Kitabı oku: «Azatlık Türküsü», sayfa 2
Sadece kızı görememiştim. Meydanda para toplamaya başladılar. Doğrusu bu konudan hoşlanmamıştım. İçimde tuhaf bir telaş vardı. Çok yakın zamanda, bu paralarla ilgili dedikodu çıkacağına emindim. Zaten öyle de oldu. O günün arifesinde ara sıra sigara içiyordum. Başka zamanlarda sigaraya para vermekte epeyce cimriydim. Mitinglerin başlamasından bu yana, günde bir paketten fazla sigara içmeye başlamıştım.
Sadece Karabağ sorunu değildi. Meydanda parasız sigara dağıtıldığı için de bolca içmeye başlamıştım. Gözümü saatimden alamıyordum. Sanki bu lanet olası akrepten taş asılmıştı. Zaman bir türlü geçmiyordu. Bir köşede durdum ve yine bir sigara yaktım. Daha yeni bir iki nefes almıştım ki merdivenlerin aşağısında onun sesini duydum. Onun sahneye çıkmasına izin vermiyorlardı.
Hemen kalkıp merdivenlere doğru yürüdüm. Merdivenin başına geldiğimde, muhafızları benim yanıma geldiği konusunda ikna ederek öne geçmişti. Fırsatı kaçırmadım, son basamakta elinden tutarak yukarı çektim. Dünkü hoş duygular yine içimi kaplamış, yüreğimi yakıyordu. Börek yediğimiz yere gittik. O sırada kadınlardan birisi “Şule” diyerek ona seslendi ve cevabı beklemeden yanımıza geldi. Onu kucakladı ve anlamlı bakışlarla beni süzdü.
“Ay kız, sende mi buraya geliyorsun?” diyerek kısık bir sesle devam etti:
–Baban buraya geldiğini biliyor mu?
–Elbette biliyor! Bunda ne var ki Karabağ hepimizindir.
Demek adı Şule’ymiş. Payız’ın yerine Şule ışık saçıyordu. Adı da kendi kadar güzeldi. Kadın onu kenara çekip bana bakarak gizli gizli konuşmaya başladı. Kadınların meraklı bakışlarını beğenmemiştim. Şule, benim rahatsızlığımı anlamış olacak ki el işaretiyle beni yanına çağırdı. Yanlarına gidip bir adım mesafede durdum. Şule, kolumdan tutarak beni yanına çekti.
–Sizi tanıştırayım! Dilare Hanım, babamın akrabalarından biridir. Şahve ise buraların şahıdır. Benim de en güvenilir arkadaşlarımdandır. Kendisini babam da tanıyor.
Sohbetimiz bununla bitti. Biz kendi dünyamıza döndük. Şule’nin yalan söylemesi beni rahatsız etmişti. Onun doğru konuştuğunu ve benden babasına söz ettiğini hapishaneden çıktığım gün öğrenebildim.
Halkın zekası, mitinge katıldığımız yerin adını değiştirip “Özgürlük Meydanı” koymuştu. Lenin’in heykeli önünde Azerbaycan halkı Sovyet iktidarına meydan okumaya başlamıştı. Sanki insanlar; Mart 1918 katliamlarını, Nisan 1920 işgâlini, 1937 Stalin-Bağırov baskısını, 1948-1953 yıllarındaki yasadışı tehcirlerin intikamını almaya, yıllardan beridir nesilden nesile üst üste yığılan kin ve nefret duygularını haykırıyormuş gibi gelmişti. Ve şimdi de aynı düşüncedeyim ki, halkın meydan okuması yalnızca Sovyetler Birliği liderliğini değil, aynı zamanda Azerbaycan’daki tüm emperyalist güçleri korkutmuştu. Milyonlarca insanın bir anda oturup kalkması, kocaman bir halkın silahsız bir şekilde imparatorluklara karşı birleşmesi, başka biçime yorumlanamazdı.
Şule ile iki günlük tanışıklığım, yıllardan beri içimde duyduğum boşluğu doldurmuştu. Onun akıllı konuşmaları, geniş dünya görüş açısı ve birçok konu hakkında bilgili olması beni kendisine hayran etmişti. Beğenmediğim tek şey, biraz açık saçık giyinmesiydi. İkinci gün yine bademli ile patatesli börek yedik. Daha önceki yerimizdeydik. Aniden sordum:
– Baban böyle giyinmene itiraz etmiyor mu?
Şule:
–Ben bütün hareketlerimi biliyorum. Giyim insanın kendisi içindir. Bu başkasına göstermekle ilgili değil ki…
Sesinin tonunu biraz düşürüp Rus dilindeki bir deyimi hatırlattı: “Odevaytes tak kak vam udobno”9 Bu dünyada çok ünlü bir ifadeydi. Şule, açık saçık giysisinden hoşlanmadığımı hissetmişti. Onun bir daha açık saçık elbise giyindiğini görmedim.
Birgün yine aynı vakitte gitmek zamanının geldiğini hareketleriyle anlattı. Ben onu nefret ettiğim ağacın yanında bırakacaktım. Miting alanından birazcık uzaklaşmıştık ki etrafta birçok askerin toplandığını gördük. Şule çok korkmuştu. Şişman adam yine aynı yerde bekliyordu. Şule bu defa hemen arabaya binmedi. Ağacın yanına geldiğimizde kolumdan tutarak beni çimenliğe doğru çekti:
–Yarın bir mesele için bana yardım eder misin?
Gayri ihtiyari olarak:
–Neden etmeyeyim ki?
Merakımı yenemeyerek açıklama yapması için gözlerinin içine baktım. O ise gülümseyerek sağ elinin işaret parmağı ile burnumun ucuna dokunup hafifçe okşadı:
–Korkma. Sana zarar verecek hiçbir iş demem. Meydanda para toplandığını biliyorsun! Babamdan bize yardım etmesini isteyeceğim ama öyle yapmalıyız ki bu yardımı babamın göderdiğini kimse bilmemeli olur mu?
Yavaşca elimi gözümün üstüne götürdüm. Şule endişe ile devam etti:
–İstersen seni yatakhaneye götürelim?
–Teşekkür ederim, ben bu gece nöbette kalacağım.
–Bütün gün burada durdun! Hastalanacaksın! Benim cevap vermediğimi görüp bir an düşüncelere daldı. Ne düşündüyse artık biraz tereddüt içerisinde:
–Gel bize gidelim. Yemek ye, biraz dinlen, sonra dönersin. Bizimkilerden rahatsız olmana gerek yok.
“Hayır, ayıp olur bence!” diyerek onun gözlerinin içine baktım. İlk defa, benden utandığını hissettim. Yanaklarında oluşan kızarıklık bütün yüzünü kapladı. Ancak bu kızarıklık ona çok yakışmıştı. Bu kızarıklık onun utanma duygusuna ve ahlakına nur saçıyordu.
Vedalaşarak arabaya doğru yürürken başı aşağıdaydı. Bana öyle geldi ki yüzündeki kızarıklık gecenin karanlığında ay ışığı gibi onun yolunu aydınlatıyordu. Volga’nın sesi uzaklaşınca, bedava sigaradan birini yakarak derin bir nefes aldım. Bir süre orada durdum.
İÇİMİ KEMİREN ŞÜPHELER
Miting alanına doğru giderken bir adam koluma yapıştı. Etraf yarı karanlık olduğundan suratını göremediğim adamdan ürkmüştüm. Sesinde bir titreme hissettim. Adam hemen konuya geçti:
–Kardeş, o kızı tanıyor musun?
O zamanlar gençler arasında kız için pek çok kavga olurdu. Dövüşmeye hazır bir vaziyette durdum. Şule hakkında herhangi bir şey deseydi yumruğumu alnının ortasına vuracaktım. Anlaşılan çocuk da bunu hissetti. Bu nedenle, önce beni yumuşatmaya çalıştı:
–Seni çok kez miting alanında gördüm. Herekat’a yakın bir adamsın. O kız KGB’nin10 adamıdır. Sen kendini de başkalarını da tehlikeye atıyorsun.
Bir süre, tüm hayatım altüst oldu. KGB nerede, ben neredeydim? İki taşın arasında kalmıştım. Bu gence inanacak mıydım, yoksa yalan mı söylüyordu? Ona kim olduğunu sordum. Cebinden bir öğrenci kimliği çıkardı ve bana gösterdi. İnandırıcı bir sesle:
“Şule, dayımın komşusudur. Burada da onu tesadüfen gördüm. Sizden ricam dikkatli olun. Benden ve bu konuşmalardan asla söz etmeyin!” dedi.
İş dikkatli olmaktan geçmişti. Onu mitingin planlandığı alanlara götürmüştüm. Ertesi gün oraya para getirecekti. Bütün bunlar bir yana ben onu sevmeye başlamıştım. Bu arada çeşitli kişilerden oluşan bir grup, bir dizi sloganlar atarak yanımızdan geçip gitti. Kafamı karıştıran bu gence bazı sorular sormak için döndüğümde yanımdan gitmişti. Yanımızdan geçen grupla beraber uzaklaşmıştı. O anda, oda arkadaşım Hamit karşımda durdu. Selamlaştıktan sonra ona sordum:
–Bugün istirahat günün değil mi, neden buradasın?
–Sıkıldım. Dün, BDU’dan genç bir öğrenci ile tanıştım. Nasıl bilgili birisidir, bir bilsen? Siyaseti de iyi biliyor. Seninle tanışmak için odaya getirmiştim. Ama uyandığımızda senin olmadığınızı gördük.
Benim tüm düşüncem Şule ve KGB arasında dolaşıyordu. Hamit düşünceli olduğumun farkına varmadan devam etti:
–Diyor ki ulusal özgürlük kandan beladan geçiyor. Eğer hepimiz şehit olmaya hazırsak, istediğimiz şeyleri gerçekleştirebiliriz.
–Şehit olmak nedir?
Bu soruyu biraz tereddütle Hamit’in yüzüne bakarak sormuştum. Hamit gülümseyerek:
–Yani özgürlük için canımızdan geçmek.
Çocukluk anılarım bana yardımcı oldu. Hatırladım ki bu köyde gizlice Muharrem ayına ait törenler yapıldığı zaman, kadınlar sinelerine vurarak “İmam Hüseyin’in şehadeti!” diyorlardı. Ben, vatanım için her şeye hazırdım ama şehit olmak istemiyordum. Çünkü Şule vardı! Ben ölseydim o nasıl olacaktı? Bir an içim titredi. Hamit konuşkan biriydi. Benim ona kulak vermediğimi görünce başka birini bularak onunla konuşmaya başladı. O gençten duyduğu sözleri kendi düşüncesiymiş gibi cesurca konuşuyordu. Hamit’in meşgul olduğunu görünce bu fırsatı değerlendirip oradan ayrıldım. Yalnız kalmak istiyordum.
Kendim hakkında karar vermiştim: Bir daha miting alanındaki sahneye çıkmayacaktım. Mitinglere gelecek ve iki gecede bir, nöbete kalacaktım. Standların sol tarafında merdivenlerin yanında durdum. Çok tuhaf bir seçim karşısında kalmıştım: Ya Şule’den vazgeçmeliydim ya da sahneyi ondan korumalıydım. Sovyet askerlerinin meydanı boşaltacağı kesindi. Şule hakkında acele bir karar vermezsem onu kaybedebilirdim. Sonra onu nereden bulacaktım. O isterse beni bulabilirdi ama ben bulamazdım… Bu düşünceleri aklımdan geçirerek beş günü bitirdim.
Arada bir son sahnenin basamağına çıkarak hasretle miting alanına bakıyordum. Şule ortalarda görünmüyordu. Belki de ben olmadan merdivenlere çıkmasına izin verilmiyordu. İçimde müthiş bir ümitsizlik vardı. Başlamakta olan aşkımı yitirmiştim.
Diğer taraftan sahneye rahatlıkla girip çıkan Şahve şimdi sıradan birisi olmuştu. Miting alanının etrafında tanımadığım adamlar gezmeye başlamıştı. Böyle giderse yakında istesem bile sahneye çıkamayacaktım.
Şule olmadan geçen altıncı günün akşamı mitingten yurda döndüm. Aslında, ne kadar yorgun olduğumu sözle anlatamam. Ne yalan söyleyeyim, bir an önce yatmaktan başka bir düşüncem yoktu.
Ayaklarımı sürükleye sürükleye hükümet binasının yanına ulaşmıştım ki Şule ile yüz yüze geldik. Sanırım Allah halime acımıştı. Çünkü bir müddet daha Şule’yi görmeseydim deli olacaktım sanki. Onunla yüz yüze konuşmadan duruyorduk. Samimi bakışlarında “Neler oluyor?” der gibi bir hali vardı. Benim ise yüreğimde tek bir şey vardı: “Şule’nin KGB ile ilişkisi olmaz!” diye düşünüyordum. Üstelik KGB gibi bir kurumda görevli birinin görevini bilmiyordum ki… Bir süre konuşmadan durduk. Benim beklediğimi görünce sessizliği Şule bozdu:
–Şahve, insan bu kadar da bekletilmez ki… Yüreğimin patlayacağını hiç düşünmüyor musun, konuşsana?
Zincir gibi art arda dizilen sorulara tek bir kelime ile cevap verdim:
–Hastalanmıştım.
–Ben sana hem gece hem de gündüz nöbete kalma demiştim!
Yüzündeki ifadeden bana inanmadığını anlamıştım. Yine de yalan söylediğimi yüzüme vurmadı. Yanıma gelerek kolumdan tuttu:
–Ben o kadar da aciz değilim. Bazı kararları alırken beni de düşün lütfen.
Ona inanıyordum. Onun sözlerini anlamamazlıktan gelemezdim. Zorla gülümseyip meydana doğru döndüm. O ise yerinden kıpırdamıyordu:
–Senin yatakhaneye gittiğini sanıyordum.
–Gitmesem de bir şey olmaz.
–Hayır, gitsen iyi olur! Git, dinlen. Şimdiden randevulaşalım, yarın saat kaçta dersen seni beklerim. Çok yorgun görünüyorsun.
–Seni gördüm, yorgunluğum geçti.
Sözlerimden hoşlanmıştı. Onu meydana doğru çektim. Yanıbaşımızdaki araba yolunu geçtik. Hayal alemine dalmıştım. Şule bir kedi gibi bana sokulmuştu. Biraz gittikten sonra:
–İstersen miting alanına gidelim, dedim.
Yüzüme bakıp gülümseyerek:
–Ben miting alanına senin için geliyordum. Sen buradaysan benim orada ne işim var?
Bu sözleri o kadar inanarak ve kesin olarak söylemişti ki onun samimiyetine inanmamak mümkün değildi. Kendimize ıssız bir yer bulup, durduk. Birisi uzaklardan “vatan” şiirleri okuyordu. Biraz sessiz kaldıktan sonra Şule yine sessizliği bozdu:
–Çantamda epeyce para var. Babam gönderdi. Bunu yerine yetiştirmek lazımdır. Kaç gündür çantamda getirip, geri götürüyorum. Bunları sen götürür müsün?
Burada durup, gözlerimin içine baktı:
–Gelecek misin? Beni bekletmezsin değil mi?
Bir an karar verememiştim. Benim tereddüt ettiğimi görünce kulağıma fısıldayarak:
–Sana kendimden daha fazla güveniyorum. Bunda ne var? Parayı yerine teslim et ve geri gel.
–Birlikte gideceğiz, diyerek kolundan tutup çektim.
Şule aceleyle çantasındaki beze sarılı kalın para destesini kapalı bir şekilde bana uzattı. İlerledikçe kalabalık arttığı için yürümek zorlaşıyordu. Şule birden durarak beni geriye doğru çekti. Ne olduğunu anlamak için ona baktım. Bir şey demek istiyordu ama gözlerini ileride bir noktaya dikmiş bakıyordu. Başımı ona doğru eğince:
–Şahve, o sondan ikinci merdivende duran esmer genç var ya, senden ayrıldığımız günün ertesinde beni burada durdurup bir sürü konuştu. Seninle ilgili çok ilginç şeyler anlattı. Söylediklerinin hiçbirine inanmadım ama merakımdan dinledim.
–Ne dedi?
–Sonra söylerim. Şimdi parayı teslim et ve gel. Bence bizi bir arada görmezse daha iyi olacak.
Dikkatle gence baktım. Bu adam Şule hakkında konuşup yüreğimi bulandıran insan değildi. Demek ki onlar çoktular.
Şule’nin bileğini bırakmamıştım. Onu çeke çeke sahnenin öbür girişine doğru götürdüm. Yukarı çıkmak zor olmadı. Paranın olduğu bezi mikrofonun yakınındaki sandığa koyarak yerini Hüseyin Oruçov’a gösterdim. Hüseyin Bey benim burada en güvendiğim adamdı.
On dakika sonra Şule ile birlikte askerlerin kuşatmasından çıkıp Bulvar’a doğru yürüdük. Her ikimiz de meydanın daimi sakini sayılırdık. Önümüzde bizi pençelerine alacak zorlu bir ayrılığı hissetmiş gibi birbirimizden ayrılmak istemiyorduk.
***
İnşaat Mühendisliği Enstitüsü’nün öğrencileriydik. O, Mimarlık Fakültesi’ndeydi ben ise inşaat mühendisliği bölümünde okuyordum. Ben Petrol ve Kimya Enstitüsü’ndeki yurtta kalıyordum. İlk kez birbirimizi böyle yakından tanıyorduk. Benim bir yetim olmam, kimsesizliğim onu çok üzdü. Dikkatle yüreğimin derinliklerindeki kederli notalara kulak veriyor, beni anlamaya çalışıyordu. Çünkü o aynı zamanda bir müzisyendi.
İyi keman ve piyano çaldığını ve iyi bir resssam olduğunu söylüyordu ama ben onu ne bir müzik aletini çalarken ne de resim yaparken görmüştüm. Sohbet sırasında bütün bunların hepsi gözlerimin önünde canlanıyordu. Babası bakan yardımcısıydı. Bu aklımı epeyce karıştırmıştı. Bu kadar yüksek mevki sahibi birisi, kızını benim gibi evsiz barksız yetim birine verir miydi? Şule çok akıllı bir kızdı. Babasının bakan yardımcılığını anlatmasının beni olumsuz etkilediğini hissetti. Hemen konuyu değiştirerek kardeşinden konuşmaya başladı. Kardeşi Babek, bir polis memuruydu ve yakın zamanda başkomiserliğe terfi etmişti. Aynı zamanda dışarıdan yüksek tahsiline devam ediyordu. Dediğine göre vatanperver ve iyi bir insan olmakla beraber oldukça iyi bir eğitim almıştı.
Konuşmamız gece yarısına kadar devam etti. Bulvar’ın yanına geldiğimizde, telefon ederek kendisini almaya gelecek arabanın, saat 23.00’de Kukla Tiyatrosu’nun karşısında beklemesini istedi.
Beraberliğimizin sonunda ise sevdiğimiz konular, ilgi duyduğumuz alanlar hakkında konuştuk. Ben inşaat mühendisliğini değil, siyaset bilimini sevdiğimi söyledim ama bundan utandım. Çünkü Şule’nin siyasi ve tarihî bilimler konusundaki bilgisi benden çok daha yüksekti. Siyasi düşüncelerinin zenginliğine hayran kalmıştım. Bir kez daha emin oldum ki ben siyaseti seviyorum. Ancak benim ne siyasi bilgim vardı ne de siyasetçiye mahsus özelliklerim… Ortak ilgilerimizden birisi olan doğum günleri konusuna değindiğimizde Şule hevesle konuşmaya başladı:
–Ne zaman doğum günümü kutlasam, sanki anadan yeni doğmuş gibi oluyorum. Doğum günüm, benim için tüm bayramlarımdan daha değerlidir. Babam, annem ve kardeşim bunu bilirler. Onun için doğum günlerinimi gösterişli yapmaktan hoşlanırlar. Hediyenin benim için bir önemi yoktur. Herkesin benim doğum günümde burada olmasını istiyorum. Çevremdeki herkes gülsün, sevinsin, mutlu olsun, bu mutluluklarını benimle paylaşsınlar istiyorum. Sadece kendi doğum günümü değil, başkalarının doğum günlerini kutlamaktan da hoşlanıyorum…
Şule konuştukça hayran bakışlarım onun üstündeydi. Şule gibi bir kızla olduğum için Allah’a şükrediyordum. Ancak henüz o benim değildi. Biz sadece Karabağ ateşinin etrafında uçan kelebeklerdik. Ben bu düşüncelerdeyken, Şule hala doğum günü ile ilgili fikirlerini benimle paylaşmaya devam ediyordu. Aniden sordu:
–Sen doğum günlerini..?
Sözünü bitirmesine izin vermedim. “Doğum günümü kutlamıyorum!” dedim. Biraz sert söylemiştim. Tüm vücudunun boşaldığını hissettim. Sanki oturduğu yerde küçülmüştü. Başını salladı ve gözlerini bir noktaya dikerek baktı. Bu olmamalıydı. Bir an için kendimden nefret ettim. Benim babamın ya da annemin olmamasında onun hatası neydi? Şule’yi bu hâlde bırakamazdım. Bu yüzden biraz-doğru, biraz-yalan bir şey uydurmaya başladım:
–Ben de doğum günlerimi kutlamaktan çok hoşlanırdım. Babam her yıl doğum günümde bir kurban keserek fakirlere dağıtırdı. Annem gece boyunca dua ederdi. Şaka değil, evliliklerinin yedinci yılında ben doğmuştum. Onları kaybettikten sonra kiminle doğum günü yapacağımı bilmiyorum sadece.
Bir sonraki doğum günümde benimle beraber olursan, bana dünyayı verirsin. Ailemin ruhu da çok şad olur. Sadece ikimiz oturur ve yüz yüze dertleşiriz…
Duraksamadan konuşuyordum. Şule’nin gözleri dolmuştu. Son sözlerim onun suratındaki ifadeyi değiştirmişti. Sözlerim onun ruhunu okşamıştı. Onu kırmaya, kalbini incitecek bir söz söylemeye, ona zarar vermeye hakkım yoktu. En azından kayalıklardan akıp gelen su gibi temiz bir kalbi vardı. Bir kıza düşünmeden bir söz söylemek büyük ayıptı.
Kışın Bakü Deniz Deposu’nun yanındaki kafeteryanın bahçesinde oturmuştuk. Burası Bulvar’ın sonuydu. Bahçede bizden başka kimseler yoktu. Bütün masaları almışlardı. Garsona bahçede oturmak istediğimizi söylediğimizde, garson “Hasta olursunuz!” diye ikaz etse de itiraz etmeyip siparişimizi aldı. Demir ızgaralarla çevrilmiş dış duvarın bir köşesindeki büyük bir çınar ağacının altında oturuyorduk. Gitme zamanı gelmişti fakat gitmek için hiçbirimiz hareket etmiyorduk. İkimiz de birbirinden dargın insanlar gibi yüzümüzü yan çevirip, hala güzelliğini kaybetmeyen çimlere bakıyorduk. Yakındaki direkten gelen lambanın ışığı, çınarın altında toplanmış yapraklara muhteşem bir güzellik veriyordu. Birden, Şule gözlerini bana dikti yavaşça masasında ayağa kalkıp demir ızgaranın dış tarafına atlayarak büyük bir yaprağı eline aldı:
–Deminden beri buna bakıyorsun! Neden?
Sanki büyülenmiştim. Ne “evet” diyebildim ne de “hayır”… Aslında “yokluk” diye bir şey kalmamıştı. Her şey evete bağlıydı. Çünkü suskunluğumuzun başından beri, el büyüklüğündeki altın renkli bir yaprağa bakıyordum. Şule’nin ne düşündüğünü bilmiyorum ama ben Payız’ı düşünüyordum. Burada hem benim Payız adlı sonbaharım hem de yılın sonbaharı vardı. Meğerse Şule’de yere serpilen sararmış yapraklara bakıyormuş. Elindeki yaprağı biraz daha havaya kaldırıp şen bir sesle:
–Sonbaharın güzelliği beni öldürüyor. Sen de seviyor musun?
Bu soru sanki bütün içimi titretti. Aynanın karşısında olsaydım, herhâlde suratımın ne hal aldığını görmek isterdim. Bir şekilde kendimi toparlayarak:
–Sonbahar benim yüreğimdedir. Onu oradan kimse çıkaramaz.
Şule, yerine geri döndü. İkimiz de kendi sonbaharımızı değerlendirmiştik. O benim sonbaharımdan (Payız’dan) habersizdi. Onun hareketlerinin bütün detaylarını inceliyordum. Yaprağı ellerinin içine koyup dirseklerini masaya dayadı. Bu arada, güzel bir ikinci yaprak ağaçtan dans ederek onun avuclarına düştü. Çok sevinmişti ama gönülsüzce “Birisi senindir!” dedi. Biraz ileri doğru eğilerek yaprağın kokusunu içime çekip:
–Hayır, ben kendi payımı sana hediye ediyorum.
Sanki dünyayı Şule’ye vermişlerdi. Hızlı bir şekilde yerinden kalkarak:
–Haydi, o zaman gidelim. Yapraklar da bizim gibi üşürler.
Şule doğru söylüyordu. İkimiz de soğuktan burnumuzu çekiyorduk. Ben hasretini çektiğim bir yaşama doğru koşuyordum. Güzel, akıllı, her hareketi ile içime sinen bir kız arkadaşım vardı hayatımda…
Şule’nin hayatıma girmesi beni yeterince umutlandırmıştı. Böyle ahlaklı bir ailenin güzel kızının beni sevdiğini bilmek, benim hayata olan güvenimi artırmıştı. En önemli şey de, bizim düşüncelerimizin, dileklerimizin, ilgilerimizin hemen hemen hepsinin örtüşmesiydi. Artık ben onsuz, o da bensiz kalamaz diye hissediyordum. Tanrı bize bu güzel mutluluğu vermişti. Bize sadece bu mutluluğun kıymetini bilmek kalıyordu!..
KANLI MEYDAN
Grip ateşi benim iki gündür yataktan kalkmama izin vermiyordu. Aksi gibi oda arkadaşlarımdan da gelen yoktu. En azından bardak atar ya da biraz masaj yaparlardı. Yatağımdaki iki gün içinde kaynar sudan başka bir şey yiyip içmemiştim. Yemem de içmem de Şule’nin hayaliydi. Onun dünyasında bütün dünyanın en güzel nimetlerini görüyordum.
Bu kızla ilgili anılarımı hatırladıkça, yine hâlden hâle giriyordum. Birdenbire; “Bu sevginin karşılıklı olmayacağını ya da günün birinde, o da beni Payız gibi bıraksa, aşkımı açıkça reddetse nasıl olurdu?” diye düşündüm. Daha sonra ne düşündüğümü hatırlamıyorum. Bu karamsarlıktan kurtulup kendime geldiğimde tramvayda olduğumu gördüm. Meydana gidiyordum. Ne ayın tarihi ne de saati hiçbir zaman aklımdan çıkmayacaktı. Bu tür hadiseler insanlık tarihinde yüz yılda bir yaşanırdı… Ancak o tarihi yalnızca bir aşk fedaisi daha iyi bilebilirdi.
4 Aralık 1988’de saat 14.35’te Bakü Ünivermağı11 yanına geldim. Saati kesin olarak hatırlamamın nedeni meydanda Şule’yi görünce saatime bakarak onlara doğru yürümüştüm. Gülümseyerek selamlaştık. Konuşmak için ağzını açarken öksürmeye başladı. Önce, uzun süredir beklediğini düşündüm. Sanki endişemi anlamıştı. Açıklama yaptı:
–Şimdi geldim. Seni görmeyince iyice endişelendim.
Yine bir-iki öskürüp devam etti: “Bize gelir misin? Evde ekşili pilav var!” diyerek cevap bekledi.
Başımla “hayır” dedim. Beni de öksürük tuttu. Sonra:
–İki gündür gelmiyorum. Arkadaşlara karşı ayıp oldu. Sen eve git, ben standlara çıkayım. Böylece hasta olduğumu görüp gece burada kalmama izin vermezler.Yarın akşam üzeri saat 18:00’de gelirsin. Tam burada görüşürüz. Ardından Bulvar’a gideriz.
–Yaprak toplamak için mi?
İkimiz de güldük Şule benden daha fazla hastalanmıştı. Yüreği benim yanımda olsa da benimle vedalaşıp gitti. Ben ise meydana doğru yürümeye başladım. Hükümet binasına geldiğimde buradaki durumun her zamankinden farklı olduğunu anlamıştım. Ancak farklılığın ne olduğunu tam anlayamadım. Standlarda da bu farklılık hissediliyordu. Herkesin suratında korku ve heyecan vardı. Ben ona ulaştığımda, tanımadığım bir adam bağırarak askerlere yemek, su ve sigara verilmeyeceğini söylüyordu.
Aynı güne kadar her şeyimizi askerlerle paylaşmıştık. Acaba bugün neden yiyecek verilmeyecekti? Sanırım emir böyle gelmişti. Bir süre sonra Bakü askeri komutanının miting organize komitesi ile diyalog kurmadığı haberi yayıldı. Demek ki gruba dahil olanların hiçbirinin sözü diğerleri tarafından beğenilmiyordu. Belki de bu rahatsızlık psikolojik gerginlikten kaynaklanıyordu!
Standlarda yaklaşık iki saat durdum ve aniden ses sistemlerine giden tellerin kesildiği şeklindeki konuşmalar duyuldu. Bu durumda miting yönetilemezdi. Aslında son günlerde mitingi yönetenler arasında fikir ayrılıkları çoğalmış, miting meydanındaki kişiler, herhangi bir düzenleme yapıldığında karşı karşıya gelmeye başlamışlardı. Tribünlerde meydanın dağıtılması için geniş tedbirler alındığı söyleniyordu. Meydanın yakınlarında özel kuvvetler, özel eğitimli köpekler getirildiği ile ilgili söylentiler dolaşıyordu.
İkinci günde meydana yemek götürülmesi yasaklandı. Meydanın çevresindeki durumu öğrenmek için dışarı çıktım. Ben öz suyunu bırakan ağacın yanından geçiyordum ki Şule ile karşılaştık. Meydana doğru gidiyordu. Şüphesiz ki benim için gelmişti. Başında büyük gül desenleri olan süt renginde bir şal vardı. Gözlerinde gözlükleri vardı. Onu bu tip bir giyim tarzı ile ilk defa görüyordum. Bu elbiseyi çok beğenmiştim. Ama kendini gizlemek için mi yoksa hasta olduğu için mi böyle giyinmişti anlamadım. Duyulacak kadar bir sesle:
“Önemli bir sözüm var,” dedi. Bakü AVM’si karşı yönü konut olarak kullanılıyordu. Burada aslında memurlar yaşıyordu. Mahalleye girdik. Sanki başka bir dünya vardı… Burada ne mitingden ne de Karabağ’ın işgâlinin heyecanından eser vardı. Şule aniden durdu. Etrafta kimsenin olmadığından emin olunca karşıma geçerek ağlamaya başladı. Titreyen bir sesle:
–Bugün kan dökülecek. Meydana dönme!.. Gel bize gidelim. Sabahleyin yine dönersin yatakhaneye.
–Ne oldu? Doğru düzgün anlatsana?
–General Dubinyakın’ın en yakın adamı babamın dostudur. Moskova’dan emir gelmiş. Bugün meydanı boşaltacaklar. Ahalinin gözünü korkutmak için ölüm de olacak, toplu tutuklamalar da… Mitingi organize edenlere de bilgi verilmiş ancak hiç kimse bu sorumluluğu üzerine alarak millete “dağılın” demek istemiyor.
Aslında bu konudaki içimde oluşan korku tüm bedenimi titretiyordu. Korkularımı belli etmemek için yavaş bir sesle:
–Dağılsak da dağılmasak da tutuklamalar olacak. Bence iş işten geçti…
–Doğru söylüyorsun. Seninle aynı fikirdeyim. Gitme, ne olur? Senden bir daha bu kadar ısrarla hiçbir şeyi istemeyeceğim. Gel benimle gidelim. Evde herkes seni bekliyor. Kardeşimi de silahlandırmışlar. Emre uymayan milisleri Sibirya’ya sürgünle tehdit etmişler. Bu gece kötü şeyler olacak.
Ara vermeden konuşan Şule’nin daha sonra neler dediğini duymadım. Şimdi benim zihnimde tek bir şey dolaşıyordu: Onu sakinleştirip evlerine göndermek. Bu durum ancak masum bir yalanla mümkün olabilirdi. “Ben burada kalacağım!” desem, o da benimle beraber kalmak için karar verebilirdi. Peki ne yapacaktım? Tehlikeye atılmasına hiçbir şekilde razı olamazdım. Diğer taraftan ise meydana baskın olsa ve beni Şule’nin yanında dövselerdi, bir daha onun yüzüne bakamazdım. Ya da aksine, Şule’yi benim yanımda dövüp ona hakaret etselerdi ne yapardım?
Aniden:
–Gidelim buradan!
Şule bunu beklemiyordu. Şaşkın bir hâlde:
“Sahi mi?” diyerek şaşkınlığını gizleyemedi sonra kendisini toparladı. Biz mahellenin öbür çıkışına, Nizami Sokağına doğru yürüdük. Mahalleden çıkınca yolun kenarında yüzümü meydana doğru dönerek durdum. Yüreğimden geçenleri, Şule’nin dili ifade etti:
–Yazık olacak millete. Belki de herkes ne olacağını biliyor. Ama hiç kimse orayı terk etmeyi gururuna yediremiyor.
Bence meydanı gönüllü boşaltmak Karabağ’ın işgâline razı olmak demektir. Ayrılmanın vakti gelmişdi. Yüzüne bakarak:
–Seni evinize nasıl bırakayım?
–Bize gelmiyor musun?
Tam bu sırada karşımızda bir taksi durdu. Yaşlı bir adam kullanıyordu. Arka koltuktada da bir kadın oturmuştu. Pencereden başını çıkararak heyecanlı bir sesle:
–Ay kurban olayım size, burda niye durumuşsunuz? Bu gece katliam olacak. Sokağa çıkma yasağı başlamadan evinize gidin12. Yirmi dakika sonra ortalık karışacak.
Başka zaman olsa hiç şüphesiz ki, bu hareketimden Şule şüphelenirdi. Ama şimdi beni iki şey düşündürüyordu: Bu tehlikeyi Şule’den uzaklaştırmak ve meydana dönmek için arabaya bindik. Arkadaki müşteri buna itiraz etmedi. Aksine bizim tehlikeden kurtulmuş olmamıza çok seviniyordu. Üç dakika sonra Şule’yi “Nizami” Tiyatrosu’nun arkasında bıraktım. Biraz sonra ise öteki müşteri indi. Sürücüye “Bakü AVM’si yanına sür, orada kalıyorum,” dedim. Taksici gaza bastı. Saat 23:50’de Şule ile görüştüğümüz yerde taksiden indim. Vedalaşıp kapıyı örtünce, şoförün sesi duyuldu:
–Annene, babana yazıktır. Taşı eteğinden dök, seni buradan götürmeme izin ver.
Şoförün sözünü dinlemeyerek meydana doğru yürüdüm. Demir kalkanları elinde meydana doğru duran askerler girişi kesmişlerdi. Yirmi ila otuz metre kenardan giderek iki askerin arasından meydana doğru kendimi attım. Askerlerden birisi tökezleyip yere düştü. Onların dikkati meydana doğru olduğu için arkadan gelecek hamleyi beklemiyorlardı.
Artık kimse beni durduramazdı, meydana girmiştim. Büyük ihtimalle meydana son giren bendim. Kalabalığa girdim ve sahneye doğru yürümeye başladım. Meydanda, önceki geceye kıyasla daha az insan vardı. Belki de, askerler çemberi yavaş yavaş daraltmağa başladıkları için sayı az görünüyordu…
Sakin bir geceydi. Meydanı boşaltmak için arada bir anonslar yapılıyordu. Mitingin organize komitesinin önemli bir kısmı yoktu. Bu sessizliği sabaha doğru tankların gürültüsü bozdu. Ben standlarda duruyordum. Bu gürültü beklenen katliamın ilk işaretleriydi. Herkes alaca karanlıkta ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Sık sık duvara çakılmış gerbiye13 tutunarak kendimi biraz daha yukarı çekip etrafa bakıyordum ama bir şey anlayamamıştım. Aniden dört bir yandan güçlü projektörlerin ışıkları yandı. Ben bu tür sahneleri yalnızca Sovyet-Alman savaş filmlerinde görmüştüm. Daha doğrusu faşistlerin esir kamplarında panik yaratan sahneler gibi görüntüler vardı. Projektörlerin ışıkları o kadar güçlüydü ki, gözlerimiz hiçbir şey göremiyordu. Askeri birliklere ve sivil ambulansların tepe lambaları meydandaki paniği daha da artırıyordu.
Meydan her taraftan sıkıştırıldığı için insanlar kımıldayamıyordu. Bağırışlar, “imdat” çığlıkları insanın içini ürpertiyordu. Sesler birbirine karışmıştı. Ben sıkıştırılan kütlenin tam ortasında kalmıştım. Askerler insanları çekerek arabalara doldurdukça ortadaki insan sayısı azalıyordu.
Aynı şekilde bir araba daha doldurulurken arkamdan bir darbe alıp yere kapaklandım. Sersemlemiştim, kendimi toparlayıp ayağa kalkmak istediğimde bir ayak sırtıma basarak üstümden geçti. Nefesim kesilmişti. Yüzüm sıcak bir sıvıya yapışmıştı. Tüylerim diken diken oldu. Bu arkadaşlarımın kanıydı. Son bir güçle kalkmak isterken üstümden yeni bir asker geçiyordu. Çığık sesleri ve yerdeki sıcak kanın bana verdiği acı, sırtımdaki asker postallarından daha kötüydü. Bütün gücüm tükenmişti. Çaresizce üstüme basarak geçen askerlerin bitmesini çaresizce bekliyordum. Yerdeki çırpınmam askerlerin benden uzak bir bölgeye yönelmesi ile son buldu. Zorlukla ayağa kalktım. Her tarafım kan içindeydi. Sanki bir kan gölüne batmıştım.
Daha fazla gurur ve mertliğin burada şansı yoktu. En fazla 15-10 dakikaya kadar herkesi arabalara tıkarlardı. Ben de teslim olmaya karar verdim. Ne kadar çabuk teslim olursam yaşama şansım o kadar fazla olurdu. Artık utanma zamanı geçmişti. Bütün gücümü toplayıp askerlere doğru yürüdüm. O anda ortalıkta bir ses duyuldu: “Ellerinizi başınızın üstüne koyun, yoksa dubinka14 beyninizi dağıtacak!” diyordu. Askerlere varmaya bir iki metre kalmıştı ki arkadan gelen insan selinin yarattığı basınç bizi öyle itekledi ki önümüzdeki askerlerin büyük bir bölümü de bizimle beraber yere düştü.
Askerlerin arkasında bekleyen yedek kuvvetlere “ileri!” emri verilince askerlerin üstünden atlayan yeni kuvvetler başımızın üstünde dikildi. Hemen toparlanıp kalkmıştım. Benimle aynı boyda pehlivan cüsseli orta yaşlı bir adam vardı. Yanımıza gelen askerlerden birisinin, onun kafasına bir dipçik vurmasıyla birlikte o koca cüsseli adam sesini bile çıkaramadan koca bir ağaç gibi bana doğru devrildi. Onu kucaklamak istesem de gücüm yetmedi. Adamla beraber tekrar yere yıkıldık. Adamın cansız bedeni üstümde kalmıştı. Askerler bizim üstümüze basa basa, sağa sola gidiyorlardı. Üstümdeki bu koca cüsseli adamın altından çıkamıyordum. Nefesim tekrar kesilmeye başlamıştı. Kollarımla ve tüm gücümle üstümdeki yükün basıncını azaltmağa çalışıyordum ki ciğerlerim patlamasın.