Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Azatlık Türküsü», sayfa 3

Yazı tipi:

Tek tesellim, Şule’nin yanımda olmamasıydı. Ne kadar zaman geçtiğini hatırlamıyorum, askerler üstümdeki adamı kenara çekince sanki dünyaları bana verdiler. İlk defa anladım ki can vermek o kadar da kolay değilmiş. Derin bir nefes alıp ellerim başımda çömeldim. Askerlerin dipçik darbesi ile bayılan adamı ayakların sürükleyerek kamyona attılar.

Meydana en son gelen Şahve şimdi de orayı en son terk ediyordu. Rusça kuvvetli bir şekilde “Ayağa kalk!” diye emir verdiler. Ellerimi başımdan çekmeden ayağa kalktım. Kollarımdan tutarak voronakaya15 doğru götürdüler. Askerler sanki haram olmuş hayvan cesedi taşır gibi kolumdan tutmuştulardı. Bu kadar adamı toplamaktan onların da yorulduğu anlaşılıyordu. Varanokada iğne atsan yere düşmezdi. İnsanları iterek sıkıştırıp bana yer açtılar. Ölmediğime şükrediyordum.

HAPİSHANE HAYATIM

Bakü’nün günümüzdeki Sebail bölgesinde Bayıl Hapishanesi’nde geçirdiğim günleri hayatımın en kötü anları olarak hatırlıyorum. Özgürlük Meydanı ile Bayıl Hapishanesi’nin arası, 10 dakikalık yürüme mesafesindeydi. Bizi taşıyan mahkum arabası bu yolu en az on saatte almıştı. Elbette, burada on saat biraz abartılmış gibi görünebilir. Hakikaten bu pis kokulu arabada gitmek çok korkunçtu. Yanlış hatırlamıyorsam bizi, bir GAZ-51 arabasına doldurmuşlardı.

İçinde en az 50 kişi vardı. Kalabalıktan yere çömelecek bir alan da yoktu. Zor günlerde Allah insana dayanma gücü verirmiş. Meydandaki baskında, kadın ya da erkek olduğuna bakmadan herkesi sırayla arabalara doldurmuşlardı. Yaklaşık iki saatlik yolculuktan sonra araba durdu. Yolda bir saat kadar bekledik. Arada bir arabanın kenarlarına vurarak bağırıp çağıranlar vardı. Sovyet ordusunun acımasızlığı herkesi şok etmişti. Aramızda yaşlı insanlar vardı. Onlar dahil hiç kimseye ne su verdiler ne de tuvalet izni…

Arabanın hareket yönüne bakarak bizi Salyan Hapishanesi’ne götürdüklerini düşünüyorduk. Araba epeyce bekledikten sonra hareket edip sağa döndü ve toprak yolda gitmeğe başladı. Ağır yük nedeniyle zorlukla gidiyordu. Yerden kalkan toz dumanı aracın içine dolmuş, nefesimizi kesmişti. Sanki Karadağ bölgesindeki hapishanelere doğru gidiyorduk. Toprak yoldan kurtulunca bütün tutuklular sevinmişti.

Evet, bizler artık mitinge katılanlar ya da Vezirov yetkililerinin söylediği gibi aşırılık yanlısı göstericiler değil, tutsak sayılırdık. Cinayet işlemeyen, vatanının düşmana verilmesini protesto eden büyük bir halk, aşırı şiddet yanlısı ve eylemleri yapanlara ise tutsak deniyordu. Arabanın kasasındaki pencerelere demir parçaları ile kaynak yapılmıştı. Bununla birlikte, eski arabanın delinmiş kasasından sabah ışığını hissedebiliyorduk.

Askerlikte levazım şefinin yardımcısı olduğum için işim gece yarısına kadar devam ederdi. Çoğu zaman, tüm iş bittikten sonra, kızartılmış patates ve evde yapılmış votka ile çilingir sofrası açardım. Kışlaya uyumak için geldiğimde gece yarısı olurdu. Benim için en berbat şey, kışlaya geldiğimde içeri dolan pis koku olurdu. Kösele, ayakkabıların, çorapların hatta en az yetmiş kişinin vücudunun salgıladığı koku ve nefesi birbirine karışır, mide bulandıran pis bir koku etrafa yayılırdı. Koğuşlardaki bu pis kokuyu bir balona doldurup bir insanın ağzına dayasan ölürdü diye düşünüyordum. Şimdi ise aynı durumdaydım. Hapishane arabasında yaşıyordum.

Bizi taşıyan araba kumsalda uzun uzadıya gezdikten sonra asfalta geri döndü. Tutsak arkadaşlarımdan birisi bizi Bayıl’a götürdüklerini söyledi. Araba, asfalt yolda yarım saat gittikten sonra durdu. Epeyce bekledikten sonra hepimizi aşağı indirdiler. Aramızda bulunan kadınların sayısının 11 olduğunu aşağı inince öğrenebildik. Hapishane müdürü orta yaşlı bir Azerbaycan albayıydı. Tutsakların teslim alınmasına bizzat kendisi katılmıştı. Kadınları bir tarafa ayırdı. Herkesin duyacağı bir sesle:

–Siz bizim vatansever kadınlarımızsınız. Bu hapishane sizin yeriniz değildir. Kadınla erkeği aynı hücrede saklamak zihniyetimize aykırıdır. Hepinizi bırakıyorum. Ancak grup halinde gitmeyin. Askerler ileride kontrol noktası oluşturmuşlar. Eğer dikkati çekerseniz sizi yeniden tutuklarlar.

Albay, durumu en kötü olan bir kadını hapishane işçilerinden birinin arabasına bindirerek onu sahil şeridindeki metro istasyonuna bırakmasını emretti. Hapishane müdürünün bu davranışı bizi gururlandırmıştı. İnsanları sıraya dizerek içeri aldılar. Bu nedenle kadınların akibetinden haberim olmadı. Bayıl’da, 48 mitingci 12 kişilik hücre tipli odalara kondu. İlk haftayı hiç bir sorgulama olmadan geçirdik.

Müdür, ertesi gün bizi sıraya dizerek mahkemenin kararını ilan etti. Hepimize bir ay hapis cezası verilmişti. Müdürün içindekini söyleyemediğini hissediyorduk. Epeyce resmi konuşmadan sonra biraz yumuşak bir sesle:

–Hepinizi anlayabiliyorum. Size katiller gibi davranmak düşüncesine sahip değiliz. Sadece kanunlara ve kurallara uyun. Uyku saatinden sonra gürültü olmasına izin vermeyin ve askerlerin emrine uyun. Öyle yapın ki aramızda karşılıklı olarak saygı kalsın.

Aslında onun dedikleri okulda “Derse geç kalmayın!” fabrikalarda “İşe gecikmeyin!” gibi uyarı sözleriydi. Yemekten yana zorluk çekmiyorduk. Herkesin evlerinden ve akrabalarından yiyecekler geliyordu. Aynı şekilde bana da tabii. Bana gelen hediyelerden biri de öğrenci paketiydi. Üç günde bir de türlü türlü ev yemekleri, yıkanmış meyve ve sebzeler, paket paket filtreli sigara ile dolu iki dokuma sepet alıyordum. Hediyelerin kimden ve nereden gönderildiğini hiç kimseye söylemiyorlardı. Biz de sormuyorduk.

Hapishane hayatımızın altıncı günü aramızdan 14 kişiyi serbest bıraktılar. Nereye götürüldüklerini bilmedik. Arkadaşlarımızın serbest bırakılmasından daha çok yerimizin genişlemesine seviniyorduk.

Bayıl Hapishanesi’ne yerleştiğimiz ikinci gün koğuşta sigara içmemek için bir teklifte bulundum. Koğuşun en az yarısı sigara içmiyordu. Bu nedenle teklifimi desteklediler. Üç kişi bu kuralın kendileri için uygulanmasının zor olduğunu ısrarla belirttiler. Bunlardan ikisinin şekeri vardı; bir tanesinin ise psikolojik sıkıntıları vardı. Bu soruna da bir çözüm bularak: “ Arkadaşlar orta yol bulabiliriz. Böylece ne şiş yanar ne de kebap. Koğuşta günde beş sigara içilsin. Ayrıca sigaraları bir-bir veya iki-iki için. Hepiniz aynı anda sigara içmezseniz sorun çözülür!” dedim.

Şeker hastası Ferec Dayı yanıma geldi. Gözleri dolmuştu. Elini omzuma koydu ve şöyle dedi:

–Ak sakallı olmak yaşla ilgili değil, oğlum. Her zaman böyle ciddi ve açık sözlü ol. Ben de günde beş tane değil, dört tane sigara içmeye çalışıyorum. Dört sigara ile idare edebilirsem bu sayıyı üçe indireceğim ama bu zıkkım olmadan dayanamıyorum. Siz de beni anlayın…

Ferec Dayı’nın sözleri, dramatik bir sahnedeki monoloğa benziyordu. Hem ağladı hem ağlattı. Daha sonra düşündüğümde bütün bunları maksatlı yaptığını beni koğuşun “ak sakalı” suç dünyasının “koğuş ağası” dediği, hapishanede sözü dinlenen kişi olarak seçtirmek istediğini anladım.

Hakikaten de koğuşta bir yetkiliye ihtiyaç doğmuştu. Bu sahipsiz koğuşta düzensizlik gittikçe artıyordu. Mahkumlar arasında hemen her gün bir anlaşmazlık çıkıyordu.

Arkadaşlarımızın bazıları hakim karşısına çıkmaya başlamıştı. Onların büyük bir bölümü radikal vatanperverdi. Bazılarının ise orta derecede bile eğitimi yoktu. Bu nedenle onların eğitilmesine, onlarla tek tek ilgilenmeye ihtiyaç doğmuştu.

Tek rahatlığımız, hapishane müdürünün her konuda bize yardımcı olmasıydı. Ferec Dayı’nın benim hakkımda söylediği o etkin sözleri, bizi iyice samimileştirmişti. İki gün sonra, kahvaltı anında mahkum arkadaşlarımızdan birisi: “Gelin, Şahve’yi koğuşa ak sakal olarak seçelim!” dedi. Herkes onu destekledi. Koğuşta en çok hediye bana geliyordu. Hem de diğer mahkumlardan daha zengin sayılırdım.

Haftada bir defa Damet adındaki baş gardiyan yüz manat para getiriyordu. Bunları kimin verdiğini pek sormazdım ama ilk defa bunları kimin gönderdiğini sordum. Parmağını dudaklarına bastırarak sessizce:

“Sonra öğrenirsin!” dedi.

Kısacası bütün bunlar, burada rahat etmemizi, mahkumlar arasında hürmet kazanmamızı sağlamıştı. Ancak baş gardiyan benim sözlerimi yanlış anlayabilirdi. Ben de onu anladığımı ve güvendiğimi belirtmek için baş parmağımı yukarı kaldırarak: “Güzel, sorun yok!” anlamında işaret yapmamın onun hoşuna gittiğini hatırladım. Hemen ona bir işaret çaktım. O, bu işaretten daha çok ona ait olan konulardan söz etmekten hoşlanırdı. Bazen beraber yaptığımız konuşmalarda veya yanımızda güvendiğimiz birisi olunca bana “Şahve, bu güzel işaretinden söz etsene?” derdi. Ben ise onun sevdiği bu durumu her dafasında farklı şekilde tasvir ederek bir hikāyeye çevirmiştim:

“Bizim köyde bir Mirze amcamız vardı. Kulakları iyi duymadığı için çok yüksek sesle konuşurdu. Aşağı mahalleden Ağa adında bir gençle beraber demiryolunda çalışıyorlardı. Mirze aynı zamanda iyi bir insan hem de iyi bir marangozdu. Sağ elinin başparmağını hızar kesmişti. Ağa ile beraber çalıştıkları sırada Ağa ona ne sorarsa sorsun. Mirze, sağ elini yumruk yaparak olmayan baş parmağı ile cevap veriyordu.

Akşam yemeği dağıtıldığı zaman, Damet’e kaş göz işareti yaparak bir şey söylemek istediğimi anlattım. Genelde ben kapıda duran ziyaretçilerle veya memurlarla konuşurken diğer arkadaşlar biraz yanımdan uzaklaşırlardı. Bu defa da öyle oldu. Ve arkadaşlar biraz kenara çekildiler. Damet’e “güzel” sembolü olan bir hatıra eşyasına ihtiyacım olduğunu söyledim. O da usulen: “Bakarım!” diyerek vedalaşmadan yanımdan ayrıldı. Ertesi gün, nöbeti devrederken Damet’in cebinde bir şey olduğunu anladım.

Beş ya da altı dakika sonra, her şey netleşti: Siyah ebonitten16 bir “güzel” sembolü vardı. Daha sonra Şule için hazırlattığım bu hediye koğuşta elden ele gezdi. Ben ve arkadaşlarım ilk defa mahkumların el işlerini görüyorduk. Belki içeride daha cazip şeyler de vardı ama herkes “güzel” sembolünü beğenmişti. Çünkü bu sembolü “zafer işareti, kendine güven, bir şeyi kabul etmek, onaylamak!” gibi değişik anlamlarda kullananlar vardı.

Ertesi öğleden sonra bana iki sepet aperatif getirdiler. Hediyeleri ve yiyeceklerimizi koğuşa Damet getiriyordu. Her şeyi bana teslim etti. Yasamal ekmeği olarak bilinen bir numaralı fabrika ekmeğini bana verince bakışlarında bir olağanüstülük sezdim. Hediye sahibinin izini olmadan getirilen hediyelere ve yiyeceklere el sürülmemesi koğuşta genel bir kuraldı. Yiyecekler ve hediyeler teslim edildikten sonra kapı kapatıldı. Sepetteki yiyecekleri düzenlemesini her zaman Ferec’ten rica ederdim. Taze ekmek gelince çoğu zaman, onu parçalayıp peynirle veya yavan ekmek olarak yerdik. Bu defa ekmeği kendim alıp sağına soluna baktım.

Sonra yavaşca ortasından ikiye bölünce ekmeğin içinde bükülmüş bir kağıt olduğunu gördüm. Kağıt olan parçayı elimde saklayıp diğer parçayı sepete koydum. Elimdeki ekmeği öyle ustaca bölmüştüm ki kağıt baş parmağımla şehadet parmağımın arasında kaldı. Yüksek sesle: “Taze ekmek gelmiş!” diyerek parmaklarımın arasında sıktığım lokmayı ağzıma attım.

Artık mahkumların jargonlarını öğrenmiştim. Buraya geldiğim günden beri ilk defa bana gizli bir mektup gelmişti. Karyolam tarafına yürüdüm ve yatağıma uzandım. Bu mektubu başarılı bir şekilde hiç kimseye göstermeden alabilmiştim. Hafif yan dönerek elimdeki kağıt parçasını yavaşça açtım. Çok kısa yazılmış bir kağıt parçasıydı: Kağıtta:”Senin hakkında çok sayıda döküman toplandı. Bir veya iki gün sonra hakimin karşısına çıkacaksın. Koğuştaki anti komünist konuşmalarına son ver. Konuşmalarında her zaman komünist olmak istediğini Sovyet Hükümeti’nin Karabağ’ı Azerbaycan’dan almayacağını özellikle belirt!” diye yazıyordu. Bu imzasız kağıdı kim gönderebilirdi? Şule’den başka hiç kimse aklıma gelmiyordu. Bir de ondan başka birisi fabrika ekmeğinin içine bu kağıdı koyamazdı.

Koğuşta yaşça herkesten küçük, Boran adlı bir öğrenci vardı. On yedi yaşına girdiği gün bizim mahkumluğumuzun 15. günüydü. Ona güzel bir doğum günü partisi yaptık. Çok fakir bir öğrenciydi. Birgün önceden aramızda para toplayarak ona siyah bir pantolon ve gömlek getirtmiştik.

Akşama doğru öğrenci arkadaşları da içeriye iki tane daha doğum günü pastası getirdiler. Gün içinde üçüncü defa onun doğum günü şerefine sofra kurmuştuk. İlk günlerde onu “Malış17” diye çağırıyorlardı. Oldukça nezaketli, yerini-yurdunu bilen bir genç olduğu için herkes onu seviyordu. Ben onun “Maliş” olarak çağırılmasına itiraz ettim. Herkes onun adı ile çağırılmasını istediğimi düşündü. Oysa Ferec Dayı benim farklı düşündüğümü anlamıştı. Yüzüme bakarak:

–Teklifin nedir?

Dilimin ucunda tuttuğum “Körpe” sözcüğünü o kadar içten söylemiştim ki kendim de üzüldüm.

O günden sonra ona “Körpe” demeye başladık. Körpe çok uyanık biriydi… Saman altından su yürüten cinstendi. Ne koğuşun temizlik işine ne de yemek ve tuvalet kurallarına onu uydurabildik. Morali yerinde olduğu zaman “Şuşa’nın Dağları” şarkısını mırıldanır ve şarkısının sonuna yaklaşırken sesini yükseltirdi. Biz de onun cırtlak sesine bakmadan alkışlamayı unutmazdık. Sonunda bizimle birlikte yaşadığı hapishane hayatını bitirdi. Serbest bırakıldığında, haftada bir, yirmi paket filtresiz “Astara” sigarası göndermeye başladı.

Ferec Dayı ve Körpe, birbirlerine bir elmanın iki yarısı kadar benziyorlardı. Körpe onu gördüğü günden beri, “Dede” diyerek onun yakasına yapışmıştı. Körpe yetimhanede büyümüş. Gara Garayev’de matematik ve fizik ağırlıklı okuldan “pekiyi” derece ile mezun olduktan sonra sınavda dokuz puanlık bir derece yaparak Politeknik Enstitüsü’ne girmişti. Ailesinin kimliğini bilmiyordu. Ferec Dayı emekli bir askerdi. Afganistan’a üst teğmen olarak gitmiş ve Binbaşı rütbesiyle dönmüştü. Orada üç defa ağır bir şekilde yaralanmıştı. Sonuncu yaralanma nedeniyle üç ay komada kaldı. Komadan çıktığında Düşenbe Askeri Hastanesi’ndeydi. Altı ay boyunca tedavi gördükten sonra, emekliye ayırmışlardı. Dediğine göre vatan uğranda gösterdiği kahramanlık nedeniyle madalya almıştı.

Körpe ile iyi sohbet ediyorlardı. Koğuşun bir köşesinde saatlerce konuşuyorlardı ancak kimse onların ne konuştuklarını bilmiyordu. Onları sanki kan bağları birbirine çekiyordu.

Ben yatakta uzanırken Körpe genellikle yatağın aşağısında oturur, dizlerini kucaklardı. Sağ bacağında diz kapağının üstünde üstü siyah kıllı, büyük beni vardı. Ferec Dayı ise o kadar utangaçtı ki, onu hiç kimse kısa kollu gömlekle veya çorapsız görmemişti. Giyinirken kimse görmesin diye koğuşta herkesten erken kalkar herkesten geç yatardı.

Körpe tahliye olduktan iki gün sonra Ferec Dayı hastalandı. Ateşi o kadar yükselmişti ki sürekli sayıklıyordu. Günde iki defa iğne yapılmasına rağmen ateşi düşmüyordu. Sonunda halk arasında yaygın olan tedavi usullerine baş vurduk. Ferec Dayı’nın yeri pencerenin önünde olduğu için onu daha ortada olan benim yatağıma taşıdık. Ben de Körpe’nin oturduğu yerde oturdum. Aniden onun bacağında aynı yerde, aynı büyüklükte aynı ölçüdeki beni gördüm. Şaşırmıştım. İçimden: ”Bu ne sırdır Allah’ım!” diye geçirdim.

Akşama doğru Ferec Dayı biraz daha iyi olmuştu. Bir kağıt kalem alıp herkesin adını ve doğum tarihini yazdı. Böylece önceden herkesin doğum gününü bilip hazırlık yapacaktık. Aralık ve ocak aylarında bu doğum günlerinin dördünü kutlayacaktık. Benim ismim de bu sıraya giriyordu ama ben Şule’den ayrı doğum günü kutlamak istemiyordum. Bu nedenle doğum günüm olarak 25 Ağustos gününü belirttim. Ancak hapishanede hiçbir sır gizli kalmazdı.

Doğum günümün tesadüfen öğrenileceğini düşündüğümden, Damet’ten bunun gizli kalmasını rica ettim. Hapishanenin yazılı olmayan kurallarına göre, doğum tarihimi neden gizlediğimi açıklamak zorunda değildim. Bu işi para hallederdi. Damet’e biraz harçlık verip diğer boş boğazları da susturmasını isteyince her şey yoluna girdi…

Doğum günümde hem Şule’den hem de yurttan bol miktarda yiyecek gelmişti. Öğrenci arkadaşlarımın gönderdikleri hediyeleri tek tek kontrol edip Ferec’e verdim. Herhangi bir tebrik mesajı yoktu ama gelen hediyelerin içindeki doğum günü pastası soframızın süsü oldu.

Hapishaneye girmeden önce Bayıl’ın nasıl bir yer olduğunu hayal etmek zordur. Burası hasret yuvasıdır. Bayıl dediğimde genellikle hapishane hayatı gözlerimin önüne gelir. Meydanda tutuklananlardan farklı olarak adi suçlardan yakalanmış olanlara tamamen farklı bir davranış vardı. Bazen bu mahkumları öylesine dövüyorlardı ki onlar, haftalarca acıdan kıvranıyordu. Koğuşun gözü önünde birçok dayağa şahit olduk. Bizi ise ne döven vardı ne de söven…

Bu yüzden kendimi diğer mahkumlarla karşılaştırmak istemiyordum ama yine de hapishanedeydim. Koğuşun yönetilmesinde kesin bir adalet sağlamıştım. Bize gelen para, hediye ve sigaralardan kapalı bölüme ve diğer hapishanelere belli bir pay gönderiyorduk. Onlar da bize el işi hediyeler gönderiyorlardı. Bir gün, 6. koğuştan bir tesbih aldım. Onu verirken Damet yavaşça fısıldadı:

–Kitabı iyi oku!

Bu gecelerde sabaha kadar uyuyamadım. “Ne kitabı, hangi kitap, bu adam ne demek istiyordu?” gibi sorular bana huzur vermiyordu. Gecenin bir yarısında zorla da olsa uyumak istedim. İpi kırılmasın diye elimdeki tesbihi yatağımın üst kısmında bir demir parçasına asmak için hafifce yan dönüp dikleştim. O sırada koğuşun zayıf ışığında tesbihin başındaki kitap figürünü gördüm. Tesbihi asmaktan vaz geçip elimde sağa sola çevirmeye başladım. Figürün tam ortasında bir çizgi vardı. Bu çizgi güzel görüntü vermek için yapılmış olabilirdi. Ancak içimden bir ses bu figürün kitap gibi iki parçaya açıldığını söylüyordu.

Bu figürü açmak için sağa sola itmeye başladım. Ancak bir türlü açılmıyordu. Kafam öyle dalgındı ki Körpe’nin kafamın üstünde durduğunu farketmedim. “Ne yapmaya çalışıyorsun?” diye sorunca aynı şekilde fısıltı ile: “Bir tane iğne bulabilir miyiz?” dedim. Yüzüme baktı hiçbir şey demeden geri dönüp yatağına doğru gitti. Ben gardiyanlardan para ile satın almayı düşünürken yanıma geri gelen Körpe’nin elinde bir iğne vardı. Gülümseyerek iğneyi bana uzattı. Şaşkınlıkla sordum:

–Bu nereden çıktı?

–Dün herkes yatarken telefon etmeye çıkmıştım.18 Üstten istedim, transit19 gönderdiler.

–İğneyi ne yapacaksın? Terziliğe mi başlıyorsun?

Körpe gülümsedi:

–Bu dünyanın işini bilmek olur mu? diyerek hapishanede olduğumuza işaret etti. İğneyi alıp kitap figürünün yanındaki çizgiye sürmeye başladım. Biraz ileri gidince, iğnenin ucu takıldı. Biraz daha itince figürün ikiye bölündüğünü gördüm. Önce onun kırıldığını düşünüp üzüldüm ama elime düşen mektup ile duygularım değişti.

Toplumun bizi nasıl kabul ettiğine bakmayarak toprak ve vatan duygusu hepimizindir. Demir kapı arkasında elimiz kolumuz bağlı olsa da sesimizi kesmedik. Miting günlerinde Bakü’de “Hırsızlığa dur!” dedik.

Ben Körpe’ye çok güveniyordum. Okumak için mektubu ona verdim. Sevinçten gözleri büyümüştü. Mektubu okur okumaz şüpheli bakışlarla kapıya baktı. Kimsenin kendisine bakmadığından emin olunca mektubu ağzına atıp çiğnedi ve yuttu. İkimiz de çok mutlu olmuştuk. Dört duvar arasında vatan toprağının bütünlüğü mücadelesinde bir başka dayanışma mesajı almıştık.

İki gün sonra Körpe bizimle birlikte yaşadığı hapishane hayatını bitirdi. Özgür olduktan sonra bizlere, haftada bir defa yirmi paket filitresiz “Astara” marka sigara gönderiyordu.

ÖZGÜRLÜĞE GRAM GRAM KAVUŞTUM

Hapishane hayatı çok zordu. Kimsenin buraya düşmesini asla istemezdim. Bazen, hapishanenin askerlik veya savaş gibi insanı sağlamlaştırdığını düşünüyordum. Yine de, hiçbiri diğerine benzemiyordu. Her birinin kendi felsefi ve maddi yapısı var. Şule’nin doğum gününü Salyan’daki (IEM) Yarı açık cezaevinde kutladım. Burası halk arasında “Xelec Hapishanesi” olarak bilinen bir cehennemdi. Burada en büyük sorun, susuzluk oldu. Mahpushaneye, yüksek kulelere yerleştirilen büyük tanklardan su veriliyordu. Aylarca kızgın güneş ışığına maruz kalmış olan bu su, tadını yitiren ve aslında bir hastalık kaynağıydı. Suyun bayat oluşu kokusundan belli oluyordu. Başka yerden tankerlerle getirilen su, yıllardır bekleyen suyun üstüne boşaltılıyordu. Bu nedenle bu suyun kaynatılmadan içilmesine hiçbir zaman izin verilmiyordu.

Damet Dayı’nın yaptığı “güzel” hediyesini de Bayıl’dan gelirken yanımda getirmiştim. Kimden geldiğini bilmediğim yalnız Şulelerin gönderdiğini tahmin ettiğim hediyeleşme ve haberleşme burada da İslam adındaki gardiyanla devam ediyordu. 20 Şubat’ta sayım işlemi bitirdikten sonra gardiyan İslam’ı yanıma çağırarak:

–Bunu ona verir misin?

Sözlerimde hem emir hem de soru vardı. “Kime?” diye bir soru sormadan hediyeyi cebine koyarak yanımdan uzaklaştı.

Helec Hapishanesi’nde bizi dört ay tutuklu olarak sakladılar. Bizi derken meydanda yakalanan altı mahkum burada kalmıştık. Bunlardan dördümüz öğrenciydik. Diğer bir kişi işçi, birisi ise Bakü ayakkabı fabrikasında çalışan genç bir mühendisti.

Hepimiz aynı fikir ve düşünceye mensuptuk ve aynı gölgenin adamlarıydık. 28 şubat ile 13 mart arasında, altımız da ayrı ayrı sorgulandık. Bizi sorgulayan hakim Moskova’dan geliyordu. Sessiz, ihtiyatlı ve haşmetli bu hakim, sorduğu sorularla soğukkanlı karekterini tamamlıyordu sanki.

Ne bağırıyordu ne de fiziksel şiddet kullanıyordu. Azerbaycan dilini bilmediği için tercüman kullanıyordu. Benimle doğrudan Rusça konuşuyordu ama yine de onun yanında bir tercüman vardı. Mitingin düzenleyicileri, anti-Sovyet sloganları, toplanan paranın akibeti ve silahlı milis gücünün oluşturulması konularıyla ilgileniyordu. Tatmin olmadığı cevaplara rağmen, bu mitinglerin doğal üyelerinden biri olduğumu, aynı zamanda bu mitinglerin en faal üyelerinden biri olduğumu da zaten anlamıştı. Sorgulama süreci, ekmeğin içinde gönderilen “ksiva”daki bilgilerle örtüşüyordu. Ben de mektupta söylendiği gibi açık vermiyordum.

13 Mart’ta ilk defa bir Azerbaycanlı hakim beni sorguladı. Azerbaycan dilini iyi bilmiyordu. İlk görüşmede, kendisinden bile şüphe duyan milis giyimli bu adam tehdit ve korku ile istediği cevapları almak istiyordu. Üç ayı geride bıraktığım hapis hayatı, benden bu tür korkuları uzaklaştırmıştı. Bu süre zarfında dövülmekten başka tüm baskıları görmüştüm. Zaten meydandayken dört defa kuvvetli darbelerle cop yemiştim. Sorgulamanın ikinci gününde, Azerbaycanlı hakim bana:

–Sorularıma benim istediğim gibi cevap verirsen, seni derhal özgür bırakacağım, dedi.

Benden önce Azerbaycanlı hakimler tarafından sorgulanan koğuş arkadaşlarımın dediklerinden yola çıkarak ne soracağını tahmin ediyordum. O nedenle acı bir tebessümle isteksizce sordum:

–Hangi konularda?

–Haydar Aliyev’in emirleri size nasıl ulaştırıldı? Çadırlara uyuşturucu maddelerini kim getiriyordu? Toplanan paraları kimler yerine ulaştırıyordu?

–Size bir soru sorabilir miyim? Samimi bir cevap verirseniz ve bizi ikna edebilirseniz söz veriyorum sorularınıza sizin istediğiniz cevapları yazıp imzalayacağım, diyerek gözlerinin içine baktım.

Hakim pek memnun olmasa da başı ile bana onay verdi.

Kinayeli bir sesle:

–Sayın Hakim Bey, bu sorulara sizi memnun eden cevaplar verirsem Ermeniler Karabağ’da hak iddia etmekten vazgeçecekler mi?

Hakimin yüzü kızardı, sinirle ayağa kalkıp:

–Kes sesini, nankör isyancı!

Sanki içinden bana tokat atmak da geçiyordu. O ayağa kalkınca ben de kalktım. Ellerimi aşağı uzatarak birbirinin üstüne koydum. Sorum onu asabileştirmişti. Fikirlerini açıkça ifade edemiyor, bağırıp çağırıyordu. Bağırarak söylediği karışık cümlelerden hiçbir şey anlaşılmıyordu. Ağızdan çıkan tükürükler suratıma sıçrasa da temkinli bir şekilde yerimden kıpırdamıyordum. Çok geçmeden, biraz sakinleşti. Yerine geçip oturdu. Bu defa daha sakin ama hızlı hızlı nefes alıp vererek:

–Koğuşta ağız birliği yapıp, kanunu korumakla görevli emekçilere karşı saygısızlık yapıyorsunuz. Bugün enstitüden kovulman için bir rapor göndereceğim. Resmî bir yazı ile hepinizi tek kişilik hücrelere koyduracağım.

Aslında onun bu tehditleri beni korkutmadı. Tabii ki, tek kişilik hücrelerde kalmanın sıkıcı, üzücü ve zor olduğunu burada duymuştum. Mantıken de böyleydi. Ancak hakimin söylediği gibi koğuşta hangi soruya hangi cevabı vereceğimizi tartışmıyorduk.

Gelen haberlere göre, ülkedeki durum gittikçe karmaşıklaşıyordu. Ermeniler iyice azmışlardı. Bu nedenle iktidarın bizi daha fazla burada tutamayacağını biliyorduk. Çünkü fabrikalarda, diğer devlet kurumlarında ve yüksek öğrenim kurumlarında kurulan grev komiteleri 5 Aralık’ta tutuklananların serbest bırakılmasını istiyordu.

1 Nisan’da beklenmedik bir şekilde beni özgür bıraktılar. Aleyhimde açılan cinayet davasını durdurmadan beni serbest bıraktılar. Ülkenin her tarafında mitingler vardı. Dört kişiyle beraber hapishaneden çıktık. Benden başka herkesin karşılayanı vardı. Şule’nin beni karşılamaya gelmemesine biraz üzülmüştüm. Aynı gün hapishaneye ziyarete gelen tutuklu arkadaşlarımdan birinin kardeşi ile beraber ben de Bakü’ye döndüm. “Juguli” marka arabanın içinde bohçaya sarılı erzaktan kahvaltımızı da yapmıştık. Beni Azneft Meydanı’na bıraktılar. Bir daha o arkadaşlardan hiçbirini göremedim. Orada bir taksiye bindim ve direkt yurda gittim.

Yol boyunca kendimi Sovyet sinemasındaki kahramanlar gibi sanıyordum. Hayalen kendimi “Seher” filminde devrimci Aslan’a benzetiyordum. Ve ben de Aslan gibi yüksek sesle şarkı söylemek istiyordum: Benim adım Şahve’dir, herkes bilsin bunu!.. Ancak Aslan’ın neden Bolşevik olduğuna üzülüyordum. Bu kadar cesur bir kahramanın millî iradesi olmalıydı. İçimden beni öldüreceklerini, böylece milyonlarca kişinin meydanlara geleceğini, insanların tabutumu omuzlarında sokak sokak gezdireceklerini düşünüyordum. Öldürüldüğüm için yeni bir meydan hareketi başlayacak, herkes benimle ilgili konuşacaktı. Ancak ben bütün bunları görebilecektim.

Yatakhanede çiçekle, gülle karşılanacağımı düşünüyordum. Beklediğimin tam tersi oldu. Öğrencilerin girdiği yurt kapısında taksiden inmeden önce biraz durup etrafta kimlerin olduğuna baktım. Karşıdan gelen iki üç kişiyi tanımıştım. Ellerinde kağıt erzak torbaları ile marketten geldikleri belliydi. Aşağıya indiğimde içlerinden bir tanesi beni tanıdı. Arkadaşlarına bir şeyler söyledi. Önce biraz duraksadılar. Benim için durduklarını düşünüp sevindim ama yanımdan geçip gittiklerinde bedenimden soğuk bir şey süzüldü.

Tutuklandığım zaman yurttaki odanın anahtarını atmıştım. Kendi kendimi ve arkadaşlarımı tehlikeye atmamak için bunu yapmıştım ama odanın kapısının önünde durduğumda yanlış yaptığımı anladım. Boş yere anahtarları atmıştım. Şimdi içeriye nasıl girecektim?

Odamızın kapısı kapalıydı. Kapıyı bir iki kez yavaşça çaldım ama kimse açmadı. Koridorun öbür başında mutfak vardı. Oraya gittim ve beklemeye başladım. Aksi gibi odadan kimse çıkmıyordu. Yarım saat içinde yarım kutu sigara içmiştim. Hâlâ bedava sigaraları içiyordum. Meydandan sonra hapishane hayatımda da böyle olmuştu. Ancak hapishaneden çıkarken bu bedava sigaralardan dört paket alıp geri kalanını kapalı cezaevine göndermiştim. Yeni bir sigara yakmak istediğimde odanın kapısı açıldı. Dışarı çıkan Hamit’ti. Demek ki öyle derin uyumuştu ki benim kapıyı çaldığımı duymamıştı. Yanımdan geçip tuvalete giderken hālā yarı uykulu bir hâlde beni fark etmedi. Geri döndüğünde beni yatağın üstünde görünce şaşkınlıktan bağırdı.

***

…Cephe20 liderleri radikal ve liberal olarak iki kanada bölünmüştü. Öğrenciler de bu ayrışmanın kurbanı olmuşlardı. Siyasi cehalet son haddindeydi. Herkes, bir ağızdan duyduğu ancak tamamıyla anlamadığı kayıtsız düşüncelerle konuşmaya dahil olmuştu. Nedense hapishaneden sonra yurtta ve üniversitede özel bir nüfuza sahip olacağımı düşünüyordum. Şaka değil, soğuk duvarlar arasında dört ay ceza çekmiştim. Fakat söz sahibi, hapishanede tutuklu olan ben değildim. Tutuklu kaldığım sürede ayrı ayrı grupları temsil eden ve reklamlarını yapan kişilerin sözleri geçiyordu.

Koğuşta geçirdiğim uykusuz gecelerde, yurt odasına vardığımda, Fatma Hala’dan temiz çarşaflar alıp yumuşak yatağımda bir hafta boyunca uyumayı düşünüyordum. Tam tersi oldu. O gece uyuyamadım. Gece yarısına kadar oda arkadaşlarım ve öğrencilerle sohbet ettik. Soru yağmuruna tutulacağımı düşünüyordum. Ancak aksine herkes konuşuyordu. Bazen birbirlerinin sözünü keserek daha yüksek sesle kendilerinin haklı olduğunu dikte etmeye çalışıyorlardı.

Ertesi gün herkesten önce uyandım. Yurdu gezmeye başladım. Büfe açılır açmaz kaymak ve sucuk alıp sabah kahvaltımı yaptım. Odamdaki arkadaşlarımdan enstitüden atılmadığımı öğrendim. Geri döndüm üzerimi değiştim. Aşağı inmek istediğimde nöbetçi Rahile Hala’nın sesini duydum:

–Ay oğlum, 315’den Şahve’yi telefona çağırın, diyordu.

Telefon edenin Şule olduğundan emindim. Hızla alt kata indim. Nöbetçi masasındaki telefona sadece gelen telefonlar bağlanıyordu. Buradan başka bir numarayı aramak mümkün değildi. Rahile Hala ahizeyi masanın üzerine koymuş bekliyordu. Başımla Rahile Hanım’ı selamladım ve ahizeyi kulağıma dayadım. Heyecandan yüreğim küt küt atıyordu. Benim geldiğimi anlamış olacak ki Şule’nin zarif ve sevecen sesini duydum:

–Selam, Şahve! Her zaman özgür olarak görüşelim. Sen asıl kahramansın.

Daha “alo” dememiştim. Belki adım seslerinden belki nefes nefese kalışımdan ahizede benim olduğuma inanmış beni övüyordu. Bir süre konuştuktan sonra: “Beni duyuyor musun Şahve?” diye sorarak cevap bekledi. Ağladığını sanıyordum. Ben de duygulanmıştım. İkinci defa adımı söylediğinde dayanamadım:

–Elbette duyuyorum Şule! İyi misin?

–Ben iyiyim, iyiyim. Şahve, mutlaka enstitüye git. Orada her şey yolundadır. Senden bir ricam var, lütfen beni dinle. Enstitüye git ve işlerinle ilgilen. Sonra bize gel! Tahminen saat 6:00’da herkes evde olacak. Babam da erken gelecektir. Duyuyor musun?

“He!” diye soğuk bir cevap verdim. Cevabımın soğukluğundan kendim de ürktüm. Şule’nin sesi yeniden duyuldu:

–Bence bu cevabın güzel olmadı!..

Her zamanki gibi onun kalbini kırmıştım. Hatamı düzeltmek için çabalamaya başladım:

–Özür dilerim, seni kırmak istemedim. Belki sesim telefonda kötü geliyor. Saat 7:00 gibi gelirim.

Sevinçle: “Olsun, yedi olsun! Yeter ki gel!” dedi.

Beni bu kıza sevdiren şey, neydi acaba? Bu soru beni çok düşündürüyordu. Ancak cevabını bulamıyordum, bulamıyordum, bulamıyordum.... Rahile Hala’nın aniden duyulan sakin sesi beni düşüncelerden ayırdı:

–Benim de çocuklarım senin gibidir. Oğlum, yetim birisin, kendini ateşten koruman gerekir. Kendini öldürmek istediğini duyduğumda birkaç gün kendime gelemedim.

Sağ elimin baş parmağını göğsüme dayayarak sordum:

15.Varanoka: Özel yapılmış hapishane aracı.
16.Ebonit: Kauçuğun kükürtle karıştırılması ile elde edilen ve genellikle süs eşyası yapımında kullanılan elektrik geçirmeyen sert malzeme.
17.Maliş: Küçük, minyon yapılı anlamında kullanılır.
18.Koğuşlar arasında pencereden konuşmak.
19.Transit: Kanalizasyon ile selefona sarılıp iple gönderilen küçük paketler.
20.Cephe: Azerbaycan Halk Cephesi teşkilat

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

Türler ve etiketler
Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
01 ağustos 2023
Hacim:
6 s. 11 illüstrasyon
ISBN:
978-625-6853-50-8
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap