Kitabı oku: «Şanlı Olaf», sayfa 2

Yazı tipi:

II
SIGURD ERIKSON

Bir sonraki sabah kızıl güneş Rathsdale’in sis kaplı tepelerinden yükselirken Olaf efendisinin domuzlarının arasında çalışıyor, ahırlarını temizliyor ve yemlerini dolduruyordu. Çalışırken dün gece sahilde kendisiyle konuşan uzun boylu adamın kim olduğunu sorguladı ve çok fazla şey anlattığı için pişmanlık duymaya başladı; artık o yabancının bir düşman, belki de haklarını ihtilaf etmek için gücü olanları yolundan temizleyerek kendi güvenliğini sağlamaya çalışan aşağılık Kraliçe Gunnhild’in bir casusu olabileceğine inanıyordu. Gunnhild son derece düzenbaz bir kadındı ve Kral Triggvi’nin küçük oğlunun yerini gizlice tespit etmiş ve onu tuzağa düşürmek için adamlarını Estonya’ya göndermiş olabilirdi.

“Bir daha asla bir yabancıya öykümü anlatmayacağım,” dedi Olaf kendi kendine. “Thorgils, Triggvi Olafson’la olan akrabalığımı sır olarak saklamamı söylemekte haklıydı. Erkek olduğumda ve kendi savaşımı verebildiğimde babamın topraklarında hak iddia etme zamanı gelecek ve belki o zamana dek esaret altında kalırsam kimse kim olduğumu anlamaz. O halde bir köle olarak efendimin ahırlarını ve domuz ağılarını temizlemek zorunda kalsam bile işimi yapmalıyım. Geri dön, seni açgözlü domuz!”

Son emri yanından geçerek yeni otlardan yatağına yol alan büyük, kıllı yabandomuzuna vermişti. Olaf hayvanı arka bacağından yakaladı, domuz ciyaklayarak ve öfkeyle tekmeleyerek şiddetle yan tarafına dönene kadar onunla didişti. Sonra diğer üç domuz ileri doğru koştu, biri ona öyle bir güçle çarptı ki oğlanı dizlerinin üzerine düşürdü. Bunun üzerine Olaf oldukça sinirlendi, hızla ayağa kalktı ve domuzlarla güreşerek onları yumruk yaptığı elleriyle geriye doğru ittirdi. Ancak domuz kolayca hareket etmedi. İnatla dikilip küçük, kan dolu gözleriyle ona baktı, ardından da bir anda vahşi bir kükremeyle ona koştu. Olaf yerinde sıçradı fakat sol ayağı domuzun yüksek sırtına takıldığından fazla yavaş kaldı ve çamurun içinde yuvarlandı. Öfkesi Olaf’ı ele geçirdi ve vahşi bir çığlıkla domuzun üzerine atlayarak iki eliyle hayvanın kulaklarını tuttu. Sonra birkaç dakika boyunca birlikte kıvrandılar, yuvarlandılar, ardından ayrılıp tekrar saldırıya hazırlandılar. Ama Olaf nihayet üstünlüğü kazanarak hasmını göz diktiği samanların içinde nefes nefese ve yorgun halde bıraktı. Hayvanın yan tarafına, burnuna doğru çıplak ayağıyla bastırdı. Kolu kanıyordu ve yanağında uzun bir çizik vardı. Ne var ki zafer kazandığından yaralarına aldırış etmedi.

O otururken sarı samanların karşısında bir gölge hareket etti. Başını kaldırdığında domuz ağılının çitinden ona bakan iki adamın yüzünü gördü. İçlerinden biri efendisi Reas’tı. Diğerinin geçen akşam konuştuğu uzun boylu adam olduğunu hemen anladı. Sigurd Erikson güzel, beyaz atının üzerinde oturuyordu ve uzun bir yolculuğa hazırdı.

“Bahsettiğin oğlan bu,” dedi Reas, Olaf ayağa kalkıp işine dönerken. “Çirkin bir çocuk olduğunu düşünüyorsundur. Ama geleceğini bilsem onu yıkatır, daha iyi giydirirdim. Yine de ağır işlere vereceksen en azından güçlü ve sağlıklı olduğunu, vücudunda bir kusur olmadığını garanti ederim. Biraz vahşi ve inatçı olabilir ama onu ehlileştirebilirsin. Kırbaç sesinin zararı olmaz, bizzat tasdik ettim. Onun için nasıl bir fiyat sunuyorsun, hersir?”

Olaf endişeli bir şaşkınlıkla başını kaldırdı; yabancının gerçekten aşağılık Kraliçe Gunnhild’e götürmek için onu almaya gelip gelmediğini merak ediyordu.

“Karşılığında iki gümüş para veririm,” dedi Sigurd. “Ki bu yetişkin bir erkek köle fiyatıdır.”

Reas, oğlanın daha düzgün görünüşlü olmamasına pişman olmuşçasına Olaf’a göz attı.

“Hayır,” dedi sonunda. “Böylesi bir köleyi kolay kolay bulamazsın. Biraz daha temiz olsaydı ne kadar güzel bir oğlan olduğunu anlardın. Şu gözlere baksana; genç bir yılan kadar akıllı bakıyor! Kadınların gözleri bile bu kadar güzel değildir! Şu cilde, fistanının yırtıldığı yere bak. Açık renkli değil mi? Ve bir sürü yeteneği var. Oğlum Rekoni bile ondan zeki değil. Hiç yorulmadan yarım gün boyunca koşabilir. Geçen ekim vaktinde bir mavi kestanekargası yuvasını bozmak için yaptığı gibi Rathsdale’deki en uzun çam ağacına tırmanabilir ve hiçbir martı suyun üzerinde ondan rahat yüzemez.”

“Tırmanma konusunda,” dedi Sigurd, mavi gözlerinde meraklı bir bakışla, “bir gün söylediğinden daha yükseğe tırmanacağına dair şüphem yok. Ama denizin olmadığı yerde yüzmek işe yaramaz. Hem o kadar iyi koşuyorsa kaçma tehlikesi var demektir. Bence iki gümüş senin için iyi bir ücret olacak. Ama güzelliğine ve yeteneklerine bu kadar değer biçiyorsan yanında hoş hanımının takması için bu küçük yüzüğü verebilirim. Ne diyorsun?”

“Anlaştık!” dedi Reas, Sigurd’un kemer kesesinden çıkardığı yüzüğü hevesle kaptı. “Oğlanı hemen götürebilirsin.”

Olaf domuz ağılının en köşe tarafına çekildi. Kaşları çatılmıştı ve mavi gözlerinde ani bir öfke görülüyordu.

“Gitmeyeceğim!” dedi sertçe ve hızlı bir hareketle çiti aştı ancak kolundaki yarayı unuttuğundan acı yüzünden tuhaf bir duruma düştü, böylece Reas oğlanı bileklerinden yakaladı ve Sigurd atından eğilip çocuğunun boynuna altın zincir takana dek onu yerinde tuttu. Bu sayede Reas kapıyı açtığında güçlü bir adam olan Sigurd, Olaf’ı kollarına alarak atının yanına taşıdı ve binerken zincirinin ucunu eline aldı. Olaf kendini kurtarmak üzere biraz uğraştıysa da zincirin boynunda kıpırdamayacağını anlayınca kaçmak için daha iyi bir şans kollamaya karar verdi. Ardından Sigurd, aldığına karşılık olarak Reas’a iki gümüş para verdi ve Olaf’ı arkasından sürükleyerek atını süratle yürütmeye başladı.

Çok geçmeden Reas ve dağınık çiftliği uzun çam ağacı kümesinin arkasında kayboldu. Sonra Sigurd ufak bir akarsuyun yanında durdu.

“İyi iş çıkardın,” dedi Olaf’a. “İsteksizliğini güzel gösterdin. Ama seni, pazarda satın alabileceği herhangi bir köleyle aynıymış gibi değer biçen önceki aptal sahibin gibi gördüğümü düşünme sakın. Reas iki değersiz gümüş sikke yerine yüz altın isteseydi vermeye razıydım.”

“Neden peki?” diye sordu Olaf kaşlarını çatarak. “Beni batıya, Norveç’e götürüp kurtların arasındaki yavru bir keçi gibi bırakmaya mı niyetlisin? Dün akşam tatlılıkla konuştuğunda onurlu birisin sanmıştım. Beni eline teslim ederken Kraliçe Gunnhild muhtemelen seni güzel ödüllendirir. Ama asla öyle bir şey yapamayacaksın!”

“Sabırsız çocuk,” dedi Sigurd atının yelelerini okşarken. “Kimin dost olduğunu anlamıyor musun? Yoksa herkesi düşmanın olarak görecek kadar arkadaşlığa uzak mısın?”

“Husumet sık sık arkadaşlık kılığında gelir,” dedi Olaf, “o yüzden dikkatli olmak iyidir. Dün akşam seninle konuşmayı reddetsem daha akıllıca olurdu.”

“Yakında vakti gelecek,” dedi Sigurd. “O zaman konuştuğuna pişman olmayacaksın. Ama uyarayım, hikâyeni bana anlattığın gibi yabancılara anlatırsan başına kötü şeyler gelebilir.”

Olaf donakalmıştı. Karşısındaki adamın yüzüne baktığında orada sadece nezaket görse de bu yabancının onu almaktaki sabırsızlığı bir şekilde şüpheli geliyordu.

“Gerçekten de arkadaşımsan,” dedi oğlan, “neden bu zinciri boynumda tutuyorsun? Beni neden peşinde köpek gibi sürüklüyorsun?”

“Çünkü benden kaçmanı istemiyorum,” diye cevapladı Sigurd. “Ama elimi sıkarak kaçmayacağını söylersen zincirini çıkarırım, böylece atımın üzerinde önümde seyahat edersin. Kral Triggvi’nin oğlusun ve bir şey söylediğinde bunun kutsal olacağını biliyorum.”

Olaf, Thoralf’ın oğlu Thorgils’le üvey kardeşlik yemini ettiğinden beri hiçbir adamın elini sıkmamıştı. El sıkışmayı çok önemli bir anlaşma, yalnızca önemli bir durum söz konusuysa yapılacak bir şey olarak görüyordu. Ayrıca daha önce hiç kimseye yalan söylememiş ya da kimseyi aldatmamış, yanlış bir şey yapmamıştı. Hemen karşılık verdi:

“Hayır, elini sıkmayacağım. Yakında yanından kaçmayacağıma dair söz de vermeyeceğim. Zinciri boynumdan çıkarmayabilirsin. Sözümden daha kolay bozulur.”

Sigurd oğlana bakarak gülümsedi.

“Sanırım,” dedi, “birazcık daha temiz olsan sana daha çok hayran olurdum. Burada akarsu var. Girip kendini yıka.”

“Zinciri sökmeden kıyafetlerimi çıkaramam,” dedi Olaf, “ve zincir sökülürse atının bile takip edemeyeceği bir yere kaçarım. Ama bir iyilik yaparsan kendimi temizleyeceğime ve sonrasında zinciri tekrar takacağıma söz veririm.”

“Ne iyiliği istiyorsun?” diye sordu Sigurd.

“Şöyle ki,” dedi Olaf, “meşru kölen olduğuma ve istediğin yere gitmek zorunda olduğuma göre sen de Tüccar Biorn’un yanına gidip üvey kardeşim Thorgils’i satın alacaksın.”

Sigurd atından indi ve birden Olaf’ın boynundaki zinciri çıkardı, hatta fistanıyla yün gömleğini çıkarmasına bile yardım etti. Olaf karşısında çıplak kalınca da geri çekilerek oğlanın teninin solukluğuna, yapılı kaslarının sertliğine, hatlarının kusursuz güzelliğine hayranlıkla baktı.

Yanında mola verdikleri akarsu derin, temiz bir suydu; yüksekteki çağlayan içine kremsi köpükler akıtıyordu. Olaf hafifçe yosunlu taşlara doğru koştu ve çok iyi tanırmışçasına suya daldı. Sigurd onun çocuksu bir neşeyle dönüp su sıçratmasını izledi. Oğlan bazen suyun kahverengi derinliklerinde kayboluyordu ama hemen sonra beyaz vücudu sakince yüzeyde süzülüyor ve güneş ışınlarının gökkuşağı oluşturduğu şelalenin serpintisinin arasında ortaya çıkıyordu. Olaf nihayet sudan çıktı ve kuruyana kadar çimlerin üzerinde ileri geri süratle koşturdu. Ardından yeni efendisine dönerek yün gömleğini aldı. Ancak giysisi yerinde yoktu.

Sigurd, “Kralın oğlunun köle işaretleriyle lekelenmiş bir elbise giymesi yakışık almayacağından kıyafetlerini attım,” dedi.

Kendi omuzlarından kırmızı kumaştan biniş pelerinini çıkararak devam etti. “Al bu pelerini giy. Kasabaya vardığımızda sana daha uygun kıyafetler, ayağına sandaletler ve başının güneşten korunması için bir şapka alacağım.”

Olaf kızararak pelerini aldı ve hiçbir şey söylemeden üzerine giydi. Sonra zincirin bitimine giderek efendisine boynuna bağlamasını gösterdi. Sigurd zinciri takarak tekrar atına bindi.

Vadi boyunca denizden biraz uzaklaştıklarında onları bekliyormuş gibi görünen üç silahlı atlıyla karşılaştılar. Sigurd, Olaf’ı onlara verip onu güvende tutmaların emrederek kendisi de önden atla devam etti. Kısa süre sonra en tepede mavi deniz manzarasıyla, ardından ahşap kulübelerin uçurumların kenarında yuvalandığı küçük kasabaya vardılar.

Kasabaya girdiklerinde Sigurd’un hizmetlilerinden ikisi Olaf’ı bir tüccarın evine götürdü ve orada ona kızarmış yumurta ve buğday ekmeği vererek öğle vaktine kadar yanlarında kalmasına izin verdiler; onunla asla konuşmayıp yalnızca sayısız satranç maçı yapar, boynuzlar dolusu bira içerken onu seyrettiler.

Olaf kapı dikmesine zincirlenmiş halde yerde otururken yeni efendisinin kendisini nereye götürmeye niyetli olduğunu merak etti ve aklına Norveç’ten başka bir yer gelmedi. Gunnhild’e götürmeyecekse adam onu niye almıştı ki? Bunun üzerine nasıl kaçacağını sorgulamaya başladı. Ve kararını hızla verdi. Denize açıldıklarında zincirlerinden kurtulup karaya kadar yüzmek üzere suya atlayacaktı. Ancak sonra bunu yaparsa dünyada yapayalnız kalacağını, hiç kimsenin onun Triggvi Olafson’un oğlu olduğuna inanmayacağını ve belki de yine esir alınacağını fark etti. Thorgils yanında olsaydı birlikte başarabilirlerdi, zira Thorgils dünya konusunda son derece bilgiliydi; ikisi de yeterince büyüyüp bir Viking gemisine katılana ve ün ve güç kazanana dek yiyecek ve barınak bulabilirdi. Fakat Thorgils Estonya’da kalırsa kolay olmayacaktı. Onsuz hiçbir şey yapamazdı. O yüzden Olaf gemiye götürülmeden önce, yani hemen kaçmaya çalışmanın daha mantıklı olacağını düşündü.

Boynundaki zincir sıkıydı ve arkadan takılmıştı, yani çıkacak sesle adamları şüphelendirmeden çıkarması mümkün değildi. Zincirin diğer ucuna baktığında kolayca çözülecek şekilde bağlandığını gördü. Adamlar oyunlarına devam ederken çok yavaşça kapı dikmesine yaklaştı. Ne var ki daha fazla hareket edemeden dışarıdan at sesleri geldi. İki adam oturduğu yerden kalktı. İçlerinden biri kapıya gidip bir yığın kıyafetle geri döndü, onları yere atıp Olaf’a giyinmesini emretti. Olaf hemen elbiselerin iyi dokuma olduğunu görerek meraklandı. Eski efendisinin oğlu Rekoni bile böylesi zengin kıyafetler giymemişti ve bir köle olarak böyle süslü giyinmesi tuhaf geliyordu.

Bugüne kadar fakir bir kölenin kıyafetlerinden başka bir şey giymemiş olduğundan zorlanarak giyinmişti ki dışarıdan tiz bir boru sesi geldi. Ardından adamlardan biri yaklaştı ve sandaletlerinin bağcıklarıyla pelerinini bağlamasına yardım ederek onu aceleyle avluyla çıkardı. Orada üç at bekliyordu. Adamlar atlardan çok tüylü, kahverengi midilliyi işaret ederek Olaf’a binmesini söylediler.

“Süremem,” dedi oğlan.

“Yolculuğumuzun sonuna erişmeden çok önce sürmeyi öğreneceksin,” diye karşılık verdi adam. “Ve düşmekten korkmayasın diye atın sırtına güçlü iplerle bağlanacaksın.”

“Yürümeyi yeğlerim,” diye karşı çıktı Olaf.

“Köleler efendilerine boyun eğmelidir,” dedi adam ve ata binmesine yardım etmek için oğlanı tuttu. Ama Olaf gözlerinde ani bir isyanla hemen yana çekildi.

O anda bir grup atlı göründü; başlarında Sigurd Erikson vardı ve onu çuvallarca yiyecek ve mal yüklü katırlar takip ediyordu. Adamların her biri kılıçlar, kalkanlar, yaylar ve oklarla kuşanmıştı. Bu kadar atı bir arada gören Olaf varış yerleri neresi olursa olsun kara yoluyla gideceklerini anladı. Onlar yaklaşır ve dururken gözleri süratle adamların arasında Thorgils Thoralfson’u aradı. Evet, üvey kardeşi gerçekten de aralarındaydı! Katırlardan birine binmişti, güneş ışığı beyaz fistanına ve eğdiği başına vuruyordu. Bunun üzerine Olaf, efendisi sözünü tuttuğu ve Thorgils esirliğine eşlik edeceği için sakinleşti. Belki bugün değildi ama bir gün konuşabilecek ve bir kaçış yolu bulabileceklerdi.

Güzel, beyaz atına binen Sigurd etrafında korumaları olan bir krala benziyordu. Olaf’ın midillinin sırtına sıçrayışını izledi ve adamların oğlanı iplerle bağladığını gördü. Aralarından biri zincirin ucundayken diğeri midillinin yularını tuttu ve böylece genç köle iki yanında atlı birer korumayla kapılardan geçti.

Kısa süre sonra yedi uzun yıldır köle olarak yaşadığı kasaba ve çok sevdiği deniz arkasında kaldı. Sigurd ve yanındakiler güneye, tepelere doğru at sürdüler, ardından seyahat etmeyi zorlaştıran büyük kaya parçalarıyla kaplı uzun, kasvetli vadilerden geçtiler. Onlara rehberlik eden sadece dar bir at yolu vardı, çok geçmeden o da çayırların içinde kayboldu ve arazi insan izine rastlanmayan ıssız bir hiçliğe dönüştü; bir tek çıplak, sarp tepeler ve ara sıra görünen aşağıdaki topraklara dökülen akarsular vardı. Olaf yorgun hissetmeye başladı, midillinin sert zemindeki sıçrayışları alışık olmayan uzuvlarına acı verdi. Ancak sonunda sıcak güneş altın rengi bir aleve dönüştü ve ilk günkü yolculukları sona erdi.

Büyük çam ağaçlarını sığınak edinerek geniş, derin bir akarsuyun yanında durdular. Atların ve katırların yüklerini alarak dolaşmalarına izin verdiler, fazla uzaklaşmasınlar diye köpekler onlara göz kulak oldu. Adamlardan bazıları çadır kurarlarken diğerleri ateş için kozalak ve kuru dal topladı, diğer ikisiyle efendilerinin para torbalarını korudular. Her şey hazır olduğunda herkese yiyecek ve içecek dağıtıldı.

Gece olduğunda hâlâ zincirlenmiş olan Olaf ve Thorgils kuru eğreltiotlarından yataklara yatırıldılar. Yanlarında yabancı topraklardan gelmiş gibi görünen genç erkek bir köle daha vardı. Uyuyana kadar sessizce adamı izledikten sonra koyu renkli ağaç dallarının arasından parlayan yıldızların altında uzanıp o gün başlarına gelenleri konuştular. Olaf, Thorgils’e yeni efendilerinin adını bilip bilmediğini sordu.

“Hayır,” diye cevapladı Thorgils. “Bizi neden satın aldığını da anlamadım. Tek bildiğim Norveçli ve zengin olduğu.”

“Aklıma sadece bizim aracılığımızla bir hainlik yapacağı ve bizi denizden batıya götürerek Gunnhild’in oğullarının ellerine teslim edeceği geliyor,” dedi Olaf.

“Bundan korkman için pek sebep yok,” dedi Thorgils. “Onun için pazardan alabileceği köleleriz ve bence yalnızca memleketlisi olduğumuz için bizi seçti. Babanın kim olduğunu öğrenseydi şüphesiz bizi Norveç’e götürmeyi planlardı. Ama mümkün değil. Estonya’da ikimizden başka Olaf Triggvison olduğunu bilen yok ve bu adamın öğrenmiş olması mümkün değil.”

Olaf bir süre sessiz kaldıktan sonra nihayet konuştu.

“Thorgils, seni kandıracak değilim. Bu adam kimin oğlu olduğumu biliyor ve ona bunu söyleyen bendim.”

Thorgils darbe almışçasına içini çekti.

“Sen mi söyledin?” diye bağırdı. “Ne düşüncesizlik! Sana hep bu sırrı saklaman gerektiğini söylemedim mi? Karşına çıkan ilk meraklı yabancıya hikâyeni anlatmanın nedeni neydi? Dilini tutamadın, şimdi de talihsizliğimiz öncekinden de fazla!”

“Benimle çok kibar konuştu,” diye açıkladı Olaf, “ve nasıl köle olduğumu sorduğunda cevap vermeyi reddedemezdim. Düşman olduğu aklıma gelmedi.”

“İnsanları anlama konusunda beceriksizsin Ole,” dedi Thorgils. “Gözlerinde çok geçmeden kalbindeki kötülüğü anlamanı sağlayacak bir bakış var, hem böyle tatlı dillilere güvenilmez. Ama düşüncesizliğinin işe yaradığı bir şey var; bizi tekrar aynı efendinin buyruğu altına getirdi, yani birlikte çalışırken kaçmayı beceremeyip bir Viking gemisine binemezsek yazık olur.”

“Yeni efendimiz bizi karada bir yere götürürse bu kolay olmaz,” dedi Olaf. “Bu adamların hiçbirinin üzerinde deniz izi yok, hepsi karacı.”

Thorgils gökyüzüne bakarak kutup yıldızını aradı.

“Güneye doğru gidiyoruz,” dedi biraz sonra.

“Güneyde hangi ülke var peki?” diye sordu Olaf.

Thorgils bilmiyordu. Ancak bazı tüccarların güneydeki Mikligard adında büyük bir şehrin kıyılarından geldiklerini hatırlıyordu; Norveçliler ona Constantinople diyorlardı ve yolculuklarının orada sona ereceğini tahmin ediyordu.

Sonra Olaf sessizce birlikte uyudukları adama yaklaştı ve onu uyandırdı.

“Söylesene,” dedi. “Bu efendimiz kim ve bizi nereye götürüyor?”

“Bilmiyorum,” diye yanıtladı genç. “Beni alalı üç gün oldu ve buralı olmadığımdan konuştukları dili anlayamıyorum. Memleketim denizin öteki tarafında.”

“Nerede?” diye sordu Thorgils.

“İngiltere’de.”

“Gerçekten de uzak olsa gerek,” dedi Olaf. “Öyle bir yeri daha önce duymamıştım.”

“Batı Denizi’nin karşı tarafında bir ada,” diye açıkladı Thorgils. “Adını sık duydum. Kral Erik Kanlıbalta orada yaşayıp ölmüş. Norveçli çoğu Viking, Anglusların zenginliklerini ele geçirmek için denizi aşıyor. Viking olsaydım ben de rotamı İngiltere’ye çevirirdim.”

“Ben de seve seve seninle gelirdim,” dedi İngiliz genç. “Şu anda kaçacak olsanız bile. Ama denizden uzağa gidiyoruz gibi görünüyor ve gemiye bineceğimiz konusunda pek umudum yok.”

“Kaçışımızı geciktirmezsek yeterince umut olur,” dedi Thorgils, kamp ateşlerinin yandığı yöne bakarak. Bir süre sessiz kaldıktan sonra elini yabancının koluna attı.

“Adın nedir?” diye sordu.

“Egbert,” diye yanıtladı oğlan.

“Peki nasıl oldu da Estonya’ya getirildin?” dedi Thorgils merakla.

Bunun üzerine Egbert hikâyesini anlattı. Dediğine göre Norhumberland’da doğmuştu. Zengin bir silahtar ve gümüşçü olan babası ülkenin o kısmına yerleşen Kuzeylilerden biri tarafından öldürülmüştü ve Edith adındaki annesi onu dul bırakan bir adamla evlenmişti. Adamın ismi Grim’di; oraları yöneten Erik Kanlıbalta’nın hizmetinde bir savaşçıydı. Kral Erik’in ölümü üzerine Grim ve diğer pek çok Viking, Kraliçe Gunnhild ve Erik’in oğullarının peşinden Norveç’e dönmüştü. Yanına karısını ve genç Egbert’i de almıştı. Edith, Norveç’e varacak kadar yaşamamış, oğlunun yüküyle uğraşmak istemeyen Grim de Egbert’i köle olarak satmıştı. Oğlan on yıl boyunca farklı efendilere esirlik etmişti ve sonuncusu Klerkon Düzyüz onu Estonya’ya getirmişti.

“Bunca yıldır tek dileğim,” dedi Egbert, “insanların Hıristiyan olduğu, pagan tanrılara tapmadığı İngiltere’ye dönmek. Çok kez kaçmayı denedim ama yanımda bir yoldaşım yok ve yabancı topraklarda genç halimle yol bulmak zor olduğundan hep başarısız oldum.”

“Kaç yaşındasın?” diye sordu Olaf.

“On beş yaz yaşadım,” diye cevapladı Egbert.

Thorgils ayağa kalkarak elini bir ağacın gövdesine yasladı ve iki yol arkadaşına göz attı.

“Bence,” dedi, “üçümüz bu yeni efendimizden şimdi, karanlık çökmüşken kaçarsak ve hep birlikte kıyıya dönmeye çalışırsak çok iyi olur. Küçük bir yelkenli alıp denizden Anglusların topraklarına doğru yola çıkabiliriz. Ne diyorsun Ole?”

Olaf bir süre sessiz kaldı. Nihayet şöyle dedi:

“Savaşabilecek kadar yetişene dek beklememiz daha akıllıca olur.”

“Kaçmaya çalışmayacak mısın yani?” diye sordu Thorgils.

“Hayır,” dedi Olaf sertçe. “İyi bir efendimiz var. Ne diye onu terk edelim?”

“Sırf sana iyi bir pelerin verdi diye onu iyi sanıyorsun,” dedi Thorgils alay edercesine, “ama inan bana, sana rüşvet vermesinin ardında gizli nedenler var. Sana ne yapmak istediğini tahmin edebiliyorum ve bak söylüyorum, şansımız varken kaçmazsan esef duyacaksın. İnsanların gerçek benlikleri yüzlerine yansısaydı keşke, o zaman bizi alan bu adamın kalbinin kötülüğünü görürdün.”

“Peki kaçmamız ne fayda sağlayacak?” diye sordu Olaf. “Daha çocuğuz, dünyada işe yaramayız bence.”

“Korkuyorsun!” diye bağırdı Thorgils.

“Evet,” dedi Egbert. “Korkuyorsun.” Ardından Thorgils’e dönerek devam etti. “Ama istemiyorsa neden ısrar edelim? Daha çocuk, bize ancak yük olur. Onu bırakıp kendi yolumuza gidelim.”

“Sen halkımızdan değilsin Egbert,” diye cevap verdi Thorgils, kuru yaprakların üzerine atlayarak, “ve üvey kardeşlik yemininin ne demek olduğunu bilmiyorsun. Benden ölsem yapmayacağım bir şeyi yapmamı bekliyorsun. Ole’yle aramıza ölüm girene dek ayrılmayacağız. Ve birimiz öldürülürse diğerimiz intikamını alacak. Ole yaşlanana kadar köle kalsa bile her daim yanında olacağım. Ama onsuz asla kaçmam!”

Söylenecek başka şey yoktu. Uzun yolculuktan dolayı yorgun düşen üç oğlan kıvrılarak uykuya daldı.

Genç Olaf öyle derin uyuyordu ki gece yarısı bir adamın elleri boynundaki zinciri açtığında uyanmadı. Adam dikkatle onu güçlü kollarına aldı ve ağaçların karanlık gölgelerinin arasına, ormanın kamp ateşlerinin olmadığı kısmına doğru götürdü. En sonunda çocuğu akarsuyun yanındaki kuru kamışlardan ve yosunlardan yatağa bıraktı; parlak ay ormandaki açıklığın arasından sızarak oğlanın yuvarlak yüzüne ve kısa, altın rengi saçlarına yansıyordu. Adam başında bekleyerek Olaf’ın çocuksu rüyalarını görmesini izledi. Sonra eğilip nazikçe pelerinini kenara çekti ve kıyafetinin önünü açtı, böylece ay ışığı beyaz boynunun ve göğsünün üzerine düştü.

Olaf birdenbire uyandı ve üzerine eğilen karanlık figürü gördü.

“Thorgils, Thorgils!” diye bağırdı telaşla.

“Sessiz ol!” diye emretti Sigurd Erikson, oğlanın kolunu tutarak. “Zarar verecek değilim.”

Olaf zorla ayağa kalktı, kaçmaya hazırdı ancak efendisi onu yerinde tuttu.

“Aptal çocuk!” diye mırıldandı Sigurd. “Ne diye korkuyorsun benden? Sana dostun olduğumu söylemedim mi?”

“Dostluğuna güvenmiyorum,” diye cevapladı Olaf sinirle, Thorgils’in uyarısını hatırlayarak. “Şimdi de beni buraya gizlice öldürmek üzere getirdiğini düşünüyorum.”

“Seni buraya kendi iyiliğin için getirdim çocuğum,” dedi Sigurd yumuşak bir sesle. “Ve sana söz veriyorum, ben koruyucun olduğum müddetçe kim olursa olsun hiç kimse sana zarar vermeyecek. Sessiz ol ve beni dinle.”

Olaf sakinleşti.

“Geçen akşam,” dedi Sigurd, “bana Kral Triggvi Olafson’un oğlu olduğunu söylediğinde dediklerine kolayca inanamadım. Ama annenin adını ve Olfrestead’den, Norveç’in Uplands’inden olduğunu söylediğinde bana doğruyu söylediğini anladım. Gözlerine baktığımda orada Kraliçe Astrid’in kuzeydeki en açık renkli gözlerini gördüm. Sen konuşurken Kraliçe Astrid’in sesinin müziğini duyduğumu sandım…”

“Annemle tanışıyor olabilir misin?” diye bağırdı Olaf sabırsızlıkla. “Beni yaşadığı yere götürebilir misin?”

“Onu tanıyorum,” diye yanıtladı Sigurd. “Ama heyhat! Onu göreli, ondan herhangi bir haber alalı ne yazlar geçti. Ta ki sen bana Norveç’e kaçtığını söyleyene kadar. Söylesene, annenin Gardarike’de yardımını beklediği kişinin adı neydi?”

“Erkek kardeşinin adı,” dedi Olaf, “Sigurd Erikson.”

“O kardeş benim,” diyerek gülümsedi Sigurd ve oğlanı elinden tuttu. “Ve dayın olarak seni Holmgard’a götüreceğim.” Olaf’ı kendine yaklaştırarak kolunu boynuna doladı. “Biricik üvey oğlum olarak benimle yaşayacaksın,” diye ekledi. “Sana göz kulak olup bir kralın oğlunun bilmesi gereken her şeyi öğreteceğim, böylece vakti geldiğinde babanın topraklarında hak iddia etmeye hazır olacaksın. Fakat Norveç’te öldüğünü görmek isteyecek çok fazla insan olduğundan bunu yapmak büyük risk. Eğer Gunnhild’in oğulları Holmgard’da yaşadığını öğrenirlerse sonunu getirecek adamlara büyük ödüller vaat ederler. Bu sebeple Triggvi Olafson’la akrabalığınla ilgili tek söz etmezsen iyi olur. Ayrıca üvey kardeşin Thorgils de dahil hiç kimseye dayın olduğumu ya da adını ve soyunu bildiğimi söylememelisin, zira Gardarike’de Kral Valdemar’ın onayı olmadan hiçbir kral soyunun dokunulmaz kalmayacağına dair bir yasa var. O yasayı çiğnediğim anlaşılırsa ikimizin başı da en büyük belaya girer.”

Bunları duyduğuna şaşıran ve gizli düşmanı ilan ettiği adamın öz dayısı olduğunu öğrenen Olaf konuşamadı. Sessizce elini Sigurd’un büyük avucuna koydu ve kendisini Thorgils’le Egbert’in derin uykuda olduğu yere geri götürmesine izin verdi.

₺72,50