Читайте только на Литрес

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Kardeş Sesler 2014», sayfa 2

Anonim
Yazı tipi:

GAİP ÂDEM

Gaip’in bu sabah her zamankinden farklı bir hali vardı. Sanki bir şeyler arar gibi dışarı çıkmış, şimdi arka sokakları dar Cihangir semtindeki evinden hızlı adımlarla Taksim’e doğru çıkıyordu. Eski Kazancı yokuşunun olduğu sokaktan yukarı doğru yürümüş ve nihayet meydana varmıştı. Bir süre etraftaki insanların koşuşturmalarını seyretti. Sonra heykelin olduğu yere doğru yürüdü. Elli yaşına gireli birkaç hafta olmuştu. Yüzü ve saçları biraz daha değişmişti. Artık o bir delikanlı değildi. Bünyesinden bir şeylerin onunla vedalaştığını hissediyor ve bu durum yorgun bedenini daha da takatsiz bırakıyordu. Yere çöküp biraz nefeslendi. Oturduğu yerden başını mavi güzelliğe doğru kaldırdı ve “Bulmak için daha zamanım var.” diye düşündü.

Birden doğruldu, aklına bir şey gelmiş gibi Beyoğlu’ndaki İstiklal Caddesine doğru yürümeye başladı. Aslında aradığının ne olduğunu tam olarak kendi de bilmiyordu ama bir şeyler aradığı kesindi. Caddenin girişinde sağ taraftaki Fransız Konsolosluğuna ait binaya şöyle bir göz attı. Daha önce Fransa’ya gitmek için kim bilir buraya kaç defa gelmişti. Sonunda Fransa’ya gitmiş ve Paris’e yerleşmişti. Avrupa’nın konusunda en büyük ekolü olan Sourborn Üniversitesinde felsefe eğitimi almıştı. Zaman zaman Şanzelize’ye çıkmak ve oradaki sokak kafelerinden biri olan Kâffe de Paris’te o leziz Fransız kahvesinden içmek hoşuna giderdi. Hele kaldırımdaki sokak satıcılarını dolaşıp kitap almaya bayılırdı. Paris’in atmosferi onu hep bir başka türlü etkilerdi. Şanzelize’de gururla dolaşırken kendini tam bir Fransız gibi hissederdi.

Türkiye’ye döndükten sonra Avrupa kültürünü çok iyi bilmesi sayesinde İstanbul’daki elit çevreler tarafından hemen kabul görmüştü. O zamanlar Beyoğlu’na kadınlı erkekli arkadaş gurubuyla gelir, Madam Bovari’de oturup leziz Fransız mutfağı eşliğinde Avrupa’dan ve arada bir fakir Türkiye’den konuşurlardı. Bu konuşmalarda kendini Avrupalı olarak görür ve zavallı Türkler için de gerçekten üzülürdü.

Şimdi Beyoğlu’nda yürürken aklından bunlar geçiyordu. O artık yirmili yaşlardaki insan değildi. O zamandan bu yana belki çok fikir değiştirmişti ama Türkler konusundaki kanaati hiç değişmemişti. Biraz daha yürüdü şimdi bir kitap evinin önündeydi. İçeri girdi ve yeni basılmış kitaplara bakmaya başladı. Türk yazarlarının olduğu bölüme geldi Göz gezdirirken bir kitap dikkatini çekti. Adı “Kayıp İnsan”dı. Yazarı Ahmet Turğut’tu. Bu ismi daha önce hiç duymamıştı ama nedense kitaba karşı bir alaka hissetti. Satın aldı ve mağazadan ayrıldı. Yürürken karşılaştığı sokak satıcısından bir simit aldı. Türkiye’de yabancılaşmadığı tek şey simitti. Onu çocukluğundan kalma bir hatıra gibi hep içinde saklıyor, her gördüğünde büyük bir hasretle ona sarılıyordu. Şimdi Türk kültürüyle ilgili her şeye yabancılaşmış olan bu adam simide karşı koyamamıştı. Çünkü Türkiye’deki bazı şeylerin Avrupa’da karşılığı yoktu. Hele bir simidin sıcaklığını Avrupa’nın hiçbir yemeği veremezdi. Bunu çok iyi biliyor ama kendini bu ülkede bir yabancı gibi hissediyor, insanları anlamakta zorluk çekiyordu.

Bir de isminden oldum olası hiç haz etmezdi. İsmi Gaip Âdem’di. Adını sevmezdi. Bir gün olsun merak edip anlamına da bakmamıştı.

Yine arkadaşlarıyla Beyoğlu’na geldiği günleri düşündü. Zaman içerisinde hepsiyle çeşitli sebeplerden dolayı yolları uzak düşmüş, kendine itiraf edemese de aslında bu elit gurubuyla da çok iyi anlaşamamıştı. Şimdi İstanbul’un göbeğinde Beyoğlu’nda yalnız başına dolaşıyordu. Her zamanki gibi bir kafeye girmiş. Köşedeki bir masaya ilişmişti. Elindeki torbadan “Kayıp İnsan” adlı kitabı çıkarmış ve okumaya başlamıştı. Kitap ilginç bir şekilde kendisini içine çekiyor, okudukça romandaki karakteri kendine benzetiyor ve birçok ortak nokta bularak şaşırıyordu. Romandaki karakter gibi o da bu ülkede kendini köklerinden koparılmış bir yaban otu gibi görüyordu. Ne kadar çabalasa da insanlarla konuşamıyordu. Sebebini tam olarak kestiremediği bir şekilde itildiğini, yaklaşmaya çalıştıkça daha çok uzaklaştığını fark ediyordu. Ani bir hareketle başını kaldırdı ve insanlara baktı. Herkes kendi günlük telaşı içinde birbirleriyle bir şeyler konuşuyor ama kimse onun varlığını fark etmiyordu. Sanki o yokmuş gibi davranıyorlardı veya kendisi öyle hissediyordu. İçinden, ne tuhaf sanki ben bu köşede kaybolmuşum da kimse beni görmüyor” diye düşündü.

Biraz daha kitabı okuduktan sonra torbasına koydu ve oradan ayrıldı. Canı çok sıkılmıştı. Evine geri dönmeye karar verdi. Gaip Âdem, ne olduğunu bilmeden aradığı şeyi şimdi eskiden beri geldiği İstiklal Caddesinde de bulamamıştı. Bu kadar yürüyüşten sonra iyice yorulduğunu fark etti. Şimdi daha yavaş adımlarla Cihangir’in kıvrıla kıvrıla giden dar sokaklarından birinde olan evine doğru yol alıyordu. Evinin önüne geldiğinde biraz soluklandı. Merdivenler gözünde büyüyordu. Son bir gayretle hepsini teker teker çıktı. Nihayet en üst kattaki dairesine gelmişti. Kapıyı açtı ve içeri girdi. Ayakkabılarını çıkardıktan sonra salondaki televizyonu açtı. Kayda değer bir şey yoktu. “Ne yapmalı” diye düşünürken birden kendisine babasının neden bu ismi verdiğini sordu. Hayatında bu zamana kadar hiç yapmadığı bir şey yapmaya karar verdi. Yerinden doğruldu, kütüphanesinin olduğu odaya geçti ve satın aldığı kitabı çalışma masasının üzerine bıraktı. Eline Osmanlıca-Türkçe bir sözlük aldı. İsminin manasına baktı. Gaip, kayıp; Âdem ise insan demekti. Gözü az önce koyduğu “Kayıp İnsan” adlı kitaba takıldı. O an gözlerinden iki damla yaş süzüldü. Bütün insanlar gibi o da kayıp doğmuştu. Aradığı kendisinden başkası değildi.

(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 17.01.2014)

Azize KAYA


1979 yılında Sivas’ta doğdu. İlk orta ve lise öğrenimimi burada tamamladı. 1997 yılında Ankara’ya yerleşti. Evli ve iki çocuk annesidir.

Yazma serüveninin temelleri Rumeli göçmeni olan ailesinin hikâye ve masallarıyla atıldı. Sözlü edebiyatın güzel örneklerini babaannesinden dinledi. Her duruma uygun tekerlemeleri, manileriyle ve Kaf dağının ardındaki peri kızlarını anlatan masalları; çocuk yaşta değerlere farklı pencerelerden bakma fırsatını verdi. Edebiyatın zarif ve masum yanını büyüklerinin sayfalarca uzayan sevda mektuplarından öğrendi.

Her sohbetin edebiyata açılan bir kapısı vardı. Anadolu ve Rumeli kültürlerinin birlikte oluşturduğu ahenk her ne kadar yazıya aktarılmasa da çocuk ve ilk gençlik yıllarında Azize Kaya’yı edebiyata hazırlayan en önemli etken oldu.

Yıllarca hatıralarında ve günlüklerinde kalan yazma sevdası, 2012 yılında Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisiyle tanışması ile yeniden canlandı. İki yıl boyunca devam ettiği yazarlık atölyesinde Ali Akbaş Hocadan şiir, Osman Çeviksoy ve Ataman Kalebozan Hocalardan hikâye ve Hüseyin Özbay Hocadan deneme dersleri aldı.

Atölye çalışmaları yürütülen bu akademide yazdığı eserlerden bazıları Kardeş Kalemler ve Kurgan Edebiyat dergilerinde yayınlandı. Ayrıca belirli dönemlerde düzenlenen programlarla hikâye ve denemeleri okuyucuyla buluşturulup onların beğenilerine sunuldu.

Akademide geçen ilk yılın meyveleri “Kardeş Sesler 2013” adlı kitapta yayınlandı.

SERÇE

Bir süre perdenin arkasından süzülen güneş ışıklarının, kızının suratına çizdiği yaprak motiflerini izledi. Ne kadar masum ve çaresiz diye düşündü. Bir yıldır aktıkça çoğalan gözyaşlarını bu defa tuttu. Elleriyle yüzünü sıvazlayıp derin bir nefes aldıktan sonra her gün aynı umutla açtığı perdeye uzandı. Bahar mevsiminin ayrı bir güzellik kattığı çınar ağacının dalları cama kadar ulaşmıştı. Yıllardır aynı evde yaşamalarına rağmen; bu güzelliği hasta kızının yatağını cama yasladıklarında fark etmişti. Yazık, ne kadar çok şey kaçırmışım diye hayıflandı. Pişmanlık duygusunun içini ne kadar sızlattığını düşündü.

Son zamanlarda hep yaptığı gibi eşini işe uğurladı. Adam sokağı dönüp gözden kayboluncaya kadar pencereden baktı. Yıllardır unuttuğu aşk yeniden canlanmıştı içinde. Uyuyan kızını rahatsız etmemek için serum şişelerini yavaşça kaldırdı. İlaçlarını ayarladı. Eşinin yeni aldığı hikâye kitaplarını kızına okumak için sabırsızlanıyordu. Üzerinde küçük bir serçe resmi bulunan ve eve dönüş hikâyesini anlatan kitaba uzun uzun baktı. Kızına küçükken de kitap okumayı çok isterdi ama o kadar çok işi olurdu ki buna bir türlü fırsat bulamazdı. Hep ertesi gün için verilen sözlere itimadı kalmayan kız, bir süre sonra ısrarından vazgeçip kitapların sadece resimlerine bakar olmuştu.

Ayşen’in odasındaki kanepeye serdiği yatağı topladı. Kırlentleri yerleştirdi. O talihsiz günden beri eşiyle birlikte bu küçük ve rahatsız kanepede yatıyorlardı. Markası ve kalitesi için günlerce araştırdıktan sonra aldıkları konforlu yatak, odada üzeri örtülü duruyordu. Rahat bir uykuyu hiçbir şeye değişmediği günleri düşündü. Oysa şimdi kafasını nereye koysa orda uyuyabilecek haldeydi. Yine de bu yer hep kızının başucu oluyordu.

O acı günü hatırladıkça pişmanlığı artıyor ve kendini bir türlü affedemiyordu. Yine bu duygularla başladığı günlerden birine uyanmıştı. Belki de on altı yıldır, evinde bu son bir yılda geçirdiği zaman kadar vakit geçirmemişti. İş hayatı, arkadaşlar, toplantılar, sergiler, alış verişler… Dışarıda olması için o kadar çok neden vardı ki… Hafta sonları dahi mutlaka bir programı olurdu. Bu yüzden küçükken kızlarının bakıcısıyla hafta sonları da dâhil anlaşmışlardı. Yıllar hızla geçmişti. Artık evi pansiyon gibi kullanan üç kişiydiler. Evde olduklarında bile ayrı odalarda yaşıyorlardı. En çok da bunun için üzülüyor; ona daha fazla vakit ayırabilseydim tüm bunlara engel olabilirdim diye düşünüyordu.

Evde çok vakit geçirmiyorlardı ama yine de bu durum oldukça gösterişli eşyalarla döşenmiş bir dairede yaşama isteklerinden vazgeçirememişti onları. İtinayla ve bir hayli çabayla oluşturdukları ihtişamlı ev artık hiçbir şey ifade etmiyordu. Bulunduğu odaya şöyle bir baktı. Ayşen’in özel yatağı, başucundaki komedin, kanepe, televizyon ve kitaplık… Aslında yaşamak için ne kadar da az şeye ihtiyaç var diye düşündü.

Hayatının bu kadar hızlı değişmesine inanamıyordu. Yirmi yıllık bir iş hayatının ardından tam da her şeyin en iyi gittiğini düşündüğü bir zamanda nasıl da bir kalemde silivermişti bütün o yılları. İyi bir kariyer uğruna senelik izinlerini bile kullanmaktan imtina eden Leyla şimdi işi bırakmış ve kızının yanından ayrılamayan fedakâr bir anne oluvermişti. Bütün bu yaptıkları vicdanının rahatlamasına yetmiyordu.

Öğlen olmak üzereydi, vakit gelmişti. Hemen eşini aradı. O ise çoktan yola çıkmıştı. Ayşen tam bu saatlerde uyanıyordu. Adam yıllardır öğlen yemeklerini işyerinde yemesine rağmen artık eve geliyor Ayşen’in kahvaltısını elleriyle yaptırıyor ve yeniden işine dönüyordu. Bir saatlik öğlen tatilinin yarısı yolda geçse de buna hiç aldırmıyordu. Leyla kızın kahvaltısının yanında biri için daha yemek hazırlıyordu. Küçük tabağa suyla yumuşatılmış ekmek kırıntılarını koyup pencereyi açtı. Tabağı mermer küpeşteye yerleştirdi. Yanına bir de su kabı bıraktı. Kapı çalındı eşini dudağında küçük bir gülümsemeyle karşıladı.

İkisi de biliyordu o acı günün yıl dönümü olduğunu yine de tek kelime etmediler. Gencecik kızlarını banyoda elinde bir şırınga ve koluna bağlanmış lastikle baygın halde buldukları o günü asla unutamamışlardı. Aylar süren koma hali, hastane kapısındaki çaresizlikleri… İkisi de Ayşen’in gözlerini açtığı anda o zor günlerin bittiğini sanmıştı. Oysa gerçek kısa zamanda anlaşıldı. Beyni büyük bir hasar alan yavruları koca bir bebekten farksızdı. Nasıl bu hale geldiklerini ve neden fark edemediklerini düşündüler günlerce. Yapmak zorunda oldukları, erteleyemedikleri çok şey vardı ve tüm bunlar kızlarının içine düştüğü buhranı görememelerine sebep olmuştu. Ve şimdi hayat en acı dersini veriyordu.

Aylar sonra eve getirdikleri evlatlarına yeniden konuşmayı ve yürümeyi öğretmeye çalışıyorlardı. Elleriyle besliyor hikâye kitapları okuyor ve onunla birlikte yeniden hayatı yakalamaya uğraşıyorlardı. Günlerce sabırla bir tepki versin diye beklediler. Bir gün kızın camdaki serçeyi fark ettiğini anladılar. Ayşen cama bakıp tıpkı bir melek gibi gülümsüyordu. O gün bu gündür evlerinin en kıymetli misafiriydi minik serçe. Onun yemekleri de itinayla hazırlanır ve gelmesi beklenirdi. Serçe ise ne kadar mühim bir görevi olduğundan habersiz mermere konulmuş ekmek ve suyu bitirip kendini çınar ağacının kuytu kollarına bırakırdı.

Adam karma karışık düşüncelerle içeri girdiğinde Ayşen gözlerini açmıştı. Kızının alnına kocaman bir öpücük kondurdu, saçlarını eliyle düzeltti. Kadın kahvaltı tepsisiyle içeri girdiğinde penceredeki küçük misafir de gelmişti. Serçe başını suya daldırıp çıkarıyor ve arada bir içeriden kendisini seyredenlere selam verircesine küçük gagasını cama vuruyordu. Kız birden heyecanlandı ve bir takım sesler çıkarmaya başladı. Annesi ve babası bir umut ağzından çıkabilecek tek bir kelime için elleri yüreklerinde bekliyorlardı. Kadın yıllar öncesini hatırladı. Ayşen daha altı aylıkken ilk defa konuşmuş ve baba demişti. Bir taraftan ilk kelimesini duyduğu için mutlu olmuş diğer yandan da neden anne demedi diye üzülmüştü. Evde günlerce tartışma konusu olmuştu bu ilk kelime. Oysa şimdi konuşsun da ne söylerse söylesindi.

Kız dilini ağzında döndürüyor ve konuşmak için zorluyordu kendini. Serçe ise kanatlarını olabildiğince açmış uçmaya hazırlanıyordu. Tam havalanmıştı ki Ayşen boğuk bir ses çıkardı. Kadın ve adam o an hayatlarının en özel kelimesini duyduklarını düşündüler. Ayşen masum bir bebek edasıyla kurmuştu tek kelimelik cümlesini.

“Serçe”

(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 05.01.2014)

BEN

 
Ben susarım konuşmak yerine
Susanları duyarım konuşanlara inat
Kelimeler silinirken kâğıdımdan
Ben manayla uçarım kanat kanat
 
 
Ben rüyayım ayık görülen
Hatırlanmaz ve silinmez
Bir şuayım efsunlu gecede
Benden öteye yol bulunmaz
 
 
Ben sahrayım uçsuz bucaksız
Göğsüm çileli çiçeksiz ve ıssız
Acıyla ıstırap biter bahçemde
Bir ömür vuslata şafaksız
 
 
Ben ölümüm son olmayan sonsuz
Katranım siyah ve zamansız
Yollar tükendiğinde açılan pencereler
Bir gök gösterir ki sehersiz tansız
 
 
Ben garip ve umarsız bir aşkım
Bir çağlayandan daha taşkın
Pusuda kalmış bataklık serçesinin
Tutsak bakışları kadar şaşkın
 

(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Şiir Atölyesi, 2013)

AŞKI ANLAT

 
Aşkı anlat bana anne
Al başımı göğsüne ve sıkıca sar
Neden aşk bu kadar can yakar
Neden uçurumla eş değerdir yar
 
 
Ağlamadan kurudu gözyaşlarım
Azdı yaram yine kanar sızlarım
Uçup giden yıllara inat
Mercandan yapılmış aşkları anlat
 
 
Bana vefayı anlat anne
Yar uğruna çekilen cefayı
Vefasızın sürdüğü sefayı
Bana yok olan sevdayı anlat anne
 
 
Anlat ki bir daha inanamayayım
Anlat ki bir gülen göze kanmayayım
Yine de çok yakma canımı
Aşkı yok oluş sanmayayım
 

(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Şiir Atölyesi, 2013)

ÇOBAN ÇEŞMESİ’NE NAZİRE

 
Aşığa set olan dumanlı dağlar,
Figanım duyar mı çoban çeşmesi.
Irmaklar tutuşur, semalar ağlar
Bahardır yaprağa çoban çeşmesi.
 
 
Gönül gözü ile yâri görünce,
Şirin mihrap oldu dua boyunca
Ferhat safa ile aşka varınca
Divan dur şafağa çoban çeşmesi.
 
 
Derdimin dermanı sendedir derdi,
Göğsüne taş atsan yâre değerdi,
Yolcuya su diye soğuk mey verdi,
Mahzendir aşığa çoban çeşmesi.
 
 
Menzile varmayan yolu gören bu,
Ah ile Kereme odu veren bu,
Aşığın içinde yara bere bu,
Merhem ol yüreğe çoban çeşmesi.
 
 
Leyla duvağına güller takar da,
Yâri mecnun olmuş gezer sahrada,
Sineyi soğutmaz, ufku yakarda
Yağmur ol afaka çoban çeşmesi.
 
 
Şair şiirini aşkına bağlar,
Sevdayı azıcık cemale yeğler,
Değişse de zaman değişse çağlar
Damladır dudağa çoban çeşmesi.
 

(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Şiir Atölyesi, 2013)

Bünyamin ZİLE


1963 yılında Kazan ilçesi Sancar Köyü’nde doğdu. İlkokulu doğduğu köyde okudu. Ortaokul ve liseyi Kazan’da okudu. Ankara üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdi. İçişleri Bakanlığı’nda APK ve İl Planlama Uzmanı olarak çalıştı. Şu an Kazan Belediyesi’nde çalışmaktadır.

Yazıları çeşitli dergi ve internet sitelerinde yayınlanmıştır.

Evli ve iki çocuk babasıdır.


HİKÂYE:

Geçmişten Gelen Hüzün


DENEME:

Budapeşte Seyahati

GEÇMİŞTEN GELEN HÜZÜN

Akşam yemeğimi yemiş, televizyonun karşısına geçmiş, haberleri izliyordum. “Baba bu kitabın içerisinden çiğdem kurusu çıktı” diyen kızımın sesiyle irkildim. Otuz yıl geriye gittim bir an. Güneşli bir Mart gününe;

Hayatımın baharını yaşadığım o yıllarda; yaptığım hataları affettirmek için üç beş günlük ömrü olan Çiğdem çiçeğinden medet ummuştum. Nasıl da heyecanla kırlara çıkmıştım. Baharda kanı kaynayan azgın bir at gibi sağa sola koşarak nasılda hızla toplamıştım çiğdemleri. Avazım çıktığı kadar bağıra bağıra sevda türküleri söylemiştim. Nefes alıp dinlenmem için bir çeşme başına oturmuş, hayalimde; dizime yatırdığım sevgilimin saçlarını parmaklarımla taramıştım. Sonra bana bakıp tatlı tatlı gülümserken çiğdem çiçeklerinden yaptığım tacı takmıştım alnına, Yeşil, Mor, Sarı, Siyah Beyaz, Mavi ne güzelde uyum sağlamıştı kırlarda.

Fakülteye başladığımız ilk günlerde tanımıştım onu. Alnına taktığı bir taçla omuzlarına dökülen siyah saçlarının yüzünü kapatmasını önleyerek, bütün güzelliğinin gün ışığına çıkmasını sağlardı. Bir de sürekli gülerdi. Gülmeleri çekmişti dikkatimi ilk olarak, sonra sade giyinişi, abartısız makyajı, yüzünden okunan saflığı onu diğerlerinden ayırıyordu. İlk dersten beri, hep önümdeki sırada otururdu. Bense onu izlerdim. Hiçbir hareketini kaçırmazdım. Derste çok güzel notlar tutardı. Tuttuğu notları istememle başlamıştı ilk konuşmamız. Sonra kütüphanede ders çalışmalar. Kızılay’da gezmeler, Sakarya’daki barlarda küçük kaçamaklar. Menekşe’de sinema günleri…

Adı konulmamış arkadaşlığımız vardı, ikimiz de yüreğimizde bir şeylerin olduğunu hissediyorduk. Bunlar sözlere dökülmüyordu belki ama gönülden kopan duyguları gözlerimiz anında birbirine yetiştiriyor, gerçeği haykırıyorlardı.

Bir gün öğle yemeğine davet etmişti beni. Nedendir bilinmez içimden hayır demek gelmişti. “Ben aç değilim, iştahım yok, sen git istersen” dedim. Aradan geçen çok kısa bir süre sonra lokantaya gittiğimde tam karşımdaki masada oturmuş bana bakıyordu. Utandım. Bir şey söyleyemedim. Sonraki günlerde onu her gördüğümde görmezden gelmeye başladım. Kaçtım ondan uzun süre.

Kaçışıma bir anlam veremiyor, konuşmak için her çareye başvuruyordu. Ama nafile kutuplardaki bir buz kütlesi olup çıkmıştım. Beni görünce gözleri buğulanıyordu bazen. Bazense yüzünde yaz gülleri açıyordu ama nafile. Konuşmak için yanıma gelen arkadaşlarına da yüz vermiyordum. Zamanla uzaklaşmaya başlamıştı benden…

Sevmekten ve aşık olmaktan korkmuştum! Nasıl severdim! Okuluma devam edebilmek için akşamları simit satıyordum. Cumartesi, Pazar ise pazarcılık yaparak okuyordum. O şehrin en lüks semtinde tiyatro, bale ve operalarla büyümüştü. Bense elinde değnek kuzu çobanlığı yapmıştım. O bakımlı bahçelerde bülbül sesleri arasında büyümüştü. Naif bir ruhu vardı. Bense atmacaların serçeleri yakalamasını seyretmekten zevk alırdım. Hatta bazen sapanımla serçe, güvercin vurduğum bile olurdu. Zor doğa koşulları ruhumu da kabalaştırmış, katılaştırmıştı. Naiflik ne gezerdi bende. Nasıl anlaşabilirdi ki dağların dikeni, bağların gülüyle. En iyisi kaçmaktı. Ben de kaçıyordum. Kendimden kaçıyordum aslında. Okulu bitirmem lazımdı. Ya ona kapılırsam, ya bitiremezsem okulu. Acı ve ıstıraplı günlerdi o günler. Bazen kendimle çelişip okulun içerisinde seni seviyorum diye bağırmak, haykırmak istiyordum. Onu göremediğim anlar kendimden geçiyordum. Her şey anlamını yitiriyordu. Sonra kendi gerçeğimle yüz yüze gelip susuyordum. Zor günlerdi o günler…

Bahar; kendini göstermeye başladığı mart ayında bütün canlılar gibi insanın kanına da bir iksir aşılıyor olmalıydı. Aramızdaki bütün farklar gitmiş, uçurumlar düz ova olmuştu benim için. Ona olan aşkım her geçen gün daha da artıyordu. Kahvaltıda çorbam, Ders çalışırken kitabım, gezerken gölgem, uyurken rüyam, Tanrıya yakarırken duam oluvermişti. Yok yok onsuz yapamazdım. Artık ona söylemeliydim sevdiğimi.

Kır çiçeklerine düşkünlüğünü biliyordum. Çiğdeme ayrı bir sevgisi vardı. En iyisi sevgimi bu kır çiçeği ile ifade etmeliydim. İçerisine duygularımı da katarak, beyaz mor ve sarı çiğdemden oluşan bir buket hazırlamıştım.

Ertesi günü büyük bir neşe içerisinde okula gittim. Bütün gün gözlerim onu aradı ama göremedim. Son derse gelmişti. “Oh be onu derste görmek ne büyük mutluluktu!” Ders çıkışında hemen ardından koştum. Bir de ne göreyim? En yakın arkadaşımın kolundaydı!

Beni otuz yıl öncesinden tekrar evime döndüren, yüzündeki anlamlı tebessümle “Daldın yine kerata” diyen kızımın sesiydi.

(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 31.03.2014)

₺34,29

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
01 ağustos 2023
Hacim:
6 s. 11 illüstrasyon
ISBN:
978-625-6852-42-6
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Ortalama puan 4,7, 306 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 4,2, 744 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 4,8, 18 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 4,8, 98 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 24 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 4,5, 4 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 4,3, 50 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre