Sadece Litres'te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Kardeş Sesler 2020», sayfa 5

Anonim
Yazı tipi:

HENÜZ BİTMEDİ

Aylardır süren durgunluk tam olmasa da yavaş yavaş yerini normal günlük temposuna bırakıyordu. Sabah erken kalkıp yola çıktığınızda işe giden bisikletlileri ya da arabaları, içinde tek tük insan olsa da belediye otobüslerini görmek mümkündü. Herkes içten içe bir rahatlama ile kendisini daha güvenli hissetmeye başlamıştı. En azından aile fertleri ile buluşmaları, on kişiyi geçmemek şartı ile grup toplantıları serbest bırakılmış, kuaförler de dahil olmak üzere restoranlara ve küçük iş yerlerine belirli tedbirler çerçevesinde tekrar iş başı yapmalarına izin verilmişti. Hele bir de okullar, parklar açılsın, çoluk çocuk bayram etsin, işte o zaman değmeyin keyfimize deniyordu…

Ama maalesef olay o kadar basit değildi.

Bu Korona denen virüsten ne zaman tamamen kurtulabileceğimiz hakkında kimse kesin bir şey söyleyemiyordu. Her ne kadar herkes elinden geleni yapmaya çalışsa da tam olarak yok olmuş değildi, kolay kolay da gideceğe benzemiyordu. Hükümet yetkilileri her yerde olduğu gibi Avusturya’da da geniş önlemler aldılar ve her şeyden önemlisi halkın yanında oldular. Salgının ilk ortaya çıkmasıyla biz de dahil, çoğu iş yerleri kısa dönem çalışmaya girdi. Çalışan meslek grupları sadece sağlıkçılar, gıda üretim ve alışveriş merkezleri, temizlikçiler, eczacılar, benzin istasyonları ve güvenlik güçleri oldu. Kısa çalışmaya giren tüm işyerlerine devlet desteği ulaştı. İş yerlerini kapatan küçük işletmecilerin çıkardığı işçiler yine devletten bir miktar kesintili de olsa paralarını alabildiler. Peki, bu durum daha ne kadar sürebilirdi? Ülke ekonomisi ne kadar daha bu yükü sırtında taşıyabilirdi? Kimse bilmiyordu.

Restoranlara çalışma izni verilince evde kalmaktan sıkılan birkaç arkadaşın organizesi ile toplanıp hafta sonu iftarı dışarda yapmaya karar verdik. Almamız gereken tedbirlere de uyarak dörder kişilik gruplar halinde masalarımıza yerleştik. Bir süre sonra, sohbet sırasında yanımda oturan Canan bana dönerek:

–Ya, haberin var mı? Fatma’nın babası vefat etti, dedi.

–Ne diyorsun, Mehmet Dayı öldü mü?

–Dün gece ölmüş. Yurt dışına çıkmaya izin verilmediği için gidemedi de zavallı. Öyle ağlıyor ki, içim sızladı.

Mehmet Dayı benim Avusturya’ya geldiğim senelerde tanıdığım, babamdan birkaç yaş büyük, iyi biriydi. O zamanlar eşi, iki kızı ve iki oğlu ile beraber yaşıyordu. Gurbetteki ilk arkadaşlarım da onun çocukları olmuştu. Seneler sonra, çocuklar evlenince tıpkı annem ve babam gibi onlarda Türkiye’ye dönüş yaptılar. Eşi Emine Yenge yakalandığı Alzheimer hastalığı sonrasında yaklaşık iki sene önce vefat etmişti. Hem köylümüz hem de sevdiğimiz aile dostlarımızdı. Demek şimdi de Mehmet Dayı vefat etmişti…

Korona salgını yüzünden ziyaretlerimiz her ne kadar yumuşasa da yine de kısıtlıydı. Bu yüzden ertesi gün Fatma’yı arayıp baş sağlığı dileklerimi sunarken her ikimizde fazlasıyla duygusallaştığımızdan karşılıklı ağlaştık. Sonra diğer kardeşlerini arayıp aynı dileklerimi ilettim. Ne kadar zordu böyle bir zamanda gidip eşini, dostunu ziyaret edememek… Mehmet Dayı’nın vefatı ile bir tarih daha göç etmişti bu diyarlardan. Sıkıntılı ve huzursuzdum. Zaten günlerdir de öyle değil miydim? On gündür gördüğüm rüyaları bunun habercisi olarak yorumladım. Ama niye hâlâ içimde sıkıntı vardı?

Pazar günü, günlerce yağan yağmur dinmiş, etrafa sanki biraz ferahlık yayılmıştı. Telefonum çalınca babamdan gelen görüntülü arama isteğini gördüm, biraz da şaşırarak hemen açtım. Şaşırdım, çünkü her gün gazetesini okuyan, günlük bulmacasını çözen babam görüntülü aramayı bir türlü çözememişti. Bu esnada telefon da kapandı, tekrar geri aradım, açan olmadı.

Merak ederek eşini aradım. O da “Babamın yine hastalandığını, hastaneye kaldırmak için ambulansı aradığını” söyleyince peşinden Türkiye’deki kız kardeşimi aradım. O da karakoldan izin alarak babama gitmek için yola çıktığını söyledi. Bundan sonra telefon trafiği durmadı aramızda. Dört bir yanda gelen giden telefonlar, endişeler, korkular… Bir yandan yapılan tahliller, testler ve alınamayan sonuçlar…

Sonunda babam hastaneye yatırıldı. Üç gün ne yemek verdiler ne de bir yudum su. Aylardır hasta olduğundan dışarı çıkamayan babam maalesef bu süreçte oldukça asabileşmişti. Şimdi üstüne üstlük ne yemek vardı ne de su… Kardeşim bugün bir resmini çekip göndermiş hepimize, görünce başımdan aşağıya kaynar sular döküldü sanki. O iri yarı adam gitmiş, neredeyse kemik yığını kalmıştı. En kötüsü de babam orada hastanede yatarken biz de burada tutuklu kalmıştık. Kimse yerinden kımıldayamadığı gibi elimizden hiçbir şey de gelmiyordu. Kardeşim, kendisi de risk grubundayken babamla ilgilenmek zorunda kalıyordu, gerçeği söylemek gerekirse biz babamdan çok onun için endişe ediyorduk. Ambulansın direk olarak Haydarpaşa Pandemi Hastanesi’ne getirdiği babamın, çok şükür Covit 19 olmadığı anlaşıldı. Hafta sonu ve dört günlük sokağa çıkma yasağından mıdır nedir; anlayamadığımız bir konu da hastanede yardım edecek hiçbir hasta bakıcısının olmamasıydı.

Herkes bir şekilde yaşamını devam ettiriyordu; evet, ama gurbetçinin asıl belini büken gümrüklerde giriş ve çıkışların hâlâ yasak olmasıydı. Bırakın tatile gitmeyi, kimse ne cenazesine ne de bir hastasına gidebiliyordu. Rahmetli dedem köydeki evinde yalnız yaşarken vefat etmişti. Babamın da bu yüzden en büyük korkusu, yalnız kalmak ve Allah korusun bir gün yalnız ölmekti. Zaten annemin vefatından hemen sonra yanlış bir evlilik yapmasının da sebebi bu değil miydi? Neyse ki şimdiki eşi iyi biriydi de gözümüz arkada kalmıyordu. Annem, hep sağlığında “Bana bir şey olursa babanıza iyi bakın.” diyerek babamı bize emanet etmişti. Etmişti de hani biz neredeydik? Ağabeyim hem risk grubunda hem de seyahat yasağı olan bir şehirde yaşadığından gelemiyordu. Her şey yine risk grubundaki kardeşimin omuzlarına yüklenmişti.

Bütün dünyayı kasıp kavuran Korona virüsü yüzünden oluşan yasakları aşabilmemize imkân yoktu. Geceler boyu gördüğüm kabuslar yüzünden bozulan uyku düzenim umurumda değildi. Her kafadan ayrı bir ses çıkıyordu virüse dair. Ne yapabilirdik, kime inanacaktık? Allah’tan umut kesilmez deyip her gün babam ve tüm hastalar için dua ederken onlara bakanları da unutmuyor, sağlık, sabır, güç ve kuvvet diliyordum.

Elbet bir gün, bu kötü günler de geçecek, her şey çok güzel olacaktı.

(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Mayıs 2020)

YEŞİL KÜVET

Elif teyze, önündeki sehpanın üstünde duran çayından bir yudum daha aldı. Gözlerini bir noktaya sabitleyerek uzun uzun baktı. Kim bilir şu an aklından neler geçiriyordu? Neler sığdırmıştı o güzel yüreğine de sessiz sedasız süzülen iki damla yaş yanaklarını ıslatmıştı? Yüzünü çevreleyen saçlarını böylesine beyazlatan anılar hangi zamanın çizgisini taşıyordu?

Dolan gözlerine baktıkça merakım daha çok artıyor, her şeyi anlatsın istiyordum. Yaralı yüreğini daha çok kanatmamak için bekleyecektim. Kapattı gözlerini, sanki bir rüya alemine daldı, gitti. Belki de şu an yakaladığı sadeliği, huzuru kaybetmekten korkarak bir süre etrafı dinledi. Evin önündeki, seneler önce kendi elleri ile diktiği çam ağaçlarının tepesindeki kuş sesleri ve rüzgârın ağaç yapraklarını okşayarak çıkardığı sesler dışında çıt çıkmıyordu. Bahçeyi, yola paralel bir şekilde boydan boya kaplayan beyaz ve mor leylâkların mis gibi kokusunu rüzgâr bize kadar ulaştırıyor, aramızdaki sessizliğe ayrı bir gizem katıyordu.

Başını başka bir tarafa çevirdiğini görünce, bakışlarını takip ederek baktığı noktayı bulmaya çalıştım. Karşımızdaki iki katlı, beyaz badanalı evin çatısında bir çift kumru vardı. Elif Teyze onlara bakıyordu. Dakikalarca baktı. Sonra benim orada olduğumu birden hatırlamış gibi bana döndü.

–Bak! Kumrular bile çift yaşıyor. Ayrılık zor. Sevdiklerin hayattayken onlara hasret yaşamak öyle zor, öyle acı ki…

Belli ki o yorgun yüreği doluydu. Anlatsa rahatlar mıydı acaba?

–Anlatmak ister misin Elif Teyze, dedim.

Soğumuş çayından bir yudum içti, yüzünü buruşturdu.

–Oldum olası hiç sevmem soğuk çayı, dedi. Çay dediğin; insanın içini ısıtmalı, sıcak bir dost muhabbetini, bir çocuğun parlayan gözlerini, sevgilinin sıcacık nefesini hatırlatmalı.

Sustu, düşündü bir süre.

–Ben Avusturya’ya çok küçükken geldim. Annemle babam bir evin tek odasında kalıyorlar, mutfağı evin diğer odasında kalan aile ile birlikte kullanıyorlardı. Benim ayrı bir odam yoktu. Mutfağa açılan oda kapılarının tam karşısında mutfak lavabosu vardı. İki ailenin mutfak dolapları ayrıydı. Mutfakta hazırladığını her aile kendi odasında yediğinden kimsenin oturmadığı bir yemek masası, onun da arkasında benim için hazırlanan tek kişilik bir yatak vardı. Yatağın önünde; tavandan yere kadar inen kalın perde, mutfakla benim alanımı ayırıyordu. Oturum vizesi alabilmem için eve gelen Avusturya polisi yan kapıdaki kiracı ailenin tüm itirazlarına rağmen “Yaşımın daha küçük olduğunu ve mecburen ailemle kalmam gerektiğini,” belirterek mutfakta yatabileceğimi söyledi. Bir sene sonra yandaki aile taşınınca babam o odayı da kiraladı. Böylece iki oda, bir mutfak evimiz oldu. Ben de mutfakta yatmaktan kurtulup, oturma odasındaki açılınca tek kişilik yatak olan kanepeye geçtim.

O zamanlar gözümüze saray gibi görünen evimizin banyosu yoktu! Banyosu yoktu ama nerdeyse küvet büyüklüğünde yeşil bir leğenimiz vardı. Gerektiğinde yatak odasında ya da mutfak da kullanılırdı. Ben genelde akşam saatlerini seçerdim. Hiç unutmam; bir akşam plastik küvetimizi doldurmuş içine girmiştim. Kısa bir süre sonra kapı zili çaldı, kapı açıldı, içeriden yabancı erkek sesleri gelmeye başladı. Birileri bir şeyler söylüyor, annem de bildiği birkaç kelime Almancası ile bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Neler olduğunu anlayamadığımdan merak ve endişe ile ses çıkarmadan korkuyla bekliyordum. Sesler yaklaştı, biri oda kapısının kolunu tutarak içeri girmek istedi. Zavallı annem yarı Almanca yarı Türkçe, benim içerde banyo yaptığımı anlatmak istiyordu. Polis olduklarını sonradan öğrendiğim adamlar, açmam için kapıya vuruyorlardı. Sonunda annemin “Kızım dışarı çık, bunlar odaya bakacaklarmış.” diye seslendi. Kapıyı açtım. Saçlarım ıslaktı. Biri hemen odaya daldı ve sağa sola baktı. Ortada içi köpüklü su dolu, yeşil bir leğen duruyordu. Polis tebessümle suratıma bakarken ben utançtan yerin dibine girmiştim. Beş dakika sonra özür dileyerek gittiler.

Gece vardiyasında çalışan babam gelince olanları anlattık. Ev şirket evi olduğu için o da ertesi gün patronuna neler olduğunu sormuş. O da polisi arayıp bilgi isteyince olay anlaşılmış. Son zamanlarda “kaçak” diye nitelendirdikleri; oturma vizesi olmayan kişilerin sayısında artış olmuş. Akrabaları yardım amacıyla bu kişileri evlerinde barındırırlarken para karşılığında saklayanlar da çokmuş. O yüzden sık sık böyle baskınlar yapılıyormuş. Biz de yabancı aile olduğumuzdan baskına maruz kalmışız.

Elif Teyze, esen rüzgârdan korunmak ister gibi omuzlarına aldığı battaniyeye daha sıkı sarıldı.

–İşte böyle, dedi. Ben hayatımda ilk defa o gün yabancı olduğum için aşağılandığımı hissettim. O günden sonra bir daha evimize baskın olmadı. Ancak başka yerlere her gün asılsız baskınlar yapılıyor insanlar aşağılanıyordu. Kanun ve kural buydu. Ülkenden uzakta yaşamak zorundaysan ikinci hatta üçüncü sınıf insan muamelesi görüyordun.

Gurbette zaman, yer ve mekân değişse de çoğu şey aynı kalıyor. Çocuklar büyüyor, herkes kendi yolunu çiziyor. Ailemiz büyüdü diye sevinirken bir bakıyorsun yine tek başınasın. Yalnızlık insanı sarmalayınca vatanı ve sevdiklerini daha çok arıyor, buram buram özlem soluyorsun.

Sanki o günlere geri dönmüş gibi sesi titriyordu Elif Teyze’nin. Suskunluğun ne çok şey anlattığını ikimiz de biliyorduk. Bir süre sustuk. Sustuk, çünkü yaralarımız aynıydı. İkimiz de sevdiklerimizden ayrıydık ve onların hasretleriyle yaşıyorduk. Karşımızdaki tepenin arkasına inen güneş, ardında harika bir kızıllık bırakmıştı. Kulaklarımızda güneşin bizi hayata bağlayan umut yüklü sesi vardı. “Gidişim gözünüzü kamaştırmasa da dönüşüm aydınlık olacak, hâlâ yaşanacak güzel günler var.” diyordu.

(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi30 Mayıs 2020)

ERKUT DİNÇ

Hollanda

20 Şubat 1981’de Hollanda’da doğdu. Sağlık sorunlarından dolayı öğrenime devam edemedi. Kitap okuyarak, yazarak, müzik çalışarak ve spor yaparak kendini geliştirmeye çalıştı. Türk Federasyona bağlı Hollanda Eindhoven Ülkü Ocağı Turan Vakfı Türk Kültür merkezinin gençlik kolunda, sonra da Turan Vakfı yönetiminde görev aldı.

Halen gönüllü olarak Hollanda Awesome Giyim Alışveriş Atölyesi Vakfında çalışmakta ve Avrasya Yazarlar Birliğinin düzenlediği Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi katılımcısı olarak yazarlık dersi almaktadır.


HİKÂYE:

Buraya Kadar mıydı?

Söz Veriyorum

Sinek İlacı

Lanet Korku

Hayatın Kötü Sürprizi

On Yıl Oldu

Uyum ve Hasret

Adı Selim

İftar Vaktinde Gelen Telefon

Kalbim Seninle Marieke

Nasıl Bu Hale Geldi?

Bir Babanın Günlük Defteri

Eva’yı Unutamayacaktım

BURAYA KADAR MIYDI?

Her yer karanlık, üzerimde sanki dünyanın bütün yükü var.

Kollarımı ve bacaklarımı kıpırdatamıyorum.

Ne oldu bana, neden gözlerimi açamıyorum?

Bir ses duyuyorum, yukarıdan geliyor.

Telaşlı bir şekilde yüksek sesle konuşuyorlar:

“Enkazın altında başka İnsanlar da olabilir, aramaya devam edelim.”

Ne enkazından hangi insanlardan söz ediyorlar?

Başım çok fena ağrıyor.

Şimdi hatırlıyorum, dün gece her yer sallandı ve bir anda sanki kıyamet koptu. Ne olduğunu anlayamadan her şey üzerimize çöktü. Bağırışmalar dışında hiçbir şey hatırlayamıyorum.

Aman Allah’ım! Ben yıkılan binanın altındayım. Bağırmalıyım. Sesimi yukarıdakilere duyurmalıyım.

“İmdat! İmdat!” diye sesimin çıktığı kadar bağırdım.

Beni duymuyorlardı.

Enkaz altında ölmek istemiyordum. Böyle ölmeyi hiçbir insan istemezdi.

Niye böyle şeyler düşünüyordum ben? Umutluydum. Hayallerimden vaz geçmiyordum. Kurtulacaktım. Okuyacaktım. İyi bir mesleğe sahip olacaktım. Mutlu mesut bir yuva kuracaktım. Nişanlımın bu şehirde olmadığına seviniyordum. O güvendeydi.

“Yaşamak buraya kadar mı?” diye düşünürken bu defa yakından gelen sesler duydum.

“İmdaat! İmdat!” diye bağırmaya başladım.

Beni duydular. “Sakin ol! Seni kurtaracağız!“ dediler.

Bedenimdeki acılar zaman geçtikçe çoğalıyordu. Ruhumu acıtacak kadar artmıştı.

Ne kadar dayanabileceğimi bilmiyordum.

Kendim ve enkaz altında kalan bütün insanlar için dualar ediyordum.

Kabir azabı böyle bir şey olmalıydı.

Gözümün önüne nişanlım geldi. Onunla yaşayacağımız güzel günleri düşündüm. İnsan böyle durumlarda bile hayâl kurabiliyordu. Herkes mi, yoksa tek ben mi böyleydim?

Enkaz altındakilerin seslerini de duyuyordum. Acılar içinde kıvrandıkları seslerinden anlaşılıyordu.

Yukarıdakilerin sesleri bir uzaklaşıyor bir yaklaşıyordu. Sesler uzaklaştıkça umudum azalıyor, üzülüyordum; sesler yaklaştıkça kurtulacağımı düşünüp seviniyordum.

Başımdaki ağrı giderek şiddetleniyordu. Ruhum daralıyor, kalbim sıkışıyor, ölümün yaklaştığını hissediyordum.

Daha yakından bir ses… Bana sesleniyorlardı. Bana adımla sesleniyorlardı. Yukarıda mutlaka benim enkaz altında olduğumu bilenler vardı. Çalışıyorlardı.

“Dayan, seni kurtaracağız!” diyorlardı.

Ancak gözlerim kararmaya başlamıştı.

Dayanırsam kurtulacaktım.

Dayanmak nasıl oluyordu ki…

“Bizi duyuyor musun?” diyorlardı.

Onları duyuyordum, cevap veremiyordum.

Dayanırsam kurtulacaktım.


(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Şubat 2020)

SÖZ VERİYORUM

Bugün yine şiir yazmaya başlarken düşüncelere daldım.

İnsanların bana karşı önyargılı olmaları, engelli muamelesi yapmalarını düşününce yüreğim yine acıyla doldu.

Şükür ki önyargılı yaklaşmayan, sohbet edebildiğim kalbi güzel, anlayışlı insanlar da vardı. Bu insanlardan biri de Meltem idi… Aşık olduğum güzel kız.

Ona şiirlerimi okurdum ama kendisi için yazdıklarımı değil… Çünkü kızacağından korkardım. “Sen ameliyatlısın, engelliler için özel okula gittin ve şimdi malulen emeklisin!” diye kusurumu yüzüme vuracağından korkardım.“

Bir gün parkta yürüyorduk…

“Beni seviyorsun değil mi?” diye sordu.

“Seviyorum tabi, arkadaşız biz.” diye cevap verdim.

Yüzüme baktı.

“Sadece arkadaş olarak mı?”

Ne diyeceğimi şaşırdım, korktum da.

“Duygularını saklayıp kendine eziyet etme; bana aşık olduğunu biliyorum.”

Meltem’in gözlerine baktım. Önce “Acaba alay mı, yoksa ciddi mi?” diye anlamaya çalıştım. Umutlandım. Sonra; “Evet sana aşığım, seni çok seviyorum Meltem. Ama bunu sana söylemekten hep korktum. Bir türlü söyleyemedim.”

Meltem gözlerini kıstı, yere doğru baktı.

“Kızdın mı?” dedim.

“Hayır kızmadım, ben de seni çok seviyorum.” dedi. Yüzü pembeleşmişti. Utanmış mıydı? Eve dönmesi gerektiğini söyleyerek yanımdan ayrıldı.

Gözden kayboluncaya kadar ardından baktım. Tam olarak sevinemedim. Çünkü cevabı içten değildi, hislerim bana samimi olmadığını söylüyordu. Bir türlü sonu gelmeyen tedavi sürecimin artık bitmesini herkesten çok ben istiyordum.

Babamla birlikte sağlık kontrolüm için gittiğimiz doktora sordum: “Bu tedavi daha ne kadar devam edecek? Artık yoruldum. Bir daha ameliyat olmak ve yıllarımı hastaneler de geçirmek istemiyorum.”

Doktor, anlayışla yüzüme baktı, biraz düşündükten sonra cevap verdi:

“Seni anlıyorum. Son ameliyattan sonra birkaç kez daha durumuna bakacağız, ondan sonra karar vereceğiz.” Görüşme bittikten sonra eve geldik. Meltem’in parkta söyledikleri de aklımdan çıkmıyordu. Beynime ağır gelen bu düşüncelerimi biraz olsun hafifletmek için yazmak ihtiyacı duyuyordum. Odama çıkıp yazmaya başlarken telefonuma mesaj geldi; Baktım Meltem’den geliyordu.

“Bana aşık olduğunu çoktan anlamıştım, şımarıklık edip senden duymak istedim. Ama pişman oldum, keşke sormasaydım, bunun için kendime çok kızıyorum çünkü sen iyi insansın sevmeyi ve sevilmeyi hak ediyorsun. Şunu bil ki ben seni bir arkadaş olarak seviyorum. Ayrıca yakında başka semte taşınacağız… Belki böylesi daha iyi olur; bunu da bildirmek için yazdım. Sakın dert edip kendini üzme olur mu? Hoşça kal.”

Derin nefes alarak cevap yazdım: “Ah Meltem… Ben hissetmiştim zaten, bu mesajı yazmasan da olurdu. Kızmıyorum sana ve söz veriyorum; Kendimi üzmeyeceğim.”

Omzuma bir el dokundu, ani hareketle döndüm, annemdi.

“Yine dalmışsın düşüncelere… Seslendim duymadın; hadi gel sofra hazır.” dedi.

“Tamam, geliyorum anne.”

Annem şiir defterime bakıp gitti. Ben, kalbimde hüzünle, yüzümde acı bir tebessümle Meltem’e yazmak istediğim son şiiri yarım bırakıp kalktım.


(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Mart 2020)

SİNEK İLACI

Saat sabahın sekizi oldu, bugün biraz daha uyuyayım dedim ama yağmurun sesi ve şimşek gürültüsü yüzünden uyuyamadım.

Hayme yine benden önce kalkmış, kahvaltı hazırlıyordu.

Hayme erken kalkmayı sever. “Çok uyumak insanın ömründen alıyor.“ der.

Yatağımdan kalkarken Hayme aşağıdan seslendi. “Uyandın mı, uyandıysan gel kahvaltını et!“

Giyindim, aşağıya indim, sofraya oturdum.

Hayme her sabah olduğu gibi yine mükemmel bir kahvaltı sofrası hazırlamıştı.

“Ah Hayme, ben senin hakkını nasıl ödeyeceğim?“ dedim.

“Kahvaltını et kahvaltını.“ diyerek güldü.

Evli oğlumuz gelin ve çocuklarla başka bir şehirde kalıyordu. Özlemiştik.

“Aylardır ses seda yok, belli ki işleri yoğun. Bir fırsat bulup gelseler de hasret gidersek.” dedim.

“Sahi ne kadar oldu taşınalı?”

“Üç ay, fakat bana üç yıl kadar uzun geldi.”

“Bana da…”

Kahvaltımızı ellerimizde büyüyen torunlarımızı düşünerek yaptık. Oğlumuz ve gelinimiz iki şehir arasını yıllarca gidip dönmekten iyice yorulmuşlar yıpranmışlardı. Sonunda bizim de iznimizi alarak işyerlerinin bulunduğu şehre taşınmışlardı. Şimdi rahattılar. Aslında onların daha az yorulduklarını düşünerek biz de mutluyduk. Ancak onları çok özlüyorduk.

“Evde bir sinek gördüm, yakalayamadım. Sinek ilacı al!“ dedi Hayme.

Hayme sinek konusunda çok hassastı. Odada bir sinek olsa sabaha kadar uyuyamazdı.

“Bir sinek için mi?” dedim.

“Olsun, çoğalmadan al sen!” dedi.

Hava yağışlıydı. Kahvaltıdan sonra şemsiyemi alıp çıktım.

Yürürken yanımdan geçen insanların konuşmalarını duyuyordum, ancak öğrendiğim birkaç kelime ve söz dışında ne dediklerini anlayamıyordum.

Sokak her sabah olduğu gibi kalabalık sayılırdı. Okullarına giderken birbiriyle şakalaşan, kahkahayla gülen gençler, köpeğini sabah gezintisine çıkarmış kadınlar, işyerlerine giden insanlar hafif yağmurdan dolayı aceleyle yürüyorlardı.

Hayat devam ediyordu.

Yürürken sokak ve dükkân isimlerine de bakıyordum ama çoğu tabelada ne yazıldığını anlamıyordum. Bu ülkede dil bilmeden bunca yıl nasıl yaşamıştık, hayret ediyordum.

Eczaneye geldim. İçeride Eczacıdan başka kimse görünmüyordu.

Girdim ve doğruca eczacının yanına vardım. Merhabalaştık. Sıra geldi sinek ilacı istemeye.

Adam ne istediğimi söylemem için yüzüme bakıyordu. Ben söylemeyince o sordu. Bu defa;

” Sinek ilacı almak istiyorum. “ dedim.

Türkçe söylemiştim. Anlamadığı için tekrar sordu.

Hay Allah, şu an buranın dilini bilen Türk’ün biri gelse de bana yardımcı olsa…

Eczacı ellerini yana açarak hâlâ yüzüme bakıyordu.

Elimle işaret yaparak “Sinek, ilaç, pıs pıs sıkıyorsun.“ dedim. Adam gülmeye başladı.

Sinek resim de yok ki göstersem, o zaman belki anlardı ne istediğimi.

Ben düşünürken adam tezgâhın üstündeki ilaç kutularıyla ilgilenmeye başladı.

Adamın bu davranışına önce kızdım ama sonra hak verdim, anlatamıyordum ki bana yardımcı olabilsin.

Kendimi çaresiz hissettim, ilk geldiğim yılları tekrar yaşıyor gibiydim.

“En iyisi şimdi gideyim, tanıdık bir Türk bulayım.“ diye düşündüm ve eczaneden çıkmak istedim. Kapıya doğru giderken vitrinde sinek resimli bir kutu gördüm. Döndüm eczacıya “Bayım” diye seslendim.

Vitrindeki kutuyu işaret ettim. Yanıma geldi ve yine yüzüme baktı.

Parmağımla göstererek sinek ilacı dedim. Adam bir vitrine baktı bir de bana baktı.

Vitrinin yanına biraz daha yaklaştım, üzerinde sinek resmi olan kutuyu işaret ettim.

Eczacı bakmaya devam ediyordu, sonra “Ha tamam.” Anlamında bir işaret yaparak kutuyu vitrinden çıkardı bana uzattı.

Kutuyu aldım, baktım üzerinde başka bir uçan böcek resmi var.

Elimi sallayarak “Hayır, bu sinek resmi değil.” dedim. Düşündü ve bana eliyle bekle işareti yaparak arka odaya gitti.

Ben şaşkın bir şekilde olduğum yerde kaldım. Allah Allah, bu adam şimdi niye bekle işareti yapmıştı? Yoksa beni anlamış mıydı? Eczacının geri dönmesi biraz uzun sürdü.

“Yok ben gideyim en iyisi.“ diye kapıya doğru yönelirken. Adam odadan çıkıp yanıma geldi ve elindeki ilaç şişesini gösterdi.

Baktım şişenin üzerinde sinek resmi var.

Bende gülerek elindeki ilaç şişesine dokunup kendi dilimde “Evet, istediğim ilaç bu!“ dedim. Birbirimize bakıp gülüştük. Adam hem gülüyor hem de imalı şekilde kafasını sallıyordu. Adeta “İnsan bir başka ülkeye gidip oraya yerleşir de dilini öğrenmezse işte böyle kıvranır. Bir sinek ilacını anlatamaz.“ diyordu. O an kendimi dili düzgün öğrenemeyen mahcup çocuk gibi hissettim.

Eve geldim Hayme ev işleriyle meşguldü. Sinek ilacı şişesini ecza dolabına koymadan önce şişeye baktım. Sanki şişedeki sinek de bana eczacı gibi bakıp imalı şekilde gülüyordu.


(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Mart 2020)

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

₺62,69

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
01 ağustos 2023
Hacim:
341 s. 20 illüstrasyon
ISBN:
978-625-6852-46-4
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Ses
Средний рейтинг 4 на основе 1 оценок
Ses
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Ses
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Ses
Средний рейтинг 5 на основе 1 оценок
Ses
Средний рейтинг 5 на основе 1 оценок
Ses
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin PDF
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок