kendi seviyemdeki düşmanıma idam emri vermedim. Gerçek cengâverin, düşmanının değerini bilmesi lazım. Ancak düşmanının değerini bilen adam düşmanını yenebilir. Bu kız, kadın olsa da bana değerli bir düşman olabildi, ne için, halkı için, öç almak için. Başını eyerin terkisine bağlamak da gerçek cengâverin, değerli düşmanın yapabileceği şeydir. Kız olarak bunun gibi bir riski alan kişiye ben saygıdan başka, hürmetten başka izzet gösteremem. Benim ziynetim öyle olsun! Bırakın onu, dedi Cengiz Han ağır ağır konuşabiliyordu ancak.

Han’ın sözünü duyan halk “dua” diye bağırıyordu. Han’ın sözü sözdür, halk çiviyle yere sabitlenmiş gibi yerlerinde öfkeyle duruyordu.

– Yaptığınız doğru değil! diye Cengiz Han’ın yanındaki oğlu kımıldadı.

– Ben sözünü ikileyen bir adam değilim oğlum, dedi Cengiz Han dik dik bakarak. Bu sözü duyanlar susarak kendilerine çeki düzen verdiler. Onun yerine bunu zamanında fark etmeyen nöbetçileri asın, diye surat asarak, kızın beline yılan sararak geldiğini fark edemeyen muhafızların öldürülmesi için öfkeli bir emir verdi.

Ertesi günü Tungut Han’ın kızını Cengiz Han’ın söylediği gibi gönderdiler. Ona at verdiler. Üstüne kıyafet, torbasına bir avuç gümüş koyarak onu yolladılar, ama onun nereye doğru gittiğini kimse bilmedi. Batıya mı, doğuya mı, güneye mi, kuzeye mi? Bu kızın annesinin seneler önce genç Temuçin’e “yiğitliği öğrettiğini”, ikisinin sabaha kadar eğlendiğini hiç kimse, kendisi dışında kimse bilmedi. Çünkü Cengiz Han’ın elinde Tungut Han’ın kızının boynuna taktığı kızın annesinden yadigâr otuz üç tane mercan taşlı boncuğu kalmıştı.

Son eğlencesi böyle sona ermişti Cengiz Han’ın.

Cengiz Han’ın durumu gittikçe kötüleşiyordu. Zehrin gücü onu kuvvetinden ayırıp ayakta duramayacak kadar güçsüzleştirdi. İyileşeceğine bir damla bile umudu kalmamıştı. Göz açıp kapatıncaya dek canı bu dert yüzünden gücünü gittikçe kaybediyordu. Bir türlü iyileşememesi yüzünden her türlü dedikodu konuşuluyor, halk şüpheleniyordu. Fakat cesaretini yitirmeyen Cengiz Han’ın bu durumu, onun tam kalbine saplanmış ve kalbinde fokurdayan derin yaralar açsa da bu durumu hiç kimseye sezdirmiyor, düşmanlarına belli etmiyor, askerlerini hayal kırıklığına uğratmamak için gizliyordu. Böyle bir durumda bu haberin dışarı çıkmaması gerekirdi.

Cengiz Han yaşamdan umudunu kesmek üzereydi. Düşüncelerin karanlığında kederleri, tasaları ve korkularıyla baş başa kaldı. Alnı terlemiş, bitkin düşmüş içini bir kuşku sarmıştı. Kalbinde bir beze gibi duran ölüm ve hayat hakkındaki düşünceler sağlığı kötüleştikçe daha da sıkı yapışıyordu yakasına. Her türlü şeyi düşünür, rüyasında görürdü, iyice tasalanırdı. Dün rüyasında insan gibi konuşan gökyüzünü kaplamış binlerce karga, ateşte yanan beyaz eşekler görmüştü. Bu rüyayı görmektense gözü kör olsa daha iyiydi… Ölüm ona bu şekilde rüyalarla yaklaşıyormuş gibi geldi. Bu gördüğü felakette başındaki kavuğu yanan dilenciler, dervişler, falcılar, üfürükçüler de vardı. “Bir kadının elinden öleceksin!” diye kehanette bulunan yaşlı Şaman da gördüğü kâbusu yorumlayamayıp zorlanmıştı. Son günlerde Şamanı da rüyasında çok görüyordu. Kaderin hükmü, ölümün soğuk yüzü… Şimdi o beynini ezen düşüncelere bağlanıp cehennem ateşine düşmekten bütün hücreleriyle korkmaya başlamıştı. Yaradan’ın merhametini diledi içinden. Eğer hayat satın alınsaydı ölmeyecek kadar gücü vardı, bir tahıl ambarı dolusu hazinesi vardı. Cengiz Han şu anda hayatın acımasız kuralına boyun eğmişti, “doğdun, öldün.” Bu kelimeler Cengiz Han’ı kuvvetinden tamamen mahrum bıraktı. Onu paniğe sürükleyen ölüm korkusu, korkunç zorluğu, kıyamet zorluğu beynine bir kılıç gibi saplanmıştı.

İnsan ömrünü bir paçavra gibi değersiz gören, nice sarayları dümdüz edip halkının soyunu kurutan, dünyaya bela olan Cengiz Han’ın şimdi sadece kendine ait bir derdi vardı. Ölümü, hayatı, sadakati, külfeti, yaşamanın ne olduğunu anlamaya şimdi ruhunun bedenini terk etmek üzere olduğu hayatının bu lahzasında düşünüyor gibiydi. Kılıcından kan damlayan zorba Cengiz Han birçok insanı öldürmüştü, şimdi bu garipleşmiş, acınacak haline rağmen zamanında başsız bıraktığı gövdeleri, öldürdüğü insanları, yok ettiği aileleri aklına getiriyor, bunların vebalını iç çekiştirerek üzüntüyle düşünüyordu. Onlar da Cengiz Han gibi ölümle ömrün ne olduğunu anlayabilmişler miydi ya da anlayamamışlar mıydı? Bu sorular sıkıntısını daha da artırmıştı. Gözü ölüme, kılıcı kana doymayan açgözlü Cengiz Han’ın kalbini sonu gelmeyen bu düşünceler bir testere gibi kesiyordu. Belki onlara da Cengiz Han’a olduğu gibi hayat tatlı gelmişti. Ne ölü ne diri sayılabilecek bir durumda olan Han ölümden değil, öldürdüğü insanların vebalinden korkuyordu. Çünkü hem Tanrı’yı hem de ölümün varlığını hem de ölümün kendisi için de var olduğunu unutmaya başlamıştı… Bu olay onu yüzüne su serpmiş gibi uyandırdı. Halsiz düşmüş, takati kesilmişti, artık Han’ın içecek suyu, görecek günü bitiyordu. Gittikçe her şeyi hatırlıyor, her şey rüya gibi gözünde uçuşuyordu.

Yılanın zehrine ilaç bulunamadı.

Şaman Cengiz Han’ın yumruk gibi büzüşen kafasının ter içinde kaldığını görünce artık ölmek üzere olduğunu anladı. Bazen bitkin vücuduna yeni bir can girmiş gibi aniden uyanıyor sonra da yeniden uzun rüyasının dipsiz kuyusuna iniyordu… Cengiz Han, Şaman’a: “Gözlerimi kapattığım zaman yakınlarımı görüyorum, bu ne demek,” diye sorumuştu. Şaman şüpheyle “tövbe ediniz, tövbe ediniz” diye cevap verdi. Onu da anlayamayan Cengiz Han içinden tövbe ederek hayalini kurduğu düşüncelere tüm gücünü vererek yöneldi. Şimdi ise o kocakarı öbür dünyadan dirilerek gelmiş gibi gözlerinin önünde duruyordu. Yüzü buruşuk, elleri kurumuş, ağaç gibi şekli vardı. Cengiz Han öbür dünyadakiler canımı almak için şu kocakarıyı görevlendirmiş midir? Acaba canımı almak için bu soysuz yaşlı kadını mı göndermişlerdi? Onun bulanık belleğine bu düşünceler geldi… Kocakarı ağzına doldurduğu suyu Cengiz Han’ın yüzüne püskürttü, gözlerini yumup derin uykuya dalmadan, öbür dünyaya gitmeden önce benim nasihatimi dinle, dedi. Kocakarı yün gibi parça parça kılarak ne dua ediyor ne de ibadet ediyormuşçasına, sanki kirli bir camın öbür tarafında duruyormuş gibi uzun bir söze başladı… “Ey Tanrı ile taht kavgasına tutuşan zavallı kul, senin vücudun ikiye ayrılıp ruhun cesedinden ayrılmak üzere. Bana gök perdesi açıldı, bazı soğuk haberler bana malum oldu. Seni himayesine alan kara güçler cesedini kuzgunların önüne atıp kemiklerini mezar sıçanlarına bırakalım diyor. Lanetli bir bedduaya seni mahkûm edeceklerini söylüyorlar. Senin ruhunu teslim edeceğin saati bekliyorlar… Şu anda yakınlarını gördün, sen onlara hitap edeceksin ama onlar ne senin sesini duyabilecekler ne de buruşuk bedenini görebilecekler. Yakınlarının ağladığını görüp: “Ben öldüm! Ben öldüm!” diye tekrarlayacaksın. Ölümün inlettiğini de sızlattığını da tasasını da can acıtan hastalığını da hissetmeden ruhunu havaya kaldırılacak… Sen bundan korkma, tasalanma, ürkme, üzülme, bir tek Tanrı’ya yalvar, tövbe et ve pişmanlık duy. Önünde üstünde her tarafını alaca bulaca karanlık bürüyecek. Ardından tüm bedenini titreten korkunç bir duygu her yanını saracak. Sen bundan korkma, bu senin hayalinin yansıması. O korkunç karanlıktan anlamsız sesler, şiddetli bağırışlar duyulacak… “Vur! Öldür!” diye sesler kulaklarında yankılanacak. Bütün bunlar cehennem ateşine giderek yaklaştığının emareleri… Bundan da korkma… Daha da ilerle, sorgu meleklerine yaklaş! Ecele önce cesedini ver, sonra o ruhunu isteyecek. Cesedi Yaradan vermişti, canı da Yaradan vermişti, ama ruhunu Yaradan’ın eline geri verme, ruh sonsuz yaratılmıştır, ruh sonsuzdur… Ruh cezalandırılamaz… Ruha yeniden doğmanın, yeniden yaratılmanın kapısı sonsuza dek kapalıdır. O Tanrıların dünyasına da devlerin dünyasına da giremez, o sadece mahlûk dünyasına girebilir. Ama mutsuz ruhların ağı yayılıp onlar ruhun yolunu keserek iki ayrı yolu gösterirler. Bu yolların birine beyaz ışık yansıtılır, bu yol insanların dünyasını gösterir. İkincisi ise mavi ışıktır, bu da hayvanların dünyasını gösterir. Ruhun Yaradan’dan gideceği, rahatını bulacağı iki yer var… İkisinde de ruh yaşar. Ruh insanı hayvanın, hayvanı insanın yerine geçirebilir. Senin de ruhun asla yok olmayacak, ama ruhun da cezasının olduğunu unutma, senin ruhun da cezasını çekecek, o cezanın ne olduğunu biliyor musun? Ulu Cengiz Han’ın ruhu yüzyıllar sonra bedenini yılan sokan ve akıl hastalığına tutulan bir adamın bedenine yerleşecek. Döktüğün kanların, işlediğin soykırımların cezasını ruhun çekecek. Sen beni yılan soktu, ceza çekmeden gidiyorum diye düşünme, cezanın sonu yoktur, o ceza bir gün ardında bıraktığın soyunun gözünden, göğsünden çıkacak… Ceddin, senin döktüğün kanların, işkencelerin hesabının cevabını sonuna kadar verecek… Yaptığın işlerin cezasını onlar çekecek! Bedduaların soyuna kalacak!” diyen kocakarı can acıtan, hüzün veren sözüne son verdi. Cengiz Han nihayet ölüm denilen belanın onu yere doğru sürüklediğini, kendisinin de aslında sıradan bir insan olduğunu anladı. Yanlıştı. Hem kendisi hem de Tanrı hakkındaki o hadsiz düşünceler, sesi Ay’a kadar yükselen Ulu Han’ın Tanrı’yla kendisini aynı seviyede görmesi ve nihayetinde kanadı yolunmuş bir kuş gibi pat diye yere düşmesi, başparmak büyüklüğündeki kafasıyla mini minnacık bir yılanın onu yere yıkması… Ona üzüntü veren, canını yakan bir sebep daha vardı. Dünyayı fetheden, zenginliğini biriktiren Cengiz Han’ın, sayısını kendisinin de bilmediği kadar çok kadının zevkini tadıp şırasını emen Ulu Hakan’ın yaşadığı bu muhteşem günler ateşte sönen odun gibi küle mi dönüşecekti? Altından, gümüşten, akik taşının parlak nurunu göremeden, duyamadan ölüp gidecek miydi?

***

Ulu Cengiz Han’ın hayatı bir deveye su içirmek kadar kısa mı sürecekti? İnsanın dünyadaki hayatı bir kuşluk vakti kadar kısa mıydı? Neden insanoğlu ölümlü yaratıldı? Neden ebediyen yaşatılmadı? Bu garip dünyada neden her şeyin bir sonu vardı, Kim kaygısız ve tasasız yaşayabiliyor, dertten kederden uzak durabiliyordu. Hey geçici dünya, yalan dünya, yalancıların dünyası… Han şimdi uzun bir uykuya dalmıştı, yarı ölü, yarı canlı gibiydi. Artık kendini çok çaresiz hissediyordu… Cengiz Han bir zamanlar, ulaklarını, dünyanın neresinde olursa olsun, ölümsüzlüğün sırrını bilen bir âlimi bulup getirin diye uzak diyarlara gönderdiği günü hatırladı. Nihayet kırk gün kırk gece geçtikten sonra uzak dağlarda yaşayan, evrenin sırrını bilen, gümüş sakallı bir âlimi bulup getirmişlerdi. Ama ölümsüzlüğün sırrını bilen âlimi öylece getirmemişlerdi. Elini ayağını bağlamışlar, gözlerini siyah bir bezle kapatmışlardı… Kafası yumruk kadar, beyaz sakallı, çekik gözlü âlimi görünce Cengiz Han ona kibirle bakmış, ulaklarını onca bilginin âlimin arasından bula bula bunu mu buldunuz dercesine kızgınlıkla süzmüştü. Sıska âlim Cengiz Han’ın önünde diz çökmemiş soğuk soğuk bakıyor, dimdik ayakta duruyordu.

– Buraya gelme sebebinin ne olduğunu biliyorsundur, dedi Cengiz Han.

– Biliyorum, dedi az konuşan âlim.

– Biliyorsan söyle, dedi Cengiz Han sert bir şekilde. “Bu dünyada senin bilmediğin şey yok diyorlar.”

– Bilmediklerim bildiklerimden daha çok, dedi âlim.

– Benim için ölümsüzlüğün ilacını bul. Ben ebediyen yaşamak istiyorum.

– Ebedi yaşamın devası vardır, fakat ilacı yoktur, dedi âlim.

– Devası nedir, diye sordu Cengiz Han.

– Hayatın anlamıdır.

– Hayatın anlamı nedir?

– Hayatın anlamı insanın insan olarak kalmasıdır.

– Bu kadar mı, diye Cengiz Han bir anda galeyana geldi.

– Senin hayatın uzun sürecek, ikinci hayatın…

– İkinci hayatım mı? O da ne demek, dedi Cengiz Han.

– İkinci hayatın… Yani senin ruhunun hayatı, dedi âlim. Senin de ruh hayatın uzun sürecek. Fakat kırkıncı torununa gelince bir terslik ortaya çıkacak… Kırkıncı torunun akıl hastalığına yakalanacak, diyen âlim sustu.

– Akıl hastalığı mı? Cengiz Han’ın kızgınlığı yüzüne vurmuştu. Az kalsın âlimin başını vurdurtacaktı. Sonra kendini tutup âlimin dediklerine sabırla kulak verdi. Âlimi dinlemesinin başka bir nedeni vardı. Epey zaman önce dişlek dişli kurnaz kocakarı da buna benzer laflar söylemişti. Şu an âlim de aynı şeyleri dillendiriyordu. Biraz düşünen Cengiz Han âlimin başını vurdurtmaktan vazgeçti ve askerlerine “Çıkarın üzerindeki” kıyafetleri emrini verdi. Adamı o halde sokağa attırdı. Bütün ilminin kendine geçmesi için âlimin üzerindeki kürkü kendine aldı.

Saraydan çırçıplak çıkan âlimi görenler onunla alay etmeye ve onu küçümsemeye başladılar. Önce yaşlı adamı taş yağmuruna tuttular, yüzüne tükürdüler sonra da kudurmuş kızgın köpeklere kovalattılar.

O gece Cengiz Han uyurken bir rüya görmüştü. Kambur yaşlı kadın: Tanrı önündeyken ölümsüzlük iksirini sormamalıydın, giysilerini almamalıydın, halkın alay etmesine göz yummamalıydın. Yüzüne tükürtmemeliydin, köpekleri üzerine salmamalıydın. Onun bedduasını almamalıydın. Soysuz kalacaksın, diye adeta Cengiz Han’ı azarlıyordu. Bu olayı hatırlamıştı. Tanrı’dan özür diliyor, tövbe ediyordu. Böyle bir işten hayır gelmeyeceğini, işlerinin yolunda gitmeyeceğini düşünüyor, geleceğin ona iyilik getirmeyeceğini hissediyordu.

Yılanın zehri bütün vücuduna yayılıyordu…

Şaman Cengiz Han’ı esiri haline getiren kara güçleri, kötü ruhları, kanlı gözleri odadan defetti. Güçlü nefesiyle Cengiz Han’ı bir nebze de olsa ayağa kaldırabildi. Ancak Cengiz Han ömrünün son dakikalarının kaldığını kimseye belli etmek istemiyordu. O akşam Cengiz Han ruhunu günahlardan temizlenmesi, duasıyla cennetin kapılarını açıp cehennemin ateşinden koruması dileği ile Şaman’ın başını vurdurttu.

O gece Şaman’ın başı alındı.

Cengiz Han Şaman’ı öldürttükten sonra çok eskiden beri güvendiği ve her yerde yanında olan, tüm şartlarda yardımını esirgemeyen sağ kolu olan emirini yanına çağırdı. Bu olaya hiç kimse şahit değildi. Sadece ikisi vardı, uzun uzun konuştular.

Cengiz Han yaşamının son dakikalarında tüm vasiyetini en güvendiği adamı olan emirine söyledi. Kendi oğullarını da çağırtıp son öğütlerini verebilirdi, fakat onlar babalarının vefat etmesini bekliyorlardı. Amaçları babalarının ölümünden sonra kalan malı mülkü, hazineyi almak, tahta geçmekti. Bu yüzden bugüne dek Cengiz Han yakınlarından hiç kimseyi çağırıp da böyle şeyler söylememişti. Çorak tarlaları, ıpıssız çölleri, yüksek dağları ve suları geçerek savaşlar yapar, o savaşlarda oluk oluk kan dökülürdü. Bu şekilde bütün dünyayı yöneten yerin ve göğün hükümdarı Cengiz Han’ın Tungut Han’ın kızıyla geçirmek istediği bir gece onun ölümüne sebep olacaktı. Bu olay onu hep endişelendiriyor ve tedirgin ediyordu. Yüce Cengiz Han’ın son nefesini bu şekilde vereceğini kimse aklına getirememişti. Artık yolun sonuna geldiğinin farkındaydı. Eğer Cengiz Han’ın göğsüne bir hançer girse ya da yüreğine bir ok saplansa idi, meydanda mertçe can verseydi eşleri bağıra çağıra ağlar, askerleri bayrak çeker, oğulları hüngür hüngür ağlardı. Peki, ya şimdi? Cenazesinin bir Tungut Han’ın kızının yatağından çıkması ayıp değil miydi? Eğer Cengiz Han kahramanca ölseydi karılarının sesi göğe ulaşır, ağıtlar yakılırdı. Ölüye saygı için, feryat figan edilirdi.

Büyük adama büyük ölüm nasip olmadı. Ona rezil ve utanılacak bir ölüm nasip oldu. Hatta cenazesi bile kendi halkından saklanacaktı. Onun kimseye söylemediği bir sır vardı. Ayın tutulduğu gün öleceğini önceden biliyordu. Cesedini cinler, boynuzlu şeytanlar, kötü ruhlar, beddualı dilenciler, kargalar, kötülük getiren eşekler gözüne görünmeden etrafta dolaşıyorlardı. Onlar Han’ın ruhunun cehenneme gitmesini ve cesedinin böceklere, sıçanlara yem olmasını istiyordu. Aslan’a sıçan gibi ölmek, doğana karga gibi ölmek yakışmazdı. Cengiz Han bu düşüncelerden kendini uzak tutmak istiyordu, fakat olmuyordu. Onunla kimse alay edemez ve onu küçümseyemez, ona şaka bile yapamazdı. Kaç gündür aklından ölüm düşüncesi bir türlü çıkmıyordu. Ölümden korktukça ümidi o kadar büyüyordu ki yaşamının uzun sürmesini istiyordu. Ömür konusu onu çeşitli düşüncelere sokuyordu. Ölüm başa gelince insanı yere yıkar… Böylelikle tuhaf düşünceler bitmiyor, küçücük kafasına bunlar iyice takılıyordu. Sonunda ölüm onu sessizce değil büyük bir azapla aldı.

Cengiz Han emirine hayatının bitmek üzere olduğunu anlattı. Aslında emirinden başka onun güvenebileceği bir insan da yoktu. Emiri kadar Cengiz Han’a samimi, gönülden hizmet eden kimse de olmamıştı. Onu çağırıp ona son sözlerini söylemeye başladı: Sana vasiyetimi söylüyorum. Sakın bu anlattıklarımı kimseye söyleyeyim deme. Bunları senden başkası bilmemeli ve duymamalı. Hatta oğullarım, karılarım bile… Birazdan vereceğim görevlerin hepsini tek tek yapmalısın. Ölümüme sayılı günler kaldı. Ölürsem mezarımı derin kazmanı rica ediyorum. Sana şu altı tane keseyi veriyorum. Onları birbirinden ayıran şey renkleridir. Her biri farklı renkte. Ben ölür ölmez yedi gün yedi gece geçince bu torbayı dikkatlice açacaksın. İçinden yazılı bir metin çıkacak. Kâğıtta yazılı görevlerin hepsini kuralı bozmadan yazıldığı gibi harfiyen yapacaksın. Fakat şimdiden söylüyorum son torbada seni kendi tahtımın mirasçısı olarak gördüğüm yazısı var. Ancak tahta geçmeden önce beyaz torbadaki, sonra sarı torbadaki üçüncü olarak yeşil, siyah en son kırmızı torbadaki görevleri yerine getirmen ve bunların hepsini teker teker uygulaman lazım. Şimdiden ben diriyken tahtımı paylaşamayan oğullarımdan şüphem var. Onlara güvenmiyorum. Onlar sadece benim ölmemi diliyor, bekliyorlar. Sen ise hayatın boyunca bana canı gönülden hizmet ettin, hep yanımdaydın. Güvendiğim tek insan sensin. Ümidim sadece sensin.

Ayın tutulacağı gün yaklaşıyordu…

Yedi gün geçmeden Cengiz Han ölüme boyun eğdi ve hayata gözlerini yumdu. Bu dünyaya geldikten sonra gitmek de varmış. Gidip de geri dönmemek varmış…

Han’ın ölümünün üzerinden yedi gün yedi gece geçtikten sonra emir, Cengiz Han’ın ölmeden önce bıraktığı ilk keseyi açtı. Keseden rulo şeklinde katlanmış bir kâğıt çıktı. Kâğıdı kimseye göstermeden gizlice okudu. “Emirim sana Yüce Tanrı pir olsun. Ben diriyken seni nasıl en güvendiğim insan olarak görüyorsam şu an ölü iken de sana güvendiğimi söylemek istiyorum. Yedi gün yedi gece geçti. Sen şimdi bu torbayı açıp yazıyı okuyorsun. Neden beni yedi gün boyunca gömmeyin dememin sebebini biliyor musun? Planımda beni öldü sanan şeytanları oyalamak ölümümle onları kandırmak ve yeniden dirilmek vardı. Böyle düşünmüştüm. Ancak kendin de biliyorsun ki şu an çok uzun bir uykudayım.

Ruhum yedi gün sonra leylek gibi gökyüzüne uçacak ve gidecek. Senin söylediklerimden neyi yapıp neyi yapmadığını ruhum sayesinde öğreneceğim. Bugünden itibaren leylek gökte uçacak seni gözleyecek yaptığın bütün işleri bana iletecek. Neticesi eğer gökyüzünde uçan bir leylek görürsen o leyleğin ben olduğumu iyice belle… Leylek beyaz bir bulut gibi daima senin yanında olacak. O bulutların da benim gözyaşlarım olduğunu farz et…

Kemiklerimi nehir suyuyla yıkayın, vücuduma bal sürün. Sonra deve yününden yapılmış keçeye yedi kere sarın. Her sardığınızda bedenime ceviz yaprağı ile yeni biçilmiş yaş yonca koyun. Yol uzak, cesedimi gömeceğiniz yer de uzaktır. Yanına kırk muhafız, kırk at, yedi de deve al. O yedi devenin üstüne sarayda bulunan yedi sandığı koy, ama sakın sandıkları açma. İçinde ne olduğunu kimse bilmemeli. Hatta sen bile. İşte ilk şartım bu… Bir de yanında kırk at, kırk muhafızdan başka en güvendiklerinden yedi tane cellat ve yavrusu olan deve olsun. Yedi gün yedi gece yol gideceksin, sonra dağın dibinde tek başına duran yaşlı bir ceviz ağacı göreceksin. Ağacı görür görmez sarı keseyi aç. İçindeki yazıyı oku ve orada yazan görev ne ise onu yap. Sonra yola devam et. Yedinci gün gökte parlayan ilk yıldızı görünce cesedimi de yanınıza alarak gökyüzündeki kutup yıldızına doğru yürü. Karşınıza ne, ya da kim çıkarsa çıksın canlı olan her şeyi öldür. Cesedimin kimin tarafından götürüldüğünü ve onun nereye gömüleceğini hiçbir canlı hatta hayvan bile görmemeli, bilmemeli, hissetmemeli! Emirim seni uzun bir sefer bekliyor. Haydi yürü! Seni yüce Tanrı’ya emanet ediyorum!

İşte birinci keseden çıkan kâğıttaki görevler bunlardı.

Günün gecesinde ilk yıldız gökte görününce emir saraydan çıktı. Yanında kırk muhafız, yedi cellat, kırk at, yedi deve ve bir tane yavrusu olan deve vardı. Önüne çıkan bütün canlıları hemen öldürüyorlar, yürümeye devam ediyorlardı. Emir yaradılış olarak çok az konuşan, gizemli, içedönük birisiydi. Grubun önünde gidiyor muhafızlara eli ile işaret edip kaba bir tavırla emir veriyor, bazen de bir şeyleri dilinin ucuyla anlatıyordu. Cengiz Han’ın cesedi deveye sıkıca bağlanmış, kafilenin ilk sırasında gidiyordu. Hiç yorulmadan uzun bir yol yürüdüler. Üç gün, üç gece sonra kimsenin olmadığı bir yerden geçip ıssız bir dağa yaklaşmaya başladılar. Tam o sırada karşı taraftan belli belirsiz siluetler görünmeye başladı. Bu gölgeler emirin olduğu tarafa doğru yaklaşıyordu. “Gelenlerin etrafını kuşatın!” diye Emir, cellatlarına komut verdi. Bu arada askerler kılıçlarını kınlarından çıkarmıştı. Gelenler yaklaştığında emir sağ elini kaldırıp “Durun! Acele etmeyin,” dedi. Sonra askerler dağın eteğine, gelenlere doğru hızla hareket ettiler. Emir gelen kafiledekileri görünce tüyleri diken diken oldu. Gelenlerin ellerinde ne silah ne de binek atları vardı. Kıyafetleri yırtıktı. Boynundaki boyunduruklarını zar zor taşıyorlardı. Yüzleri güneşten kararmış, yara ile kaplanmıştı. Kirli saçları yüzlerini kapatmıştı. Eğile eğile son güçleriyle zar zor adım atıyorlardı. Artık onların yürüyecek hali bile yoktu. “Durun,” dedi Emir elini yukarı kaldırarak.

– Bunlar da kim? Nereden geliyorlar, dedi suratı asık bir şekilde.

Bu sırada sakin sakin at üstünde uyuyarak gelen ihtiyar, Emir’in sesini duyunca uyandı. Uykudan yeni uyanan ihtiyar, karşısında bulunan orduyu görünce titremeye başladı. İhtiyar, Moğolca ve Çince karışık ağzında bir şeyler geveledi. Emir onun konuştuklarının hiçbirini anlamadı… “Nereden geliyorsunuz? Kimsiniz? Nesiniz?” dedi emir. Ve kendi kendine fısıltıyla yine sordu: “Acaba, bunlar kim?”

– Bunlar mı? İhtiyar anlamamış gibi Emir’in gözlerine korkuyla baktı.

– İşte onu sana soruyorum! Emir’in öfkesi daha da hiddetlendi.

– Tanrı’nın lânetine uğramış casusları ıssız bir çöle götürüyorum.

– Neden? Bunların suçu ne? Emir kaşlarını çatmış, hiçbir şey anlamamıştı. Eğer suçları varsa hangi günahları için bunları götürüyorsun?

– Günahkâr bunlar. Hepsinin içine cin girmiş. İhtiyar, yaşlı birisini parmağıyla işaret ederek gösterdi. – İşte bu! Bu saçı kısa kadın çok kurnaz. Erkeklerden hiç farkı yok. O yüzden erkek görüntüsünde. Her zaman Tanrı’ya karşı çıkıyor. Şu ise kendi kızına eziyet çektiriyor, ötekisi yamyam, bu küçücük gözlü olan şair, aşktan başka konu ile ilgili şiir yazmayı bilmez. O büyük burunlu ise Han’ın karısının sevgilisi… Yanındaki de dünya düz değil yuvarlak diye tutturmuş… Tanrı hepinizin belasını versin!

Hele hele şu sert yüzlü, çekik gözlü herif, insan etiyle karnını doyuruyor. Yola çıktığımızdan beri kan istiyorum diye kudurmuş gibi ağzında salyalarla etrafa saldırıyor…

– Bunlara ıssız çölün ortasında ne yapacaksın? Acıma duygusu olmayana ölüm de yok, dedi Emir.

– Yook… Aslanım, bunun gibiler yeryüzüne sığmaz. Burada onlara yer yok. Bunlara ölüm bile az. Bunlar dünyaya öylesine gelmişler. Hepsinin üzerine yırtıcı kuşları saldırtıp cesetlerini kara çölün sıçanlarına ve böceklerine vereceğim. Aslanım iyice dinle. Bir cesedi kurt yerse cesedin kendisi kalır, tilki kemirirse aşık kemiği kalır, çakal yerse baldırı kalır… Eğer böcekler yerse hiçbir şeyi kalmaz… İhtiyar kaba saba konuşuyordu. Böyle kötü bir ölümden başka onlara çare yok…

Emir işin aslını anladıktan sonra meczupları öldürmek için oklarını boşuna harcamak istemedi. Zaten biliyordu bu günahkârları ölümün beklediğini. Bir de ileride yolun uzun olduğunu ve ulaşacağı yere varmak için uzun süre yollarda olacağını da iyi biliyordu. Derken aniden gökyüzünde bulutlar peyda oldu, yağmur yağmaya başladı. O anda gelen gruptaki meczuplardan birisi kudurmuş gibi bağırmaya başladı:

– Ben biliyorum! Hissediyorum! Siz boşuna gezmiyorsunuz buralarda. Aranızda bir ceset var. Onu gömeceksiniz. Ceset çürüyüp kokacağına hiç uğraşmayın bana verin. Ben yiyeceğim onu! Çok acıktım. Bunu söyleyen boynunda boyunduruğu ve ayaklarında demir zinciri olan yamyamdı. Evet, biraz önce ihtiyar onun hakkında konuşuyordu. Dış görüntüsü çirkin, elmacık kemiği küçücük olan dişlek yamyam gürültüyle yine bağırdı:

– Cesedi bana verin! Kemireyim!

Bu yamyamın çığlığı emirin öfkesini oldukça şiddetlendirdi. Yamyam yüksek sesle bağırdıkça gök gürlüyor, şimşekler çakıyor, bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu.

– Cesedi bana verin diyorum! Yemek istiyorum. Kemiklerine kadar yemek istiyorum. Tertemiz bir şekilde kemiririm ha! T-e-r-t-e-m-i-z! diye bağırıyordu yamyam.

Emir Cengiz Han’ın ruhunun onları takip ettiğini düşündü. Sonra elini yukarı kaldırıp “Bunların hepsini öldürün!” diyerek cellatlarına işaret verdi. Yağmurla birlikte hızla gelen ok, ilk sırada içine cin girmiş yamyama geldi. Ok ağzından girip kafasından çıkıverdi. Cellatlar bu meczupları göz açıp kapatıncaya kadar öldürüverdiler…

Üç gün yol yürümelerine rağmen önlerine hiçbir canlı çıkmamıştı. Bu durum emiri şüphelendirdi. Bunların kim oldukları, ne oldukları ve nereden gelip nereye gittikleri belli değildi. Eğer emir karşısına çıkanlara önem vermeden yürümeye devam etseydi rahmetli Han’ın dediklerini yapmamış olacaktı… Gökyüzünden onu takip eden Yüce Tanrı’yı hisseti…

Üçüncü gün emir, cellatları ve develeri ile sabah erkenden iki dağ geçidinin birleştiği yere, eski ceviz ağacının dibine geldi. Buraya gelince muhafızlarına ve cellatlara “Dinlenin!” diye emir verdi ve burada tek başına kaldı. Yalnız kalmasının başka sebebi de şuydu: Kimsenin olmadığı yerde sarı kesenin içindeki yazıyı açıp okumaktı. Ve yazıyı keseden çıkartıp okumaya başladı. “Emirim seninle gurur duyuyorum! Övgüye değersin. Hiç yorulmadan, usanmadan nihayet ceviz ağacına da ulaşabildin. Buraya sabahın erken saatlerinde gelerek iyi yaptın. Şimdi güneş biraz yükselince yaşlı ceviz ağacının gölgesi düşmeye başlayacak. O gölgenin ucuna doğru yürüyün. Giderken karşınıza büyük, coşkulu bir nehir çıkacak. O nehrin akışına karşı yürüyeceksiniz. Bu sizin bir gününüzün yarısını alacak. Ve bu yolda giderken artık gece olacak. Bu arada gökyüzünde kutup yıldızını göreceksiniz. Yıldıza doğru ilerleyin. Şafak sökene kadar iki tane dağ silsilesinden geçeceksiniz. Sonra nehrin ikiye ayrıldığı yere geleceksiniz. Buradan dümdüz batıya doğru gidin… Yol ilerledikçe tehlikeli bir yere geleceksiniz. Burada dar bir dağ geçidi var. Çok dikkatli olun. O dar dağ geçidinde akbabalar var binlerce. Ölü kokusunu uzaktan anlar ve size topluca saldırabilirler Emir’im. Dikkatli olur da aklı başında davranırsanız onlardan kurtulur ve dağ geçidinden geçersiniz. Sonra sarp dağlara geleceksiniz. Dağların arkasındaki düz yamaca geldiğinizde büyük bir taş göreceksiniz. Bu taşa gelince benim verdiğim üçüncü torbayı açacaksın Emir’im… Ama önce o yaşlı ceviz ağacını kökünden kesin. Sonra köklerini yerden kazıyın ve son filizine kadar ateşte yakın!”

₺74,15

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
01 ağustos 2023
Hacim:
10 s. 18 illüstrasyon
ISBN:
978-625-6981-81-2
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre