Kitabı oku: «Nisgil», sayfa 3
Nina hemen ayağa kalktı ve gözlerini sofradan ayırmadan “Gitme vakti geldi!” diyerek eşine işaret etti.
Tam o anda evin hanımı içeri girerek masanın üstündeki boş bardakları elindeki gümüş tepsiye dizdi. Samad Bey’in kulağına eğilerek: “Yemeğim hazırdır. Misafirleri gönderme!” dedi. Misafirler ayağa kalkmışlardı ama gözleri masanın üstündeki Hemedan kilinden yapılmış, Tebrizli nakkaşlar tarafından güzel bir şekilde işlenmiş tabakların içinde duran piroğlara bakıyordu. Nina, gurur meselesi yapsa da eşi bu piroğları yemek istediğini belli etmişti. Kadın, buna meydan vermemek için hemen eşinin koluna girerek onun masadaki piroğları almasını engelledi. Tatlı bir gülümseme ile Samad Bey’e bakarak:
– Samad Bey, her şey için teşekkür ederiz. Hanımefendiye teşekkürlerimizi iletin lütfen. Bizi çok güzel ağırladınız.
– Nina Hanım, bizim için şerefti. Hoş geldiniz. Kapımız her zaman dostlarımıza açıktır.
Odayı terk etmek için kapıyı aralayıp öbür odaya geçince burasının biraz daha az aydınlatıldığını ve kokusunun farklı olduğunu hissetti. Nina, odaların büyüklükleri ve aydınlatmalarının yanında kokularının da birbirinden farklı olduğunu anlamıştı. Odalara sinmiş bu kokuları daha önce hiçbir yerde almamıştı. Duvara iki tane tablo asılmıştı. Bu resimdekilerden birisi Samad Bey’di ama diğeri ya kardeşi veya babasıydı.
Odadaki tüm eşyalar antik olduğu kadar düzenli bir şekilde yerleştirilmişti. Nina için matematikçi, eşi için ise muhasebeci olan Samad Bey, nazik bir ifade ile akşam yemeğinin hazır olduğunu söyleyerek misafirlerinin yemeğe kalmasını rica etti. Tam o anda Nina duvarın ortasındaki aynanın yanında duran, krem renkli küçük dolabı gördü. Bu dolap bir zaman evinden çöplüğe attırdığı dolaptı. Şaşkınlıktan Nina’nın gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Gerçi odada bulunan bütün dolaplar ton farkıyla aynı renkteydi ama bu dolabın kendisine ait olduğundan emindi. Bir an yanıldığını düşünerek biraz daha dolabı inceledi ama içinden: “Hayır yanılmıyorum, bu dolap benim çöplüğe attırdığım dolap!” dedi.
Biraz ilerleyince mutfağın duvarına mozaikle işlenmiş bir resim gördü. Daha önce böyle bir eser görmediğini hatırlayınca bunun nadir bir sanat eseri olduğunu anladı. En cahil insan bile bu resme bakınca bir anlam çıkarabilirdi. Resimde, bir gün içinde yedi çeşit gıdadan daha fazlasının zararlı olduğu anlatılmak isteniyordu. Resimde, altı ayrı yerde faydalı yiyeceklerle beraber bir tane de zararlı yiyecek resmedilmişti. Yedinci bölümde ise birbiri ile uyuşmayan yiyeceklerin resmi vardı. Bu bölüm ilk bakışta daha dikkat çekiciydi. Bal peteği ile Şahtahtı kavunu o kadar güzel işlenmişti ki sanki birbirini iten mıknatıslar gibi duruyordu. Buradaki meyvelerin baş harfleri, Arap alfabesiyle yan yana dizildiğinde “Birlikte yemeyin!” şeklinde bir ifade çıkıyordu. Bu yazıda yedi günlük takvimin beşinci gününe denk gelen Cuma orucunun faydalı ve vacip olduğunu gösteren yazı ise ev sahibinin inançlı biri olduğuna işaret ediyordu.
Çıranın ışığı merdivenlere düşünce bir şimşek çaktı. Birkaç saniye ile peş peşe çakan şimşeğin ışığı ortalığı süt gibi aydınlattı. Çocuğun elindeki çıranın ışığı şimşeğin güçlü ışığı karşısında çok zayıf kalmıştı. Tsunamiden sonra denizde meydana gelen dalgalanma gibi çıranın ışığı önce çekildi, sonra bir canlının yaşama aşkı gibi gür bir şekilde parladı. Daha sonra veda şarkısı okuyormuş gibi yana eğilerek lambanın duvarlarına sarıldı. Sanki şimşek, ışığının karşısında acizliğini anlamıştı. Yerden fışkıran çeşme suyunun kaynaması gibi ışığı yükseldi ve söndü. Siyah bir is, lambanın iç duvarlarına yapıştı.
Etraf zifirî karanlık olmuştu. Merdivenlerin başında duran evin hanımı yavaş bir sesle: “Ragif!” diye seslendi. Ana oğul, çakmak taşını fitilin yanında birbirine ne kadar sürdülerse de fitil tutuşmadı. Evin hanımı birkaç denemeden sonra ümitsizce:
– Bu fitil bir daha yanmaz, diyerek belini doğrulttu.
III. BÖLÜM
Komşu köyde bulunan Rus okulunda, Azerbaycanlı olarak Kabil’den başka hiçbir öğrenci yoktu. O da beşinci sınıftan sonra bu okula geçmişti. Çar ve Sovyetler Birliği’nin tarihini, rejimin kurallarını, yönetim metotlarını iyi bilenler bile beşinci sınıfın üstündeki çocukların her biri için askerî bölümde özel bir şube olduğunu akıllarına getirmemişlerdi. Buraya seçilen çocuklar yetenekli, özel becerilere, derin analiz gücüne, keskin bir hafızaya sahip, inatçı, duyarlı, sakin olduğu kadar sert tavırlı ve nihayet fikirlerinden dönmeyecek kadar kararlı bir şekilde yetiştiriliyorlardı. Dahası, Kabil henüz daha alt sınıftayken beynine, gerçek bir Sovyet vatandaşı olmanın yolunun askerî doktor olmaktan geçtiğini yerleştirmişlerdi.
O ise babası ve komşuları Samad Bey de dâhil olmak üzere akranları ile yaptığı sohbette askerî doktor olma kararını kendisinin aldığını söylüyordu.
İran, Türkiye, Arap ülkeleri ve Kuzey Afrika’da görevlendirmek üzere bütün alanlarda istihbaratçı yetiştirmek için genç ve yetenekli insanlar arasından seçim yapmak üzere Kafkasya’daki bütün askerî birliklerde özel şubeler oluşturulmuştu. Bu şubelerin ikinci bölümleri bu eğitimler için görevliydi.
Elbette yeni yetişen genç Sovyet vatandaşları, kendileri hakkında karar verecek olan rejimin planlarından habersizdiler. Kabil de etrafında olanlardan habersiz bütün gücünü ilim ve eğitime vermişti.
Rus okulu ile köyün arası dört beş kilometre vardı. Köyün öğrencileri askerî birlikteki konsere davet edilmişti. Geri döndüklerinde Kabil ile Nisgil tesadüfen yol arkadaşı olmuştu. Her ikisi de 9. sınıfta okuyordu. Bu yolculukta yol kenarında bulunan bütün ağaçlar, onların üstündeki kuş yuvaları, meyvelerin tadı, irili ufaklı bütün çalılar onların gözlerine farklı görünüyordu.
Bu yolu defalarca aileleri ile birlikte gitmişlerdi ancak şimdi her şey daha farklıydı. İki genç, dersleri ile ilgili konuşuyorlardı. Nisgil, Kabil’in kendi okullarından ayrıldığından beri çok değiştiğini fark etmişti. Konu doğa olaylarına geldi.
Nisgil:
– Bana göre rüzgâr doğanın konuşma tarzıdır. Yağmur ise öksürük ilacıdır. Rüzgâr yavaşça eser, bazen hızlanır. Öksürük rüzgârı alınca kendisini tutamaz. İşte o zaman yağmur imdada yetişir. Rüzgâr ne kadar hızlı eserse essin, üstüne yağmur yağınca sakinleşir.
Nisgil, bütün bunları Samad Bey’in tatlı sohbetlerinden duymuştu. Şimdi ise kendi düşüncelerini anlatıyordu. Daha sonra sohbet ders dışına çıktı. Kabil, “Uzak Sahillerde”24 romanından söz ederek kendisini romanın kahramanı Mehdi Hüseyinzade gibi gördüğünü söyledi. Ancak Sovyet okullarında genelde barış anlatılıyordu. Bu nedenle kimse savaş olacağına inanmıyordu. Nisgil de bu romanı merakla okumuştu. O da Anjelika gibi sevmek istiyordu ama kaderinin ona benzemesini istemiyordu.
“Uzak Sahillerde” filmi onların bir dahaki görüşmeleri için bir bahane oldu. Onlar da gizli görüşmelerini her cuma günü akşam saatlerinde kütüphanede yapmaya karar verdiler. Bu karara göre ertesi gün kütüphaneye giderek “Uzak Sahillerde” kitabının bazı bölümlerini beraber okuyacaklardı.
Ertesi gün Kabil kütüphanenin kapısında heyecanla bekliyordu. Ancak kütüphanenin kapısında antika bir siyah kilit görünce içinde tuhaf duygular uyandı. Sanki bu kilit, onların gitmek istedikleri hayat yoluna vurulmuştu. Ortalarda kütüphaneci de yoktu. Biraz bekledikten sonra Nisgil’in de gelmediğini görünce pişmanlık içinde evine doğru yürümeye başladı.
Bir dahaki görüşmeleri bir ay sonra oldu. Birlikte kütüphaneye gittiler ama orada okumak için fırsat bulamayacaklarını anlayınca akıllarına bir fikir geldi: kitabı çalacaklardı. Ancak bu fikir içlerine sinmiyordu. Biraz düşündükten sonra “Uzak Sahillerde” kitabını çalmak zorunda olduklarını anladılar. Çünkü iri siyah gözlü, her zaman gülümseyen kütüphaneci Sedaget Hanım, okuyucuların aldıkları kitapları okuyup okumadiklarini sorarak kitabın bir haftadan fazla kalmasina izin vermezdi.
Rus Diki’ndeki kütüphanenin bütün duvarlarında pencereler vardı. Onlardan iki tanesi Aras Nehri’ne bakıyordu. Kitapla beraber pencerenin karşısında oturarak ortalığın biraz kalabalıklaşmasını beklediler. Karşı karşıya oturmuşlardı. Kitap okuyorlardı ama aslında birbirlerini süzüyorlardı. Sessizlerdi. Kaç gündür çiseleyen yağmur birden sağanak hâline döndü. Pencereden dışarı baktılar, hiçbir şey görünmüyordu. Az sonra bir karaltı seçildi. Omuzlarına attığı kepeneğin içinde tepede durmuş Aras’ın karşı kıyısını seyreden bu adam çoban Amid’di.
Amid’in yaşamını, taşıdığı sırları yazan olsaydı kitaplara sığmazdı. Bu iki genç nereden bilsinler ki bu gördükleri adam, “Uzak Sahillerde” kitabındaki yenilmez adam Mehdi Hüseyinzade kadar canlı yiğit “yakın sahillerdeki” adamdı. Bu iki kahraman arasındaki tek fark birinin Alman faşizmine, diğerinin Rus faşizmine karşı savaşmalarıydı. Bu iki genç nereden bilsinler kendi tarihleri sahteleştirilmiş, kimlikleri unutturulmuş, kahraman evlatları bir şekilde yok edilmişti…
Nahçıvan’da Sovyet egemenliğinin kurulması bölge için büyük tehlike yaratmıştı. SSCB ile Türkiye’nin ilişkilerinde oluşan her gerilimden ustalıkla faydalanan Ermeniler, Nah-çıvan Özerk Cumhuriyeti’ni Ermenistan’a bağlamak için her türlü hileye başvurdular. Mantıksız olarak iddia ediyorlardı ki Nahçıvan isminin sonu “van” ile bittiği için bu torpaklar onlara verilmeliydi. Yani bir zaman sonra utanmadan Tayvan için de bunu iddia etmeleri mümkündür. Çünkü onun da sonu “van”la bitiyor. Ermeniler, Nahçıvan’a ait bu konudaki bilgileri halktan gizlemeye çalışsalar da bu mümkün olmuyordu. Bunun sonucunda 1930’un ilk günlerinden başlayarak Nahçıvan MSSR’de Sovyetler aleyhine isyanlar başladı. Nahçıvan’ın dağlık bölgelerinde bu isyanlar daha uzun süreli olarak devam etti.
İsyanların en güçlü üyeleri Keçili ve Nahacir gruplarına katılmışlardı. Gaçay da isyanların ilk gününde Nahacir grubuna katılmıştı. Nahçıvan bölgesinde ordu olmamasından istifade ederek Sirab, Erezin, Ebregunus köylerinin de isyancı gruplara katılmasını sağladı. Keçili, Şahbuz isyancı grupları da onlarla birleşmişti.
Bolşeviklere karşı isyan eden gruplardan birisi de Şahbuz kazasında başlayan Keçili İsyanı’ydı. Yirmi bir yaşındaki Gaçak Guşdan Harekâtı kısa zamanda genişledi. Genç yaşında millî özgürlük uğrunda mücadele eden Guşdan, yedi yıl boyunca Keçili’yi saran dağlarda yaşadı. Hükümetin ajanlarına ve tüm korkulara karşı yolundan dönmedi. Bir müddet sonra da Gaçay’la dost oldular.
Gaçak Guşdan’ın adamları Kolanı’dan epeyce uzakta kurdukları pusuda artık orta yaşlara gelmiş olan Gaçay’ı yakaladılar. Gaçay, direnmeden teslim oldu. Amacı Guşdan’la tanışmaktı. Bu nedenle kendisini yakalayanların sorularına cevap vermedi. Gaçay’ın gözünü bağlayarak onu bir mağaraya götürdüler. Gözleri açıldığında etrafı iyi göremiyordu. Nihayet keçi yağından yapılmış mum ışığında etrafı görmeye başlayınca kendisini seyreden Guşdan’ı gördü. Her ikisi de birbirlerinin adını duymuşlardı. Biraz sohbetten sonra Guşdan:
– Senin keskin nişancı olduğunu duymuştum, neden ateş etmedin?
– Dost kapısına güç vermeye geldiğim için!
– Demek bize katılıyorsun!
– Çünkü sen oldun değirmenci, çağır gelsin Köroğlu buğdayı!..
Aynı gün sohbet bu kadarla bitti. Gaçay’ın bu gruba katılması isyancıları daha da heveslendirdi. Aras Türk Cumhuriyeti’nin kurulması, Nahçıvan’ın Ermeni Taşnaklardan korunması ve özerk statü kazanması için aktif olarak çalışan Gaçay, Behbud Bey Şahtahtılı’nın en yakın silah arkadaşı olmuştu. O, gizli karargâhı Batabat Gölü’nün sağ tarafındaki ormanda kazılmış olan mağarada bulunan isyancı grubun tek bilgili üyesiydi. Onu Gaçak Guşdan’a sevdiren önemli olaylardan birisi de siyasî yönden akıllı olmasıydı. Gaçay, genç yaşından beri Sosyalizm ideolojisine yürekten inanıyordu. O zamanlar, Behbud Bey Şahtahtılı ile sohbetlerinde Orta Doğu’yu cehaletten kurtarmak için Marks ve Engels’in teorilerinin Arap diline çevrilmesi ile ilgili konuşmuşlardı. Neriman Nerimanov’un “Varoşlardan devrime” çağrısına ilk cevap verenlerden birisi Gaçay oldu.
Ona göre istenilen siyasî kuruluşu halk kitlelerinin isyanı ile yıkmak mümkündü. Ancak devrim insanların bilincinde olmazsa onu yaşatmak mümkün değildi. Hatta yüz yıl yaşasa bile bilinç altlarına hakim olmayan siyasî ideolojiler yıkılmaya mahkumdu. Bolşeviklerin, Nahçıvan’ın millî oluşumunu Ermenileştirmek, bu olmazsa Kremlin’in isteği ile Ermenistan’la birleştirmek konusu ortaya çıkınca, Gaçay’ın yüreğindeki sosyalizm aşkı nefrete dönüştü. Çarlık Rusya’nın halkları karşı karşıya getirerek kendi imparatorluğunu koruma siyasetinin Bolşevikler tarafından daha acımasız bir şekilde uygulanması, Gaçay’ın Bolçeviklere duyduğu nefreti her gün artırıyordu.
Behbud Bey Şahtahtılı’nın Tiflis’te intihar ettiği haberi Gaçay’ı derinden sarsmıştı. Bu olayı Bolçeviklerin siyasî cinayeti olarak görse de içinden isyan etmekten başka bir yol görünmüyordu. Gaçay’a göre; kendi prensiplerinde ısrarlı olan, güçlü bir siyasî iradeyle karşısındakini hayran bırakan, her koşulda yarınlara ümitle bakan, korkusuz ve cesur Bebud Bey Şahtahtılı intihar etmezdi.
Gaçay, isyancı gruba katıldığı günden beri Gaçak Guşdan Harekâtı’nın yakında biteceğini görüyordu. Düşmana karşı acımasız olan bu genç millî mücadele arkadaşları ile o kadar samimiydi ki her an bir ihanetle suikasta kurban gidebilirdi. Ayrıca isyancı grubun gelecek için düşünülmüş, stratejik bir planı yoktu. Ermeniler de bu durumdan istifade ederek gruba yanlış bilgiler vererek onları yönlendiriyorlardı. Moskova’ya gönderdikleri raporlarda ise bu isyanların bastırılması için Nahçıvan’ın Ermenistan’la birleştirilmesi gerektiğini belirtiyorlardı. Ancak isyan iyi bir liderden yoksun olduğu için halktan yeterince destek alamıyordu.
Gaçak Guşdan ile Gaçay’ın son görüşmesi Batabat’ta-ki gizli mağarada oldu. Küçük gölden yaklaşık olarak yetmiş seksen metre uzaklıktaki yamaçta kazılan bir tünel sığınağa çevrilmişti. Burası yaklaşık elli kişinin yaşayabileceği şekilde düzenlenmişti. Yazın sıcağında bile bu mağaradaki insanlar üşüyordu. Bu nedenle içeride sürekli soba yakıyorlardı. Mağaradan çıkan dumanların dikkati çekmemesi için yan taraftan içi oyulmuş boru şeklindeki uzun çınar ağaçları uç uca dizilerek dumanın dışarıya çıkması sağlanıyordu.
İki dost, sobanın başında oturup olan biteni konuştular. Gaçak Guşdan, durumun gergin olduğunu bilse de moralini bozmuyordu. Ancak Gaçay’ın sorularının bitmeyeceğini anlayarak sordu:
– Doğrusunu söyle bakalım, durumumuzu nasıl görüyorsun?
Gaçay:
– Su testisi su yolunda kırılır, diyerek gülümsedi.
Gaçak Guşdan:
– Atasözünü örnek verme zamanı değil. Sen kendi fikrini söyle.
– Şu anda Bolşeviklerin durumu bizden daha kötü. Bu kıtanın neredeyse dörtte üçünü işgal etmişler, yine de gözleri doymuyor. Ancak verdikleri sözleri yerine getiremiyorlar. Milyonlarca insan onların sözlerine inanarak perişan oldu. Şimdi bu sözlere inananlardan birazcık kaygı duyan insanları “vatan haini” olarak ilan ediyorlar.
Gaçak Guşdan’ın sinirleri bozulmuştu; güçlü parmakları ile yakasını çekiştirerek gömleğinin düğmesini açarken:
– Biz ne yapmalıyız?
Sesinde, ümitsiz bir titreyişle beraber hükmeden bir ton vardı.
Gaçay:
– Gruptan rahatsız mısın?
Gaçay cevap beklemeden sakin bir şekilde yeniden devam etti:
– En kısa zamanda dağlara ordu gönderecekler. Tek tek de olsa hepimizi öldürmeye çalışacaklar. Hatta bu ordunun askerleri Ermenilerden oluşacak.
Gaçak Guşdan’ın gözlerinden alev fışkırıyordu. Sinirden titreyen elindeki ağaçla sobanın ateşini eşeledi:
– Yani bunca yılı dağlarda boşuna mı geçirdik?
Gaçay yine gülümsedi:
– Hayır, aksine bu iş Nahçıvan’ın Ermenilere verilmesini ciddi şekilde engelledi. Yıllardır devam eden isyan, Moskova’yı telaşlandırdı. Şimdi Ermeniler Nahçıvan’la ilgili hayallerini gizlemek zorunda kalıyorlar. Daha doğrusu Moskova da Ermenilere bu fırsatı vermeyecek. Halkın genel bir isyanından korkarlar.
– Diyelim ki bizi öldürdüler, sonra ne olacak?
– Sonrası Azerbaycan’ın liderine bağlı olacak. Tarihin bütün devirlerinde Ruslar hainleri, millî bilinci olmayanları iş başına getirerek onların eliyle halkı razı etmişler. Eğer Azerbaycan’a liderlik yapan şahıs kuvvetli, millî bilince sahip, vatansever olursa o zaman halka dayanarak bütün tehlikeleri yok edebilir. Yok, eğer aksi olursa…
Sohbetleri gittikçe uzadı. Gaçak Guşdan’ın eğitim düzeyi az olduğu için anlamadığı noktaları tekrar soruyordu. Sohbetlerine atasözleri ve deyişler renk katmıştı. Gaçay’ın dediklerinin çoğu ona mantıklı gelmişti:
– Bundan sonra planlarımızı değiştirmeyi mi öneriyorsun?
Gaçay:
– Can derdine düşmek her zaman cahillik sayılmıştır. Bu gençleri korumak lazım. Çaresi de o tarafa geçmeleridir.
Guşdan, onun ne demek istediğini anlasa da “Ya Allah!” diyerek onun sözünü kesti. Oradan, önce evlerine gidip ailesiyle helalleşerek geri dönüp savaşa hazırlanma kararı verdiler. O gün, Gaçak Guşdan’ın mağarada kaldığı son gece oldu. Sabaha kadar gözüne uyku girmedi. Mağaranın tavanı, karanlık gecelerin yıldızsız seması gibi canını sıkıyordu.
Sabahleyin, aynı zamanda Gaçay ile mağaranın ortasında karşılaştılar. Yerde iri bir diken bitmişti. Guşdan çizmesiyle dikeni ezdikten sonra mağaranın tavanına yorgun yorgun baktı. Yerdeki dikenin aynısı tavandan aşağı doğru sarkıyordu. Mağaranın alaca karanlığında tuhaf görünüşleriyle dikkati çeken bu dikenlerden biri sarı diğeri siyahtı. Onlar, sanki bu iki diken arasında kalmışlardı.
Guşdan, akşama doğru köye gitti. Daha önceki yıllarda olduğu gibi 1932 yılının sonbaharında Şahbuz Dağları’nda çok güçlü seller oluyordu. Sular sanki meydana gelecek felaketi anlatıyordu. Guşdan, hiçbir şeyin farkında olmadan dağdan iniyordu. Köyde doğruca ailesinin yanına gitti. Onun köyde olduğunu hükümet güçlerine haber verdiler. O gece evinde kalan Guşdan’ın mutluluğu kısa sürdü. Tan ağarırken evinin askerler tarafından sarıldığını “Teslim ol!” sesini duyunca anladı.
Evet, teslim olabilirdi ancak Guşdan bu teklifi hemen reddetti. Askerî birliklerle sonuna kadar savaşarak son mermiyi kendisine sakladı…
Gaçak Guşdan İsyanı’nın başlamasına zemin hazırlayan sebep; NKVD çalışanı, Ermeni Orbelyan’ın Nahçıvan köylerine Ermeni ailelerini yerleştirmesi ve onları silahlandırması idi. Köyün yerli halkına ise isyancı muamelesi yapılıyordu. Orbelyan, Nahçıvan’dan önce Hızı kazasının25 Ağdere köyünde kanlı işler yapmıştı. Bu köyde, 1931 yılında yüz civarında sivil halk kurşuna dizilmişti26.
Ondan sonra, Ermenistan’a giderek oradan Keçili ve civar köylere yeni göç eden Ermenilere bir Fransız tüfeği ve iki yüz mermi verdi. Azerbaycan Türklerinin elindeki silahları topladı. Karşı çıkanları ise tutukladı. O, sadece Keçili köyünden yetmiş insanın kurşuna dizilmesine sebep oldu. Bu insanların büyük bir bölümü köyün yaşlılarıydı ve köylerine Ermenilerin yerleştirilmesine karşı çıkıyorlardı. Halkın itirazını gören Orbelyan sinsi bir planla Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti’nin Dış İşler Halk Komiseri Aydemirov’u kendi tarafına çekmişti.
Gaçay, Keçili İsyanı’nda ki yenilginin sebeplerini biliyordu: bilgisizlik, plansızlık, bir de düşmanın amansız ve hilekâr olması.
İsyanların üstünden uzun yıllar geçse de bölgede siyasî ve sosyal durumu korumak için güçlü bir baskı vardı. Nahçıvan’a karşı toprak iddialarını hayata geçirmek için çaba harcayan Ermeni milliyetçileri ve kiliselerin tesiri ile devamlı olarak Ermenistan Özel Hizmet Büroları tarafından Moskova’ya sahte raporlar gönderiliyordu.
Gaçak Guşdan’ın öldürülmesi, Gaçay’ı çok etkilemişti. O, bu haberi duyduktan sonra daha dikkatli olması gerektiğini anladı. Ortaya çıkmak çok tehlikeliydi. Askerî birlikler arkadaşlarının birçoğunu öldürmüş, diğerlerini de çeşitli vaatlerle kandırarak teslim almışlardı. Onun ele geçirilmesi, kendisinden çok ailesi için tehlikeliydi. Uzun düşüncelerden sonra sahte bir kimlik çıkararak Amid Kazımov Cümşüdoğlu adı ile çobanlık yapmaya başladı.
***
1965 yılının sıcak yaz günleri gelmişti. Havaların kurak geçmesi ekinleri küle çevirmişti. Albay Topçi, Nahçıvan’daki askerî hizmetini bitirip geri dönüyordu. Geldiğinde olduğu gibi geri dönerken de Topçi’nin omuzlarında üç yıldız vardı. Bu yıldızların sayısı değişmemiş, albay olarak geri dönüyordu. Askerî hizmetini şimdi Uzak Doğu’da, Kamçatka’da yapacaktı. Geri dönüşü nedeniyle Aras Nehri kıyısındaki kaçak dinlenme yerinde bir parti vermişti. Samad ve Yavuz öğretmenler beraber bu partiye gelmişlerdi. Askerler, Aras’tan yakaladıkları iri sazan balıklarını temizleyip mangalın yanına getirmişlerdi. Masaya dizilen yemeklerin hepsini askerler hazırlamıştı, bazıları ise konservelerdi. Yemekten sonra büyük bir Şahtahtı kavunu kestiler. Nina Vladimirovna, bal gibi tatlı bu kavunları bostanlardan alarak evine götürürdü. Kavunun esrarengiz kokusu etrafa yayılınca “Peh peh!” diyerek sordu:
– Samad Abiloviç, bu kavunun tadının sırrı ne?
Samad Bey, bu soruyu bekliyormuş gibi: “Meşhur bir destanda bununla ilgili sözler var.” diyerek öğretmenin sözlerine şiirle cevap verdi:
Samad Bey’in şiiri hem Azerbaycan hem de Rus dilinde söylemesi, Nina Vladimirovna’nın gülümsemesine neden oldu. Ancak bu uzun sürmedi. Tatar kadın yıllardan beri alıştığı bu yerden ve insanlardan ayrılacağı için üzülmüştü. Diğer misafirlerin üzüntüleri ise farklıydı. Kimse bu sebepleri konuşmasa da bu askerlerin Aras kıyısında bulunmaları onları içten içe üzüyordu. Buradaki yerli halkın Aras Nehri’ne doğru bakması yasaktı. Ancak Rus komutan burada kendisine ihtişamlı bir dinlenme mekânı yapabilmişti. Hele Aras’ın karşı tarafına duyulan hasret bambaşkaydı.
Nina Vladimirovna gözyaşlarını tutamadı. Uzun yıllar kaynaştığı bu insanlardan ayrılmak ona ağır geliyordu. Sonsuzluk, kimseye söyleyemediği aşkı, bir de uzak Kamçatka’ya yapılacak olan yolculuğun zorluğu yüreğini sızlatıyordu. Nina Vladimirovna evlendikten bir yıl sonra hastalanmış ve rahmi alınmıştı. Bu nedenle çocuğu olmuyordu.
Sınav salonundaki yanlış sorunun kurduğu dostluk köprüsü, Nina ile Samad Bey’in ailesini birbirleriyle kaynaştırmıştı. Ancak eşi hasta olduğu için Samad Bey bu veda toplantısına yalnız katılmıştı.
Yavuz Öğretmen’in eşi Gülgez Hanım, sakince dinliyordu. Nina’nın duygusallığı üstündeydi. Ağlamaya başladı. Gülgez Hanım, onu sakinleştirmeye çalışarak Aras’ın kıyısına doğru götürdü. Orada yüzünü yıkamasını istedi. Nina, Aras Nehri’nin suyunu yüzüne çarparken tam karşısında küçük bir girdap meydana geldi. Tam o anda içinde sakladığı sırrı anlatmak istedi. O, aydın birisiydi. Bu sırrının kendisine veya eşine herhangi bir zarar veremeyeceğini biliyordu ama kimsenin kendisine “Gniloy jivot”29 demesini istemiyordu. Uzun yıllar çocuk sahibi olamayan Nina bu derdini, Aras Nehri kıyısında yapılan bu partide kendisine yakın bulduğu Gülgez Hanım’a anlattı. Ondan, bu sırrı kimseyle paylaşmamasını isteyerek her şeyi anlatmaya başladı.
Nina Vladimirovna, Türkolog bir ailede büyümüştü. Edebiyatçı, piyanocu ve bestekâr olarak tanınan Nina, kendisini kolaylıkla sevdiriyordu. Genç yaşına rağmen Türk halklarının tarihi ve medeniyeti ile örf ve âdetleri hakkında derin bilgiye sahipti. O, Samad ve Yavuz öğretmenlere “Siz Türk’sünüz. En eski Türk halkısınız!” diyordu. Onlarsa duyduklarının gerçek olduğunu bilseler de bu konu açılınca hep bir ağızdan “Hayır, biz Azerbaycanlıyız!” diyorlardı.
Nina, onlara bazı kitaplar verdi. Bu kitapları okuyunca, Sovyet rejiminin okullarda kasıtlı olarak yanlış bilgi verdiğini söylüyordu. Bir şeyi daha anladılar ki Sovetler sadece Azerbaycan’a değil, Kırım Türklerine de zulmetmiştir. Gülgez Öğretmen, Nina’nın sırrı için “Duyduklarımı Aras’a akıttım!” deyince, Doğu halklarının tarihini iyi bilen Nina parmak kalınlığında bir kamışı yerden alarak anlamlı anlamlı ona baktı:
– Bundan iyi ney olur, diyerek gülümsedi.
Gülgez Öğretmen çok sonraları bir kuyuda biten kamıştan yapılan neyin “İskender’in kulakları eşek kulağı!” diye çaldığını hatırlayınca Nina’nın ne demek istediğini anladı. Ama bunun kimseye faydası olmayacaktı; çünkü Nina çoktan uzak diyarlara gitmişti bile… Hatta Gülgez Öğretmen, başkasının sırrını konuşacağını ve Nina’nın ardından “çürük karın” sözünün önce köyde yayılacağını, sonra bir kıtayı dolaşacağını kendisi de tahmin edemezdi.
Nina, Gülgez Öğretmen’in “Duyduklarımı Aras’a akıttım!” sözünden çok mutsuz olmuştu. Elinde olmadan kamış parçasını yere atarak ayağı ile ezdi. Derinden bir “Ahhh” çekerek yüzünü Aras’a doğru döndü. Bir an ona öyle geldi ki burada söylediği sırrı rengârenk olup önce Aras’a akacak, sonra oradan Hazar’a, oradan Volga ile yukarı doğru akarak dünya sularına karışıp oradan da vatanı Kırım sahillerini geçerek güneşin doğduğu ülke Japonya yakınlarındaki yarımadaya ulaşacaktı.
Yanlış bir matematik sorusunun oluşturduğu dostluk köprüsü böylece sona erdi. Yıllar sonra eşinin görev yerinin değişmesi nedeniyle Nahçıvan’dan taşınan Nina Vladimirovna, içinde sakladığı sırrını anlatmış, Gülgez Öğretmen’in dediği gibi onu Aras’a emanet ederek oradan ayrılmıştı.
Onlar Şerur-Bakü yolcu trenine bindikleri gün köyde bir dedikodu yayıldı. Buna göre Nisgil Samad Bey’in gizli kızı değil, Yavuz Öğretmen’in Rus Nina ile olan gizli aşkının meyvesiydi. Samad Bey, sadece arkadaşı Yavuz’a yardım etmişti. Aynı gün, baska bir işi olduğu için onun yerine Samad Bey köy sığırtmacı olarak görev almış ve o gün doğan çocuğu çöplükten alarak Yavuz Öğretmen’e vermişti.
Nina ile Yavuz Bey birbirlerine öylesine âşıklardı ki Nina yeni doğum yaptığı için iç organları yara olduğu hâlde çimenlikte birbirlerine sarılarak saatlerce kalmışlardı. Kadının sütü olmadığı için de koyun sütü sağarak bebeğe vermişlerdi. Bütün bunları Gülgez Öğretmen duyduğu zaman, Aras kıyısındaki o partinin üstünden epey zaman geçmişti. Yavuz Öğretmen’in onurunu korumak için Aras’ın kıyısında konuşulanları tek tek yeminler ederek anlattı. Bütün bu yeminler karşısında ona inanmamak mümkün değildi. Hatta olay öyle bir hâl aldı ki Nina’nın yerine okul müdiresi olarak atanan sarı saçlı kadın bile tüm olanları duydu.
Tanıştıkları ilk günden beri Nina’yı sevmeyen yeni okul müdiresi bu haberi ilgi ile dinledi. Nina’yı sevmiyordu çünkü onların görev yerleri eşleri ile birlikte karşılıklı değiştirilmişti. Onların yüzünden çok sevdikleri Kamçatka’daki görev yerlerinden olmuşlardı. Yeni okul müdiresi, duyduğu haberi iletmek için hemen postaneye koştu. Oradaki eski arkadaşlarına haberi verirken biraz da ekleme yaptı. Başka biriyle yasak ilişki yaşadığı ve bu ilişkiden bir çocuk sahibi olduğunu, daha sonra hastalandığı ve rahmini aldırdığını hatta Nina’nın beş altı ay içinde öleceğini ekledi.
Nina, birkaç gün sonra Kamçatka’da yeni müdire olduğu okulunda göreve başlamıştı. Arkadaşlarının bakışlarının ardındaki mananın ne olduğunu anlamaya çalışırken, Aras’a emanet ettiği sırrının çalıştığı yere ulaştığını fark etti. Artık bu gerçekten kaçmak imkânsızdı. Nina Vladimirovna ise Samad Bey’i nasıl büyük bir aşkla sevdiğini, yıllar sonra Çernobil’deki faciada kendisini ölümden kurtaran doktor Nisgil’e anlatacaktı.
***
23 Ağustos 1966 günü Nisgil ile Kabil, Şerur-Bakü treniyle bir kompartımanda beraber yola çıktılar. Şimdi onlar için her şey gelecekteydi, hem mutlulukları hem mutsuzlukları… Bu yolu Yavuz Öğretmen de onlarla birlikte gidiyordu. Yaklaşık on üç saat gideceklerdi. Tamamen tesadüf sonucu oluşan bu yolculukta, eski sınıf arkadaşı olan bir öğrenci ve bir kursiyerle birlikte mutlu anlar yaşayacaktı. Her ikisi de doktor olacaktı. Aralarındaki tek fark Kabil Harp Akademisi’nde tıp okuyacak, Nisgil ise Bakü’de okuyacaktı. Kabil ve Nisgil, en mutlu anlarını yaşadıklarının farkındaydılar. Hiçbir zaman akıllarına bile getirmedikleri mutluluk onları takip ediyordu. Eğer onların yanında anneleri olsaydı birbirlerini ne kadar büyük bir aşkla sevdiklerini hemen anlayacaklardı. Çünkü anne, evladının yüreğini gözünden okurdu. Sık sık vagonun koridoruna çıkan gençler trenin demir tekerleklerinden çıkan sesi bile aşk müziğinin notaları gibi kabul edip ondan zevk alıyorlardı. Yavuz Öğretmen, Kabil’i restorandan su almak için gönderdi. O zaman Nisgil, denizdeki yosunlar gibi yemyeşil gözlerini açarak merakla sordu:
– Trende restoran var mı?
Nisgil’in içindeki aşk, gözlerinden süzülen mutluluk ile birleşerek kalbinde öyle bir çarpıntıya sebep oldu ki göğüs kafesi gözle görülür şekilde inip çıkmaya başladı. Trendeki restoranı görme isteği ile Kabil’i yalnız bırakmama isteği çakıştı. Diğer vagonun koridoru Aras tarafındaydı. Hava sıcak olduğu için koridordaki pencerelerin birkaç tanesi açıktı. Açık pencerelerden giren rüzgâr sağa sola çarparak farklı sesler çıkarıyordu. Nisgil, saçlarını arkada toplamıştı. O zamanların modası olan yumruk büyüklüğündeki toka ile saçlarını tuttursa da vagonun pencerelerinden giren rüzgâr saçlarını dağıttı. Dirseğini pencereye dayayan Kabil, onun bu romantik görünüşünden zevk aldığını gizlemedi. Fısıldayarak:
– Biliyor musun, açık saçlar sana daha çok yakışıyor.
Çölde susayan birinin su kaynağına rastladığında duyduğu sevinç hissi gibi bu sözlerin ferahlığı Nisgil’in bütün vücuduna yayıldı. Dudaklarında mutlu bir tebessüm belirdi.
– Öyle mi?
Gülümsemesi biraz daha belirginleşti, elini ipek gibi saçlarının arasında gezdirerek tokasını alıp pencereden dışarı attı ve topuz olan saçının diğer kısımlarını havada savurdu. Pencereden içeri giren güneş ışıkları onun sarı saçlarında parlayarak Nisgil’i su perisine dönüştürdü. Tam o anda tren durdu. Nisgil yere attığı tokasını görmek için pencereden kafasını uzattı ancak tokasını göremedi. Sanki tren, Kabil’in yıllarca sürecek zorlu yaşamından sonra geri döneceği yerden uzaklaşmak istemiyordu. Onlar birbirlerini basit işaretlerle anlıyor, oturdukları zaman pencereden etrafı merakla seyrediyor, bazen gözlerine takılan bir şeyi göstermek bahanesiyle birbirlerinin koluna dokunuyorlardı.
Az sonra tren hareket etti. Aras’ın kıyısındaki dikenli tellere neredeyse sürtünerek geçiyordu. Trenden nehrin karşı tarafı açıkça görünüyordu. Belki trenin sesi olmasaydı karşıda yaşayan insanların sesini duymak mümkün olacaktı. Ancak Sovyet hükümetinin acımasız yasaklarına göre demir yolunun geçtiği bu arazide, sınır muhafızlarından ve demir yolu görevlilerinden başka hiç kimse bulunamazdı. Demir yolu görevlilerinin de karşı tarafa bakması yasaktı. Çünkü sınır muhafızlarından farklı olarak demir yolu görevlileri de karşıya bakmak için hasret çekiyordu.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.