Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Eleştiri Yazıları», sayfa 4

Yazı tipi:

Nesir Anlığı ve Arayış

Günümüz Kazak nesrinin gelişme eğilimi herkesin dikkatini çekmektedir. Başka bir deyişle Kazak edebiyatının belli ve saygın alanı, öncü gücü nesirdir. Çünkü günümüzün önemli meseleleri, toplumluk sorunları esasen bu alanın imkânlarıyla ortaya konagelmektedir. Edebî niteliği değişik seviyelerde olmasına rağmen büyük küçük bütün nasirlerimizin ele almadığı konu yok denecek kadar azdır dersek mübalağa etmiş olmayız. Bu, nesrin gelişme ve büyüme hızını göstermektedir; yazarlarımızın hayatın içinde bulunduğunu, sürekli arayış içinde olduğunu ifade etmektedir. Diğerleri bir yana, yalnızca bir avıl hayatının yazılmasına bakmak yeterlidir! Son yıllarda bu konuda iletisi güçlü, edebî seviyesi yüksek eserler yazılmaktadır. Bu eserler bir dönemin suni çatışmalarından, basit düşüncelerinden arınmıştır ve bugünkü avıl insanının hayatını gerçekçi biçimde ortaya koymaya çalışmaktadır. Diğer yandan eserlerde zamana bağlı olarak insan tabiatında meydana gelen her türlü ahlaki, psikolojik, sosyal değişimler, umumen bütün yenileşmeler daima birinci plandadır. Büyük Vatan Savaşı’ndan önceki ve sonraki yıllardaki avıl hayatını -zorlukları ve kolaylıklarıyla- bugünküyle karşılaştırdığımızda arada çok büyük ve önemli farklar olduğunu görürüz. İşte meselenin söz konusu yanını, bu vadide kalem yürüten bazı yazarlarımız iyi anlamış görünüyorlar.

Bundan dolayıdır ki avıl hayatı konusunda hödüklüğün, miskinliğin, uyuşukluğun, bencilliğin eleştirilmeye başlaması şaşılacak bir durum değildir. Çünkü bu olguların artık iyice artmaya başladığını görmemek mümkün değildir. İmdi S. Muratbekov, K. Iskakov, A. Tarazi, D. İsabekov, O. Bökeyev, T. Abdikov gibi yazarların hikâye ve hikâyetlerinde hödük ve kaba insanların psikolojisinin cesurca eleştirilip bu sevimsiz huyların doğma ve yayılma sebeplerinin etraflıca irdelenmesi çok tabii bir durumdur. Elbette avıl hayatında ele alınacak bunlardan başka da birçok mesele vardır. Sevinilecek güzellikler ve yenilikler az değildir. Ancak iyiliği söylemek her zaman mümkündür, o hakkı elimizden hiç kimse alamaz. Hödüklük ise salgın hastalık gibidir, bir an evvel önünü almak lazımdır. Onun olduğu yerde yalnızca kendini düşünme vardır; sorumluluk duygusu ayaklar altına alınır. Bu durum her toplumda eleştirilmiştir. Demek ki bugün komünist toplumda hödüklüğe karşı açık bir hücum başlatmak bizim en önemli partici ve halkçı vazifemizdir.

Kentsoylu cemiyetin sözde kuramcılarının sürekli övdükleri “İnsan, bilinci geliştikçe, maddi refahı arttıkça bencilleşir, yalnızca zenginleşmeyi düşünür, kendi çıkarını cemiyetin çıkarının üstünde görür.” kuralının yangın gibi her yanı sardığı, sürekli ekranlara çıktığı bir dönemde edebiyatımızda hödüklüğün eleştirilmesi, ideolojik düşmanlarımızın sahte felsefelerine karşı indirilen bir darbedir.

* * *

Kazak edebiyatında karmaşık ve zor temlerden biri olan tarih ve tarihî devrim temidir; edebiyatımızı dünyaya tanıtan meşhur roman ve hikâyetlerin çoğunluğu bu alanın meyvesidir. “Abay Yolu”, “Botagöz”, “Uyanan Ülke” gibi eserler tarih temini işleyen ilk başarılı örneklerdir. Bunlardan sonra kaleme alınan “Kan ile Ter” ve “Ak Yayık” üçlüleri de tarihî devrimci temi işleyen başarılı eserlerden sayılmaktadır. Bu romanların bedii ve fikrî değerleri yıllar geçtikçe artmasa bile azalmamıştır.

Tarih temli eserlerin sayısı, son yıllarda yazılan yenileriyle artmaya devam etmektedir. Yeni eserlerin niteliğinin eskilerden daha iyi olduğunu da belirtmek lazımdır. Bunlar, bu saygın ve sorumluluk isteyen temlerde daha nice nice roman ve hikâyetlerin yazılacağını göstermektedir. Sözgelimi İliyas Eserberlin’in “Gazap” ile Enver Alimjanov’un “Mahambet’in Oku” romanlarını, Abiş Kekilbayev, Askar Süleymenov ve diğerlerinin hikâyetlerini okuyucular takdirle karşılaşmışlardır. Demek ki çağdaş temler ile tarihî temleri aralarına duvar örerek ayırmanın lüzumu yokmuş. İkisinin de önemini inkâr etmek mümkün değildir. Bunlar, terazinin iki kefesi gibidir. Çünkü dünsüz bugün, bugünsüz de yarın yoktur. Toplumluk sorunları uygun ve mantıklı bir biçimde gündeme getiren tarihî konuları işleyen eserlerin çoğalması, halkın vatanseverlik duygu ve bilincini artıracak, ruhunu uyandıracaktır. Mesela 1812 yılındaki Fransız-Rus Savaşı’na ilişkin tarihî roman yazan Lev Tolstoy veya Rus halkı tarihinde özel yeri olan büyük devlet adamlarından biri Birinci Petro hakkında roman yazan Aleksey Tolstoy, kılıcından kan damlayan Cengiz Han hanedanını yazan V. Yan, yukarıdaki amacı hedeflemiştir. Bunu bizzat hayat da teyit etmektedir. Tarih temli eserler yalnızca tek bir halkın malı değildir. Onlardaki insancıllık ve vatanseverlik düşüncesi bütün insanları etkilemektedir. Bu da örnek verip ispatı gerektirmeyen bir şeydir. İşte bundan dolayıdır ki bugün tarihî konuların çok yazılmasının sebeplerini sosyal düşünce ve bilincin gelişmesinde aramak lazımdır. K. Marks’ın sözleriyle söylemek gerekirse “Bir halkın, millî düşünce ve bilinci uyandıkça tarihindeki önemli olaylara, başarılara, başarısızlıklara gözü yumuk bakması mümkün değildir. Bu, insanın büyüdükçe bebeklik, çocukluk, gençlik çağlarını çokça hatırlamayıp düşünmesi gibi bir olgudur.” Demek ki son yıllarda Kazak edebiyatında tarihî temli eserlerin artması çok tabiidir. Bunu öykünme ve gündeş konulardan kaçma olarak izah etmek mümkün değildir. Bilakis tarih temi, handikaplarla dolu zor ve karmaşık bir temdir. Elbette tamamen tarihî temlerde yazmak gerektiğini iddia etmiyoruz. Her yazarın kendisini düşündüren ve heyecanlandıran temleri tercih edeceği malumdur. Yazar her şeyden evvele halkının geleceğini düşünen kişidir. İmdi bizim ideolojik düşmanlarımız “Kazak ulusunun tarihi yoktur, Kazaklar tarihte vahşi ve sömürge bir topluluktu.” gibi hezeyanlarından arınamadıkları bir dönemde yazarların atalarımız hakkında yazması veya tarihimizdeki önemli olayları edebî esere dönüştürmeleri takdire şayan bir iştir. Ancak bu tem, hiçbir hazırlık, araştırma, inceleme, düşünme safhası geçirmeden “Bir an evvel yazıp bitireyim.” mantığıyla ele alınacak bir tem değildir. Ayrıca partici bir tutum açıklığı, sınıf ideolojisi bakış açısı gerektiğini de unutmamak lazımdır. Çünkü yerin dibine sokarcasına toptan yermek veya göğe çıkarırcasına yalnızca övmek, estetik amaç olmamalıdır fikri de bundan doğmaktadır.

Son yıllarda tarihe mal olmuş bazı insanlarla ilgili eserler yazıldı. Sözgelimi sanat adamları yani meşhur şair, şarkıcı ve besteciler… Tarihî bir şahsiyeti yazmak demek, tarih temini işlemek demektir. Edebiyatımızda bu temde yazılmış hikâye, hikâyet, destan, roman ve piyesler mevcuttur. Sultanmahmut, Madi, Akan Seri, Birjan Sal hakkında yazılan eserlerde tarih temini işlemedeki hatalarımız ve savaplarımızı umumen görmek mümkündür. Mesela Sultanmahmut’un portresini çizerken yazar, dönemin tarihî durumunu ve sosyal şartlarını göz ardı edemez. Çünkü Sultanmahmut tarihte belli bir yeri olan adamdır. Diyhan Abilov, bu ilkeye sıkı sıkıya bağlı kalmıştır. Ancak müellif, şiirlerinden tanıdığımız şairin portresini tam olarak ortaya koyamamıştır. Diğer yandan kitaba yayması mümkün olan vakaları ise kahramanla ilgisi olsun veya olmasın, gereksiz yere uzattıkça uzatmıştır. Epizotluk durumlar bazen sayfalarca betimlenmiştir. Şairin yiğitlik ve mücadele ruhuyla ilintili ve mutlaka yazılması gereken toplumluk olayların seçilip alınması gerekirdi, yazar bu konuda çok başarılı değildir. Olay oldukça gelişmesine rağmen şairin iç ızdırabı, ruh dünyası dinamik biçimde ortaya konamamıştır. Olay örgüsü geliştikçe kahramanın hareketleri de karakteri de dinamik biçimde gelişmeliydi.

* * *

Edebiyatımızda günümüzün, bilhassa avıl hayatının, ayrıca tarihimizin tem olarak yeterince ele alındığını yukarıda söz konusu ettik. Şimdi ise estetik arayış, sanatlık yeniliklere yöneliş konusunda ne tür çalışma süreçlerin dikkati çektiği hususu üzerinde duracağız.

Yazarlarımızın önemli bir kısmının sağlam ve geniş çaplı bir arayış içinde oldukları, yayımlanan eserlerden bazılarını okurken hem hissedilmekte hem de -eleştirmen bakışıyla- görülmektedir. Bunu Muhamedjan Karatayev’in 1971 yılında “Sotsialistik Kazakstan” gazetesinde Abdijemil Nurpeyisov’un üçlemesi üzerine yazdığı hacimli makalesinde, Şeriyazdan Elevkenov’un Kazakistan Yazarları Altıncı Kurultayı arifesinde “Literaturnaya Gazeta”da çıkan makalesinde; T. Nurtazin, R. Berdibayev, R. Nurğaliyev, B. Vakatov, C. Ismağulov, Z. Serikkaliyev gibi edebiyatçı ve eleştirmenlerin eserlerinde, hatta SSCB Yazarları Beşinci Kurultayı’nda yaptığı konuşmanın Kazak edebiyatını ilgilendiren bölümünde G. Markov dile getirmiştir.

Günümüz Kazak nesrinde her türün imkânlarını derinlemesine incelemek; düşünce beyan etmek ve insan tipini bütün yönleriyle ortaya koyma yöntemlerini araştırmak yönünde arayışlar devam etmektedir. Bu özellikle son dört beş yılda artmıştır. Bazı tanınmış yazarlarımızın hikâyeye daha fazla mesai harcaması, romanın hacminin küçülmeye başlaması, bütün türlerde simgelik romantizmin görülmesi, psikoloji ve psikolojik çözümleme, eserin entelektüel özelliğinin derinleşmesi gibi birçok mesele sanatlık arayış evriminin tezahürleridir.

Çoğumuz “Rastlanılmayan Bir Kişilik” hikâyetini severek okuduk ve eserden edindiğimiz izlenimleri memnuniyetle anlatageldik. Bir rengi azıcık da olsa fazla yahut eksik kullanmayan gerçek bir ressam gibi her bir söze önem veren, birbirine gölgesi düşecek iki sözü yan yana yazmayan büyük sanatkârın bu eserini “poema/destan” diye adlandırılmasına ise pek önem vermiş değiliz. Dikkat edilince anlaşılıyor ki yazar, esrine laf olsun diye “destan” dememiştir. Eserde Ğ. Müsirepov’un yenilikçi kalemine özgü özellikler vardır. Müsirepov iki türün üstün yanlarını kullanarak yeni bir eser ortaya koymuştur. Erkebulan gibi gözü yükseklerde olan sıra dışı bir şairin ruh hâlini dinamik olarak vermek için insanın duygusunu kabartıp duyarlı perdelere dokunarak ağlatıp inleten destan türünün lirik gücünü hikâyetin/povest’in yapısına uydurmuştur. Saf lirik coşkular, hassas şair ruhunun en küçük titreyişlerine değin her şeyi resmetmiştir. Bu da geniş soluklu sanatkârın olgunluk çağında da yenilik peşinde olduğunun delilidir. Eserde şairin yüreğinin atışıyla, yüzünün ışığı aracılığıyla verilen psikolojik içerikli çağrışımlar da insanda hayranlık uyandırmaktadır. Sınırına ölçüsüne çok dikkat edilerek sanatkârca yazılmış kahraman monologlarındaki düşünceler ve duygular şairin portresini enikonu belirginleştirmektedir. Burada psikolojik lirizmin veriliş biçimi, öğreniş ve arayış yolculuğunda birçok genç yazara örnek olacak mahiyettedir. Çünkü sanatta etkinin başka eserlerin doğuşunu sağlayacağı aşikârdır.

Mesela altmışlı yıllarda yazılan lirik eserlerin çoğunun ortaya çıkmasında “Şuğıla’nın Belgisi” gibi bir klasik hikâyeye yeniden kavuşmanın etkisi olmadığını söyleyemeyiz. Aynı şekilde altmışlı yıllardaki Kazak şiirindeki hızlı ve ani yükselişte Saken ve İliyas şiirinin güzelliğinin etkisi olduğu açıktır.

Çoğu zaman edebiyatın gelişmesi, toplumun içtimai ve iktisadi gelişimiyle doğrudan alakalıdır. Altyapının değişmesine, karmaşıklaşmasına bağlı olarak üstyapı da değişmekte ve altyapıya uyum sağlamaktadır. Yani içtimai bilincin karmaşık bir türü olan edebiyat ve sanatın içeriği ile biçimi eskisine göre daha da derinleşmektedir. Demek ki toplum hayatının olabildiğince karmaşıklaşması, bilim-lik ve teknik ilerleme hiç şüphesiz edebiyatı da etkilemektedir. Günümüz romanının teknik yönünün karmaşıklaşmasında elbette toplumun gelişmesinin de rolü vardır. Bugünkü roman, yirmi otuz yıl önceki romana göre yapısı ve tasvir araçları açısından da oldukça değişmektedir.

Kısaca söylemek gerekirse ediplerimizin arayış meşakkatin girmeleri doğrudan doğruya hayatın bir talebidir. İnsan tipi oluşturmanın ilke kuralları ister istemez eskimektedir. Karakter yapmanın, insan ruhunu diyalektik çelişkileriyle vermenin yeni yöntem ve biçimlerini bulma çabası, günümüz yazarının başlıca vazifesidir. Bir dönemin “Bu iyi, şu kötü; bunu örnek al, şundan uzak kal…” ilkesine dayanan eski yönetimi günümüz estetik zevki açısından hiçbir işe yaramıyor.

İşte bundan dolayıdır ki anlığı (entelekt) yüksek bazı yazarların hikâye, hikâyet ve romanlarda söyleyeceği şeyi sanatkârlık bakışını kullanarak psikolojik karşıtlıkla vermesi veya felsefi simgeciliğe başvurması çok tabiidir diye düşünüyoruz. Bizim edebiyatımızda felsefi simgecilik M. Avezov’un eserleriyle başlar. “Kökserek” hikâyesi bu mecranın başıdır. Yazgı draması ilk kez bu eserde söz konusu edilmiştir. Son zamanlarda hayvan temi fazla ilgi görmeye başlamıştır. Bunun sebebini tem kıtlığına bağlamak doğru değildir.

Özellikle Ğabiyt Müsirepov’un “Hayat Seferi” ve “Kartal Yırı” adlı hikâyelerinden sonra birçok hikâye ve hikâyet yazıldı. Demek ki adı geçen iki hikâyedeki örtülü fikirler birçok kimseyi harekete geçirmiştir. Gerçekten de bu iki anlatı, belli bir tabakanın anlayış ve kavrayışına uygun biçimde yazılmış gibidir. Çünkü eserlerdeki felsefi ayırtılar kolayca çözülüp her herkesçe anlaşılabilecek gibi değildir. Yazar, hayat ve insanların yazgısına dair dille değil, sesle ve imle ipuçları vermektedir. Yazar neden böyle enikonu bilmeceleştirmiştir? Onu suçlamaya hakkımız yok. Müellif meseleyi ortaya koyuyor, onu çözmek ise okuyucunun işidir. Okurun da zaman zaman düşünmesi lazımdır. Bu yöntem, Kazak nesrine iyice yerleşmiş bir yöntem hâline gelmeye başlamıştır. Buna sevinmemek mümkün değildir. Tipin çözümlemesini hazır bir biçime ele koyuvermek veya dört beş sayfa sonra işin sonunun ne olacağını bildirmek, günümüz yazarına itibar kazandırmaz. Öyleyse okuyucuyu düşündürüp kafa yormaya zorlamak, nesrimizin arayışlarının meyvesidir.

Müsirepov’un iki hikâyesinden sonra bazı eserler yazıldığını söyledik. Ancak bunların çoğu bir kez okundu ve sonra unutulup gitti. Bunun sebebi, söylenmek istenen düşüncenin önemsizliği ve küçüklüğü, ana düşüncenin ve iletinin umumen insan hayatıyla, davranışıyla, karakteriyle ve yazgısıyla ilgisizliğidir. Umumen bu konuları yazmak yani kuşun, itin vesair hayvanların tabiatını egzotik ve salt biçimde anlatmak demek değildir.

L. N. Tolstoy’un “Holstomer”i, Jack London’un “Beyaz Diş”i, A. P. Çehov’un “Kaştanka”sı, A. İ. Kuprin’in “Zümrüt”ü gibi klasik yazarların adı geçen temi işleyen eserleri, değişik insanların yazgılarını göz önüne getirmiyor mu? Bunları okurken insan tefekkür ediyor. Olay çevresinin sosyal durumunu tanıyor.

Bizim için söz konusu temi işleyen hikâyeler ve hikâyetler ancak âdemoğluna özgü iş ve hareketleri simgeleştirip gösterdikleri ölçüde değerlidir. Yeri gelmişken edebiyatta farazilik denen ulamın da buna bağlı olarak doğduğunu belirtmekte fayda vardır. Burada en önemli nokta hikâyenin it, kuş hakkında olması değil, arka planda insan yazgısının söz konusu edilmesidir. Çünkü insanın her zaman ön planda bulunması şart değildir.

Bu bağlamda Abiş Kekilbayev’in “Yarış Dorusu” hikâyesi ile Oralhan Bökeyev’in “Buğra” hikâyesi üzerinde düşünülmesi gereken eserlerdir. Yalnızca müellifleri başka olduğu için değil elbette, bunların her birindeki estetik çözümlemeler de farklı farklıdır. İki eser birbirine hiç benzemediği gibi birbirini tekrarlamıyor da. “Yarış Dorusu”nu okurken bir sanat adamının inişli çıkışlı, tozlu topraklı, karlı çamurlu hayat yolunun sayısız sahneleri akla geliyor ve vakitsiz esen soğuk yelden yüreğe acı bir sızı düşüyor. “Hayata birileri gelir, hayattan birileri gider. Kaç insan varsa o kadar hayat yolu vardır. Bunların içinde de böyle yazgılar olabilir.” deyip gayriihtiyari iç geçiriyor. Hayatın kuzeyi ile güneyinin gece ile gündüz gibi sürekli yer değiştirdiği, iyiliğin de bir gün kuma sinen su gibi yitip gittiği, kötülüğün de hiç beklenmedik anda aniden ortaya çıktığı akla geliyor. Bir zamanlar her yarışı uzak ara birinci bitiren Yarış Dorusu’nun şimdiki perişan vaziyeti ne kadar acıklıdır! Hayatta her daim önde yürümek mümkün değildir. “Yanılmayan yak,13 sürçmeyen toynak yok.” Yarış Dorusu da ne zamana kadar birinci olabilirdi ki? Evet, hepi topu bir kez geride kaldı ve bütün şöhreti ile itibarı kuş gibi uçup gitti. Her şey tersine döndü, herkes sırt çevirdi… Hikâyedeki felsefi çıkarım şudur: Bir kez artta kalmasına rağmen Yarış Dorusu’nun ileride yeniden öne geçmesi mümkün idi, lakin insanlar onu terk edip yapayalnız bıraktılar.

… Hayatta her insanın yazgısının başkalarını tekrarlamayan kendine özgü bir ahengi vardır. Eğer bu ahenk küçük bir engelden dolayı azıcık bozuluverirse bir daha düzelmemesi mümkündür. Hayattaki karmakarışık felaket ve sıkıntıların başlangıcı da işte “düzelmeme” oluyor gibi. Hikâyedeki “Yarış Dorusu”nun yazgısı bu tür düşüncelere salıyor insanı.

Abiş’in son hikâyeti “Çukur” ile “Yarış Dorusu” arasında fikrî benzerlik olduğu anlaşılıyor. Diğer bir deyişler bu hikâyet, “Yarış Dorusu”ndaki düşünceyi hem derinleştirmiş hem de başka yönden ortaya koymuştur. Hikâyette ilk bakışta kuyu kazmanın hikâyesi anlatılıyor gibi. Evet, gibi… Eğer böyle söyleyecek olursak müellifin söylemek istediği hiçbir şeyi anlamamışız demektir. Burada kuyu felsefi bir simge olarak alınmıştır. Abiş’in asıl anlatmak istediği ise sanat adamının yazgısı, gerçek kabiliyet sahibi kişinin insani karakteri ve duruşudur. Başka biçimde söyleyecek olursak kartal ile kerkenez, yüğrük ile beygir arasındaki iç çekişme, bunların farkını da anlatmaktadır. Zirvelere kartalın da yılanın da çıkması gibi sanatta da aynı şey söz konusudur. Abiş’in vermek istediği ana fikir budur. Rastgele bir anda ortaya çıkarak kolay lokmaya ve sahte şöhrete konanlar ile bütün ömrünü sanat yolunda harcayanların iş ve hareketleri, hikâyetin olay örgüsündeki temel damarlardan biridir. Hikâyetteki estetik sonucun çok derinlerde olduğunu söylemek lazım. Felsefi sonucu ise genç nasirin arayış sırasında bulduğu kesindir.

Bunu yalnızca Abiş’e özgü bir şey olduğunu düşünmek doğru değildir. Yukarıda anılan gençlerin hepsi de eserlerinde yeni ve özgün çözümlemeler yapmak gayretindedirler. Bütün bir eser müellifin estetik ülkülerine uygun olarak entelektüel bir konu üzerine kurulur ve estetik çözümleme felsefi çözümlemeye dönüşür.

Bizim genç nasirlerimizin eserlerinde yazarın düşüncesi ve felsefi yargı denen meseleye çok önem verilmektedir. Bu yazarlar düşünüp taşınarak nihayetinde yargısı açık olmayan eserler yazmaya çabalıyorlar. Bu tamamıyla takdir edilecek bir iştir. Bir şeyin sonucu başlangıcından belli olur kaidesi sanatta geçerli değildir. Bazen çok güzel başlayan bir anlatının sonu iyice cıvıklaşabiliyor. Bundan dolayı genç nasirlerin eserin başından sonuna değin çekici ve sağlam olmasına dikkat etmeleri sevindiricidir.

Askar Süleymenov’un “Beşatar” hikâyetinin konusu meşhur 1916 olaylarıdır. Bu edebiyatımızda çok yazılan bir konudur. Buna rağmen A. Süleymenov kendisini aynı yollardan geçme, bilinenleri tekrar etme hatasından korumayı başarmıştır. Yazar, 1916 yılı tragedyasına bugünkü neslin gözünden bakmıştır. Askar’ı karmaşık olaylar, kıyasıya çatışmalar, yüzü parıldayan kılıçlar, beşatarın uzun namluları ilgilendirmiyor. Yazar ulus temsilcilerinin söz konusu tragedyaya dair ne düşündüklerini öğrenmeyi amaç edinmiştir. Halkın yazgısı hakkında başka insanların ne düşündüğünü göstermeye çalışıyor. Millî karaktere sahip başarılar ve başarısızlıklar, dışarıdan yapılan değerlendirmeler aracılığıyla ortaya konuyor. 1916 yılından önce de sonra da bir türlü arınamadığımız bazı gereksiz ve yararsız özelliklerimiz eleştiriliyor. Eski anlatılırken bugünkü meseleler gündeme getiriliyor. 1916 yılındaki halk isyanının tarihî nesnelik sebepleri olduğunu, ancak bu isyanın millî bilincimizin uyanışında bir dönüm noktası olduğunu anlatmaya çalışıyor.

Hülasa Askar’ın anlattığı her vaka, iyice yoğunlaştırılmış, bunlara sanatkâr gözüyle psikolojik tahliller yapılmış ve böylece eser olabildiğince sıkıştırılmıştır. Bazen kahramanın karakterindeki psikolojik kıvrımlardan okuyucunun zar zor çıkmasının sebebi de bu olmalıdır. Sanatçı, kahramanın ruh dünyasına bazen gereksiz yere kurcalayarak iyice ağırlaştırıyor. Askar’ın psikolojik çözümlemesinde yalnızca Kazak ve Rus toprağına özgü değil, aynı zamanda Avrupa nesrinin gelişmiş geleneğinden alınmış unsurlara da rastlanmaktadır. Genç yazarın tip oluşturmadaki arayışlarını destekliyoruz. Diğer yandan cümlenin akışını bozan, cümleyi gereksiz yere karmaşıklaştıran ağdalı ve sanatlı sözleri ve söz öbeklerini çok kullandığını da belirtmeliyiz.

Kazak nesrindeki yöneliş istikametlerini, her yeni eser aracılığıyla millî edebiyatımızın tipler galerisine çekine çekine giren tanıdık tanımadık tipler ve karakterlerin niteliğine bakarak da tespit etmek mümkündür. Esasen bunlardan bir kısmı dikkate alınmakta, bir kısmı ise yok sayılmaktadır. Sözgelimi Kalihan Iskakov’un “Pusu Sarını”ndaki ihtiyar Kerjak tipini alalım. Kalihan’ın ihtiyarı, iki toplum arasındaki geçiş döneminde rastlanan çok ilginç bir dramatik karakterdir. Bu, günümüz Rus edebiyatında kendisinden övgüyle söz edilen V. Belov’un “Alışılmış İş” hikâyetindeki İvan Afrikanov karakterinden hiçbir bakımdan geri değildir ancak ahlaki olarak onun zıddı bir karakterdir. Kalihan’ın ihtiyarı Kazak edebiyatında evvelce yazılmamış ancak yazılması gereken, sosyal değişimler, karışıklık ve belirsizliklerle dolu bir dönemde yaşamış bir karakterdir. Yazar bu kısa hikâyette karmaşık insan ve toplum meselesini kendince irdelemiştir. Yani toplumun içinde yaşadığı hâlde toplumluk değişimlerin gerisinde kalan bir kişinin çelişkili tragedyasını anlatının merkezine yerleştirmiştir. Hödüklük anlayışının acı tecrübelerine maruz kalan ihtiyarın portresi okuyucuyu düşünceye sevk etmektedir.

Kendi anlayışının güdümüyle yaşayıp hayatın akışına karşı yüzmekte olduğunu kabul etmeyen, kabul etse bile hödüklük psikolojisinden sıyrılamayan, kalın kafalı, bir adım ötesindeki adamı bile görmeyen, gönlündeki ışık tamamen karanlığa esir düşmüş kişilerin bütün hayatını K. Iskakov’un ihtiyarına bakarak hayal etmek mümkündür. İmdi bu karakterin hangi ulusun temsilcisi olduğu hiç de önemli değildir, esas mesele Kalihan’ın umum insanlığa özgü yepyeni bir karakter ortaya koymasıdır. Dolayısıyla her halkın içinde böyle insanların bulunması mümkündür. Kalihan, bu ihtiyarı ülküleştirmemiş bilakis yermiştir; onun feleğin tokadını yemesini sebeplerini ortaya koymaya çalışmıştır. Demek ki ihtiyar karakterinin eğitici bir yönü de vardır. Kalihan, insan bilincinin bu şekilde çıkmaza girerek sakatlanması durumunu başka kişilerin de yaşaması taraftarıdır. Tabiatında mücadele ruhu bulunmayan kişilerin her şeyin günlük güneşlik olduğu dönemlerde de yanılgıya düşeceğine, ümitlerini yitirip perişan olacağına ihtiyar karakteri tanıktır. Bu tür insanların günümüzde de yaşadığına hiç şüphe yoktur. Gogol dünyadan göçüp gitti ancak onun yaptığı Akaki Akakeyeviç karakterinin örneklerinin aramızda yaşadığı bir gerçektir…

Aynı şekilde Akim Tarazi’nin acı alaycılık temeli üzerinde yükselmiş, hödüklüğe atılan kurşuna benzer akıllı kahramanları, Sayın Muratbekov’un hikâyelerindeki insan ruhunun en hassas noktalarına değin inen psikolojik duruluk, Oralhan Bökeyev’in hikâyelerindeki ateşli romantik ruh ile duygulu ses ve renk, Enes Sarayev ile Tölen Abdikov’un hikâye ve hikâyetlerindeki hayat gerçekçiliği ile bilgili çağdaş insanların portreleri, ustalarımızın teslim ettiği bayrağı taşımakta olan genç nasirlerimizin yeteneğinin ve yenilikçiliğinin tanıklarıdır. Bu gençlerin hâlihazırdaki gidişatı, büyük sanatkârlık ilhamı içinde olduklarını ispat etmektedir. Tem ve konu kapsamının genişliği, hayata özgün bakışları, kendilerine has düşünce ve görüşleri, insani düşünce ufukları, gelecek vadettiklerinin delilidir.

Uzun sözün kısası, son dört beş yıl içinde millî edebiyatımızın şahdamarı sayılan nesrin eskiden çehresi eskisinden de belirginleşmiş ve güzelleşmiştir. Nasirler cephesi, edebî bilgi ve görgüleri yüksek, enikonu tecrübe edinmiş taze kanla güçlenip gelişmeye devam etmektedir.

1971
13.Yak sözü burada “kişi” anlamında kullanılmıştır. (Çev.)

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

₺38,07

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
01 ağustos 2023
ISBN:
978-625-6853-82-9
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre