Kitabı oku: «Viking Kılıcı», sayfa 2

Yazı tipi:

IV
KARARAN SALON

Ziyafetin sonuna gelindiğinden Bute Lordu bir daha oturmadı. Sör Oscar Redmain o akşam ta Kilmory’ye gitmesi gerektiğinden efendisinin yanına gidip onunla konuştu. Kont ve hizmetlisi böyle meşgulken uzun boylu bir kâhya adamlarıyla beraber ziyafetten kalanları temizlemek üzere salona girdi ve yaşlı ozan muhafızların yemek odasında arp çalmaya devam etmek için ateşin yanından ayrıldığında Butelu Alpin ve Allan Redmain üç misafiriyle sohbet etmek için şöminenin yanına adım attı.

Alpin ve genç arkadaşı yaklaşık on dokuz yaşlarındaydı. Neredeyse yetişkinliğe erişmişler ve yaptıkları erkeksi alıştırmalarla güçlenmişlerdi. Üzerlerinde geniş deri yelek, gösterişsiz etek ve tabaklanmamış çizmeden oluşan kaba av kıyafetleri vardı. Geleneklerine göre masada yabancılar varken silahla oturulmadığından silahsızlardı.

“Söylesenize, Earl Roderic,” dedi Alpin, parmaklarını uzun saçlarından geçirdi, “ta İzlanda’da olduğunuzu söylemiştiniz. O zaman orada dışarıya ateş ve kükürt atan pek çok dağ olduğu doğru mu?”

“Oldukça doğru lordum,” dedi çok seyahat eden amcası, “ben bizzat o dağları gördüm. Goatfell’den yüksekler, vadilerinden ateş akıyor.”

“Ne olağanüstü ülke!” diye haykırdı Alpin. “Acaba o toprakları görebilecek miyim?”

“Az önce kalktığımız gibi lordlara yaraşır bir ziyafet olmaz,” diye ekledi Roderic, başparmağının geniş tırnağıyla dişini karıştırarak.

Alpin’le Allan gezgin hayatı hakkında bir şeyler anlatmasını umarak onu izlediler. Et parçasını dişinin arasından kolaylıkla çıkaramayacağını anlayan Roderic ateşten ince bir çam dalı ve masadan kardeşinin av etini oyduğu büyük bıçağı alarak küçük dalın ucunu keskinleştirmeye başladı ve devam etti:

“Orada ne pişmiş biftek ne de av eti var, sadece bataklık kömürü kadar kara, sert balina eti veya birkaç süprüntü bulursunuz zira İzlandalılar yağ severler. Bir keresinde gemim onların kıyısında bozulduğunda adamlarım kokmuş tereyağından başka yiyecek şey bulamadılar. Tek başına yemek istemediğimizden geminin mors derisinden yapılma halatını aldık, üzerine tereyağı sürdük, küçük parçalara ayırdık ve on dört gün böyle hayatta kalabildik.”

“İşte,” dedi, “bu işe yarar. Bir parça çeliğin yapabilecekleri ilginç, değil mi Efendi Alpin?”

Ve sonra ucuna bakıp uzun bıçağı dikkatsizce şöminenin üzerindeki rafa bıraktı.

“Yine gittiğim Norveç’te bıçağını ve dokuz arşınlık iki tahta parçasını alan biri tahtayı şekillendirir ve iki parça ayağına olduğunda bir kuşu, tazıyı ya da geyiği geçebilir.”

“O halde süpürgesindeki cadı gibi havada da uçar mı?” diye sordu Allan Redmain.

“Hayır, buzun ya da karın üzerinde kayar,” diye yanıtladı Roderic. “Bu tür aletler ve karlı zeminle Kilmory Kalesi’ne iki ışık titremesi kadar sürede dönebilirsiniz, Efendi Redmain. Bugün Kilmory’ye gidiyor musunuz?”

“Evet,” dedi Allan, “artık babamın hazır olduğunu gördüğüme göre hemen gidebiliriz. Size iyi geceler dilerim lordlarım.”

“İyi geceler oğlum,” dedi üç misafir.

Ve Allan, babası ve Alpin salondan ayrıldı.

O zamana dek testi lambalardan ikisinin yağı bitmiş, alevleri sönmüştü. Earl Hamish misafirleriyle yalnız kalmıştı.

“Biz de,” dedi, “küçük salona gitsek mi Roderic? Duncan’a oraya bizim için biraz baharatlı şarap getirmesini emrettim.”

“Buradaki odun ateşi kokusu hoşuma gidiyor,” dedi Roderic, İhtiyar Erland’la göz göze geldi. “Lütfen bir süre burada kalmamıza izin verin.”

Earl Hamish ve kardeşi yan yana oturup ateşe bakarken Sessiz Sweyn ve İhtiyar Erland şöminenin iki köşesinde oturdular. İki kardeşin endamı birbirine benziyordu; ikisi de uzun boylu ve yapılıydı ama Hamish daha nazikti ve her hareketinde etrafındaki, asilliği sadece bedensel yiğitlikten üstün görenlere alışık olduğunu gösteriyordu ki ondan da noksan değildi. Saçı ve sakalı koyuydu, yaşın getirdiği birkaç tane beyazlık vardı, kardeşinin uzun saçlarıyla tilkilerin sırtları kadar kızıldı.

“Ee, Hamish,” diye söze girdi Roderic, ayakta huzursuzca hareket ederek, “duyduğuma göre kralımızın gönlünü kazanmışsın.”

“Güvenim odur ki,” dedi Hamish, “asla sadakatsizlikle suçlanmayacağım. Ben hep hükümdarımın emrettiği şeyleri yapmakla yükümlüyüm.”

“Bu hizmet senin büyük zararına olsa bile mi?” dedi Roderic, Earl Sweyn’e doğru bakıp zalimce gülümsedi.

“Ülkem ve kralım için vazifemi yerine getirirken hiçbir şey zararıma olamaz,” diye cevapladı gururla.

Roderic küçümseyen bir kahkaha attı, ardından Sweyn ve Erland da onu taklit etti.

“Bu konuda iki fikir olabilir,” diye yanıtladı Roderic. “Ben olsam Kral’ın yüzünün önünde parmaklarımı şıklatır, senin daha yeni yaptığın gibi seyahate çıkardım kardeşim. Dış adalarda gözümüz ya da kulağımız olduğunu sanma Earl Hamish çünkü Cape Wrath’la Mull of Kintyre arasında kalan her kalede Norveç Kralı Hakon’un görevinden döndüğü biliniyor.”

“Peki, daha fazla bilinse ne fark eder?” dedi Hamish şaşkınlıkla. “O halde adalardaki, bağlılık yeminine sadık kalan tek lord ben miyim? Ve diğer hepsi senin gibi yıllardır İskoçya Kralı’na haraç ödemeyi başaramıyor mu Roderic?”

“Aramızdaki tek kişi sensin,” dedi İhtiyar Erland boğuk bir sesle. “Bir tek sen gerçek lordumuz ve hükümdarımız Kral Hakon’a biat etmiyorsun.”

“Norveç’e herhangi bir bağlılığım yok,” dedi Hamish. “Hakon’un Iona’nın doğusundaki adalar üzerinde ne hâkimiyeti olduğunu da bilmiyorum.”

“Bana kalırsa,” dedi Sessiz Sweyn, koyu kaşlarının altından bakarak, “Harald Güzelsaç dört yüz yıl kadar önce bu mevzuyu kesinleştirdi.”

“O zamanlar Harald’ın gerçekten de Batı Adaları’nı, hatta Bute ve Arran’ı fethettiğini gayet biliyorum,” diye karşılık verdi Earl Hamish. “Ama bence, Colonsay lordum, benim atam olan büyük Kral Somerlad (Ruhu şad olsun!) Bute, Arran ve Gigha adalarını Norveç gücünden kurtarmak için en azından savaştı. Bu üç ada krallığı bugüne dek İskoçya Kralı dışında hiç kimseye haraç borçlu değildir ve ben de payımı ancak Alexander’a öderim.”

Bunun üzerine Earl Roderic’in gözleri şöminenin üzerindeki rafa yöneldi ve bu bakışı takip eden iki arkadaşı raftaki bıçağı görüp gülümsediler. Muhafızların ve hizmetlilerin yemek yediği aşağıdaki salonlardan ozanın arpının sesleriyle uşağın başarılı bir savaş hakkında neşeli şarkısı duyuldu.

“Öyleyse,” dedi Roderic, “genç İskoç Kralı’nın seni tıpkı kendinden önceki babası gibi parmağında oynatmasına şaşmamalı. Hangi ahmağın emriyle Norveç’e gittin?”

“Bu,” dedi Bute lordu, “hızla söylenebilir.” Ve bir an etrafa bakınıp biri dışında bütün ışıkların söndüğünü gözlemledi. “Norveç’e, İskoçya Kralı’nın ve İngiltere Kralı Üçüncü Henry’nin mektuplarını götürdüm.”

“İngiltere Kralı!” dedi üçü birden.

“İngiltereli Henry artık kuzeylilere ancak Alexander kadar dosttur,” dedi Hamish, yanan odunlara ayağıyla bastırırken. “Ve sizi temin ederim lordum, ikisi de Kral Hakon’un tebaasının istilalarına direnmeye son derece hazırlıklıdır.”

“Peki, mektup taşıyıcısı olarak nasıl cömert bir ödül aldın?” diye sordu Roderic, sesinde yaralı bir kıskançlıkla.

“İki yüz Highland sığırı galiba,” diye mırıldandı İhtiyar Erland.

“Yok, dört yüz olmalı,” diye lafa karıştı Sessiz Sweyn.

“Bence, kardeşim Hamish,” dedi Roderic boğuk sesle, ona yaklaşıp yüzünde kötücül bir ifadeyle baktı, “bence bana haber göndermiş olsan o yolculukta olabilirdim. Ben de senin kadar bu şerefe nail olurdum. O kadar bencilsin ki benden hayranlık kazanıp beni şerefsiz ilan etmeye hazırsın!”

O anda geri kalan tek testi lambası titreşti, ateşi mavileşti, tekrar titreşti ve söndü. Salon artık, ateşin güçsüz ışığı dışında karanlıktı ve tirizli pencerelerden gelen eğik ay ışığı duvarlardaki birkaç parlak miğfere veya zırha düştü.

Gighalı Roderic konuşmasını sonlandırırken İhtiyar Erland üç kere öksürdü ve gümüş sakalını sıvazladı. Sessiz Sweyn bu ölümcül işareti tekrarladı, Roderic geri çekildi, sağ elini şömine rafına koydu.

“Sana haber gönderene kadar beklemektense Roderic,” dedi Earl Hamish, “değerli vaktimi kendisine ihanet eden kardeşimi bağışlaması için Kral Alexander’a yalvarmaya harcamalıydım!”

“Yalan söylüyorsun! Adi iftiracı! Yalan söylüyorsun!” diye bağırdı Roderic, kıskanç bir öfkeyle ve raftan bıçağı aldı. Sonra ileri atıldı, sağ elini başının üzerine kaldırdı ve bıçağı derine, ağabeyinin kalbinin derinliklerine sapladı. Earl Hamish sendeleyip düştü.

“İhanet!” diye inledi. “Adela! Adela!” Sevdiği kadının ismi dudaklarındayken kendi şöminesinin taşlarının üzerinde öldü.

Roderic ve iki yoldaşı ölü adama yaklaştı, ona göz attıktan sonra birbirlerine tatminkâr karanlık bakışlar attılar. Ne var ki Roderic’in yüzünde, korkak kalbinden ötürü korku da vardı. Gölgelere, ay ışığının ya da alevin ışığının üzerine düşüp onu göstermeyeceği yere çekildi.

Ve bu sırada uşağın şarkısı aşağıdaki salonlardan kulaklarına ulaştı.

V
KORKUNÇ BIR KEŞIF

Kenric, Barone’un karanlık ormanında önüne gizemli bir şekilde çıkan hayaletimsi figürü ararken fazla oyalanmadı. O figürün ne zaman gelip ne zaman gittiğini anlamıyordu. Aynı şekilde aklını kadın hakkındaki nafile sorularla da yormuyordu. Kayayı ardında bırakarak ağaçların gölgelerinde hızla, öncekinden daha dikkatli halde yol aldı ve Rothesay Koyu’nun arkasındaki yüksek yerlere çıktı.

Suyun kenarında, ayla aydınlanan dalgalara karşı ana hatları görünen Rothesay Kalesi’nin karanlık kuleleri duruyordu. Annesinin odasının penceresinde loş bir ışık parlıyordu ancak babasının misafirlerini eğlendirdiği büyük ziyafet salonu karanlıktı ve Kenric bunun tuhaf olduğunu düşündü. Seslerini duyduğu yabancılar neredeydi? Ziyafet salonunda değillerse çoktan adadan ayrılmış olmalılardı.

Tepede hızlanarak aceleyle kaleye gitti ve batı duvarlarındaki küçük yaya kapısına ulaştığında muhafız odasından gürültülü bir şarkı geldiğini duydu. Yerden bir taş alıp üç kere kapıyı çalmak üzereydi ki kapı içeriden açıldı ve kalın saç örgüsü geniş omuzlarına dökülen uzun saçlı bir adam ona doğru koşarken neredeyse Kenric’i devirecekti.

“Duncan!” diye bağırdı Kenric, babasının kâhyasını fark ederek. “Gecenin bu saatinde nereye gidiyorsun?”

“Efendi Kenric, gerçekten siz misiniz? Buradasınız, St. Blane’in manastırında değil, değil mi? Efendim, gördüğünüz üzere güzel bir akşam, ben de Loch Fad’ın kenarında sessizce gezineyim dedim.”

“O halde,” dedi Kenric, “seni uyarayım, Barone ormanına çok yaklaşma Duncan çünkü oradan geliyorum ve korkudan saçlarını havaya dikecek bir şey gördüm. Sanırım gördüğüm bir kurtadamdı. Başta göğsünde beyaz leke olan yaşlı, gri bir kurtken daha ben bakarken güzel bir hanıma dönüştü ve korkuyla yere çökmek istedim.”

“Rothesay evinin bir oğlunun korktuğunu ilk kez duyuyorum,” dedi Duncan, gülümseyerek ay ışığında büyük, sarı dişlerini gösterdi. “Gördüğünüz Kilmoryli hizmetçi Aasta’ydı.”

“Aasta mı? O halde hizmetçinin büyülendiği doğru mu? Kendi isteğiyle kurt şekli alabilme gücü olduğu doğru mu?”

“Öyle diyorlar,” diye yanıtladı Duncan. “Ama bence onun hakkında söyledikleri diğer şeyden, on sekizinde bir kız gibi görünürken aslında yüz kış geçirmiş olmasından daha doğru değildir. Peki, nerede gördünüz? Ormanın kalbindeki Yalnızlık Kayası’nda mıydı?”

“Sahiden de oradaydı. Ama bir anda kayboldu ve onu bir daha bulamadım.”

“Şu anda orada değilse,” dedi Duncan, güçlü göğsünden büyük bir nefes vererek, “kaleye döneceğim zira tepelerin arasında, sadece avcılığı benim gemi yapımından anladığım kadar az bilen, koku almak için yaratılmış aptal bir tazıymış gibi koşturarak geçirdiğim yorgun günden sonra gözlerim uyku istiyor. O tembel, yaşlı gri sakal Jura lordu Bute’a bir daha ava geldiğinde av rehberini getirsin. Bir daha asla onun avlarını toplayıp taşımam!”

“Jura lordu mu?” dedi Kenric. “O zaman kalede yabancılar olduğu doğru.”

“Eve dönmemenizin nedeni de bu değil mi?” diye sordu Duncan. “Batının üç maceracı kralının burada olduğunu bildiğinizi sandım ki biri amcanız Gighalı Earl Roderic, belimin hizasında bir çocukken ona yay bükmeyi ve pala kullanmayı ben öğrettim. Şimdi efendim babanızla ziyafet salonundalar, Sör Oscar’la genç Allan Kilmory’ye gitti ve leydimle Alpin de odalarına çıktı.”

“Öyleyse babamı bu üç yabancı adamla yalnız mı bıraktın?” diye sordu Kenric, yaya kapısından girerken.

“Lordumun öz kardeşi Earl Roderic yanında,” dedi Duncan, şaşkınlıkla Kenric’e baktı. “Lordumun misafirlerine karşı nöbet tutmamı bekliyor olamazsınız! Haç aşkına, ne tuhaf misafirperverlik olur!”

“Kamaları ve kılıçları nerede?”

“Silahhanede benim gözetimim altında, olmaları gereken yerde, çünkü tıpkı onlar gibi barışçıl adamlar üzerlerini savaş aletleriyle doldurmaz.”

“İyi öyleyse,” diye karşılık verdi Kenric, daha rahatlamış halde. “İhtiyar Elspeth Blackfell asılsız tehlike uyarılarıyla benimle oynuyormuş meğer. Ben yukarı çıkıp amcamı görürken biraz etle bir kâse süt getir Duncan. Dünyayı fazlasıyla görmüş ve bence söylemleri evde kalan bir genç için yönergelerle dolu olmalı.”

Böylece Duncan kırk kadar gürültücü hizmetlinin kadehleriyle coşup eğlendiği muhafız odasına dönerken Kenric yukarıdaki büyük salona gitti.

Dik taş merdivenlerden tırmanırken geyik derisi çizmeleri çok az ses çıkardı. Merdivenin başında ayak sesleri duyunca sivri pencereleri sessiz denize bakan kuzey koridoruna göz attı.

Birdenbire batı penceresinden sızan ay ışığının ortasında, açık, gümüşsü bir ışıkla aydınlanan koridorda ziyafet salonundan üç adamın sıvıştığını gördü. Üçüncüleri başka bir daireden geçerken üzüntüyle inledi.

“Ah Hamish, Hamish kardeşim!” diye inledi ve sesi rüzgârın ağıtı gibiydi. “Ne kötü bir şey yaptım!”

Kenric merdivenin gölgesine çekildi ve üç misafirin yanında babasını görmeyince yeniden kötü bir şeyler olacağından korkmaya başladı.

“Ne!” dedi gümüş sakallı yaşlı adam boğuk sesiyle. “Kararlılığın bu mu? Cesaretin bu mu? Korkarım Roderic, sen en haklı görevimizi yerine getirdiğine üzülecek kadar zayıf bir korkaksın!”

Ardından küçük salonun kapısı üç kontun arkasından kapandı ve Kenric yalnız kaldı. Ayın aydınlattığı koridorda hızlı adımlarla yürürken hâlâ seslerini duyabiliyordu, kapıyı dinlemek için durdu.

“Ve şimdi tilkiyi tamamen hallettiğimize göre,” dedi ses, “aynı şekilde dişisiyle yavrusunu göndermeye ne diyorsunuz yoldaşlarım? Onları hangi köşede tuzağa düşüreceğimizi öğrendiğimiz müddetçe kolay olur.”

Kenric bu sözlerin manasını anlamadı. “Tilki” derken babalarını, “dişisi ve yavrusu” derken de annesiyle Alpin’i kastettiklerini tahmin etmedi. Fakat yine de dinledi.

“Bekle, bekle, Jura lordum,” dedi diğer ses. “Bekçi köpeklerinin hepsi uyuyana dek beklesek iyi olur. Şuradaki boynuz kadehi doldur Sweyn, ellerim titriyor ve zihnim tuhaf bir şekilde bulutlu.”

Bu konuşmayı sessizlik takip etti ve Kenric büyük salonun girişine gelene kadar sessizce koridorda ilerledi. Asılı goblenleri kenara çekerek boş odaya göz attı. Her şey mezarlık kadar sessizdi. Ateşin çıtırdayan korları çok az ışık veriyor, yarısı bitmiş çam odunundan sadece ara sıra ışıltılar çıkıyordu. Ancak o zamanlar kiliseler dışındaki yerlerde cam görevi gören ince deri tabakasından sızan güçsüz ay ışığıyla birlikte boş odanın ocak taşında gerçekleşmiş korkunç bir şey olduğunu gösterecek kadar aydınlanıyordu.

Kenric salona birkaç adım atmıştı ki gözleri öldürülen babasının üzerine durdu. Bu dehşet verici görüntüyle korkarak geri kaçtı.

“Baba, baba!” diye bağırdı, kendini kanla lekelenmiş zemine fırlatarak. “Baba? Baba? Benim, Kenric, oğlun. Konuş, yalvarıyorum konuş, hangi iğrenç hain yaptı bunu?”

Sonra kontun soğuk sağ elini tutup onu hâlâ uyandırmaya çalışıyormuş gibi nazikçe ısıttı. Daha yakına eğilip başını babasının çıplak boğazına getirdi ve dilini dışarı çıkararak o hassas dokunuşla nefes ya da damarlarında nabız olup olmadığını kontrol etti.

Elini ölü kontun göğsüne koyarken bu zalim işi gerçekleştiren silahın sapına dokundu. Bıçağı tanıdığından olanları tahmin etti. Kabzasını parmaklarının arasına aldı ve uzun bıçağı çekmeye çalıştı ama berbat yaradan kan hücum edince oğlan bu görüntüyle bayılacak gibi oldu.

“Ölü! Ölü!” diye inledi, ayağa kalktı, ardından aşağıdaki salonlardan Bute lordu için “Çok yaşa!” diye bağıran hizmetlilerin sesi geldi.

Kenric süratle salondan çıktı, muhafızı çağırmak ve koridora yerleştirmek üzere sessizce merdivenlerden indi; böylece üç hain misafirden hiçbiri kaçamayacaktı. Uşak Duncan’la merdivenlerin bitiminde, istediği yiyecekleri taşırken karşılaştı ve Duncan, aşağıdaki geçidin lambasının ışığında oğlanın solgun ve korkmuş yüzünü fark etti.

“Tanrı bağışlasın!” diye bağırdı Duncan. “Ne oldu?”

“Korkunç bir şey, Duncan. Sevgili babam kendi çatısının altında vahşice öldürüldü.”

“Öldürüldü mü? Lordum, Earl Hamish öldürüldü mü? Hayır, oğlum, olamaz!”

“Heyhat, doğru diyorum! Bugün gelen gaddar hainler babamın kalbine bir bıçak sapladılar. Yemeği geri götür. Bu iğrenç suçu işleyen zalimleri bulana dek ne yiyeceğim ne de uyuyacağım. Hemen muhafızları getir. O üç aşağılık adamın âlem yaptığı odanın kapısının önünde beklemelerini söyle. Ve kardeşim Alpin’i çağır.”

Kenric yavaşça kardeşinin Leydi Adela’nınkinin yanında bulunan odasına gitti ve kapıyı kibarca çaldı. Günü avda geçirdiğinden uzuvları yorulmuş Alpin kanepesinde derin uykudaydı. Kenric içeri girip onu uyandırdı.

Karanlıkta Alpin kardeşinin solgun yüzünü göremediğinden kendisini böyle rahatsız ettiği için çok şikâyet etti.

“Hayır Alpin, seni öylesine rahatsız etmedim,” dedi Kenric aceleyle.

Ve onun boğuk, titreyen sesini duyan Alpin ani bir dehşetle ayaklandı.

“Neden kaleye döndün?” diye bağırdı. “Ve beni ne diye bu saatte çağırıyorsun?”

“Babamız farkında olmadan düşmanlarını eğlendiriyormuş,” dedi Kenric. “Biraz önce salona girdiğimde onu zalimce kalbine saplanan bir bıçakla ocak taşının üzerinde ölü halde yatarken buldum.”

Alpin ani kederle keskin bir çığlık atarak yatağından fırladı.

“Hayır, hayır, olamaz!” diye haykırdı, kıyafetlerini giyerken kendine geldi. “Tuhaf bir hata yaptın. O arkadaşlar babamıza zarar vermiş olamaz. Silahlı değillerdi. Hem amcamız Roderic’in böylesi bir ihanetten ne kazancı olabilir?”

Kenric kardeşini karanlık geçitlere götürdü, annesinin odasının kapısının açıldığını ve Leydi Adela’nın Alpin’in keder çığlıklarıyla uyandığını, telaşa düşüp onları takip etmeye hazırlandığını fark etmedi.

“Hem de kazanacak ne çok şeyi var,” dedi Kenric. “Esas komplosuna devam edebilse senle ben mutlaka babamız gibi, Earl Roderic’in kendisini Bute lordu yapma hırsına kurban gitmiş gibi olurduk Alpin.”

“Öyleyse,” diye yanıtladı Alpin, öfkeyle sesini yükselterek, “kendi ellerimle ölümcül bir intikam alacağım. Şimdi, kutsal inancımız üzerine yemin ediyorum ki Kedric, Gighalı Roderic gerçekten de babamızı öldürdüyse ölümü benim ellerimden olacak!”

“Böylesi bir intikam alınan hayatı geri verebilir mi?” diye sordu Kenric ciddiyetle. “İntikam, sevgili annemizin kaybettiği mutluluğu yerine getirebilir mi? Bana kalırsa Alpin, yatağına gidip onu tehlikeye maruz bırakmak yerine babamızın yanında kalsaydın daha akıllıca olurdu. Gel, silahlarımızı kuşanıp bu kötü adamlarla yüzleşelim; böylece hangisinin ölümcül darbeyi vurduğunu öğrenebiliriz.”

“Babamın hangi silahla öldürüldüğünü düşünüyorsun?” diye sordu Alpin, silahhanede olduklarından zincir zırhlarını giymeye koyuldular.

“Avları ve diğer etleri kesmek için kullandığı büyük bıçakla,” dedi Kenric, bir kılıç alarak.

“Ah!” diye bağırdı Alpin, hemen hatırlayarak. “Şimdi Earl Roderic’in o bıçağı neden masadan alıp kurnazca şöminenin üstüne yerleştirdiğini anlıyorum. Ne zalimmiş! Yapacaklarını o zamandan tasarlamış.”

“Şimdi,” diye ekledi, büyük bir iki elli kılıcı eline alarak, “hazırım. Onunla bir karşılaşayım, bir an yüzünü göreyim onu köpek gibi katledeceğim.”

“Darbeyi vurmadan önce iyi düşün,” dedi Kenric, kalenin yukarı katlarına giden yan merdivenden çıkarken. “Artık Bute’un meşru lordu olduğunu ve kişisel intikam almadan bu adama ceza verme gücünün kesinlikle bitmeyen bir kan davasına dönüşeceğini unutma.”

“Öf! Ne ürkeksin Kenric. Yaşlı Başrahip Thurstan sana hangi papaz öğretilerini ezberletti? Öz babanı öldüren adamı bağışlayacak mısın?”

“Bağışlamak mı?” diye haykırdı Kenric. “Hayır, bunu asla yapmam. Alpin, onu sen öldürmezsen haç üstüne yemin ederim ki bizzat yaparım. Ama onu hileye başvurmadan, adil bir dövüşte alt ederim.”

İki genç şimdi Earl Hamish’in ölü olarak uzandığı büyük salonun girişindeydi. Alpin içeri girdi ve babasının cesedinin üzerine eğildi, keder onu ele geçirmişti. Sendeleyerek bir sandalyeye gitti, başını ellerinin arasına alarak oturdu ve yürek parçalayıcı bir şekilde ağladı.

Kenric koridordaki yüksek sesleri duyduğunda kılıcını alarak muhafızların konuşlandığı yere hızla ilerledi. Güvenlikten sorumlu Duncan Graham küçük salonda üç kontla münakaşa içindeydi. Geniş vücudu yarı açık kapı eşiğini doldurduğundan Roderic’le iki yoldaşı henüz silahlı muhafızın varlığından haberdar değildi.

“Daha fazla şarap alabilirsiniz,” dedi Duncan, “ama kılıçlarınızı getirmemi istiyorsanız onu efendimin emri olmadan yapamam.”

“Artık efendin benim!” dedi Gighalı Roderic derinden bir sesle. “Ve bir kere daha sana kılıçlarımızla kamalarımızı getirmeni emrediyorum.”

“Benim efendim değilsiniz, Earl Roderic,” dedi Duncan, “ve bu küstahlıkla ne şarap ne de silah alabilirsiniz.” Bunun ardından kapıyı çarptı.

“Terbiyesiz uşak!” diye bağırdı Roderic odada.

“Hayır, sakinleş Roderic,” dedi İhtiyar Erland. “Gün ağarana kadar beklesek iyi olur. Yaptığın çoktan anlaşılmış olabilir. Silahı kardeşinin göğsünde bırakman son derece aptalcaydı. Gelecekte işe yarardı.”

Kenric bu sözleri duydu ve Danca konuşmalarına rağmen Earl Roderic’in bir sonraki hedefinin sahiden de Leydi Adela ve Alpin’i öldürmek olduğunu anladı.

Bu üç vicdansızın silahsız olduğundan emin olduğundan yanına Duncan’ı çekip emirlerini fısıldadı, dört muhafız onu odaya kadar takip ederek üç ada kralını tutuklayacaktı. Duncan hemen kapıya döndü, zorla açtı ve Kenric kolunda küçük kalkan, elinde kılıçla içeri girdi ve üç adamın karşısına cüretkârca çıktı.

“Hanginiz Gighalı Earl Roderic?” dedi.

₺67,50