Kitabı oku: «Nisgil», sayfa 2
II. BÖLÜM
Şahtahtı, Aras sahilinin yamacında, Şeril Ovası’nın en rüzgârlı yerinde, çok eski eserlerin, hilal biçiminde işlenmiş mezar taşlarının bulunduğu mezarlıkların olduğu ucu bucağı görünmeyen traverten11 yataklarının üstünde kurulmuştur.
Etrafında çıplak tepeler olmasına rağmen buranın toprağı; lezzetli meyve ve sebze yetiştiren bir yer olarak, kendine mahsus “tutma yemişi12” ile şöhret kazanmıştır.
Yazın her karış toprağı kızgın güneş altında ışıl ışıl parlar, Aras Nehri’nin şırıltısı ise açıkça işitilirdi.
Kışın ayazlı günlerinde yine güneş ışığı vardır ama her tarafı bembeyaz kar kaplamıştır. Aras’ın kıyısındaki çalılarda yuva yapan vahşi hayvanların sesi açıkça duyulurdu.
Güneşin etrafa yaydığı ışıkların görünüşü burada her zaman farklı olurdu. Bu ışıklar her yönde farklı renkte görünürdü. Halkın kendine mahsus özlemleri vardı. Aras’ın her iki tarafında bulunan ve kaygılı gözlerle birbirini izleyen hasret dolu bakışlara şahitlik ederdi Şahtahtı.
Tarih boyu defalarca düşmanlar tarafından kılıçtan geçirilen halk, çok defa mermi yağmuruna maruz kalmıştı. Sadece 20. asırda iki defa Ermeni Taşnaklar tarafından talan edilmiş, toprak ağalarının evlerinin kapıları pencereleri sökülerek başka yerlere taşınmıştı. Burası, birçok tarihî eser ve mekâna sahiptir. “Yürüyen Kervansaray”, “Gavur Kalesi, “İğdeli Pir”, “Taş Hamam”, “Şah Bağı”, “Kaftarlık”, “Ağbulak”, “Cin Deresi” bunlardan bir kaçıdır.
Tunç devrine ait birçok eser burada bulunmuştur. Güney Azerbaycan’ın üç dört tane köyü buradan açıkça görülür. Buradaki kerpiç evlerin arasından uzanan dolambaçlı yollarda yürüyen insanlar gözle seçilebilir, arada bir görülen at arabaları ve fayton tekerleklerinin gıcırtısı rahatça duyulur. Medeniyet ilerledikçe Avrupa yapımı otomobillerin motor gürültüsünün duyulduğu en eski yerleşim yerlerinden birisidir.
Bölgedeki siyasî ihtiraslar ilk olarak burada ortaya çıkmıştır. Siyasî teşkilatların değişik kolları buralara her zaman ilgi duymuştur. 19. asrın sonunda Gümrü-Culfa demir yolunun inşasına başlandığında bölgeye gönderilen Çarlık Rusya askerlerinin iki bölüğü, hatta ceza almış bir Rus taburu, Şeril Ovası’ndaki arazide kamp kurmuşlardı.
Rusların sayısındaki artış, bölgedeki sosyo-politik, sosyo-ekonomik yaşam ve kültürel uyum üzerinde hızlı bir etki yarattı. Demir yolunun inşasında, işçilere günlük su temini konusunda büyük zorluklar yaşandı. Sonunda Aras Nehri’nden su çekilerek çözüm bulundu. O zamandan beri bu yerleşim yerinin merkezinde, Aras’tan çekilen çakılların oluşturduğu ve “Rus Diki”13 olarak bilinen bir tepe vardı. Bu tepenin üzerinde çalışan teknisyenlere ek olarak, başka bir sakin daha vardı: Çoban Amid.
Amid her fırsatta Aras’ın kıyısına gelerek, karşı tarafa gönderdiği akrabalarının arkasından hasretle bakardı. Sadece o muydu bu hasreti çeken? Tabii ki hayır! Çoban Amid ve onun ailesinin yaşadığı bu dramatik hayat, aslında büyük bir ulusun yaşadığı trajediydi.
“Rus Diki”nin altında özel karışıma sahip bir kil yatağı vardı. Oradan alınan toprağa keçi kılı katılarak yaklaşık iki metre derinliğinde tandır yapılırdı. Tandır yapmak ustalık işiydi ve herkes yapamazdı. Uzun yıllar tandır yapmak için alınan toprak “Rus Diki” nin yamaçlarında büyük bir mağara oluşmasına neden olmuştu. Bu mağara bazen koyunları ve kuzuları yağmurdan korumak için sığınak olarak kullanılırdı.
Oradan biraz aşağıda ise bir çöplük vardı. Bolşevik Hükümeti, Nahçıvan’da kurulduktan sonra bölgedeki Sovyet askerî birimlerinin sayısı da artmaya başladı. Bu askerî birimlerde, daha çok eski SSCB’den askerler görev yapıyordu. Burada görev yapan askerlerin ırkları ve dinleri ne olursa olsun, tüm ordu yerli halk tarafından Rus olarak kabul edilirdi. Sovyet askerî personelinin sayısı arttıkça, kil yatağının alt kısmındaki çöplüğün hacmi de büyüdü.
Yerli halkın memnuniyetsizliğine rağmen, askerî birliklerin çöpleri buraya taşınıyordu. Patlamamış füzeler, mermiler, askerlerin ihmalinden mi yoksa kasıtlı olarak mı atılmış olduğu bilinmeyen askerî teçhizat ve asker ailelerinin eşyaları dahil olmak üzere her şeyi bulmak mümkündü. Ancak buradaki eşyaları, sağlam olsa bile birinin alması, halk tarafından ayıp sayılırdı. Olsa olsa atılan atıklar içinde bulanan tahta ve demir çubukları alarak, köpeklere yuva ya da tavuklara kümes yapılırdı.
1949’un son gününde köyün en fakir ailesinde ikiz kardeşler doğdu. Aynı zamanda Rus çöplüğünde, bir dolabın içinde bir bebek bulundu. Kardeşlerin isimleri Kabil ve Habil, köyün öbür tarafında doğan çocuğun adı da Möhnet’ti. Altı ay olmuştu ki ikiz kardeşlerin babaları iş bulmak için Bakü’ye gitmiş, bir daha köye geri dönmemişti.
İkizlerin annesi Hacer, çocukluğundan beri ablası Pakize’nin himayesinde büyümüştü. Daha doğrusu, 1931’de başlayan “Kolhoz” yapılanması bu kızları da yetim bıraktı: Bolşevikler babalarını, amcalarını, dayılarını ve ailenin diğer büyüklerini Kolhoz yapılanmasına karşı çıktıkları için kurşuna dizdiler. Pakize, küçük kız kardeşini evlendirdikten sonra Sovhoz14 Başkanı Salman Borçalı ile evlendi.
O antik Türk yurdu Borçalı’nın eski sakinlerinden biri olan Salman, Bolşeviklerin savaşcılarından biriydi. Kendi dediği gibi, “Savaşa savaşa gelmiş, yorgunluğunu gidermek için bu alanda bir demir atmıştı.”
Talih bu ailenin yüzüne gülmemişti. Evlilikleri on yıla yakın sürdüğü hâlde, Salman ve Pakize’nin çocukları olmamıştı. Hacer, çocuklarından Habil’i kız kardeşine evlatlık verdi. Birkaç yıl sonra aile Tiflis’e taşındı. On altı yıl sonra Salman ve Pakize, Tiflis’te bir trafik kazasında öldüler ve oraya gömüldüler. Habil bir kez köye döndü. Bu sırada ne Kabil ne Möhnet ne de Nisgil köyde değildi.
İkizlerin doğuşu, 20. yüzyılın ikinci yarısı boyunca bölgedeki birçok konuşmaya ve söylentiye neden oldu. Son olarak, yüzyılın sonunda, birçok siyasî sır ortaya çıkarıldı. Gizli işlere tanık oldu ve uzun yıllar boyunca dünyayı korkutan Sovyet gizli servisinin iğrençlikleri ortaya çıktı.
Olay gerçekleştiğinde Azerbaycan, Sovyetler Birliği’nin sömürgesiydi, sırlar ortaya çıkınca ise bağımsızlığını yeniden inşa etmek için ulusal kurtuluş mücadelesi dönemini yaşıyordu.
Bu topraklarda alfabe, bayrak, devlet idaresi, dini ilişkiler, ideoloji, istihdam, mülkiyet kuralları gibi birçok şey defalarca değişmiş olsa da, tüm süreçleri etkileyen ana siyasî faktör, imparatorlukların çıkar çatışması hâlen devam ediyordu.
İlçedeki tek matematik öğretmeni olan, hayatı boyunca da sadece bir defa koyun sığırtmacı olan ve aynı zamanda Sovhoz’un muhasebeci olan Samad Bahışov, Rus çöplüğünde bir dolabın içinde bir çocuk buldu. Koyunları kendi başına bırakan Samad Bey, bebeği hemen evine götürmeye karar verdi. Samad Bey, kültürlü birisiydi. Söylentilerden kurtulmak için ilk etapta bulduğu bu çocuğu gizlemesi gerektiğini düşündü. Böylece çocuğu tekrar dolabın içinde koyarak yola koyuldu. Bu dolabı Rus Diki’nden en az bir kilometre uzakta olan evine götürmesi o kadar da kolay olmadı.
İyi ki Kolhoz’un arabalarından birisi karşısına çıktı. Ancak Samad Bey toprak ağası olan ailesinden kalan son temsilcilerden biri olmakla beraber, ağır başlılığı ve tok gözlülüğü ile çevresinde saygı görüyordu. Rus çöplüğünden dolap aldığı çevrede duyulursa onun prestiji için iyi olmazdı. Şimdi o, bunu düşünmüyordu. Çünkü masum birisinin hayatını kurtarmak her şeyden önemliydi.
Casusluk suçuyla Sibirya’ya sürülen babası ve erkek kardeşleri geri dönmeyen Samad Öğretmen, bir çokları tarafından “Samad Bey” diye çağrılırdı.
Bir süre sonra, askerî birlikten bir askerin, izinsiz olarak birliğinden ayrılıp Aras Nehri kıyısına gittiği ve yeni doğan bir çocuğu Şeril Gölü’nden 400-500 metre uzakta Aras Nehri kıyısında bulduğu anlaşıldı. Asker, bir yandan çocuğun ölümünden korkuyor, diğer yandan izinsiz olarak birliğini terk ettiği için cezalandırılmak istemiyordu. Her şeyden önce, çocuğu köydeki evlerden birine vermek istedi ama kapısını çalacağı evin sahibinin orduya bilgi vereceğini düşünerek bundan vazgeçti.
Daha doğrusu, asker Anatolia Harçenko askerî cezaevinde çok kalmıştı. Beton duvarlı, nem kokulu daracık hücrede eziyet verici anları, havasız geçen geceleri ve soğuk duvarları hatırlayınca, tekrar oraya dönme riskine girmedi. Asker, kucağında bebekle Rus Diki’nin yamacına ulaştığında, askerî birliğin kamyonu eski ev eşyalarını çöpe atıyordu. Araba çöplükten ayrıldıktan sonra kucağındaki çocuğu sağlam bir gardırobun içine koydu. Sonra hiçbir şey olmamış gibi birliğine geri döndü.
Aynı gün çobanlık sırası kendisinde olan Samad Bey, çöpün yanında durup sürüyü çimenlerde bıraktı. Hayvanlar çimenlikte ayazdan yumuşayan otları afiyetle yiyorlardı. Tam o anda küçük çocuğun ağlama sesinin duyarak çöplüğe gidince, dolabın içindeki bebeği gördü.
Bolşevikler evlerini yağmalayıp kapılarındaki faytonlarına el koyduktan sonra Samad Bey, arada bir ata binerdi ama şimdiye kadar hiç öküz arabasına binmemişti; ama bu sefer bindi. Arabacı onu evinin kapısına kadar götürdü. Hatta çöplükten aldığı dolabı taşıması için yardım etmek istedi. Fakat Samad Bey buna izin vermedi. Sebebi belliydi: Samad Bey, arada bir inleyen bebeğin uğultulu sesinin duyulmasını istemiyordu. Yolda da bir iki defa inleyen bebeğin sesi tekerleklerin gıcırtısı arasında kaybolmuştu; ama inerken bebeğin sesinin duyulacağından korkuyordu. Arabadan, dolabı kucaklayarak indirdi.
Bebeğin sesi çıkmıyordu. Bir an bebeğin boğulduğunu düşünerek endişelendi. Aceleyle evinin bahçesine girerek dolabı yavaşça yere bıraktı. Kapağını açtığında bebeğin gülümsediğini görerek rahatladı. Bez parçalarına sarılmış bebeği kucağına alarak eve girdi. Birkaç gün önce doğum yapan karısı Candan, kocasının kucağındaki beze sarılmış çocuğu görünce şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemedi. Durumu kısaca özetleyen Samad Bey, bebeği karısının kucağına verdi.
Candan Hanım, hemen bebeğin beleğini değiştirerek, üşüyen bebeğin vücudunun alışması için sıcak odaya geçerek onu emzirdi. Üç gün bebeğe baktılar. Bu arada ne yapacaklarını düşünüyorlardı. Samad Bey çok akıllı birisiydi. Kadının bu ilgisi ile beraber gözlerinin derinliğinde kök salan kıskançlığı hemen okudu.
Samad Bey:
– Hanım, köye yeni atanan Yavuz Öğretmen ve eşinin çocukları yok. Geçen gün hanımı sana tam olarak ne anlattı?
Candan Hanım’ın gözleri ışıklandı. Eşinin ne demek istediğini anlamıştı. Sevinçli bir sesle:
– Evet, bu çocuk onların işine yarar. Çünkü onlar akrabalarından birinin çocuğunu evlatlık almak istiyorlardı ama hiç kimse çocuğunu evlatlık vermek istememiş.
– İyi de kim kendi çocuğunu evlatlık verir ki?
– Akrabalarının hepsi bu fikri reddetmişler. Kimsesiz çocukların kaldığı yetiştirme yurdundan almalarını tavsiye etmişler.
– Peki, yetiştirme yurduna başvurmuşlar mı?
– Evet. Oranın bir takım şartları varmış. Ayrıca araştırma süreci uzunmuş. Zaten o süreç bitmeden buraya geldikleri için bir evlat edinememişler.
– Bu çocuk, Yavuz Öğretmen’in tam aradığı çocuk bence.
– Haklısın!
Hemen Yavuz Öğretmen’i bularak durumu anlattılar. Yavuz Öğretmen hiç düşünmeden öneriyi kabul etti. Yavuz Öğretmen’in eşi Gülgez de kendisi gibi Rus dili öğretmeniydi. Evliliklerinin beşinci yılında gelen bu bebeği Allah’ın bir hediyesi olarak görüyorlardı.
Yeni bebeğin verdiği mutluluk onları büyülemişti ancak çocuğun resmî kayıtlara geçmesi ve bir ad konulması gerekiyordu. Karı koca epeyce düşündükten sonra kızın adını “Nargile” koymaya karar verdiler. Yavuz Öğretmen, önce doğum evrakı çıkarttı. Biraz zorluk çekti ama tanıdık bir doktor aracılığı ile bu belgeyi alınca çok sevindi. Hemen nüfus dairesine giderek çocuğu kaydettirmek istedi.
Nüfus memuru önce doğum belgesini inceledi. Her şeyin kuralına uygun olduğuna kanaat getirince önündeki uzunca ve çok eski kütük defterini açtı. Bir yandan da konuşarak Yavuz Bey’e nereli olduğunu soruyor diğer yandan kütük defterinin sararmış yapraklarını çeviriyordu.
Yavuz Öğretmen, çenesi düşük bu memurla karşılaştığı için biraz şaşkındı ama işinin bitmesi için mecburen katlanacaktı. Memur hiç durmadan konuşuyordu.
Yavuz Öğretmen’e dönerek:
– Adı neydi?
– Nargile.
– Hımmm, hemen yazalım. Güzel ve değişik bir isim…
Memur birden bağırdı:
– Eyvah!
Yavuz Öğretmen irkilerek memura baktı. Memur şaşkın şaşkın önündeki defterin sararmış yapraklarını inceliyordu. Kafasını iki yana sallayarak devam etti:
– Nirg diye başladım. Şimdi ne yapacağız? Bu kütükler devlet evrakıdır, silinmez. Ne yazık ki “a” harfi yerine “i” yazdım. “Nirgile” olmaz mı? Veya böyle “Nirg” olarak kalsın.
Yavuz Öğretmen’in yüzüne bir mutsuzluk yayıldı. Hemen itiraz etti:
– Memur Bey, kızlara güzel adlar yakışır. Hiç “Nirg” diye isim var mı? Kızımın böyle bir isimle anılmasını istemem. Bu isimlerle çocuk büyüdükçe üzülür.
– Peki, buradaki “r” harfinin kuyruğunu hafifçe kıvırırsam “s” olabilir. İstersen “Nisgil” olarak yazayım. Eğer evrakı karalarsam beni görevden alırlar hatta hapis cezası bile alabilirim.
Yavuz Öğretmen’in canı sıkılmıştı. Çaresizce başı ile onayladı. Bu isim yüzünden günahsız birinin hatası nedeniyle hapis yatmasına razı olamazdı. Bir de işin üstüne gidilirse evrakların sahte olduğu anlaşılırdı. Böylece çocuğun adı “Nisgil” oldu.
Sovet hakimiyeti, toprak ağalarının ve beylerin çoğunu perişan etmişti. Yavuz Öğretmen’in ailesi köydeki zengin ailelerdendi. Dolayısıyla gelirleri ile rahatlıkla geçiniyorlardı. Ayrıca bağ bahçeden elde ettikleri gelirleri onlar için ek bir gelir oluyordu. Giyim dışında başka bir harcamaları olmuyordu. Gülgez Hanım’ın el becerisi ile dokuduğu kazak ve yelek gibi giysiler de giyim masraflarını azaltıyordu.
Nisgil, her geçen gün biraz daha büyüyor, ailesi üzerine titriyordu. Köyün sayılı ailelerinden oldukları için de kimse bebeğin nasıl olduğu ile ilgili soru sormadı. Böylece, bebeğin çöplükten bulunduğu sırrını Samad Bey ve eşi Candan Hanım’dan başka hiç kimse bilmedi.
Yavuz Bey, bebekle ilgili açıklama yapmamak için akrabaları ile ilişkisini keserek ömrünün sonuna kadar öğretmenlik yaptığı yerde kaldı. Bununla beraber bebeğin bulunması ile ilgili çeşitli şayialar yayılıyordu; ancak Nisgil bunları duymuyordu. Bazı şeyler duyduğunda ise annesi ve babası ölmüştü. Bu nedenle Nisgil de uzun yıllar gerçeği öğrenemedi.
Yavuz Bey ve eşi Nisgil’in yüksek tahsil alması için her şeyi yaptılar. Onlar Azerbaycan dili veya Rus dili öğretmeni olması konusunda sürekli tartışıyorlardı. Ancak Nisgil, doktor olmayı seçti. Köyde yayılan şayiaya göre Nisgil, komşu köydeki Rus askerî birliğindeki askerlerden birinin çocuğuydu. Çocuk büyüdükçe sarışın olması da bu savı güçlendiriyordu. Güya, Rus subaylarından birisinin karısı köyde biri ile ilişkiye girmiş, hamile kalınca çocuğun esmer olacağını düşünerek korkmuş, tanıdıkları aracılığı ile kocasını Sibirya’ya göreve göndermiş, çocuk doğunca da onu bir ağacın altına bırakarak eşine çocuğun öldüğünü söylemiş.
Bir zaman sonra köyün kadınları Nisgil’in babasını da buldular: Onlara göre Samad Bey, Nisgil’in öz babasıydı. Çünkü askerî birlik içindeki Rus okuluna gidip gelen tek insan Samad Bey’di. Hatta köyün koyunlarını otlatmak için kendi sırasını iki gün sonraya alarak Rus öğretmenin doğum gününü kendi çobanlık sırasına denk getirerek çocuğun çöplüğe bırakılmasını takip etmiş ve oradan almıştı.
Rus öğretmen de çocuğu bir beşiğe koyarak eşyaları ile birlikte Rus çöplüğüne atması için bir askere para vermişti. Böylece çocuk öz babasına kavuşmuştu. Samad Bey de kendi eşi durumu anlamasın diye öz kızını Yavuz Öğretmen’e evlatlık vermişti. Bütün bu olanlar mantık ve tarih silsilesi içerisinde birbiri ile tutarlıydı.
Rus askerî birliğinin içindeki Rus okulunun müdiresi Nina Vladimirovna matematik öğretmeniydi. Onuncu sınıfların matematik sınavındaki trigonometri sorularını öğrenciler yapamamışlardı. Bu nedenle öğretmenler öğleden sonra bu sorular üzerine çalıştılar ama bir çözüm bulamadılar. Ondan dolayı isteseler de istemeseler de sınavları iptal etmek zorunda kalmışlardı. Tek ümitleri Samad Bey’di.
Nina Vladimirovna da eşinin II. Dünya Savaşı’ndan ganimet olarak kalan Alman malı hizmet arabasına köy muhtarını da alarak beraber Samad Bey’i almaya gittiler. Onlar birlikte geri döndüklerinde vakit öğleden sonrayı geçmişti. Samad Bey, müdirenin odasına girer girmez soruları dikkatle inceledi. Diğer öğretmenler merakla Samad Bey’in söyleyeceği şeyi bekliyorlardı.
Samad Bey:
– Bu soru yanlış. dokuzuncu sınıfların kitabının elli altıncı sayfasında bu örnek var ama “x” ve “y” bilinmeyenlerinin yeri değişmiş, diyerek odadan çıkmak istedi ama güzel sesi ile herkesi etkileyen sarışın Rus öğretmen onu oturması için ikna etti. Birkaç dakika sonra sınav bitti. Ders kitabını inceleyen öğretmenler Samad Bey’in dediklerini kabul etmişlerdi.
Sınavın bitmesi ile öğretmenler odasında şen şakrak sesler yükselmeye başladı. Diğer öğretmenler evlerine giderken okul müdiresi Samad Bey’i odasında misafir ediyordu. Yerel halkın âdetlerini bilen Nina, Samad Bey’e konyak ya da votka değil kekik otlu çay ikram etti. Kendi eli ile yaptığı poğaçalar masaya dizilmişti. Samimi duygularını bildirmek için arada bir, bildiği Türkçe kelimeler ile Samad Bey’e iltifat etmeye çalışıyordu.
Gerçekten de o çay sofrasında çok güzel ve samimi duygular yaşanmıştı. Ancak aralarında başka bir şey olup olmadığını ikisinden ve Allah’tan başka kimse bilemezdi…
***
Eşinden üç yaş daha küçük olan Nina Vladimirovna, olağanüstü bir şekilde teğmen rütbesini alan ve Nahçıvan’a askerî görev için gönderilen eşinin görev emrini gözyaşlarıyla öğrendi. Asya’nın soğuk ikliminden, çok daha karmaşık olan Anadolu’nun doğusunda bulunan Nahçıvan’a yapılan atamadan duyduğu tedirginliğin sebebi yerel halk hakkında duyduklarıydı. Nina buraya geldiği günden itibaren duyduğu tedirginlik ve değişmeyen fikirleri Samad Öğretmen’i tanıyınca değişmişti.
Geldikleri günden beri yerli halkla çok az teması olan Nina, geri dönecekleri günü belki de yüzlerce kez Sovyet takvimi üzerinde hesaplamıştı. Samad Öğretmen’in Rus dilinde akıcı ve pürüzsüz konuşması, ansiklopedik bilgiye sahip olması, samimi davranması, matematiği bu kadar iyi bilmesi Rus dilinde konuşan Nina’yı hayran bırakmıştı. Bu uzak Sovyet eyaletinde, bu kadar yüksek zekâya sahip birinin varlığı onu şaşırtmıştı. “Saf Türk müsünüz?” diye bir soru sorarak meslektaşını zor durumda bıraktı. Sorunun arkasındaki düşünceyi tahmin eden Samad, sohbeti farklı bir yöne çekince Nina, meslektaşının kendisinden çekindiğini düşündü. Bu nedenle, zorla duyulan bir fısıltı ile devam etti:
– Samad Abiloviç15, benden çekinmeyin. Bana güvenin. Ben de Müslüman bir Tatar Türk kızıyım. Sizin yaşadığınız acıları iyi biliyorum. Aynı acıları Kırım Türkleri de tattılar. Türk dili ile konuşan halklar birbirlerini daha iyi anlarlar ve çabuk kaynaşırlar.
Samad Bey gülümseyerek cevap verdi. Müdirenin odasındaki sohbet uzadıkça uzadı. Odadan çıktıklarında iki eski dost gibi yakınlaşmışlardı. Dışarıda hava açık olmasına rağmen hafif bir yağmur vardı. Nina Vladimirovna gökyüzüne bakarak:
– Islanacaksınız!
Samad Bey havaya bakarak gülümsedi. Yumuşak bir sesle:
– Şimdi keser, ılık yağış fazla uzun sürmez buralarda.
– Yağmurun sıcağı, soğuğu, ılığı mı var?
Samad Bey Nina’nın gözlerine bakarak:
– Bedene tesir eden her şeyin derecesi yüreğin sıcaklığı ile hissedilir.
Sonbahar yeni başlamasına rağmen havaların soğuk geçmesi yeşil doğayı amansızca soldurmuştu.
Nina:
– Yazık ki bu güzellik çok çabuk soldu!
Samad Bey gülümseyerek:
– Kızıl sonbahar…
Bu sözlerle Nina’nın hayıflanma duygusu birden değişti. Okul müdiresi ilk defa, kızarmaya başlayan yaprakların yeşilden daha güzel olduğunu fark etti. İçinden Samad Bey’in zekâsını ve duygularını, kızarmış yaprakların güzelliği ile karşılaştırdı.
Samad Bey gülümseyerek:
“Yeniden doğulmaz, solmazsa eğer
Ebedi yaşam manayı geçer.
Tabiat elbise değişmemişse, İnsanın gözünde aşağı düşer.” dörtlüğünü hem Rusça hem de Türkçe olarak yavaş bir sesle mırıldandı.
Samad Öğretmen’in her iki dilde akıcı olarak okuduğu şiirden etkilenen Nina Vladimirovna gözlerini ondan ayırmadan yere doğru eğildi ve yarısı kırmızı, yarısı sarı bir yaprağı alarak burnuna götürdü. Çoktandır hasret kaldığı ve en çok sevdiği kokuyu bulmuş gibi içine çekti. Merakla:
– Şiir kimindir?
Nina, sorunun cevabını beklemeden “Çuda16” diyerek genç kızlar gibi sağ tabanına basarak yerinde yarım daire döndü. Gülümsüyordu. Gözlerinde garip bir mutluluk ışıltısı vardı. İlk defa olarak sonbaharın güzelliğini emsalsiz bir şekilde yaşadığını hareketleri ile ifade ediyordu.
İki adım ötedeki bir gül dalını koklayan Nina Vladimirovna, yaprakları soğuktan buruşmuş bir goncanın etrafında gezen arının bal yapmak için gerekli ortamı bulamadığını düşünerek hüzünlendi. Üzgün bir sesle:
– Bakın, bu arı da sonbaharın gelişine sevinmemiş. Demek ki ben yalnız değilim!
Kollarını göğsünde çapraz bağlayınca göğüsleri dikleşti. Nina bu hâliyle çok daha güzel görünüyordu. Kafasını indirip kendi göğsüne bakması ile ellerini indirmesi bir oldu. Nina elinde olmadan yaptığı bu hareketten utanmıştı.
Samad Bey:
– Arı, gülün etrafında polen aramıyor. Şimdilik sadece geziniyor. Daha önce aldığı polenler için güle teşekkür ediyor. Dikkatli bakın, yedi defa döndükten sonra buradan uzaklaşacak.
Nina şaşırmıştı. Dikkatli bir şekilde arıyı izlemeye başladı. Geçekten de dördüncü turdan sonra arı oradan uzaklaştı. Üç turu daha önce yaptığı anlaşılıyordu. Hayranlıkla Samad Bey’e bakmıştı. Demek ki tüm canlılar karşılıklı olarak birbirlerine, bir şekilde minnet duygularını gösteriyorlardı. O günden sonra Nina doğa olaylarını ve doğadaki diğer canlıları daha dikkatli bir şekilde gözlemlemeye başladı. Okulun diğer öğretmenleri, Nina’daki bu değişikliğin Samad Bey’den kaynaklandığını anlamışlardı.
Nina, sürekli Samad Bey’den söz ediyor hatta onun ev adresini bile biliyordu. İyi bir matematikçi olmasının yanında Rus dili gramatiğini iyi bilmesi, felsefeye ilgi duyması, zeki bir aydın olması nedeniyle Samad Bey sürekli gündemdeydi. Bu olaylar tahminen Nisgil’in bulunmasından on dört ay önce olmuştu. Nisgil’in babasını aramaktan yorulmayan köyün kadınları dedikodularına bir tarih de uydurdular: Güya Samad Bey, Nevruz Bayramı’nda matematik öğretmeninin evinden çıkarken görülmüştü. Tabii ki kimin gördüğünü kimse bilmiyordu…
***
Askerî birlik komutanı Andrey Topçi’nin Sohvoz başkanına başvurması boşuna oldu. Çünkü, Tiflis’e taşınmaya hazırlanan Salman ailesi, komutanı kapı önünden geri döndürerek ev eşyalarını toplamak istiyordu. İlave belgelerle uğraşmak istemiyordu.
Üsteğmenle birlikte muhasebe odasına girdiğinde, muhasebeci elindeki büyük çotkosunu17 yan çevirerek taşları bir tarafa itti. Sanki çalışmasını bitirdiğini göstermek ister gibi bir yüz ifadesi vardı. Başkan bir adım daha ileri giderek: “Vayennilerin18 samana ihtiyacı varmış! İyi de bunu nasıl bilebilirdik?” dedi ve alaycı bir şekilde dudağını büktü.
Muhasebeci, üsteğmenin ve başkanın ellerini sıkarak masanın üstünde duran sarı kağıdı eline aldı. Sanki böyle bir olayı bekliyormuş gibi sakince devam etti:
– İki gün önce, devlet sınır birliklerine yardım etmek için yeni bir emir geldi. Bu evraka dayanarak işlem yapabiliriz.
Üsteğmen kâğıdı eline alarak inceledi ama Azerbaycan dilinde yazıldığı için hiçbir şey anlamadı. Muhasebeci iki cümle ile durumu özetleyerek sordu:
– Samanı temin edebiliriz ama karşılığında ne vereceksiniz?
Komutan omuzlarını silkerek bir şeyleri olmadığını anlatmaya çalıştı. Muhasebeci biraz düşündükten sonra gülümseyerek:
– Size vereceğimiz ot ve saman karşılığında bize yakacak verme imkânınız var mı?
– Bizde yakacak yok ki!
– Var! Aras Nehri kıyısından topladığınız odunlarla takas yapalım. Biz de odunları köy nüfusu arasında paylaştırırız. Böylece kışın soğuğundan köylüyü korumuş oluruz.
Bu olayın ertesi günü Samad Bey eşi ile birlikte Yavuz Öğretmen’i ziyarete gitti. Nisgil’in doğum günüydü. Doğum evrakına 31 Aralık 1949 yazdırmışlardı. Yavuz Öğretmen bu tarihi seçtikleri için çok mutluydu. Çünkü eski yıl bitiyor yeni yıl geliyordu. Bu tarihte milyonlarca insan kutlama yapıyordu.
Yavuz Bey’in evinde de bayram şenliği vardı. Nisgil’le beraber evlerine hem yeni yıl hem de yeni bir ruh gelmişti. Çok mutluydular. Nisgil büyüdükçe, zekası, güzel huyu ve terbiyesi ile herkesi kendisine hayran bırakıyordu.
***
Andrey Topçi ve Nina Vladimirovna’nın bulundukları faytonun tekerleği, bölgedeki tek iki katlı ve bodrumlu sanat eseri gibi düzenlenen evin önünde yerinden çıktı. Her ikisi de ciddi bir kaza geçirmişlerdi. Aksi gibi yol da eğimliydi ve şiddetli bir yağmur yağıyordu. Aşağı inmek istediler ama ıslandıkları için tekrar faytonun tentesi altına sığındılar. Ancak bir tekerleği çıkmış ve yan yatmış olan faytonda oturmak zor oluyordu.
Faytonu kullanan asker, yardım almak için etrafı inceledi. Hemen yanı başlarında duran dut ağacından yapılmış işlemeli tahta kapının üstündeki tokmağı var gücüyle vurmaya başladı. Bir iki dakika sonra kapı açıldı. Samad Bey, Nisgil’in doğum gününden yeni eve geldikleri için üzerini değiştirmemişti.
Dışarı çıkar çıkmaz neler olduğunu hemen anlayarak aceleci bir şekilde:
– Çabuk içeri geçin. Bu yağmurun şiddeti kolay kolay azalmaz.
Nina Vladimirovna, çiçekli şemsiyesini açarak köşesine sığındığı faytondan indi. Kendilerini eve davet eden adamın akıcı bir Rusça ile konuşması, karı kocayı şaşırttığı kadar endişelendirmişti de… Her ikisi için de yabancı olmayan bu emredici ses tonu onları etkilemişti. Faytondan inerek içeri doğru yürüdüler.
Samad Bey misafirleri tanımıştı. Bu gelişin bir tesadüf olmadığını, altında başka maksatlar olabileceğini düşünse de onları evine davet etmekten çekinmedi. Ancak içinde farklı bir rahatsızlık oluştu. Herkes, askerlerin yerli halktan topladıkları haberleri KGB’ye gönderdiklerini biliyordu. Bunun sonucunda ya günahsız hapisler ya da Sibirya’ya sürgün…
Evdeki geniş odaların düzeni, sessizliği ve huzuru etkileyiciydi. Duvarın içine gömülmüş olan şöminenin dışarı taşan kısmında nakışlı demir bir kapı, onun üstünde ise kazanı ve çaydanlığı sıcak tutmak için konulmuş bir mermer, ilk bakışta insanda güzel duygular uyandırıyordu. Üç kişilik, kış aylarında salon olarak kullanılan bu küçük odanın ortasına serilmiş Revan Türklerinin el dokuma halısı hemen dikkati çekiyordu.
İki pencerenin arasına konulmuş gaz lambasının aydınlattığı bu odanın karanlık köşesinde, ilk bakışta seçilmeyen bir piyanonun bulunması Nina Vladimirovna’yı son derece şaşırtmıştı. Nina herkesle selamlaştıktan sonra davet beklemeden piyanoya doğru giderek elini tuşların üzerinde gezdirdi. Sanki piyanoyla konuşuyormuş gibi kendi kendine gülümsedi. Göğsüne kadar kaldırdığı parmaklarının gölgesi tuşları insafsızca altında saklayan kapağın üstünde tuhaf bir şekilde hareket etti. Piyanonun siyah kapağını yavaşça kaldırdı. O anda gaz lambasından süzülen zayıf ışıkta beyaz tuşlarının ışıltısı siyah piyanonun üstünde parladı.
Parmaklarını yavaşça tuşların üstüne koyduğunda yüreği hızlı hızlı çarpmaya başladı. Heyecanı zirve yaptığında tuşlardan yükselen melodi kulaklarında çınladı. Gözlerini kapatmıştı. Tuşlara basmadığı hâlde kulaklarında çınlayan melodinin, çoktandır piyanoya duyduğu özlem nedeniyle olduğunu anlayınca gözlerini açtı. Tam karşısında duran Samad Bey, karşı odayı işaret ediyordu. Gülümsedi ve piyanonun başından ayrıldı.
Nina, az önce sessizce odada bir kanepede oturan çocuğu arıyordu ama o ayrılmıştı. Çocuğun odadan sessiz sedasız ayrılması ona garip gelse de çocuğun bu davranışını kültürlerinin bir parçası olarak düşündü. Doğu aile kültürünün yeni bir bölümünü keşfetmiş olmaktan mutlu olmuştu.
Odanın bütün köşelerinde duvarlara bir çıkıntı yapılmış, üstüne taşlardan yontularak yapılan şamdanlar yerleştirilmişti. Odanın temiz havasından ve odaya yayılan hafif mum kokusundan, şamdanların yeni yakıldığı anlaşılıyordu. Kışın bu ayaz zamanında oda çok sıcak olmasa da insanı üşütmüyordu.
Odanın tam ortasında bulunan masa ve etrafına dizilmiş sandalyelerin işlemeleri, çok nadir görülen oyma desenlerle yapılmıştı. Genel görünüm, içindeki antik mobilyalar ve halılar nedeniyle evin Sovyet döneminden çok önce yapıldığı anlaşılıyordu.
Kumandan ıslanmış frujkasını19 başından çıkarıp asmak için bir yer arayınca, yaşına göre çevik ve büyük görünen on iki yaşlarında yeşil gözlü bir çocuk furujkayı kumandanın elinden alıp köşedeki askıya koyarak aynı köşedeki sandalyenin üstüne oturdu. Şamdanlar iyice yanmaya başladığı için ortalık aydınlanmıştı. Ev sahibi misafirleri tekrar “Hoş geldiniz.” diyerek selamladı.
Nina, “Oho, tovariş uçitel!”20 diyerek ev sahibine elini uzatınca eşi iyice şaşırdı: “Bu ne güzel tesadüf Samad Abiloviç,” sözü komutanın dilinin ucunda kaldı. Öğretmenler şaşırmıştı. Nina, merakla eşine dönerek sordu:
– Siz tanışıyor musunuz?
Tam o anda, evin çarşaflı hanımı ve bir gencin içeri girmesiyle bu soru cevapsız kaldı. Birazdan çay sofrası hazır olmuştu. Gül kurusu çaylar, tatlı sohbet eşliğinde yapılırken vakit epeyce geçmişti. Misafirlerini merakla süzen matematikçi Samad Bey, bu misafirliğin tesadüf olmadığını, 1937 yılında zalim Stalin’in yaptığı gibi sürgün öncesi bir inceleme olduğu hissine kapıldı. Hatta olayları biraz daha düşününce bu duygusundan emin olup derinden bir “Ahhh!” çekti.
Çizgili bir çarşafı olan evin hanımı Rusça bilmediği için sohbete katılamıyor, çay servisi ile ilgileniyordu. Tam odadan çıkarken eşinden başka kimsenin duyamayacağı kadar yavaş bir sesle “Bozbaş21 yemeğim var!” diyerek cevap beklemeden odayı terk etti.
Hem ev sahibi hem de misafirler, altı yumurta büyüklüğündeki Tebriz piroğu22, çay, kuru üzüm, kesme şeker ve nabattan23 oluşan yiyeceklerin zamanın en zengin sofrası olduğunun farkındaydılar. Nabattan ve çaydan yayılan büyüleyici kokunun yanında sapsarı üzümün tadının güzelliği misafirler için yeni olduğundan bir müddet gözlerini sofradan ayıramadılar. Nina Vladimirovna piroğların ailede her kişi için ikişer tane olarak pişirildiğini anlamasına rağmen daha fazla dayanamayıp piroğlardan birini yedi. Öyle güzel bir tadı vardı ki çayının soğumasını beklemeden elini tekrar sofraya uzattı ve ikinci piroğu da aldı. Eşi de farkında olmadan aynı davranışı gösteriyordu.
Sohbet uzadıkça uzadı. Epeydir odanın köşesinde bir minderin üstünde bağdaş kurarak oturan çocuk odanın kapısına gitti. Sonra geri gelerek babasının kulağına bir şeyler fısıldadı. Babası çocuğa ters ters bakınca çocuk gerisin geriye yerine gitti. Nina’nın kulağına “fayton” sözü gelince, tekerleğin onarıldığını anladı.