Kitabı oku: «Kardeş Sesler 2014», sayfa 3
BUDAPEŞTE SEYAHATİ
Uçağımız Budapeşte hava alına inerken tatlı bir heyecan vardı bende. Budapeşte’ye ilk defa geliyordum. Methini çok duymuştum, bu şehrin. Bakalım beni memnun edecek mi? Aynı zamanda tatlı bir telaş ve merak içinde olduğumu da söylemeliyim.
Ahmet Haşim’in Fransa’ya seyahati öncesinde duyduğu pişmanlığı duymuyordum doğrusu “Aslında gidilecek yeri önceden belli, görülecek şeyleri herkesçe bilinen, çiğnenmiş öz suyu alınmış, posa haline gelmiş bu Avrupa seyahatine niye çıktığımı, vapur Galata rıhtımından hareket ederken bile bilmiyordum. Durup dururken sevgili adetlerimden, kitaplarımdan, dostlarımdan, yatağımdan, geceliğimden, terliklerimden, ayrılıp bir deniz seferinin zoraki tanışmalarına, alışılmamış yemeklerine, iç sıkıntılarına, rahatsızlıklarına, endişelerine, bile bile kendini katlandırmak… İstanbul’un bu altın rengindeki tatlı sonbahar sabahında, Lotüs vapuru rıhtımdan ayrılırken içim sebepsiz bir seyahatin pişmanlığıyla şiddetle dargın ve gergindi.”diyordu Haşim. Bense Haşim’in aksine mutlu ve heyecanlıydım. Çocukluğumda büyüklerimden dinlediğim o efsane şehirde bulunmak beni ziyadesiyle mutlu ediyordu.
Az mı dinlemiştim Tuna Türkülerini dedemden;
“Tuna nehri akmam diyor
Kenarımı yıkmam diyor
Ünü büyük Osman Paşa
Pilevne’den çıkmam diyor
Düşman Tuna’yı atladı
Karakolları yokladı
…”
Dilimden bu türkü hiç düşmüyor.
Kralı kim bilmem ama işte Tuna’nın kraliçesi Budapeşte’deyim. Hava alanından şehre varıp otelimize yerleştiğimizde rehberimiz küçük bir şehir turu önerdi. Şehirde ilk gözüme ilişen Arnavut kaldırımlarıydı. Budapeşte’ye ayrı bir hava katmıştı. Şehrin temizliği dikkate değer ayrı bir özelliğiydi. Ya mimarisi büyülemişti beni.
Dünyanın neresinde güzel mimarisi olan bina varsa bu şehirde tıpkısı yapılmıştı, şehrin dokusu bozulmadan. Bu güzellik karşısında gördüğüm bütün binaların resmini çekmeye başlamıştım. Çekiyorum, çekiyorum, bir daha çekiyorum ama bitmiyor ki.
Kim bilir Mavi Tuna ne kadar güzeldi! Aklımda hep o vardı. Hösök Fala (Kahramanlar Duvarı), Hösök Ter (Kahramanlar Meydanı), Rahip Gelert Tepesi her biri ayrı bir güzellikti. Tarihlerini genç nesillere ne güzelde anlatmışlardı görsel olarak kahramanlar meydanında. En başta Gabriyel (Cebrail) baş melek, sonra muhteşem atların sırtında Arpad Hanedanı, yanlarında Macar soylular, arkasındaki revaklarda Macar kahramanlarının heykelleri ve kahramanlıklarını gösteren figürler. Okumadan tarih öğrenmenin bir başka yolu…
İşte Tuna’nın üstündeyim. Zincirli köprüden geçiyorum. Akayım mı, akmayayım mı? Hani sevgilisine randevu verip randevu yerine gitmeye nazlanan genç kız gibi tıpkı! Boşuna “Nazlı Tuna” dememişler diye geçiriyorum içimden. Ne kadarda çok köprü var burada. Zincirli köprüyle altı tane saydım ben. Ve Tuna’nın ortasında Margaret Adası…
Budapeşte’nin yüksek tepesi olan Gelert Tepesine geldik işte! Macarları, Şaman iken Hıristiyan yapan rahip Gelert. Macar şamanlar kendilerine yeni bir din öğrettiğini anlayınca çivili fıçının içerisine koyup bu tepeden Tuna’ya yuvarladıkları rahip. Bu tepe bütün güzelliğiyle görünüyor Budapeşte. Ortasında maviliğiyle gökyüzünü kıskandıran Tuna nehri, Sn İstvan Bazilikası, meclis binası bütün ihtişamı ve mimari güzellikleriyle karşımda. Bu şehirde büyülü bir Balıkçı tabyasından bir başka görünüyor şehir. Yine bütün güzelliğini sergiliyor. Orta Asya’daki Türkmen çadırlarını andıran bu tabyalar bizden biri, hemen ısınıveriyor insan. Sonra Gül Baba Türbesi. Türbenin önünde Gül Baba heykeli bütün sevecenliği, insanın içince akıveren sıcaklığı ile karşılıyor ziyaretçilerini. Türk Sokağı, Mesget (Mescit) Sokağı, Türbe Sokağı da bizden izler taşıyor hala.
güzellik var. Bir ruhu var şehrin kendine özgü. İhtişamı ve güzelli
ğiyle övünüyor her dem.
İnsanları o kadar bizden geliyor ki bana, Hasan, Hüseyin, Ali, Veli, Ahmet, Mehmet diye bağırasım geliyor. Sonra İstanbul Ette-rem (Lokantası), Antalya Etterem, Simit Sarayı…
Budapeşte’yi gezdikten sonra yüreğimi bir sıkıntı basıyor. Bir hüzün çöküyor üzerime. Ankara’m, Ankara’m, güzel Ankara’m bir mimari cenneti olan Budapeşte’nin güzelliği yanında çok sönük kalıveriyor gözlerimde. Ne olur diyorum bu güzel binaların onda biri de benim Ankara’mda olsaydı. Medeniyetlerin Başkenti İstanbul’um geliyor gözlerimin önüne. Kim bilir diyorum, kim bilir kaç tane böylesine güzel mimari eseri katletmişiz şimdiye kadar. Rantlar uğruna, çıkar uğruna… Sen hala güzelsin İstanbul’um ama eriyen, rengi solan, benzi süzülen bir güzelliğin var.
Yaşadığım ve gördüğüm güzellikler karşısında mest oluyorum. Ülkemizde kaybettiklerimizi düşününce eriyorum, rengim soluyor, benzim süzülüyor tıpkı İstanbul’um gibi.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi, Deneme Atölyesi,2014)
Büşra DEMİR

1983 yılının Mart ayında Ankara’da doğdu. İlköğretim ve lise yıllarını TED Ankara Koleji’nde tamamladıktan sonra Başkent Üniversitesi’nde sağlık kurumları işletmeciliği okudu. Mezuniyetin ardından sağlık hizmetleri sektöründe çalıştı. 2011 yılında yine sağlık alanında öğrenim hayatına geri dönerek yüksek lisansa başladı. Halen Hacettepe Üniversitesi’nde doktora eğitimine devam etmektedir.
Evli ve anne adayı olan Büşra Demir, 2012 yılında Avrasya Yazarlar Birliği’nin atölyelerine katılmış, Kardeş Kalemler ve Kurgan Edebiyat Dergilerinde hikâye ve denemeleri yayımlanmıştır.
HİKÂYE:
İşaret
DENEME:
Alışkanlıklara Kelepçelenmek
Mazinin Kapısı
Kıyıya Vuran Yalnızlık
Biraz Cesaret
Paralel Yaşamlarım
İŞARET
Dişçi koltuğunda oturmuş geleceğimi düşünüyordum. Seçim yapmaktan o zamanlar da nefret ederdim. O yolun sonu mu parlak, bu yolun mu? Orada mı şansımı denemeli burada mı? Sonra da her defasında seçmediğim tarafı tercih etsem nasıl olurdu diye aklımı kemirip duran düşünceler…
Aslında Gizli Sandık dergisinin ekibinde yer almak okuldayken en büyük hayalimdi. Hatta sırf benim değil, birçok arkadaşın da öyleydi. Stajyer olarak başlayacaktım, üsttekilerden birkaçıyla aramı sıkı tutup dikkatlerini çekecektim, beni işe alacaklardı, editör olacaktım falan filan… Belki beni fark ederler diye daha ayın başında yeni sayılarını alıp binalarının yanındaki kafede az oturmadım. E postayla yazılarına yorumlar gönderdim, katıldıkları bazı seminerlere gidip en yakınlarına oturdum, sektörü çok iyi biliyor havalarında sohbetlerine katılmaya çalıştım, dikkatlerini çekemedim. Defalarca özgeçmişimi yollamış olmamdan bahsetmiyorum bile.
Şanslı biri sayılmam. Yirmili yaşların başında Gizli Sandık bir türlü oltama gelmeyince ben de artık başka yerlerde işe başlamam gerektiğine karar verdim. İtildim, kakıldım, aylarca çömez muamelesi gördüm, müdürlerimin kişisel işlerini ve her türlü ayak işlerini ben yaptım. Yine de kimseye yaranamadım. Erkek olmak da kolay değil tabi. Hem gururunu ezdirmeyeceksin, hem terfi edeceğim diye ilgili kişilere yaranacaksın, nasıl baş edeceğimi bilemedim. Bir de hepsinin yanında Aysel vardı. Ela gözlü, afet-i devran Aysel. O dönemlerde azıcık talihim açık olsaydı bir ihtimal vardı bence. Birkaç kere bana baktığını görmüştüm ama çulsuz, çaylak adamı ne yapsın? Büyükler liginde oynardı o hep, müdürlerle yemeğe, çay aralarına çıkardı.
Birkaç yıl böyle perişan geçti. İlk çalıştığım yerden ayrıldıktan sonra kısa süreli iki dergide daha şansımı denedim yine de kapasitemi görebilecek müdürlere denk gelemedim. Hâlbuki çok iyi fikirlerim, yazılarım vardı. Ne zaman yakın bulduğum biriyle paylaşsam kendilerine aitmiş gibi pazarladılar benden aldıklarını. Bu sayede terfi edenler bile oldu. Hepsine küstüm, ayrıldım. Gururum var sonuçta, o saatten sonra yüzlerine bakacak değildim.
Sonunda bir gün benim okuldaki elemanlardan ikisi geldi yanıma. Onlar da bunalmış el alemin yanında çalışmaktan, hiçbiri kendi prensiplerine uygun değilmiş. Düşünüp taşınmışlar, yeni bir dergi çıkarmaya karar vermişler. Sen de katıl bize dediler. Katılmaz mıyım? Çektiğim tüm eziyetlerin bir anlamı varmış demek ki diye düşündüğümü hatırlıyorum. O zamanlar her şeyi kadere yormak gibi bir huyum vardı. Çömezlikte öğrendiğim bütün o ıvır zıvır işler artık bana lazım olacaktı. Hemen çalışmalara başladık. Azim, hırs, idealler ne ararsan bizde. Aysel hala aklımda tabi, gözünde saygınlığım artacak diye kendimle övünüyorum.
Tam o dönemde yollar ikiye ayrılıverdi. Kendimize ait bir dergi için heveslenmişim, hayatımı ona odaklamışım, mutluyum derken bir telefon; “İyi günler, Gizli Sandık dergisinden arıyoruz. İş başvurusunda bulunmuşsunuz. Hala düşünüyorsanız Salı günü sabah onda görüşmeye çağırıyoruz.” Keşke telefonum bozuk olsaydı diye düşünmüştüm. Karşılarına dikilip, ‘Siz benimle dalga mı geçiyorsunuz? Yıllardır durdunuz da şimdi mi aklınıza geldi?’ diye haykırmak istemiştim. Nafile tabi, hiçbirini yapamadım. Arkadaşlara haber vermeden görüşmeye gittim. Okuldaki başarımı, deneyimimi beğendiler, beni denemek istediklerini söylediler. Ben böyle zamanlamanın…
Günlerce kararsızlıktan deliye döndüm o dönem. Baktım kendim baş edemiyorum, kadere bıraktım seçimi. Tabi akılsızlık diz boyu, kader diye geleceğini dişçinin ellerine bırakırsan kendini bugün benim olduğum yerde bulursun. Ne bekliyordum ki?
Teklifi mi kabul etsem, yeni çıkacak bir derginin kurucularından mı olsam diye düşündüğüm o günlerde bir diş ağrısı girdi hayatıma. Ağrı kesiciler fayda etmiyor, kalktım bizim ailenin eski dişçisine gittim. İyice ihtiyarlamış Mahmut Abi. İşini iyi yapabilir mi diye endişelensem de ayıp olur diye geri dönemedim, oturdum koltuğuna. Açtım ağzımı bir karış, neredeyse iki elini birden içeriye soktu. Bir sağdan baktı, bir soldan. Ayna tuttu, ışığı yaklaştırdı, sonunda çürük dedi. Dolgu yapacakmış, yap dedim. Gözlerimi kapadım, yine hangi yolu seçmeliyim sorusuna takıldım. ‘Bir işaret alsam, bir şey olsa da doğru olanı anlasam’ diye düşünmeye başladım. Gizli Sandık’ı yıllarca beklemiştim, tam böyle bir anda aramaları bir işaret olabilir miydi? Bunca zaman sağda solda sürünmüş olmam orası için bir altyapı çalışması mıydı? Evet, öyle olmalıydı. İşaret çoktan gelmişti de görememiştim diye düşündüm. Derken bir acı ansızın düşüncelerimi böldü. Mahmut Abi sanki sinirlerimi delip geçmişti, uyuşturmaya gerek görmemişti oysa derin bir çürük değil demişti. Biraz sakinleştikten sonra tekrar ağzımı açtım. O işlemine devam ederken ben geleceğime döndüm. Tam kararımı vermişken yeni bir işaret gelmişti az önce, Gizli Sandık dergisi yanlış karar olmalıydı. İçimden dua etmiştim, işaret beklemiştim ve teklifi kabul etmeyi düşünürken ‘O yanlış olan yooool’ diyen bir darbe inmişti sanki. Umutlanıverdim. Ben başkalarının yanında bir piyon değil, kendi sahalarımda bir şah olmalıydım. Son kararımı o an vermiştim. Dolgu işleminde başka acı da olmamıştı. Her şey apaçık aydınlanmıştı sanki. Geleceğin büyük yayıncılarından olacaktım.
Sonra ne mi oldu? Dolgu işlemi yapılırken acı çekmenin kaderle bir alakası olmadığını fark ettim. Kurduğumuz dergi sekiz ay sonra battı, bütün ekip açıkta kaldık. Gizli Sandık’ı arayıp tekliflerinin geçerli olup olmadığını sordum, başkasını aldık dediler. Sonradan öğrendim ki o kişi Aysel’miş. İşe girdikten sonra oradan biriyle nişanlanmış üstelik. Aşka da inanmıyorum artık.
Şimdi çulsuz, aşksız kalmış adamın tekiyim. Neyse ki sağlığım yerinde derken dün çürük olan dişimin dolgusu da düştü. Ben böyle talihin…
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 31.03.2014)
ALIŞKANLIKLARA KELEPÇELENMEK
Alışkanlık, eskimişlik, sıradanlık, birbirine kelepçeyle bağlanmış üç kavramı çağrıştırmaz mı size de? Benim zihnimde, biri ne tarafa gitse, öteki peşinden sürüklenir. Ve hep aynı çemberin etrafında dönüp, farklı olanı aramayı unutan bir döngüdürler.
Korkutur beni alışkanlıklar. Ne zaman hayatıma giren bir yeninin beni uzun süre terk etmeyeceğini hissetsem, karanlık çökmeye başlar hayallerime. Sarılı yeşilli, morlu kırmızılı düşlerim, gözle görülmez bir ağırlıkta birbirine geçmeye başlar. Ve günün birinde tek bir renk oluverirler. Ondan ne kadar kurtulmak istesem de bilinçaltıma yayılan o miskinlik duygusu, bir hortum gibi içine çeker beni, kolay kolay kurtulamam. Bu yüzden sevmem alışmayı, fakirleştirir beni.
Peki ya alışmasaydım hayat her zaman daha mı tatlı olacaktı diye bir yanıma inat sorar diğer yanım bazen. Ayrılmaya alışmasaydım, hastalıklara alışmasaydım, ölümlere alışmasaydım… Bir hikmeti var belki de alışmanın. O, tek başına ne siyah, ne beyaz benim gözümde. Hatta bazen yola devam etmek için önüme açılan tek kapı. Ama kapıdan geçip, tekrar yürüme vakti geldiğinde… İşte o zaman alışkanlıkları bir kenara bırakma vaktidir benim için. Nasıl ki tırtıl bile kendinden vazgeçip, hiç bilmediği bir kimliğe bürünürse vakit geldiğinde, ben de kabuğumdan sıyrılıp yenilenmek isterim.
Sıradan olmak değil de nedir alışmak? Dağın tepesinde bir başımıza kalsak, alışırız soğuklara, yabani hayatla iç içe yaşamaya… Bir savaşın orta yerinde bulsak kendimizi, korkuya, açlığa, yoksulluğa alışırız. Ya da bir piyango biletiyle hayatımız değişse, yaldızlı, lüks kokan günlere alışırız. Başlangıçta farklı gelen bütün o kokuları içindeyken hissetmez olduğumuzda, bana göre tüm o yenilikler sıradanlaşmıştır. Kötü müdür sıradanlaşmak? Belki biraz kötü, biraz da iyidir. Biraz köreltir insanı, biraz da hayatla ahenkli yürümeyi getirir.
Ama bir zaman gelir ki, sıradanlığın tehlike çanlarını işitir kulaklarım. Düşünmeyi, üretmeyi, keşfetmeyi unutturduğu anda bohçayı alıp ayrılmak gerekir bence onun kucağından. Alışkanlıkları geçmişin dingin sularına akıtıp, fırtınanın, tipinin peşinden gitmek gerekir. Zihin, böylece dinç kalır. Beden, böylece zihne ayak uydurur. Merak etmeyen bir akıl, kelepçelerinden kurtulup nasıl özgürlüğüne kavuşur ki?
Yıldızım barışık değildir uyutan alışkanlıklarla. Farklı renkler, renkli hikâyeler katmak gerek hayata diye düşünürüm. Varsın bedeli alıştıklarımdan vazgeçmek olsun. Varsın bedeli bu uğurda eski alışkanlıkları mumla arayabileceğim günlere uyanmak olsun. Gizemli olanı merak etmeye devam ettikçe, onların eski bir kutuda hatıraya dönüşmesinin hiçbir sakıncası olmaz gözümde. Hatta tavan arasına koyup sakladığımız bu hatıralar, gün gelip daha değerli hale gelmez mi sizce de?
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi, Deneme Atölyesi 23.11.2013)
MAZİNİN KAPISI
Bir kapısı olsaydı, zamanın. İçinden geçip, maziye dair yazılan kitapların satırlarına şahit olabilseydim. Hayal gücüme sığdırdığım, geçmişte kalmış yaşamlara dokunabilseydim. Yalnız yazılanlara değil, kelimelere dökülmemiş, gizli saklı anlara, duygulara da tanık olabilseydim keşke. Zaman, konuk ağırlamayı seven bir kapı olsaydı, bugün sahip olduklarımızın değerini de daha iyi bilirdik belki.
Âdem ile Havva’nın kapısını çalsaydım evvela. Cenneti onların ağızlarından duysaydım, dünyadaki yalnızlıklarını, bugünkü kalabalıklarla karşılaştırabilseydim. Sorabilseydim keşke, ilk insan olmak nasıl bir his diye. Gözlerinin rengini, yüzlerinin güzelliğini, yaşamla, yasak meyvenin pişmanlığıyla mücadelelerini izleyebilseydim. Her akılda merak uyandıran bir kapı olurdu sanırım onlarınki. Belki birçokları da zaman yolculuğuna benim gibi en başından başlamak isterdi. Bizim kitabımız yazılsa, ilk sayfa onlara ait olmaz mıydı?
İki kişilik dünyanın tılsımından çıkma vakti geldiğinde, bilinen ilk uygarlıkların diyarına doğru yola koyulurdum. Mezopotamya’nın yahut Akdeniz topraklarının kapısını çalar, bir Sümerlinin, Yunanlının veya Romalının beni içeri davet etmesini beklerdim. Bizden daha mı mutlulardı, hayattan beklentileri daha mı çoktu, bugünkü medeniyetlere inat onlar daha mı medeni idi evvel zaman içinde? Belki daha içten yaşıyorlardı, belki yaşamak için maskelere bürünmek zorunda değillerdi. Gerçekten hayal ettiğim gibi antik kentlerde izlerine rastladığımız o dev sütunların arasında, beyaz elbiseleriyle gökyüzünü izliyor, günlerini varoluş sebepleri üzerinde düşünerek mi geçiriyorlardı? Kırlarda özgürce ata binmenin keyfini çıkarıyorlardı belki ya da at sırtında olmak savaşmak demekti, korkmak demekti kim bilir?
Zamanın araladığı kapıların ardında, inanmaya ihtiyaç duyan insanlar görürdüm sanırım. Güneşe, fırtınalara, denizlerin asi dalgalarına adaklar sunan paganları, ruhların kutsallığına boyun eğmiş şamanları, mucizelerle gelen Yahudiliğin, Hristiyanlığın, Müslümanlığın en çetrefilli zamanları olan o ilk günlerinde, sevdasını terk etmeyenleri izlerdim. Bir güce inanmanın, yürekleri her dönemde cesaretlendirdiğine şahit olur muydum gerçekten? Yoksa bütün gücü kendi egosunda toplamış yüreği şişkinlere de denk gelir miydim? Gurur ve kibir, her dönemde benzer şekilde imzasını attı insanlık tarihine belki de.
En fazla savaşlara mı tanık olurdum, bilemiyorum. Belki geçmiş zamanın kapılarının ardı en çok vahşet kokuyor olurdu. Gözleri doymak bilmeyen, gönülleri bereketli topraklara aç insan topluluklarının bugünden farksız olduğu gözlerimin önüne serilseydi hayal kırıklığı duyabilirdim. Kim bilir, tarihin romantizmi yalnız filmlerde, kitaplarda kalırdı da gerçeklerin içinden keskin kılıçlar geçerdi, kanardı her sevda. Şahin Uçar, belki de bu düşüncelerle yazdı mısralarını;
Ey ikiyüzlü Zervân, şafak kanatlı zamân!
Hem gündüz, hem gecesin: yarı ateş, yarı duman
Güneşe bak, gör ki gün / hem eski, hem yeni gün
İkiyüzlüdür her ân / Janus gibidir zaman
Zamanın geleceğe açılan ön kapısının yanında, maziye açılan bir de arka kapısı olsaydı, kendimi her defasında orada mı bulurdum diye düşünüyorum. Beni kendine hayran bırakan, sakin, samimi bir ev sahibi mi olurdu yoksa ben siyah beyaz bir tablonun köşesine damlamış, aykırı bir renk mi olurdum onun içinde?
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Deneme Atölyesi, 22.01.2014)
KIYIYA VURAN YALNIZLIK
Yalnızlık bir medcezirdir benim dünyamda. Yüreğimin mevsimi değiştikçe o da bir gider, bir gelir. Tutkunu değilim yalnızlığın lakin onun suları ruhumdan çekildiğinde boşluklar doldurmaya başlar beni. Çoraklaşırım, beslenemem, gözlerim gizliden gizliye onu arar. O uzaklara gittiğinde, bir gün tekrar döneceğini bilmek bana huzur verir.
Zaman zaman, kıyıya vuran yumuşak dalgalar gibi sokulur yanıma. Bir gün batımında, kumların ılık sularla buluştuğu bir kıyıda zamanı, mekânı unutarak yürümek gibidir. Zihnim boşalır, dakikalarım yavaşlar. Dalgaların şırıltısı gibi, yalnızlığın sessizliği de mest eder beni. Gözlerimi kapatır onu dinlerim. Onu dinlerken, kendimi dinlerim. Kalabalıklarda duyamadığım sesleri bana fısıldadığı için severim onu belki de en çok.
Yine de her zaman usulca yaklaşmaz yalnızlık. Medcezirin bir hırçınlığı yok mudur? Bazen önünde ne varsa devirip geçmek ister deli dalgalar. Yalnızlık da edepsizce gelip yerleşir zaman zaman hayatıma. Onunla yüzleşmek istemediğim vakitlerde yanıma sızar. Başına buyruk bir yanı vardır bence onun. Orhan Veli’nin, Atilla İlhan’ın mısralarına izin isteyerek mi girmiştir? O, bir yanı pirüpak öte yanı mürekkep lekeleriyle dolu bir sayfa gibi görünür gözüme.
Bir ölümün, sürgünün veya terk edilişin yanında eşlik eder de küseriz bazen ona. Yalnızlık, kapıyı çalmadan geldiği vakit hayatımızdan çalan bir hırsız gibi değil midir? Oysa onun da arkasından gelen, sessiz sedasız misafirler vardır kimi zaman. Bir yazarın yalnızlığı satırlara dökülür de ölümsüzleşir. Bir müzisyeninki notalarıyla nesillere uzanır. Evladını kaybetmiş bir anne, yetim bir kız çocuğunun hayatına ortak olur vakti geldiğinde kim bilir. Zamansız gelen yalnızlığın arkasında gizlice ışıldayan bir pırlantanın olmadığının garantisini kim verebilir?
Medcezir gibi yalnızlıklar da bir gelir, bir gider insanın hayatına bence. Ondan korkmamak, diğer yandan onu baş tacı yapmamak gerekir. Varlığında huzuru, yokluğunda yaşamayı bilmek gerekir. Ay, dünya ve güneşin dansında dalgalar nasıl ritim tutuyorsa, insan da yalnızlıkla bu ahengi yakalamalı bence. Ahenk olmaksızın tökezlemez de ne yapar adımlar? Can Yücel, mısralarında vals yapmış sanki yalnızlıkla…
Yalnızlığa dayanırım da, bir başınalığa asla,
Yaşlanmak hoş değil, duvarlara baka baka.
Bir dost göz arayışıyla,
Saat tıkırtısıyla…
Korkmam geçinip gideriz biz mutlulukla, ama
“Günün aydın, akşamın iyi olsun” diyen biri olmalı.
Bir telefon çalmalı ara sıra da olsa kulağımda.
Yoksa zor değil, hiç zor değil,
Demli çayı bardakta karıştırıp,
Bir başına yudumlamak doyasıya.
Ama “Çaya kaç şeker alırsın?”
Diye soran bir ses olmalı ya ara sıra.
Gölgesi olmayan bir sevgili gibi yalnızlık. Ne onunla, ne onsuz oluyor hayat. Gün geliyor apar topar ayrılıyor kıyılardan, gün geliyor geri dönüp yüreklerde oluşan tüm boşlukları bir avuç su berraklığında dolduruveriyor.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Deneme Atölyesi, 29.01.2014)
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.