Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Erewhon», sayfa 2

Yazı tipi:

2. Bölüm
Yün Ambarında

Sonunda koyun kırpma zamanı geldi. Kırpıcılarla birlikte kendisine “Chowbok” ismini taktıkları, gerçek adı sanırım Kahabuka olan yaşlı bir yerli vardı. Yerlilerin bir çeşit şefi gibiydi, çok az İngilizce konuşabiliyordu ve misyonerler tarafından da oldukça seviliyordu.

Kırpıcılarla beraber olmasına rağmen yaptığı düzenli bir işi yoktu. Ama ağıllarda onlara yardım ediyormuş gibi görünüyordu. Asıl amacı ise kırpma zamanı bedava dağıtılan içkiden almaktı. Ama sarhoşken tehlikeli olmaya yatkın olduğundan ve çok azı bile onu sarhoş etmeye yettiğinden içkiden fazla almazdı. Birisi ondan bir şey almak istediğinde verilecek en iyi rüşvet içkiydi.

Ondan edinebildiğim kadar bilgi edinmeye karar verdim. Bunu yaptım da. Yakındaki dağlarla ilgili soru sorduğum sürece sorun çıkarmadı. Dediğine göre ilgi odağım olan dağda hiç bulunmamış. Bununla beraber kabilesindeki söylentilere göre orada koyun olmadığını, sadece bodur ağaçlar ve bir kaç kuru dere yatağı olduğunu söyledi. Ulaşması çok zormuş; ama yine de birisi bizim nehrin üzerinden olmak üzere dere yatağı boyunca olmasa da zorlu geçitler varmış; daha önce oralarda bulunmuş kimseyi görmemiş. Ancak ne zaman ana dağdan konu açtım o zaman Chowbok’un tavrı değişti. Kaçamak cevaplar vererek kaytarmaya çalıştı.

Birkaç dakika içinde anlayabildiğime göre, kabilesinde bazı söylentiler varmış ama hiçbir çaba ya da dil dökme bu konuda ondan tek kelime almaya yetmedi. Sonunda içkiyi ima ettim. Razı olur gibi oldu. Ama içer içmez sarhoş numarası yaptı ve uyumaya başladı ya da uyuyormuş gibi yaptı, sertçe tekmelediysem de yerinden kıpırdamadı.

Hem kendi içkimden olmuş hem de ağzından hiç laf alamamış olduğumdan sinirliydim. Ertesi gün hiçbir şey vermeden anlatmasını sağlamaya karar verdim.

Onun için; akşam kırpıcılar işi bırakıp akşam yemeklerini yerken kendi rom payımı maşrapayla alıp Chowbok’a beni odunluğa kadar takip etmesi için işaret ettim. O da kimse bizi fark etmeden hemen arkamdan geldi.

Odunluğa indiğimizde mum yağı yakıp eski bir şişeye sıkıştırdık ve yün balyalarının üzerine oturup tütün içmeye başladık. Yün deposu geniş bir yerdi, katedral planına benzer bir planla inşa edilmişti. Her iki yanda koyun ağıllarının olduğu koridorlar, en sonda kırpıcıların çalıştığı büyük bir göbek ve ilerisinde yün ayırıcılar ve paketleyiciler için bir alan vardı.

Antik yapılara benzerliği ile bana ferahlık hissi veriyordu (Bun yeni ülkelerde değerlidir.). Burası iki yıllıktı ama yine de biliyordum ki yerleşimdeki en eski yün ambarı yedi yıldan eski değildi. Chowbok bir an önce içkisini almak ister gibiydi ama ikimiz de gayet iyi biliyorduk ki bunu sonra alacaktı ve bu yüzden birimiz içki, diğerimiz ise bilgi için birbirimize karşı oynuyorduk.

Sertçe kapıştık. Beni iki saatten fazla süre yalanlarla alt etmeye çalıştı ama hiç ikna edici olamamıştı. Bütün bu süre içinde birbirimizle didişip durduk ama görünüşe bakılırsa henüz avantaj elde etmiş olan yoktu; ancak en sonunda onun pes edeceğinden emindim. Biraz daha sabredip hikâyeyi öğrenmeliydim.

İnsanın boşu boşuna sallayıp durmasına rağmen tereyağı hâline gelmeyen kaymağın -en azından- çıkardığı sesten donduğunun anlaşılabileceği ve sonra aniden tereyağına dönüştüğü soğuk bir kış günüydü.

Birdenbire, tek kelime bile etmeden iki balya yünü yere yuvarladı; çok güçlüydü. Bunların üstüne başka bir tanesini çaprazlamasına yerleştirdi. Boş bir yün paketini kapıp omuzlarına örtü gibi attı ve en üstteki balyanın üzerine zıplayıp oturdu.

Bir anda bütün şekli değişmişti. Dik omuzları düştü; bağdaş kurdu, kollarını bağladı; başını yükseltip dik tuttu ve gözleri tam önüne dikerek bir yerlere daldı; kaşlarını çattı ve şeytanca bir yüz ifadesi takındı.

Chowbok normalde de çok çirkindi ama şimdi düşünülebilecek en iğrenç hâldeydi. Ağzı bir kulağından bir kulağına yayılmış, bütün dişlerini göstererek iğrenç bir şekilde gülüyordu. Gözleri ateş püskürüyordu. Dik dik bakıyordu ve alnı haince bir hâl almıştı.

Korkarım benim tanımım onun görünümünün sadece gülünç yanını ifade etmiş olacak; ama gülünçlükle heybetlilik birbirine yakındır; Chowbok’un yüzünün gülünç gaddarlığı tam olarak olmasa da bu sonuncuya yakındı.

Eğlenmeye çalıştım ancak ona bakıp tam olarak ne yapmamacında olduğunu merak ederken saç diplerimi ve tüm vücudumu bir ürperti aldı. Bir dakika kadar böyle dimdik, taş gibi sert ve bu korkunç suratla kaldı.

Sonra dudaklarından rüzgâr gibi yükselip alçalan ve sonradan iyice alçalıp bitene kadar devam eden bir titremeye dönüşen bir inleme geldi. Ardından ayağa fırladı ve iki elinin parmaklarını “on” sayısını işaret eder gibi ileri uzattı ama o an ne yaptığını anlayamadım.

Ağzım açık kaldı. Chowbok balyaları hızlıca yerlerine yuvarladı, büyük bir korkuyla titreyerek önümde durdu. Yüzünden bilinmeyen ve insanüstü güçlere karşı korkunç bir suç işlemiş olan birinin doğal paniğiyle korkusu okunuyordu.

Kafa salladı, anlaşılmaz bir şeyler söyledi ve tekrar tekrar dağları işaret etti. İçkiye dokunmasına izin vermezdim. Birkaç saniye sonra yün ambarının kapısından ay ışığına doğru koştu ve ertesi gün akşam yemeği vaktine kadar ortalarda görünmedi. Döndüğünde bana karşı mahcup bir hâli ve acınası bir nezaketi vardı.

Bunun ne anlama geldiği ile ilgili hiçbir fikrim yoktu. Nasıl olabilirdi ki? Emin olabildiğim tek şey yaptığının bir nedeninin olduğu ve bunun onun için kötü olduğuydu. Bana elindekinin en iyisini verdiğine inanmak, benim için yeterliydi. Bu, hayal gücümü, bana bütün bir saat boyunca bilgi dolu hikâyeler anlatmasından bile daha çok alevlendirdi. Büyük karlı dağların ne gizlediğini bilmiyordum ama keşfetmeye değer bir şeyler olduğuna dair şüphem kalmamıştı.

Sonraki birkaç gün Chowbok’a karşı ilgisiz davrandım ve onu sorgulamaya istekli görünmedim. Ona “Kahabuka” diye seslendim ki bu onu daha da memnun etti. Benden korkar gibi görünüyordu ve benim emrimdeymiş gibi davrandı.

Bu yüzden ben de kırpma biter bitmez keşfe başlayabileceğime karar verdim ve Chowbok’u da yanıma almanın iyi olabileceğini düşündüm. Ona birkaç günlük araştırma için yakın dağlara gitmek istediğimi ve kendisinin de gelebileceğini söyledim.

Kendisine her gece rom2vereceğime söz verdim ve altın bulma şansımız olduğunu da aklına soktum. Korkacağını bildiğimden büyük dağdan hiç bahsetmedim. Onu götürebileceğim kadar bizim nehrin yukarısına götürebilirdim ve eğer mümkün olursa suyun kaynağını da arayabilirdik.

Eğer çabam kadar cesaretim de olursa geri kalan yola kendi başıma da devam ederdim ya da Chowbok’la dönerdim. Kırpma biter bitmez yünler de gönderildikten sonra izin istedim. Bir de yük beygiri ve semer aldım ki böylece yanıma battaniyeler, bolca erzak ve küçük bir çadır alabilirdim.

Ben atla gidip nehirde geçitler bulurken Chowbok da beni izleyip kendisini geçitlerden geçirecek atı çekecekti. Ustam, yünler gönderildiği için erzak tükenebileceğinden çay, şeker, çörek, tütün, kavurma, iki üç şişe kaliteli kanyak almama izin verdi. Her şey hazırdı, herkes bizi yolcu etmek için beklerken 1870 yılı yaz gün dönümünden kısa süre sonra yolculuğumuza başladık.

3. Bölüm
Nehrin Yukarısı

İlk günümüz yolculuk açısından kolay geçti. Nehir kenarındaki, daha önce iki kez yanmış olan büyük düzlükleri izledik. Bizi yavaşlatacak çalılıklar yoktu, toprak genelde sertti. Dere yatağının üstünde epey ilerledik. Akşamüstüne kadar yirmi beş mil kadar yol almıştık. sonra nehrin boğaza kavuştuğu noktada kamp kurduk.

Kamp kurduğumuz yaylanın, denizden en az iki bin fit yukarda olduğu düşünülürse hava oldukça ılıktı. Nehir yatağı burada bir buçuk mil genişliğindeydi ve suyun kavisli kanallara girdiği yerler çakıl kaplıydı. Yukarıdan bakıldığında kurdelenin saçakları gibi görünüyor ve güneşte parlıyordu.

Nehrin ani ve ağır taşkınlara çok meyilli olduğunu biliyorduk ama bilmeseydik de bunu uzaklardan sürüklenmiş olması muhtemel ağaç dallarından anlayabilir, kümelenmiş sebze ve mineral tortularından aşağı kısımlarda bütün dere yatağının başa çıkılamayan kızgınlıkta azgın sellerle kaplanmış olduğunu görebilirdik.

Şu anda nehir alçaktı ve güçlü bir insanın yürüyerek geçebilmesi için bile çok derindi. Sürekli olan beş altı akıntı vardı; ancak at üstünde geçilebilirdi. Her iki yanında ustamın kulübesinden gördüğümüz geniş ovalar hâline gelinceye kadar nehrin aşağısına doğru genişleyen hâlâ birkaç dönüm düzlük vardı.

Arkamızda ikinci dağın ana dağa sarp bir şekilde yol veren en alçak kolları uzanıyordu ve yarım mil kadar ileride nehrin daralıp şiddetlenerek ürkütücü bir hâle geldiği yerde geçit başladı. Manzaranın güzelliği kelimelerle anlatılamazdı.

Vadinin bir yanı orman, uçurum, yamaç ve dağ tepesiyle bezenmişti. Akşamın gölgesiyle maviydi; diğer yanı da gün batımı sarısıyla hâlâ parlaktı. Aralıksız akıntısıyla zarar veren geniş nehir -güzel su- adacıkların üstünde bol bol olan, çok yakınlarına gidebileceğimiz kadar uysal kuşlar, havanın tarifsiz berraklığı, bakir bölgenin muhteşem sakinliği… Daha huzur verici ve canlandırıcı bir karışım olabilir mi?

Dağlardan düzlüklere inen geniş çalılıklara yakın bir yere kampımızı kurmaya koyulduk ve atlarımızı olabildiğince gevşek bir şekilde bağladık; dereden aşağı başıboş bir şekilde sürüklenmesinler diye serbest bırakmaya cesaret edemedik. Sonra odun topladık ve ateş yaktık. Su kaynatmak için Teneke maşrapayı doldurup ateşin közlerine koyduk. Su kaynadığında içine iki üç tutam çay attık ve demlemeye bıraktık. Gün boyunca yarım düzine ördek yakalamıştık. Sonra onları kesip başka bir maşrapada haşladık ve böylece tüm hazırlıklarımız bitti.

Akşam yemeği yediğimizde hava oldukça karanlıktı. Gecenin sessizliği ve serinliği, orman kuşlarının ara sıra gelen keskin sesleri, ateşin kırmızı parıltısı, nehrin durulmuş akıntısı, kasvetli orman, eyerler ve battaniyeler; Salvator Rosa ya da Nicolas Poussin resimleri gibi bir resim yaratmıştı. Bunları şimdi hatırlıyor ve bundan keyif alıyorum ama o zaman bunun farkına varmamıştım.

Ne zaman iyi olacağımızı hiç bilemeyeceğimizin farkındaydık ama bu iki tane yol açıyordu. Çünkü eğer ne zaman iyi olacağımızı bilseydik, belki de ne zaman kötü olduğumuzu da bilecektik ve ben bazen kötü olduklarından haberdar olmayanların sayısı kadar, iyi olduklarından da haberdar olmayanlar olduğunu düşünüyorum. “O fortunatos nimium sua si bona norint agricolas.”3diyen biri gayet haklı bir şekilde “O infortunatos nimium sua si mala norint.”4de diyebilir; çok azımız ne başardığımızı, neden acı çektiğimizi ve ne olduğumuzu görememe yeteneksizliğinden keskin bir acı duyar. Sadece dış görünüşümüzü yansıttığı için aynalara minnet duyalım.

Nispeten yumuşak bir yer bulduk; her yer taşlıktı. Popolarımıza küçük bir girinti yapmak için ot topladık ve battaniyelerimize sarınıp uyuduk. Gecenin bir vakti uyandığımda gökteki yıldızları ve dağların tepesinde parlak ay ışığını gördüm.

Nehir hızla akıyordu. Atlarımızdan birinin diğerine kişnediğini duydum ve hâlâ yanımızda olduklarından emin oldum. Hiçbir şey umurumda değildi, ancak üstesinden gelmem gereken bir sürü zorluk vardı. Üzerime hoş bir huzur hâli geldi; günlerini sürekli at üstünde ya da aynı oranda açık havada geçiren hiç kimsenin olduğunu sanmadığım kadar mutlu oldum.

Ertesi sabah geceden kalan çay yapraklarını çanağın dibinde donmuş olarak bulduk; hâlbuki daha sonbahar bile yaklaşmamıştı. Akşamki gibi bir kahvaltı yaptık ve altıda yola koyulduk. Yarım saat içinde boğaza girdik ve köşeyi dönerken ustamın ülkesinin son görüntüsüne de veda ettik.

Boğaz dar ve dikti. Nehir şimdi sadece birkaç metre genişliğindeydi ve tonlarca ağırlıktaki kayalara çarpıp gürlüyorlardı; onca suyun çıkardığı bu ses sağır ediciydi. Kimi zaman nehirde kimi zaman da kayaların üzerinde tehlike içinde ilerleyerek bir milden az yolu iki saatte alabildik.

Yanındaki büyük şelalenin sularıyla ıslanıp duran, rutubetli kayalar kaygan yosunlarla kaplıydı. Hava nemli ve soğuktu. Atların, özellikle de yüklü olanının adımlarını nasıl atabildiğini anlayamıyordum ve geri dönmekten de neredeyse ileri gitmekten korktuğum kadar korkuyordum.

Yolculuğumuz sanırım üç mil kadar sürdü, ama boğazın biraz daha genişlemesi gün ortasını buldu ve vadiden küçük bir akıntı boğazın içine girdi. Kayalıklar duvar gibi indiği için ana nehirde daha fazla ilerlemek imkânsızdı; bu yüzden yan akıntıda ilerledik. Chowbok, halkının sözünü ettiği geçidin bir yerlerde olması gerektiğini düşünüyor gibi etrafı süzüyordu.

Kendimizi ve atlarımızı bu küçük akıntının aktığı sırta atana kadar, kayalar ve karışık otlar yüzünden sayısız tehlike atlattıktan sonra şimdi daha az tehlikeyle karşı karşıyaydık ama daha yorgunduk. O sırada bulutlar üzerimize alçaldı ve sağanak yağmur başladı. Üstelik saat altıydı ve on iki saatte altı mil yol yapmış olduğumuz için çok yorgunduk.

Eyerin üzerinde atlar için besleyici olan tohumlu ebegümeci, bolca çok sevdikleri anason ve marul vardı. Sonra atları salıverdik ve kamp kurmaya hazırlandık.

Her şey sırılsıklamdı ve biz soğuktan yarı donmuş hâldeydik; dahası çok da rahatsızdık. Çalılık bir yerdeydik ancak dalların ıslak kısımlarını soyup ceplerimizi kuru talaşla doldurana kadar ateş yakamadık. Onu da halledip ateşi bir kere yaktıktan sonra sönmesine izin vermedik; saat dokuz gibi çadırı kurduğumuzda nispeten daha kuru ve ısınmış hâldeydik.

Ertesi sabah daha iyiydik. Kamp malzemelerini kaldırdık ve kısa bir mesafe gittikten sonra aşağı doğru inerken yolun dünden daha az tehlikeli olduğunu fark ettik. Tekrar boğazın üstünde açılmış olan nehir yatağına varmalıydık. İlk bakışta burada otlak olmadığı açıkça ortadaydı, hatta nehrin iki yanında bodur ağaçlarla kaplı düzlükler ve kesinlikle değersiz dağlar dışında başka bir şey yoktu.

Ancak ana dağı görebiliyorduk. Bunda bir sorun yoktu. Buzullar dağdan aşağı şelale gibi düşüyor ve görünüşe göre dere yatağına yığılıyorlardı. Genişlemiş nehri izleyerek onlara ulaşmak pek zor olmazdı; ama ana dağ çok zorlu göründüğünden bunu yapmak çok anlamsız olurdu. Ayrıca aşağıdakinden daha bol maden olmadığı sürece, boğazın üstündeki ülkenin doğasına dair pek de merakım kalmamıştı.

Nehri yukarı doğru takip etmeye ve mecbur kalmadıkça dönmemeye karar verdim. Her koldan gidebildiğim kadar ileri gidecek ve altın arayacaktım. Chowbok beni bunu yaparken izlemekten hoşlanabilirdi ama asla bir yere varmadık, hatta altın renginde bir şey bile bulamadık.

Chowbok’un ana dağ ile ilgili hoşnutsuzluğu zamanla yok olmuş gibi görünüyordu; oraya yaklaşmak konusunda itiraz etmedi. Sanırım benim orayı geçmeyi denememde bir tehlike olmadığını düşünüyordu ve bu tarafta hiçbir şeyden korkmuyordu; üstelik altın bile bulabilirdik. Gerçek şuydu ki benim oraya çok yaklaştığımı görürse ne yapacağına karar vermişti.

Keşifle üç hafta geçirdik. Daha çabuk ilerlemenin bir yolunu kesinlikle bulamadım. Hava gündüz iyi, geceleri ise çok soğuktu. Biri hariç, bizi en azından ip ve daha büyük bir ekip olmadan aşılamaz görünen bir buzula götüren her akıntıyı izledik.

Çoktan denemiş olmam gereken tek bir akıntı kalmıştı. Chowbok bir sabah ben uyurken erkenden kalkıp o akıntıdan üç dört mil çıktığını ve daha ileri gitmenin imkânsız olduğunu gördüğünü söylemişti.

Uzun süre önce onun büyük bir yalancı olduğunu fark ettiğimden kendim gitmeye kararlıydım. Gittim de. Zor olmak bir yana oldukça da kolay bir yolculuktu; beş altı mil sonra kalın karla kaplı bir sırt gördüm; buzlanmamıştı ve ana dağın bir parçası gibi görünüyordu.

Mutluluğumu kelimelerle ifade etmek zordu. Kanım coşku ve umutla kaynıyordu; arkamda olan Chowbok’a baktığımda hızla vadiden aşağı inerek geri döndüğünü görünce çok şaşırdım. Beni bırakmıştı.

4. Bölüm
Dağın Sırtı

Ona seslendim ama duyamayacağı kadar uzaktaydı. Arkasından koştum fakat çok ilerlemişti. Sonra bir taşın üzerine oturup etraflıca konuyu düşündüm. Şu açıktı ki Chowbok beni bilerek bu vadiden uzak tutmaya çalışmıştı ama yine de benimle her yere gelme konusunda gönülsüz davranmamıştı.

Eğer bu büyük dağ sıralarının gizeminin aralanacak olduğu doğru rotada olmasaydım gitmezdi. Gidişi başka ne anlama gelirdi? Öyleyse ne yapmalıydım? Doğru izde olduğum açıkça belliyken geri mi dönmeliydim? Ustamın yerine geri dönmek de yanımda kayalık boğazı geçerken tehlike anında yardım edecek kimse olmayacağından bir bu kadar tehlikeli olacaktı. Diğer yandan tek başıma az bir mesafe bile ilerlemek de çılgınlığın ta kendisiydi.

Yanında biri varken önemsenmeyecek kazalar (mesela ayak burkulması ya da bir ip uzatılarak kolayca kurtulabileceğin bir yere düşmek) tek başınayken ölümcül olabilirdi. Düşündükçe bu fikirden daha da soğudum; ama yine de vadinin başındaki yere baktıkça dönmeyi daha az istedim ve pürüzsüz karlı yüzeyinin nispeten daha kolay geçilebileceğinin farkına vardım. Olduğum yerden zirveye olan yolculuğumu gözümün önüne getirebiliyordum.

Epey düşündükten sonra gerçekten tehlikeli bir yere gelinceye kadar gitmeye, olmazsa da dönmeye karar verdim. Bu şekilde davranmalıydım; öyle ya da böyle boyuna çıkıp diğer tarafta ne olabileceği ile ilgili olarak kendimi tatmin etmeliydim.

Saat sabahın on ile on biri arası olduğundan kaybedecek vaktim yoktu. Neyse ki donanımlıydım, alışkanlıklarıma uygun olarak kampı ve atları vadinin aşağı ucunda bırakarak önümdeki dört beş gün için kendime gerekli olan her şeyi temin etmiştim.

Erzakın yarısını Chowbok taşıyordu ancak tahminime göre ben arkasından koştuğumda çıkınını düşürmüştü. Tahminim doğru çıkmıştı. Bu çıkını da yanıma aldım. Böylece taşıyabileceğim kadar çörek, biraz tütün, çay ve birkaç kibrit aldım.

Bütün bu erzakı -Chowbok ele geçirmesin diye cebimde taşıdığım kanyak dolu termosla beraber- battaniyemin içine sardım ve uzunluğu yedi fit, çapı altı inç olan uzunca bir rulo yaparak sıkıca bağladım. Sonra iki ucunu birleştirip boynuma doladım ve tek omzumun üzerine aldım. Bu, ağır bir yükü taşımanın en kolay yoludur, böylelikle yükü bir omuzdan diğerine aktararak dinlenebilirsiniz.

Maşrapamla küçük bir baltayı belime bağladım ve bu ekipmanla, Chowbok tarafından kandırıldığım için sinirli ama zorunlu olmadıkça dönmemeye kararlı bir şekilde vadiyi tırmanmaya başladım.

Bir sürü sığ yer olduğundan akıntıyı zorlanmadan birkaç kez geçtim. Saat birde atın üstündeydim ve son iki saati, ilerlemenin daha kolay olduğu karda olmak üzere tam dört saat tırmandım; on dakika sonra, şimdiye kadar hiç hissetmemiş olduğum kadar büyük bir heyecanla zirvedeydim.

Bir on dakika sonra da diğer taraftan gelen soğuk hava üstümden geçti. Bir baktım ki ana dağda değilim. Bir daha bakınca orada dehşet verici bir nehir gördüm; çamurlu ve inanılmaz derecede kızgındı, binlerce fit altımda geniş yatağında gürlüyordu.

Nehir batıya doğru akıyordu ve vadinin yukarısını artık göremiyordum. Ancak nehrin kaynağını sarmış olan büyük buzullar vardı. Bir bakış daha attım ve hareketsiz kaldım. Tam karşımda dağda, içinden uzak mavi ovaların sonsuz uzantılarını gördüğüm bir kestirme yol vardı.

Kolay mı? Evet, oldukça kolaydı. Neredeyse zirveye kadar çimle kaplanmış, iki buzul arasında bir patika açılmıştı ve buradan dik yamaçlara doğru nehrin seviyesine kadar delicesine bir akıntı geliyor ve burada çim ve çalıların olduğu yerde bir düzlük oluşturuyordu.

Tam gördüklerime alışmışken vadiden diğer tarafa bir bulut indi ve düzlükleri kapattı. Ne kadar şanslıydım! Eğer beş dakika sonra gelmiş olsaydım bulut geçidi kapatmış olacaktı ve ben onun varlığından haberdar olamayacaktım.

Bulut orada olduğundan hafızamdan şüphe etmeye başladım ve açıklıkta belirenin uzak bir buğunun mavi çizgisinden daha fazla bir şey olup olmadığından emin olamadım. Sadece vadide akan nehrin, kuzey yönünde, ustamın istasyonuna doğru akan nehir olduğundan emindim.

Şansımın geçit ararken beni yanlış bir nehre götürmesi ve daha kuzeydeki açıklığın görülebildiği zayıf bir noktaya getirmesi olası mıydı? Bu küçük bir ihtimaldi.

Ama sonra tam şüphe duyduğumda bulutların arasında bir boşluk belirdi ve ben aşağılara kadar uzanan ve ilerledikçe solan geniş bir düzlüğe varan mavi şeritleri ikinci kez gördüm. Tamamıyla gerçekti; herhangi bir hata yoktu. Bulutların arasındaki boşluk tekrar kapanıp görmemi engellemeden önce kendimi buna zor inandırdım.

Bu durumda ne yapmalıydım? Birazdan akşam çökecekti. Tırmanmanın yorgunluğunun yanında hareketsiz durduğumdan üşüyordum. Bulunduğum yerde kalmam imkânsızdı; ya ilerlemeli ya da geri dönmeliydim. Beni akşam rüzgârından koruyacak bir kaya buldum ve kanyak matarasından bir yudum aldım; bu beni anında ısıttı ve cesaretlendirdi.

Kendi kendime Aşağıdaki nehir yatağına inebilir miyim? diye sordum. Bunu yapmamı neyin engelleyeceğini söylemek imkânsızdı. Eğer nehir yatağında olsaydım nehri geçmeye cüret edebilir miydim? Çok iyi yüzücüyümdür ama yine de o korkunç sulara girdiğimde oraya buraya savrulup tamamen güçsüz kalabilirdim.

Üstelik çıkınlarım vardı; onları bırakırsam açlıktan ölebilirdim ve nehri onlarla geçmeye çalışırsam da kesinlikle boğulurdum. Bunlar önemli, mümkün olduğu kadar çoğunu kontrol altına almaya kararlı olduğum kaygılardı ama muazzam bir otlak arazisi bulma ümidi onlardan daha ağır bastı. Birkaç dakika içinde hayatım pahasına da olsa muhtemelen dağların bizim tarafımızdaki alanı kadar değerli olan bu ülkeye girmek gibi büyük bir keşfi yapmaya ve burayı araştırıp değerini kendim saptamaya karar verdim.

Düşündükçe bu bilinmeyen dünyaya girerek ün ve belki de servet kazanmaya ya da bu uğurda can vermeye daha kararlı hâle geldim. Aslında, bu büyük ödülü görmüş olup oradan gelecek muhtemel kârlara ümit bağlamaktan vazgeçersem hayatın artık benim için anlamsız olacağını hissettim.

Uygun bir kamp yerine inmek için hâlâ bir saat kadar gün ışığım vardı. Ama kaybedecek hiç vakit yoktu. Başlarda karda yürürken kayıp düşmemek için bata çıka yürüdüğümden hızlı ilerledim, dağ kenarından olabildiğince düz indim ama bu tarafta diğerinden daha az kar vardı. Sonra kayarsam çok korkunç bir şekilde düşebileceğim, çok kayalık ve tehlikeli bir vadiye geldim.

Ama hızıma dikkat ediyordum. Kaba çimlerin olduğu toprağa güvenli bir şekilde inip çalılıkta oraya buraya bakındım. Bunun altında göremediğim ne vardı? Birkaç yüz metre yürüdüm ve aklı başında olan hiç kimsenin inmeye teşebbüs edemeyeceği korkunç bir uçurumun kıyısında olduğumu fark ettim. Yine de daha düzgün bir yola açılıp açılmadığını görmek için vadiden süzülen ağzı incelediğimi hatırlıyorum.

Birkaç dakika içinde kendimi kayalıklardaki uçurumun ucunda buldum. Twll Dhu gibi bir şeydi; sadece çok daha büyüğüydü. Nehir onun içine doğru yolunu bulmuş ve dağın diğer tarafındakinden daha yumuşak görünen yüzeyi aşındırarak derin bir kanal açmıştı. Bu farklı bir coğrafi şekil olmalıydı; ne yazık ki ne olduğunu söyleyemiyorum.

Bu yarığa büyük bir şüpheyle baktım; sonra her iki yanından da biraz ilerledim ve kendimi dört beş bin fit altımda gürleyen nehrin üstündeki korkunç uçurumların kıyısından bakarken buldum. Kendimi suyun kayayı aşındırarak yumuşatmış olduğunu ümit ettiğim yarığa atmadan aşağı inmeye cesaret edemedim.

Karanlık her geçen saniye artıyordu ama hâlâ bir yarım saat kadar alaca karanlık ışığı olmalıydı; bu yüzden -kesinlikle korkarak- kanyona girdim ve dönüp kamp kurmaya, ertesi gün ciddi bir tehlikeyle karşılaşmayacağım başka bir yol denemeye karar verdim.

Beş dakika içinde kendimi tamamen kaybettim; yarığın duvarının yüksekliği yüzlerce fit oldu ve o kadar çıkıntıydı ki gökyüzünü göremiyordum. Her yer taş doluydu. Vücudum yara bere içinde kalmıştı. Suya düştüğüm için ıslanmıştım ve su çok hacimli olmasa da öylesine güçlüydü ki ona karşı koyamamıştım. Birden büyük şelalenin derin havuzuna atlamak zorunda kaldım; erzakım o kadar ağırdı ki neredeyse boğuluyordum.

Gerçekten kıl payı kurtulmuştum; ama şansıma Tanrı benim yanımdaydı. Kısa süre sonra açıklığın genişlediğini ve artık çalılık olmadığını görmeye başladım. Biraz sonra kendimi yeşil bir yokuşta buldum. Yolumun akıntıdan biraz uzakta olduğunu biliyordum. Kamp yapabileceğim ağaçlıklı düz bir alana geldim ki bu çok iyiydi, çünkü hava oldukça kararmıştı.

İlk olarak kibritlerim için endişelendim; kuru muydu? Çıkınımın dışı tamamen ıslanmıştı; ama battaniyeleri açınca eşyaları kuru olduğunu gördüm. Öyle sevindim ki! Ateş yaktım; sıcaklığı ve arkadaşlığı için müteşekkir oldum.

Kendime biraz çay yaptım ve çöreklerimden iki tane yedim: az kaldığı için kanyağa dokunmadım; onu cesarete ihtiyacım olduğunda içebilirdim. Yalnız olduğumu ve henüz indiğim yarığa geri dönmenin imkânsız olduğunu bilmekten başka hiçbir şeyin farkına varamadığımdan ne yaptıysam neredeyse mekanik olarak yaptım.

İnsanın toplumdan ayrı olması hissi korkunç bir şey.Hâlâ umut doluydum ve karnımı doyurup ısındıktan sonra; hayal kurmaya başladım, ama hiç kimsenin, hayvanların bile eşlik edeni olmadan böyle bir yalnızlıkta aklını koruyabileceğini sanmıyorum. İnsan kendi kimliğinden şüphe duymaya başlıyor.

Battaniyelerimin görüntüsünden ve saatimin sesi gibi beni diğer insanlara bağlayan şeylerden keyif aldığımı hatırlıyorum. Fakat kuşların çığlıkları ve şimdiye kadar hiç sesini duymadığım bir kuşun bana gülermiş gibi ötmesi beni korkuttu; ama sonradan buna alıştım ve bir süre sonra bu sesi ilk duyuşumun üzerinden yıllar geçtiğini bile söyleyebilirdim.

Kıyafetlerimi çıkarttım ve eşyalarım kuruyana dek içteki battaniyeye sarındım. Hâlâ geceydi; harlı bir ateş yaktım ve böylece ısınıp giysilerimi tekrar giyebildim. Sonra battaniyeme sarınıp ateşe olabildiğince yaklaşarak uyudum.

Rüyamda ustamın yün ambarında bir org vardı. Yün ambarı yavaş yavaş yok oldu ve org büyüyüp dağ kenarında altın bir şehir oluncaya kadar parlak bir ışıkla çevrildi. Sıra sıra org boruları üst üste uçurumlara, sarp kayalıklara ve esrarengiz mağaralara yerleştirilmişti ve derinliklerinin içinde cilalanmış parlayan sütunları görebiliyordum.

Ön tarafta, zirvesinde başı org tuşlarına gömülmüş bir adam olan büyük taraçalar vardı. Adamın gövdesi hızla çalan büyük bir senfoni fırtınasındaymış gibi sağa sola sallanıyordu.

Sonra birisi omzuma dokunup “Görmüyor musun? Bu Handel.”5dedi; ama zor anladım. Terasları tırmanıp onun yanına gitmeye çalışıyordum. Uyandığımda rüyanın farklılığı ve canlılığıyla büyülenmiştim.

Yanan bir parça odunun iki ucu da kıvılcımlar çıkararak küllerin içine düştü. Sanırım bu beni hem rüyaya daldırdı hem de rüyadan uyandırdı. Çok kötü bir şekilde hayal kırıklığına uğramıştım. Dirseklerimi dizime dayadım ve yapabileceğim en iyi şekilde içimde bulunduğum yeri ve gerçekleri kavramaya başladım.

Tüm duygularım uyanmıştı. Dahası hiçbir duyuma direk hitap etmese de dikkatimin rüyadan daha büyük bir şeye odaklandığını hissettim. Nefesimi tuttum ve bekledim. Bu bir düş müydü? Hayır, tekrar tekrar dinledim ve karşıdaki dağlardan esen soğuk ve taze rüzgârın getirdiği bir rüzgâr arpine benzeyen kısık ve uzaktan gelen sesi duydum.

Saçlarımın köklerine kadar ürperdim. Dinledim ama rüzgâr dindi. Bunun rüzgârın kendisi olabileceğini düşündüm ama hayır; birden Chowbok’un yün ambarında yaptığı sesi hatırladım. Evet; bu oydu.

Çok şükür ki bu her neyse şimdi bitmişti. Kendimi yokladım ve metanetimi fark ettim. Her zamankinden daha canlı bir hayal gördüğüme ikna oldum. Hatta gülmeye ve kendime, kötü bir sona yaklaşıyorsam bile bunun korkunç bir şey olmayacağını hatırlatarak bir hiçten korktuğum için ne kadar aptal olduğumu düşünmeye başladım.

Sıklıkla ihmal ettiğim dualarımı ettim ve kısa süre içinde sabaha dek gerçekten dinlendirici bir uykuya daldım. Uyanınca doğruldum ve ateşimin közlerini karıştırırken birkaç yanmamış kömür bulup tekrar harlandırdım.

Daha sonra kahvaltı yaptım. Botlarıma ve ellerime konan bazı küçük kuşların bana eşlik etmesinden mutlu oldum. Kendimi nispeten daha mutlu hissettim ama okuyucuyu temin ederim ki anlattığımdan çok çok daha kötü zamanlar geçirmiştim. bunun için eğer mümkünse Avrupa’dan ayrılmamanızı veya hiç olmazsa hiç kimsenin daha önce görmediği yerlere gitmek yerine keşfedilmiş ve yerleşilmiş yerlere gitmenizi şiddetle tavsiye ederim. Keşfetmek, heyecanlı bekleyişler zevkli ve sonradan hatırlaması keyifli bir şey ancak yaşanırken o kadar huzur verici değil; zaten öyle olsaydı adına keşif denmezdi.

2.Şeker kamışından şeker yapılırken çıkan suyun mayalandırılarak kurutulmasıyla yapılan sert içki.
3.Çiftçiler sahip olduklarının farkına varsalardı ne kadar mutlu olurlardı.
4.Çiftçiler sahip olduklarının farkına varsalardı ne kadar mutsuz olurlardı.
5.George Frideric Handel: Alman, klasik batı müziği bestecisi.
₺67,40