Kitabı oku: «Şanlı Olaf», sayfa 3

Yazı tipi:

III
GERDA’NIN KEHANETİ

Olaf ertesi gün uyandığında Sigurd Erikson’la akrabalığına ilişkin hiçbir şey söylemedi ve Thorgils onun aksi ve sessiz olduğunu fark etse bile bunu oğlanın o çok sevdiği denizden uzak kaldığı için acı çekmesine yordu. Ve Olaf hâlâ tuhaf bir şekilde kaçış planı yapma konusunda isteksizdi. Hem Thorgils hem de Egbert kaçmaktan bahsetmeye devam etti ancak Olaf her zaman daha da ertelemek için bir bahane bulup sadece başını sallayarak planın kötü olduğunu söyledi. Güneye yolculuklarının ikinci akşamında molayı büyük bir gölün kıyılarında verdiler. Thorgils buranın denizin bir parçası olduğunu söyledi ve iki yoldaşına gecenin karanlığında sıvışmayı, bir balıkçı teknesi bulup onunla kaçmayı önerdi. Ama Olaf hızlıca görünürde tekne olmadığını ve atlarla köpekler içtiğinden suyun büyük denizin tuzlu suyu olduğunu düşünmediğini belirtti. Bu uzun, yorucu seyahatin her günü Thorgils yeni bir plan yaptı. Fakat Olaf inatçıydı. Böylece onun esir kalmayı tercih ettiğini gören iki büyük oğlan onun isteklerine cevap vererek sabırla bekleyip efendilerinin dilediği yere gitmeyi kabul etti.

Götürüldükleri ülkeye eskiden Gardarike denirdi. Estonya’nın güneydoğusunda kalıyordu ve Rusya İmparatorluğu olarak bilinen yerin bir parçasıydı. Pek çok kuzeyli orada yaşardı ve Kral Valdemar da Baltık Denizi’nin doğusundaki toprakları fethedip oralara yerleşkeler kuran büyük İsveç Vikingi Rurik’in oğluydu. Valdemar hükümdarlığını modern Novgorod olarak bilinen Holmgrad’da kurmuştu. Son derece bilgin ve güçlü bir yöneticiydi ve tebaası pek çok yararlı zanaatla uğraşan ve büyük şehir Mikligard’la ticaret yapan refah içinde ve huzurlu insanlardı. İnsanları hâlâ pagandı; Hıristiyanlık henüz fazla yayılmadığı ve anlaşılmadığı için Odin’e, Thor’a ve İskandinavların küçük tanrılarına tapıyorlardı.

Valdemar’ın yüksek idarecisi olan Sigurd Erikson büyük bir saygınlık ve pek çok hizmetliyle beraber kralın sarayında yaşıyordu. O yüzden hediye olarak getirdiği hazinelerin karşılığında Olaf Triggvison’u hizmetine aldı. Ancak Thorgils’le Egbert hâlâ köleydi ve kralın ahırlarında zor şartlarda çalışmaya verildiler.

İdareci Olaf’a çok iyi davranıyordu ve çok geçmeden onu kendi oğlu gibi görmeye, koruyup kollamaya, ne zaman bir araya gelseler onunla konuşmaya başladı ancak asla oğlanın, yolculuktan kralın mülküne getirdiği diğer şeylerden farkı olduğunu ele vermiyordu. Olaf da üvey kardeşine dahi yeni efendileriyle yakın akrabalığından bahsetmiyordu. Gerçi Kraliçe Astrid’in kardeşinin adını unutmayan Thorgils, Olaf’ın sırrını keşfetmiş olabilirdi. Ama kralın idarecisine Ofresteadli Erik değil de yalnızca Hersir Sigurd unvanıyla seslenildiğinden tesadüf olduğunu düşünmesi de mümkündü.

Olaf aylar boyunca ufak görevlerini uysalca yerine getirmişti ve hâlâ zorlu işlerin izlerini taşıdığından hiç kimse ona dikkat etmemişti. Sigurd sırrının güvende olmasına ve Valdemar’ın idarecisinin yasaları çiğnediğini asla öğrenmemesine memnundu. Ancak çok geçmeden oğlanın açık renkli saçları uzadı ve parlaklaştı, elleri sertliğini kaybetti ve iyice güzelleşen yüzüyle uzuvları insanları cezbetmeye başladı. Bu yüzden Sigurd, kraldan doğma bir genci kasten bu topraklara getirdiğinin öğrenilmesinin cezasını bildiğinden korkmaya başladı.

Kraliçe Allogia genç Olaf’ı fark edince tehlike giderek büyüdü; kraliçe bir tür kâhindi ve geleceği önceden görebiliyordu, oğlanın güzelliğinden hemen soylu bir aileden geldiğini anladı. Geçmişini öğrenme konusunda kararlıydı, böylece saraydaki pek çok kişiye onun nereden geldiğini sordu, annesiyle babasının ismini bulmalarını istedi. Ama hiç kimse bilmiyordu.

Allogia henüz yirmi iki yaşındaydı ve oldukça kadınsıydı, kral Sigurd’un kalbini kazanacağı korkusuyla bu yakışıklı idareciyle görülmesini hoş karşılamıyordu. Ancak erken kış günlerinden birinde Kraliçe, büyük salonlardan birinde Sigurd’la karşılaştı; adam Olaf’la baş başaydı ve oğlana kralın tahtının arkasındaki kara meşeye kazılı rünleri okumayı öğretiyordu.

Kraliçe içeri girerken Olaf geride durdu ama gözlerini üzerinden ayırmadı. Kadın dantellerle süslenmiş mavi, yünlü bir gömlek giymişti, altında kırmızı elbisesiyle gümüş kemeri vardı. Başının üzerinde şerit altın duruyordu ve kahverengi saçları iki yanından beline uzanıyordu. İdareciye yaklaştı ve salondan çıkarken ona şöyle dedi:

“Yalvarırım dersinize devam edin, hersir.”

“Affedersiniz hanımefendi,” dedi Sigurd. “Gence Kral Rurik’in rününü öğretiyordum, devam etmem şart değil.”

“Bir köle çocuğun rün öğrendiğini pek sık görmüyorum,” dedi Allogia, “böyle bir bilgi yalnızca yüksek mevkidekiler içindir.” Durup hızla ateşin başında ayağa kalkan büyük köpeğin başını okşayan Olaf’a baktı. “Ve yine de,” diye ekledi Kraliçe düşünceli bir halde, “senin deyiminle bu Ole denen oğlanın kanında köylülük olmadığını görüyorum. Soluk teni kral soylarından gelme. Soyu ne, Hersir Sigurd? Ona bunca iyilik yapmış, güzel kıyafetlerle donatmışsın, hatta rünleri okumayı öğretiyorsun, demek ki soylu doğduğunu biliyorsun. Kim bu?”

Bizzat Kraliçe’den gelen bu soruya itaatsizlik etmeye cüret etmek Sigurd’un kaşlarının çatılmasına neden oldu. Fakat Allogia adamın kafa karışıklığını fark etmedi. İri, koyu renkli gözleri, oğlanın ipeksi altın rengi saçlarını ve sıkı, sağlam vücudunu takdir edercesine dosdoğru Olaf’a baktı.

“Çocuğu Kuzey Estonya’dan aldım,” diye yanıtladı Sigurd bir anlık duraksamadan sonra. “Rathsdale’deki bir çiftçiden satın aldım ve ücret olarak iki gümüş para ödedim. Bir Viking’in oğlu olabilir, bilemiyorum. Çabuk kavrıyor ve her türlü oyunda zekâsını gösteriyor, o yüzden ona bir şeyler öğretmek hoşuma gidiyor.”

Allogia’nın gözlerinde şüphe vardı; sanki idarecinin kendisine gerçeğin yalnızca yarısını anlattığını anlamıştı. Kadının şüphesini gören Sigurd, Olaf’a yaklaşmasını işaret etti. Oğlan itaat ederek başını eğip Kraliçe’nin önünde durdu.

“Hangi soydan gelmesin oğlum?” diye sordu Sigurd. “Annen kim ve nasıl yaşıyor?”

Olaf efendisinin yüzüne sakince bakarken hızla yanıtladı:

“Annem fakir bir esirdir hersir,” dedi. “Vikingler onu denizin batısından Estonya’ya getirdi. Çocukluğumdan beri ondan haber almadım.”

Kraliçe ona acıyarak gülümsedi.

“Peki ya baban?” diye sordu.

Olaf başını sallayıp dalgın dalgın Kraliçe’nin bir sürü altın yüzük takılmış güzel ellerine baktı.

“Babamı hiç tanımadım hanımefendi,” diye yanıtladı. “Ben dünyaya gelmeden önce ölmüş.”

“Ama adını biliyorsun, değil mi?” diye ısrar etti Allogia. Artık Olaf ona kasıtlı yalan söylemekten korkuyordu ama dayısının hatırı için gerçeği dile getirmedi. Bir an için kekeledi, ardından köpeğin kulaklarını parmaklarının arasına alarak sert ve sıkı bir şekilde sıktı. Köpek ani acıyla uludu, sinirlenerek ileri doğru koştu. Ürken ve telaşlanan Kraliçe kenara çekilerek salondan görkemli bir edayla uzaklaştı.

Allogia haftalar sonra sorusuna bir cevap aradı. Sırrının açığa çıkmasından korkmaya devam eden Sigurd, görünmesin diye oğlanı saraydan uzak tuttu. Fakat onca dikkate rağmen tehlike tekrar kapıdaydı.

Kral Valdemar’ın Gerda adında bir annesi vardı, kadın çok yaşlı ve hasta olduğundan her zaman yataktaydı. Kâhinlik konusunda inanılmaz yetenekliydi ve Yul zamanı, misafirler kral salonunda toplandığında annesinin oraya taşınarak tahta oturtulması bir gelenekti. Orada ülkenin başına gelebilecek tehlikeler veya kendisine yöneltilen sorular konusunda kehanette bulunurdu.

Olaf’ın Holmgard’daki Yul ziyafetine katılacağı ilk kışında Gerda bu gelenek için getirildiğinde Valdemar ona bir sonraki yıl herhangi bir prensin ya da savaşçının topraklarına girip girmeyeceğini ya da askerlerini krallığına karşı kışkırtıp kışkırtmayacağını sordu.

Yaşlı anne büktüğü parmaklarını incelmiş, beyaz saçlarından geçirerek donuk gözlerini geniş salona dikti ve kehanetini söyledi:

“Feci bir savaş olacağına dair herhangi bir işaret fark etmedim,” dedi, “herhangi bir talihsizlik de. Ama harikulade bir olay görüyorum. Yakınlardaki Norveç diyarında, meşhur bir prens olana dek burada, Holmgard’da yetişecek bir çocuk doğdu; bu öyle yetenekli bir çocuk ki ona denk biri hiç gelmedi. Bu krallığa zarar vermeyecek ama ününü artırmak için pek çok şey yapacak. Henüz gençliğinin baharındayken asıl topraklarına dönecek ve dünyanın bu kuzey kısmında büyük bir zafer kazanacak. Ama daha çok zaman var. Şimdi götürün beni.”

Bu kelimeler söylenirken Kraliçe Allogia’nın gözleri, dayısı Sigurd’un bardağını tutan Olaf Triggvison’a döndü. Oğlanın elindeki boynuz kadehin titrediğini gördü; o kadar ki şarap gümüş ağzından damlayarak beyaz kıyafetinin önüne döküldü ve Kraliçe kehanette bahsi geçen kişinin o olduğunu tahmin etti. Fakat ne o anda ne de sonraki günlerde bu şüphesini kanıtlayan bir şey bulabildi. Yine de soylu olduğunu ve ona söz verilen zafer fikrini aklında tutarak Olaf’ı izlemeye devam etti. Oğlanın yaptığı her şey hoşuna gidiyordu. Yaşıtlarına göre ne kadar harika olduğunu, sadece güzellik bakımından değil savaşçı silahlarını kullanmayı, köpek ve at eğitmeyi, güreşmeyi ve at binmeyi, kar ayakkabılarıyla koşmayı ve diğer alıştırmaları da becerdiğini fark etti. Onunla sık sık konuşsa da ziyafet dışında Olaf’ı bir kere bile salonda görmedi.

Uzun, soğuk kış ayları boyunca Olaf üvey kardeşini ya da Britonlu Egbert’i görmedi, kralın çiftliklerinden birinde çalışmak üzere nehrin karşısında çalışmaya götürülmüşlerdi. Yazın başında sürüleri koyun buluşmasına götürene kadar orada kalacaklardı. O sırada Holmgard’da büyük bir panayır düzenlenir, sporlar, oyunlar ve erkekler için yarışmalar yapılır, krallığın uzak taraflarından pek çok erkek şehre gelirdi.

Panayırın ikinci gününde Sigurd Erikson, Olaf’ın uyuduğu odaya girdi. Oğlan güzel kıyafetlerini giymiş, Sigurd’un yaptırdığı küçük savaş baltasını deri kemerine bağlamıştı.

“Oğlum,” dedi Sigurd, “bu bayram kıyafetlerini giymene gerek yok çünkü oyunlara katılmanı istemiyorum. Kalabalığın içinde kendini göstermemelisin.”

Olaf, Livonyalı üç genç şampiyonla birlikte güreşe katılmaya söz vermişti. Aynı zamanda ödülün Kraliçe’nin vereceği gümüş kabzalı kılıç olduğu yarışta koşacaktı. O yüzden dayısının yasakladığını duyunca oldukça içerledi.

“Beni evde saklaman için artık çok geç,” diye karşı çıktı. “Güreşçilere söz verdim, geri çekilmem mümkün değil. Benimle korkak diye alay etsinler mi istiyorsun? Neden kolayca kazanacağım ödülleri alma onurunu reddediyorsun?”

“Kendini yabancıların önünde göstermemeni senin iyiliğin için yasaklıyorum,” diye yanıtladı Sigurd. “Ama en önemlisi, daha önemli bir sebepten saklanmanı istiyorum. Holmgard’a aylar önce tanıştığım bir adam geldi. Ona at yarışı için en iyi atımı vereceğim demiştim ve ödülü…”

“Ödülü neydi?” diye sordu Olaf, dayısının duraksadığını fark ederek.

“Ödül sendin oğlum,” dedi Sigurd usulca. “Adam sana göz dikmişti, seni eski efendin Reas’dan alacaktı.”

“Peki soyundan ve kız kardeşinin oğlu olduğumu bildiğin halde bunu neden kabul ettin?” diye sordu Olaf.

“O zamanlar soyumdan olduğunu bilmiyordum,” diye cevap verdi Sigurd. “Ama söz verdiğim için geri çekilemem. Adamın atını gördüm, benimkinden daha iyi bir hayvan olduğunu tahmin ediyorum. Bu yüzden seni kaybedeceğimden korkuyorum. Ama evde kalırsan adama öldüğünü söyler, yerine genç İngiltereli Egbert’i veririm.”

“Yani adama yalan mı söyleyeceksin?” diye bağırdı Olaf.

“Yanımda kalmana yardım edecekse, seni kaybetmeyeceksem seve seve söylerim.”

Dayısına boyun eğen Olaf kemerini çözmeye başladı. Fakat yüzü asıktı ve zevklerinden vazgeçmesinin tek nedeninin sevgisi olduğu aşikârdı. Olaf yetenekleriyle zaten gurur duyuyordu. Herhangi bir yarışta hiç yenilmemişti ve o büyük günde karşısına çıkacakları alt ederek bu zaferi pekiştirmeyi umuyordu. Dahası, oyunlara tanıklık etmeye izni yoksa bu onun için üzücü bir fedakârlık olacaktı.

Sigurd gitmek üzere arkasını dönerken oğlan birden adamın kolunu yakaladı.

“Söz vermeyeceğim!” diye bağırdı. “Sana söz veremem. Güreşmeyi ısrarla arzuluyorum, o yüzden senin yasaklamana rağmen gideceğim. Bana konuştuğun o adamı tarif et ki ondan uzak durayım. At dövüşünde seni yense bile beni alamayacak.”

“Müthiş bir Viking,” dedi Sigurd. “Ona Klerkon Düzyüz derler. Seni köle olarak satan kişi.”

Olaf’ın kaşları çatıldı ve ayaklı yatağa oturdu.

“Klerkon Düzyüz mü?” diye tekrarladı yavaşça. Sonra başını kaldırarak dayısının yüzüne bakıp şunu ekledi: “Korkma hersir. Klerkon beni senden almayacak.”

Sigurd, Kral’ın yanına gittikten çok kısa süre sonra Olaf evden çıkarak gizlice ahırlara gitti ve orada üvey kardeşini Sigurd’un dövüş atının yelelerini tararken buldu. Son derece uzun ve güçlü bir hayvandı, parlak kahverengi tüyleri vardı ve uzun kuyruğu neredeyse yere değiyordu. İyi eğitilmişti ve pek çok savaş kazanmıştı. Adı Odin’in sekiz ayaklı atına ithafen Sleipner’dı.

Olaf, Thorgils’in yanına gidip arkadaşça kelimelerle onu selamladı. Bir süre sohbet ettikten sonra Olaf başını Thorgils’in kulağını yaklaştırıp şöyle dedi:

“Haberlerim var kardeşim.”

“Kötü haber mi yoksa iyi mi?” diye sordu Thorgils.

“Kendin karar ver,” diye cevapladı Olaf. “Eski düşmanımız Viking Klerkon, birçok adamı ve Sleipner’ın karşısına çıkacak muazzam atıyla Holmgard’a geldi.”

Thorgils aniden geri çekildi.

“O halde vaktimiz geldi,” diye haykırdı. “İntikam yeminimizi yerine getirmeliyiz. Artık kolları güçsüz ve cesaretsiz küçük çocuklar değiliz. Klerkon bir daha asla denize açılmamalı.”

“Peki ona kim engel olacak?” dedi Olaf, diğerinin parlayan gözlerinin içine bakarak.

“Ben olacağım,” diye karşılık verdi Thorgils. “Sen kralın sarayında el üstünde tutulduğundan ellerini kan lekesinden uzak tutmalısın, o yüzden bu intikamı ben tek başına halledeceğim. Klerkon’un o gün gemide katlettiği kişi benim babamdı ve intikamı almak da benim görevim.”

Bunun üzerine Olaf başını salladı.

“Öyle olmayacak,” dedi. “Thoralf benim üvey babam sayılırdı ve onu acımasızca ölüme gönderen adamla yüzleşmekten korkmuyorum. Katiline bunu ödetecek kişi sen değil ben olmalıyım.”

“Her zamanki gibi acelecisin!” diye bağırdı Thorgils. “Dikkatli olmayı hiç öğrenmeyecek misin? İçin rahat olsun. Ben başarısız olursam üvey kardeşliğin gerektirdiği gibi intikamımı alma sırası sende olacak. Şimdi bana iyi bir silah getir, zira elimde meşe sopasından başka şey yok.”

“İyi silah istemene gerek yok,” dedi Olaf ve mavi pelerinin altından küçük kılıcını çıkarıp Thorgils’e uzattı. “Yeni küçük kılıcımı al ve iyi bir amaç için kullan. Ama Klerkon konusunda belki de senden önce ben gelmeliyim. Odin seninle olsun!”

IV
KLERKON’UN ÖLDÜRÜLÜŞÜ

Oyunlar başladığında sabahın henüz erken saatleriydi. Kapının ardındaki, çitlerin alanı çevrelediği büyük düzlükte yapılıyordu. Güneşli tarafta Valdemar’la Allogia’nın kaldığı, Sigurd Erikson da dahil pek çok misafir ve saray mensubunun ziyaret ettiği kral çadırı duruyordu.

Uzun bir süre Kraliçe’nin yanında oturan Sigurd, genç Olaf’ın içeride durduğuna inandığından sakin kaldı ve ringin içindekilere pek dikkat etmedi. İlk olarak sıçrama maçları oynandı. Olaf henüz tam yetişkinlerle yarışacak kadar uzun ve kendi boyunda, karşısına gelecek kadar yetenekli gençler olmadığından bunlara katılmadı. Aynı şekilde kılıç karşılaşmalarına da katılmadı. Ama sonunda uzun yay yeteneklerine sıra geldi. Okçular alanın en sonundaydı, Sigurd aralarında inatçı yeğenini arasa da yüzleri çadırdan görülemiyordu. Ne var ki Kraliçe Allogia ondan çok daha iyi görüyordu.

On sekiz yaşından küçüklerin sırası gelene kadar bekledi, ardından dikkatli gözlerle izledi. Çok geçmeden aradığı genci seçti; oğlanın iyi nişan aldığı oku hedefi doğrudan vurana ve zaferi ilan edilene kadar gözlerini üzerinden ayırmadı. Sonra Olaf reverans yapmak üzere çadırın önüne geldiğinde Sigurd onu gördü ve Viking Klerkon’un Kral’ın misafirleri arasında olduğunu bildiğinden çok öfkelendi.

Olaf yaklaşınca Klerkon’a tam olarak yabancı gelmediği belli oldu. Hatta uzun, altın rengi saçları ve daha iyi kıyafetleri olmasa geçen yaz Viking gemisinin geçme iskelesinde bıçak gösterisi yapan kişi olduğunu anlardı. Ancak Klerkon sadece oğlanın uzun yay yeteneklerini takdir edip ne kadar iyi bir savaşçı olduğunu düşündü. Aklında bu düşüncelerle koşu yarışına katılıp rakiplerine birkaç kilometre fark atan Olaf’ı yakından izledi.

Yarışta birinci gelen Olaf bir kere daha çadırın önüne geldi ve Kraliçe ona hak ettiği ödülü verdi.

Gümüş kabzalı kılıcı Allogia’nın ellerinden alırken Vikingler’den biri Klerkon’un yanına giderek onunla konuştu.

“Efendim, geçen yaz Hersir Sigurd’la aynı gemiye bindiğimizde köle olan çocuk bu. At dövüşümüzün ödülü olacak çocuk da bu değil miydi?”

Böylece Klerkon oğlana daha dikkatli göz gezdirdi ve onu açık renkli saçları kesilmiş halde, şimdiki kaliteli olanlar yerine beyaz köle kıyafetleri içinde hayal etmeye çalıştı.

“Gerçekten o!” diye yanıtladı. “Şimdi aklıma birinin birkaç yaz önce Alland adasında diğerleriyle birlikte yakaladıklarımız arasında olduğunu söylediği geldi. Onu Estonya’ya getiren bizdik. Onu gemimize almak için neler vermezdim! Thor’un çekici üstüne yemin ederim ki at dövüşünde onu kazanamazsam zorla alacağım!”

Bunun ardından Sigurd Erikson’un yanına giderek ona oğlanı hatırladığını söyledi. Sigurd’un rengi bir hayli attı ve Olaf’ı zorla içeride tutmadığı için kendini suçladı.

Tam öğle vaktinde Kral’la Kraliçe çadırdan ayrılınca Sigurd katılanların girişine giderek Olaf’ı aradı ve nihayet buldu. Oğlanla oldukça ciddi konuşarak ona Viking’in kendisini tanıdığını anlattı ve tekrar alana çıkma konusunda uyardı. Durumun ciddiyetini artık kavrayan Olaf güreşe katılmamayı kabul edip bundan sonra kendisini gösterme konusunda daha dikkatli olacağına dair söz verdi.

“Korkarım ki,” dedi Sigurd, “iş işten geçti. Gelecekteki refahın, mutluluğun, babanın krallığında hak iddia edecek olman… bunların hepsi bu at dövüşüne bağlı. Viking Klerkon’un atı Sleipner’i yenerse yapacağımız bir şey kalmaz. Kazananla gitmek zorundasın.”

Bunun üzerine Olaf neredeyse alay edercesine gülümsedi.

“Korkma, sevgili akrabam,” dedi. “Klerkon ödülünü almak için gelirse bulamayacak. Ama zaten gerek de olmayacak. Sleipner’in methedildiği kadar iyi bir at olduğunu gördüm ve adil bir dövüşte yenilmeyeceğini biliyorum.”

“Pek yakında göreceğiz,” diye karşılık verdi Sigurd. “Bu arada, dövüşü seyretmeye niyetin varsa yalvarıyorum Vikingler’den olabildiğince uzakta dur. Ve bittiğinde sonuç ne olursa olsun nehre doğru git ve yaşlı Grim Ormson’un kulübesinde gizlen. Orada Vikingler gidene dek güvende olursun.”

Olaf saklanmayı düşünmüyordu. Klerkon’dan korkmuyor, atı başarılı olsa dahi Viking’in bunca derde girip ödülünü almaya çalışacağını zannetmiyordu. Olaf atın İngiltere’den geldiğini duymuştu ve o kadar uzaktaki bir ülkeden iyi bir şey geleceğine inanmıyordu. Diğer yandan dayısının atı Gardarike’nin her yerinde nam salmıştı; herhangi bir yarışta veya dövüşte yenilmemişti. O halde neden bu yarışmanın sonuçlarından korksundu ki?

Fakat Sigurd Erikson daha akıllıydı, küheylanının en azından kendine denk biriyle karşılaşacağının farkındaydı. Daha önce Viking Klerkon’un Sleipner’in karşısına koyduğu kadar güçlü ve vahşi bir hayvan görmemişti.

Ringe pek çok at getirildi, hepsi birbiriyle karşılaştırmak üzere çift halinde ortaya koyuldu. Her atın peşinde onu destekleyen ve bir sopa yardımıyla yürüten sahibi veya terbiyecisi vardı. Kuzeyliler için at dövüşü, iki erkek arasındaki dövüşten sonra en sevilen eğlence olduğundan seyirci kalabalığı bir hayli fazlaydı. Ancak başta atların çoğu dövüşmeyeceği, diğerleriyse kolayca yenileceği için heyecan yok gibiydi. Nihayet Sleipner ve İngiliz at ortaya getirildi. Salıverilince ikisi şiddetle karşı karşıya geldi ve hemen sonra hem haşin hem de uzun, müthiş bir dövüş başladı. İnsanların sopalar kullanarak onları kışkırtmasına bile pek gerek kalmadı. İki at arka ayaklarının üzerinde kalkarak yeleleri, boyunları ve omuzları parçalanıp kanayana dek birbirlerini vahşice ısırdılar. Hayvanlar sık sık ayrıldı ancak hemen sonra daha büyük bir şiddetle dövüşe döndüler. On iki raunt bitene kadar dövüş devam etti. Ardından Klerkon’un atı Sleipner’in alt çenesini yakaladı ve bir daha bırakmayacakmış gibi görünene dek ısırmaya devam etti. Adamlardan ikisi hızla yanlarına gitti, kendi atlarını tuttular ve Sleipner yorgunluktan ve zorlu dövüşten düşünce onları dövüp ayrılmaya zorladılar. Bunun üzerine Vikingler yüksek sesle tezahürat etti.

Kral Valdemar hakemdi ve dövüşün bittiğini, sekiz rauntta zaferini kanıtlayan Klerkon’un atının kazandığını ve idarecinin atının artık iyi durumda olmadığının açık olduğunu söyledi. Kral, Sigurd’a ödülün ne olduğunu sorduğunda Sigurd şöyle cevapladı:

“Ödülü aylar önce, Estonya’da Klerkon’da karşılaştığımda belirlemiştik; Viking’in atı benimkini yenerse genç köle Ole’yi alacaktı.”

“O halde oğlanı alsın bakalım,” dedi Kral. “Ne de olsa hakkıyla kazandı.”

“Çocuğu bu akşam almayacağım,” dedi yakında oturan Klerkon. “Holmgard’daki işlerim artık bitti ve gün doğumunda kıyıya döneceğim.”

Sigurd, Olaf’ın kesinlikle tavsiyesini dinleyip derhal saklanmaya, nehrin karşısındaki Grim Ormson’un kulübesine gittiğini düşünüyordu, o yüzden endişeli değildi.

“Oğlanı ne zaman bulursan alabilirsin,” dedi Viking’e. “Ve gün doğumundan önce bulamazsan o zaman değerinin karşılığı olan altını vereceğim.”

“Ama bana kendi değerinde altın vereceğini söylemiştin,” diye karşılık verdi Klerkon. “Oğlanın yerine onu kabul etmem. Çünkü o köle doğmuş bir çocuk değil, asil soylu ve ondan Viking yapıp batı denizinden İngiltere’ye götürmek istiyorum. Onun gibi zeki bir çocuğun yıllarını bir kara kasabasında harcaması doğru değil. Doğası denize uygun ve bir gün eşsiz bir savaşçı olacağını düşünüyorum.”

Bunun üzerine adamın son derece inatçı olduğunu ve herhangi bir çabanın onu caydırmayacağını bilen Sigurd Erikson’un canı sıkıldı. Ayrıca artık Olaf’la ilgili bir hile yapmanın gereksiz olacağını anlamıştı. Vikingler onu tanıyordu ve yerine kimseyi koyamazdı.

Kaşlarını endişeyle çatarak çadırdan ayrıldı ve yeğenini aramak üzere kral salonuna doğru yol aldı. Olaf orada değildi. Saatler geçmesine rağmen ondan bir iz bulamadı. Klerkon da ödülünü almaya gelmedi.

Akşam olmuştu. Sigurd tek başına büyük salonun arkasındaki odada oturdu. Olaf’ın tuhaf bir biçimde huzursuz ve itaatsiz olduğunu düşünüyordu. Çok kereler onu hayal kırıklığına uğratmış ve başına bela açmıştı ancak bugünkü kadar inatçılık ettiğini görmemişti. Olaf sabahki tavsiyesini dinleseydi Klerkon’un gelişi küçük bir olay yaratırdı ama o düşüncesiz çocuk cesurca çadırın önüne çıkmış, kendini gemicilerin hızlı gözlerinden saklamakla uğraşmamıştı. Zaten yaşıtlarının arasında oldukça seçilebilir durumdayken tanınmıştı, şimdi de Klerkon çok istediği ödülünü güvenle ele geçirene dek durmayacaktı.

Olaf, fakir bir köle kılığında Viking gemisinin yanında durduğu günkü halinden çok farklıydı. Geçen zamanda Sigurd onu bir baba gibi sevmiş, birçok faydalı sanat ve el becerisi öğretmiş, giymesi için güzel kıyafetler vermiş, vücudunu ve zihnini herhangi bir kral oğlunun fiziksel güzellik ya da silah becerisi, erkeksi hüner veya ahlaki doğruluk konusunda boy ölçüşemeyeceği kadar güçlendirmişti. Olaf bir kere bile kaba ya da alçakça bir şey yapmamış, yalan söylememiş ya da sözünden dönmemişti. Sigurd’un söylediğini yapmak istemediğinde altın rengi buklelerini sallayıp “Söz vermeyeceğim,” demiş ancak bir söz verdiğinde bunu her daim kesinlikle ve bağlılıkla yerine getirmişti. Her konuda güvenilir bir insandı. Ne var ki son zamanlarda iyice inatçı olmuştu ve şu anda yarattığı dert dayısını endişelendiriyordu.

Sigurd, Olaf’ın kendisini sevdiğini ve Viking olmanın getireceği muhtemel şanın onu kendi isteğiyle Holmgard’dan dışarı çıkarmayacağını biliyordu. Ama şimdiki durumda, Klerkon’un onu canlı götüremeyeceğini açıkça söylediği halde kendi başının çaresine bakamayabilirdi. Sigurd içten içe Olaf’ın Vikinglerden kurtulmak için yaramaz ve düşüncesizce bir yol izleyeceğinden korkuyordu. Gerçekten de nehri geçip Grim Ormson’un kulübesinde kendini güvenceye almış olabilirdi ama Klerkon Düzyüz’ün eline düşmüş olmasından oldukça korkuyordu.

Sigurd orada karamsar halde otururken odanın kapısı birden açıldı ve içeri Olaf girdi. Garip bir şekilde telaşlıydı. Saçları dağılmış, kıyafeti yırtılmıştı; büyük, mavi gözlerinde öfke vardı ve nefes alışverişi ağır ve düzensizdi.

Sigurd ani bir hareketle oturduğu yerden kalktı. Kötü bir şey olduğunu anlamıştı.

“Neden buradasın?” diye bağırdı. “Neden saklanmadın? Kendini göstererek tehlikeye koştuğun konusunda uyarmadım mı seni? Klerkon seni kazandı ve her an buraya gelip götürmeye gelebilir!”

Olaf uzun bir süre cevap vermedi. Sadece eğildi, yerden bir avuç dolusu hasırotu aldı ve kolunun altında tuttuğu baltanın bıçağını sessizce temizlemeye başladı.

“Konuş!” diye haykırdı Sigurd, oğlanın sessizliğinden deliye dönmüş haldeydi.

Sonunda Olaf istikrarlı, çocuksu bir sesle konuştu:

“Klerkon beni senden almaya asla gelmeyecek çünkü o öldü.”

“Öldü mü?” diye tekrarladı Sigurd telaşla.

“Evet,” diye cevapladı Olaf. “Onunla kapıda karşılaştım. Beni almaya çalıştı. Baltamı kaldırıp kafasına gömdüm. Bana baltamı kullanmayı iyi öğretmişsin Hersir Sigurd.”

O konuşurken dışarıdan sinirli ve yüksek sesli uğultular geldi. Bunlar şeflerini öldürenin canını isteyen Vikinglerin sesleriydi.

Sigurd Erikson bir şey demeden ilerledi ve ağır demir çubuğu kapının önüne çekti. Ardından Olaf’a döndü.

“Artık hiç şüphem yok ki,” dedi, “sen Kral Harald’ın ırkındansın. Ataların da böyle düşüncesiz, korkusuz, acımasızdı! Demek sana öğrettiklerim bir hiç uğrunaymış! Aptal çocuk seni! Norveç’in kralı olacağını düşünürken sıradan bir katil oldun!”

“Katil mi?” diye tekrarladı Olaf. “Hiç de değil. Sadece adil olanı yaptım. Klerkon biricik üvey babamın katiliydi. Onu acımasızca ve soğukkanlılıkla öldürdü ve zavallı Thoralf’ın yaşlı ve güçsüz olmaktan başka suçu yoktu. Ben cinayet işlemedim. Yalnızca hakkım olan intikamı aldım.”

“Belki memleketimizde bunu yapmak hakkın olabilir Olaf,” diye karşılık verdi Sigurd sertçe, “ama şu anda içinde yaşadığımız bu krallıkta huzura önem veriliyor ve öfkeyle insan öldüren birinin canının alınması yasalarca emredilmiştir. Seni kurtaramam. Huzuru bozdun, Kral’ın misafirlerinden birinin canını aldın ve Kral’in misafirperverliğine hakaret ettin. Korkarım ölmek zorundasın.”

Durdu, dışarıdaki kalabalığın öfkeli bağırtılarını dinledi. “Dinle!” diye devam etti. “O vahşi deniz kurtları kan davası istiyorlar. Gel! Hemen benimle gel. Tek bir umut kaldı ve o da benim umutsuzluğumda ve felaketimde yatıyor.”

Böylece insanlar genç huzur bozanın hayatı için yaygara koparırken Sigurd, Olaf’ı evin arka kısmından geçirerek gizli geçitlerden Kraliçe’nin avlusuna götürdü. Orada görkemle oyulmuş odunlar ve duvar halılarıyla süslenmiş geniş salonda iğneleriyle güzel, nakışlı ipekten bir cüppenin üzerinde çalışan iki hizmetçisiyle beraber Kraliçe Allogia oturuyordu.

Sigurd kapıdaki silahlı nöbetçiyi geçerek daireye girdi, oğlan onu ardı sıra takip ediyordu. Kraliçe şaşkınlıkla beklemediği misafirlerine baktı.

“Yardımınıza muhtacım kraliçem,” diye bağırdı adam heyecanla.

Kraliçe endişeyle ayaklandı. Dışarıdaki gürültüleri duymuştu.

“Bu bağırışmalar ne oluyor?” diye sordu.

Sonra Sigurd ona Olaf’ın Viking’i öldürdüğünü, onu bu beladan çıkarmak için yardımını dilediğini söyledi.

“Heyhat!” dedi Kraliçe olanları öğrendiğinde. “Benim böyle konularla uğraşacak pek gücüm yok. Cinayetin cezası ölümdür ve yasalara engel olamam.” Konuşurken Olaf’a baktığında gözlerindeki yalvarışı fark etti. “Ne var ki,” diye ekledi hızla acıyarak, “böyle yakışıklı bir oğlan öldürülmemeli. Mümkünse onu kurtaracağım.”

Bunun üzerine Sigurd’a, kendisi Kral’ın odasına gidip Valdemar’a kan akıtılmaması için yalvarırken çocuğu koruması için tam silahlı muhafızını çağırmasını emretti.

Bu sırada öfkeli Vikinglerle diğer kasabalılar dışarıdaki avlunun girişinde toplanmıştı ve geleneklerine ve kanunlarına göre suçlunun canını almak üzere ilerliyorlardı. Uzun bir süre bekleyerek Olaf’ın sığındığını bildikleri salonun meşe kapılarına vurdular. Ancak kapı nihayet açıldığında eşikte, pek çok silahlı adamıyla birlikte Kral Valdemar belirdi. Kalabalık geri çekildi; geriye sadece adlarına konuşup adalet arayacak Viking şefi kaldı. Adam Kral’a sınırları içindeyken Klerkon’un altın saçlı genç Ole tarafından saldırıya uğradığını, oğlanın herhangi bir şey söylemeden ya da uyarıda bulunmadan baltasını kaldırıp Klerkon’un kafasına geçirdiğini, bıçağının adamın beynine girdiğini anlattı.

Kral, Ole kadar genç birinin Klerkon Düzyüz gibi güçlü bir adama saldıracak yeteneği ve cesareti olduğuna inanmadığını belirtti. Fakat Viking dönüp gemi arkadaşlarından Şef’in cesedini getirmelerini istedi; onlar da cesedi Kral’ın önüne bıraktılar. Valdemar cesede baktı, ölümcül yarayı inceledi. Kafatası tek bir temiz vuruşla üstünden kızıl sakallı çenesine kadar yarılmıştı.

“Ne harikulade güçte bir vuruş!” diye mırıldandı Valdemar. “Ama önden yapıldığını görebiliyorum. Klerkon kendini neden savunamadı?”

“Pek zamanı yoktu,” diye yanıtladı Viking. “Oğlan bir kartal saldırısı hızında üzerine çullandı ve efendim silahlı olsa da kılıcını kaldıramadan ayaklarımızın dibine düştü, sonra Ole dönüp hiç kimsenin takip edemeyeceği bir hızla kaçtı.”

“Böylesi bir eylem,” dedi Kral, “nedensiz gerçekleşmiş olamaz. Bu çocukla Klerkon arasındaki husumetin sebebi nedir?”

“Amaçsız fesatlıktan başka sebep yok,” dedi savaşçı. “Nedensiz bir cinayetti, tam ve adil bir ceza istiyoruz.”

“Adalet yerini bulacak,” diye karşılık verdi Kral. “Ama önce huzur bozanın kendini nasıl savunacağını bilmek istiyorum. Bu yüzden yalvarıyorum, cezanın belirleneceği gün doğumuna dek kargaşadan uzak durun.”

Bu sözü duyan kalabalık sakince dağıldı. Pek çoğu ölüm cezasının alışılageldiği gibi hemen uygulanmamasından şikâyet etti. Fakat Kral Valdemar’ın ertelemesine yol açan, ona genç katilin canını bağışlaması ya da onu en azından Vikinglerin öfkelerinden koruması için yakaran Kraliçe’nin ricasıydı.

Kalabalık avludan çıktıktan sonra Allogia idareciyle Olaf’ın muhafızların korumasında beklediği salona geri döndü. Adamları göndererek Sigurd Erikson’a baktı.

“Benden oğlanın hayatını kurtarmamı istiyorsun hersir,” dedi, “ama heyhat! Öyle bir şey yapamam. Kral yalnızca soluklanmak için birkaç saat verdi. Güneş doğduğunda yasalar uygulanacak ve korkarım cezası ölüm olacak.”

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

₺72,50