Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Erewhon», sayfa 3

Yazı tipi:

5. Bölüm
Nehir ve Dağ

Sonraki işim nehre inmekti. Boyundan gördüğüm geçidin izini kaybetmiştim ama bulmamı mümkün kılacak bazı notlar almıştım. Yaralı ve gergindim. Ayrıca üç haftadan fazla süredir sert yüzeyde yürümüş olduğumdan botlarım çürümeye başlamıştı; ama sanki giyildiği günkü gibiymiş gibi ciddi tehlike atlatmadan nehre inebildim. Yolumu daha kolaylamıştım.

İki saat içinde çalıların az olduğu çam ormanına girdim ve başka bir uçurumun kıyısına gelinceye kadar hızla indim. Epey tehlikeli oldu ama nihayet bunu da atlattım. Saat üç ya da beş civarı kendimi nehir yatağında buldum.

Diğer taraftaki vadi sırtına bakarak yaptığım hesaplamaya göre üzerinde olduğum sırt dokuz bin fitten yüksek olamazdı ve şu an inmekte olduğum nehir yatağı da deniz seviyesinden üç bin fit yukarıdaydı.

Su inanılmaz bir şekilde akıyordu ve her milde bir 40-50 fitten alçak olmayan şelaleler vardı. Bu, kesinlikle ustamın sürüsünün otladığı yerden kuzeye doğru akan nehirdi ve bildik yerlere gelmek için aşılmaz boğazı geçmek gerekiyordu; tıpkı o ülkenin diğer nehirlerindeki gibi. Ovalardaki boğazdan çıktığı noktada deniz seviyesinden yaklaşık iki bin fit yüksekte olmalıydı.

Dere kenarına varır varmaz bu durum sandığımdan daha az hoşuma gitti. Nehir ana buzullara yakın ve çamurluydu. Akıntı çok geniş, sürekli ve sertti; hatta deniz kenarındaki gibi küçük taşların suyun altında birbirine çarpma seslerini duyabiliyordum.

Geçiş söz konusu bile değildi. Hem yüzüp hem de erzakımı taşıyamadım ve çıkınımı bırakmayı da göze alamadım. Tek şansım ufak bir sal yapmaktı ama onu da yapması zor olurdu ve yapılsa da pek de güvenli olmazdı; böyle bir akıntı yalnız bir kişiye göre değildi.

O akşam başka bir şey yapmak için geç olduğundan geri kalan vaktimi nehrin kenarında aşağı yukarı gezinerek ve en uygun geçiş yolunu nerede bulabileceğimi araştırarak geçirdim. Sonra erkenden kamp kurdum ve müziksiz, sessiz, rahat bir gece geçirdim. Benim hayal gücümden başka bir şey olmadığını bildiğim hâlde önceki akşamın heyecanıyla bana Chowbok’tan duymuş olduğum sesi hatırlatan müzik sesi bütün gün aklımdan çıkmadı.

Ertesi gün etrafta bolca bulunan ve yaprakları şeritlere ayrıldığında en güçlü ip kadar kuvvetli olan süsen ya da zambak görünüşlü bitkinin kuru saplarını toplayıp birleştirmeye başladım. Bunları su kenarına taşıdım ve kendime sert bir platform yapmaya koyuldum.

Sazlar on ya da on iki fit uzunluğunda ve çok güçlüydü ama hafif ve delikliydi. Salımı, yığınlarca sazı aynı bitkinin yapraklarından şeritlerle bağlayıp diğer filizleri karşılıklı düğümleyip doğru yönlerde düzgün ve kuvvetlice birbirine doğru bükerek yaptım. Bitirmemneredeyse saat dördü buldu ama hâlâ karşıya geçmek için yeterli gün ışığım vardı ve bunu bir an önce yapmaya karar verdim.

Nehrin daha geniş ve nispeten daha durgun olduğu, azgın akıntılı yerden yetmiş seksen metre yukarıda bir yer seçmiştim. Bu noktada salımı yaptım. Suya indirdim, çıkınımı ortaya koydum ve elime en uzun sazlardan birini alarak bindim; böylece nehrin sığ yerlerinde kendimi iterek ilerleyebilirdim.

Kıyıdan yirmi otuz metre kadar gayet iyi ilerledim ama bu kısacık mesafede bile bir yerden diğerine geçerken neredeyse salımı deviriyordum. Sonra su birden çok derinleşti, olduğum yerde kalmak amacıyla tahta çubuğu dibe bastırmak için sıkıca asıldım ve birkaç saniye bu şekilde kaldım. Çubuğu yerden çektiğimde kendimi şiddetli akıntıyla aşağılara doğru sürüklenirken buldum.

İkinci akıntıyla salın üstünde kontrolümü tamamen kaybettim. Telaş, gürültü ve sonunda beni alabora eden sulardan başka hiçbir şey hatırlayamıyorum. Ama sonra her şey düzeldi ve kendimi kıyıya yakın, en fazla dizlerime kadar gelen suda salımı karaya çekerken ve -ne mutlu ki- ulaşmaya çalıştığım nehrin sol kıyısında buldum.

Karaya çıktığımda başladığım noktadan bir milden belki biraz daha az aşağıda olduğumu fark ettim. Çıkınım ıslaktı ve ben sırılsıklamdım; ama haklı çıkmıştım ve biliyordum ki zorluklar bir süreliğine bitmişti.

Sonra ateş yaktım ve kurulandım; aynı zamanda nehir yatağında ve yakınında çokça bulunan birkaç ördek ve martı yakaladım. Böylece Chowbok beni bıraktığından beri ilk kez sadece güzel değil hem de çok canımın çektiği bir yemeğim olmuştu, üstelik yarın sabaha da kahvaltım hazırdı. O gittiğinden beri yetersiz beslenmiştim.

Chowbok’u düşündüm. Benim için ne kadar işe yarar olduğunu ve yokluğuyla ne kadar çok kayba uğradığımı, benim için şimdiye kadar hiç yapmamış olduğu şeyleri yaptığını ve kesinlikle benim yapabileceğimden çok daha iyi yapabileceğini…

Dahası onu Hristiyan yapmayı gerçekten çok istemiştim. O da zaten görünüşte benimsemişti Hristiyanlığı; ama bu dinin onun o anlaşılmaz aptal doğasında derin kökler salabildiğini sanmıyorum. Onu kamp ateşinin başında sorguya çekerdim ve anne tarafından bir başrahip torunu biri olarak babamın İngiliz Kilisesi’nde papaz olduğu gerçeğini söylemeden kendisine üçlü birliğin6ve gerçek günahların gizemlerini anlatırdım.

Bu nedenle bu görev için oldukça uygundum. Ayrıca Aziz James’in, “Günahkâr birini (Chowbok kesinlikle öyleydi.) dine yönlendiren kişi aynı zamanda onun birçok günahını da saklamalıdır.” sözünü hatırlayarak mutsuz bir yaratığı ızdırabın sonsuzluğundan kurtarma çabamın ötesinde, çok da istekliydim.

Bu yüzden Chowbok’un din değiştirmesinin, son zamanlardaki tatsız deneyimlerimin ve önceki hayatımdaki hiç de memnun olmadığım engeller ve düzensizliklerin bedeli olduğunu düşündüm.

Aslında bir keresinde onu vaftiz edecek kadar ileri gitmiştim ama daha önce hiç vaftiz edilmediğini -bundan sonra adının misyoner olarak William olduğunu söylemesinden- anladım. Bu, büyük ihtimalle katıldığı ilk ayindi.

Misyonerlik açısından ikincisini ve daha da önemlisi hem bebekleri hem de din değiştiren yetişkinleri vaftiz ettikten sonra gereken töreni yapmamanın büyük bir cahillik olduğunu düşündüm; ikimizin de maruz kalacağı riskleri düşününce daha fazla erteleme olmaması gerektiğine karar verdim.

Şükür ki saat henüz on iki olmamıştı, böylece onu maşrapalardan biriyle (bulabildiğim tek kap) vaftiz ettim ve bunun yeterli olduğuna inandım. Sonra onu inancımızın en derin gizemleriyle ilgili bilgilendirmeye ve sadece görünüşte kalmayan yürekten bir Hristiyan yapmaya karar verdim.

Şu bir gerçek ki Chowbok zor öğrenen biri olduğundan başarılı olamayabilirdim. Gerçekten de onu vaftiz ettiğim gün yirmi kez konyak çalmaya çalıştı ki bu da onu doğru şekilde vaftiz edip etmediğim konusunda beni huzursuz etti.

Kendisine bir misyoner tarafından verilen -yirmi yıldan eski-bir dua kitabı vardı, ama ona göre içindeki tek önemli şey; – kendini isminden büyülendiği Mary Magdalene’in7kimliğinden tamamen alamasa da- her seferinde çok duygulandığını söylediği ve gerçekten de ona manevi açıdan önemliymiş gibi görünen “Adelaide the Queen Dowager”8başlığıydı.

Aslında görünüşte duygusuz biriydi ama onu eşeleyerek kendi dinine olan inancını yok ettim ki bu da onu Hristiyan yapmada yolu yarılamak demekti ve şimdi bütün bunlar benden alınmıştı. Artık ne ben ona ruhani olarak yardım edebilirdim ne de o bana fiziki açıdan kazanç sağlayabilirdi. Ayrıca yanımda birinin olması yalnızlıktan daha iyiydi.

Bu fikirler aklımdan geçtikçe hüzünlendim ama ördekleri haşlayıp yiyince kendimi daha iyi hissettim. Çok az çayım ve idareli kullanırsam on beş gün yetecek kadar bir tabaka tütünüm kalmıştı. Aynı zamanda sekiz çöreğim ve her şeyden önemlisi hava soğuk olduğu için şu an dörde indirdiğim yaklaşık altı ons konyağım vardı.

Şafakla beraber kalktım ve bir saat içinde yola koyuldum. Yalnızlığın yükünden zayıf denmese de tuhaf hissediyordum kendimi. Yine de ne kadar çok tehlikenin üstesinden geldiğimi ve bugün yüksek dağın zirvesine çıkacağımı düşündükçe umutlanıyordum.

Üç dört saat süren, yavaş, sürekli ve ciddi bir tehlikeyle karşılaşmadığım bir tırmanıştan sonra kendimi bir yaylada, geçidin zirvesi olarak işaret edebileceğimiz buzula yakın bir yerde buldum. Onun üstünde bir dizi sarp uçurum yükseliyordu.

Yalnızlık dayanabileceğimden daha büyüktü; ustamın otlağının tepesindeki dağ bile bu kasvetli, can sıkıcı yere kıyasla daha hareketli bir alandı. Üstelik hava ağır ve karanlıktı ki bu da yalnızlığımı daha dayanılmaz hâle getiriyordu. Her yer öylesine kar ve buz kaplıydı ki bunlarla kaplanmamış tek şey kapkara bir kasvetti.

Her an kendi kimliğime dair içimde, çalılarda kaybolan kişilerin hissettiği umutsuzluk belirtisine benzer korkunç bir şüphe büyüdüğünü hissediyordum; geçmiş ve şimdiki varlığımın devamlılığına dair bir şüphe. Bu duyguya karşı şimdiye kadar savaştım ve onu yendim; ama bu gergin sessizlik ve bu vahşi doğanın kasveti artık fazlaydı; kendimi toplamak için gücümün azaldığını hissediyordum.

Kısa bir süre dinlendim ve sonra buzulun alçak ucuna ulaşıncaya kadar sert zeminde ilerledim. Derken doğudan küçük bir göle inen başka bir buzul gördüm. Zeminin daha elverişli olduğu gölün batı kıyısı boyunca geçtim ve yarı yola geldiğimde karşı dağlardan görmüş olduğum ovaları görebilmeyi umdum; fakat sadece dağın o yanı zirveye kadar bulutlarla kaplandığı için bir şey göremedim.

Derken kendimi birkaç metre önümü bile görmemi engelleyen soğuk, ince bir buharla örtülmüş olarak buldum. Sonra da içinde yarı yarıya kaybolmuş keçi izlerini -ve görünüşe göre bir yerde de onları bir köpek izlemişti- net olarak görebildiğim geniş bir kar birikintisine geldim. Çobanlar diyarına mı gelmiştim? Karla kaplı olmayan yerler zayıf ve taşlıydı. Öyle az yeşillik vardı ki ne bir patika ne de koyun izi göremedim. Yerlilerle karşılaşırsam bana nasıl davranacaklarını düşündükçe tedirgin olmaktan kendimi alamadım.

Önümde beliren bulutlardan daha koyu objeler gördüğümü düşlemeye başladığımda bunu düşünüyordum ve siste dikkatli bir şekilde ilerliyordum. Birkaç adım ilerledim ve önümdeki bulut sisinin içinde gri, benden metrelerce yüksek olan, dikili hâlde korkunç büyük şekillerden oluşan daireyi gördüğümde beni tarifsiz bir korku aldı ve titremeye başladım.

Bir süre sonra kendimi hasta ve çok üşümüş hâlde yerde otururken buldum. Sanırım bayılmıştım. Karanlığın arasında belli belirsiz duran ama tartışmasız insan şeklinde olan figürler vardı.

Aklıma aniden bir şey geldi. Buraları ilk gördüğümde aklım bulanmasaydı ya da bulut onları benden saklamasaydı bu şey kesinlikle aklıma gelirdi; yani demek istediğim bunlar yaşayan şeyler değillerdi, sadece heykellerdi. İçimden elliye kadar sayamaya ve o zamana kadar hiç hareket görmezsem onların heykel olduklarına inanmaya karar verdim. Saymayı bitirip hiç hareket göremediğimde çok mutlu olmuştum. Bir daha saydım; yine hiçkıpırtı yoktu.

Ürkekçe ileri doğru ilerledim ve bir an tahminimin doğru olduğunu gördüm. Chowbok’un benim onu yün ambarında sorguladığım günkü gibi oturan ve yüzlerinde aynı hain ifade olan kaba ve barbar figürlerin olduğu bir tür taş çembere gelmiştim.

Hepsi oturuyordu. İki tanesi de düşmüştü. Barbardılar. Mısırlı, Asurlu, Japon barbarlardan farklıydılar ama bir yandan hepsine de benziyorlardı. İlk çağlardaki normal insan boyutlarından altı yedi kat büyük, yıpranmış ve yosun kaplıydılar. On taneydiler. Başları ve diğer yerleri karla kaplanmıştı.

Her heykel dört ya da beş devasa bloktan yapılmıştı ama bunların nasıl dikildiğini ve bir araya getirildiğini ancak bunu yapan söyleyebilirdi. Herpsi birbirinden korkunçtu. Biri büyük acı ve umutsuzluktaymış gibi öfkeliydi; diğeri açlıktan zayıf ve bitap düşmüşe benziyordu; bir diğeri hem vahşi hem aptal görünüyordu ve yüzündeki o aptal gülümseme görülebiliyordu. Düşenlerden biri buydu ve bu düşüş çok gülünçtü. Hepsinin de ağzı az ya da çok açıktı, onlara arkadan baktığımda kafalarının oyulmuş olduğunu gördüm.

Hastaydım ve soğuktan titriyordum. Yalnızlık zaten sinirimi bozmuştu ve böylesi korkunç bir vahşi doğada ve hazırlıksız olarak böyle zalim bir topluluğa gelmiş olmaya hiç hazır değildim. Ustamın merkezine dönmek için dünyada sahip olduğum her şeyi verebilirdim ama bu imkânsızdı. Kafam bozuluyordu ve geriye asla canlı dönemeyeceğimden emindim.

Derken şiddetli ve uğultulu bir rüzgâr esti ve aynı anda heykellerden biri inledi. Korkuyla yumruklarımı sıktım. Kendimi kapana kısılmış bir sıçan gibi hissettim. Rüzgârın şiddeti arttı ve birkaç heykelden gelen ve koroya dönüşen inlemeler de keskinleşmeye başladı.

O anda ne olduğunu anladım; ses o kadar dünya dışıydı ki beni hiç rahatlatmadı diyebilirim. Şeytanın insan dışı varlıkların kalplerine heykelleri tasarlamak için koyduğu şey, kafalarını bir çeşit org borusuna dönüştürmüştü, böylece ağızları rüzgârı yakalıyor ve rüzgâr eserken korkunç bir ses çıkarıyordu.

İnsan ne kadar cesur olursa olsun bu yerde, o ağızlardan çıkan böylesi bir konsere tahammül edemezdi. Sise doğru kaçarken onları gözden kaybedinceye ve kafamı döndürdüğümde arkamdan gelen rüzgâr hayaletleri dışında bir şey görmeyinceye kadar ağzıma gelen her türlü hakareti sıraladım. Hayalet şarkılarını duydum ve sanki biri arkamdan gelip beni yakalayıp boğacakmış gibi hissettim.

Şimdi, İngiltere’ye döndüğümde arkadaşlarımdan birinin orgla bana Erewhon’lu heykelleri hatırlatan, bu heykellerden bazı notalar çaldığını duydum. (Şu an girmekte olduğum ülkenin adı Erewhon’du.) Arkadaşım, Handel’in Litolf tarafından yayınlanan klavsen derlemelerini çalmaya başladığında o anlar net bir şekilde aklıma geldi.

6. Bölüm
Erewhon’un İçine Doğru

Kendimi küçük bir su yolunu izleyen dar bir patikada bulmuştum. Kaçışım için kestirme bir yol bulduğuma çok sevinmiştim. Daha sonra düşündükçe insanların yaşadığı ama henüz bilinmeyen bir ülkede olduğumu anladım.

Peki bu yerlilerin elinde kaderim ne olacaktı? Girişteki o iğrenç gardiyanlara kurban olarak mı sunulacaktım? Olabilirdi. Bu düşünceyle tüylerim ürperdi. Yalnızlık korkusu da bedenimi büsbütün sarmıştı. Öyle sersemlemiş, üşümüş ve mutsuzdum ki beynimde dolaşıp duran bir sürü düşünceden hiçbirisine tam anlamıyla sarılamıyordum.

İleri doğru koştum. Daha fazla akıntı geldi. Derken bir köprüye geldim; birkaç çam kütüğü suya atılmıştı. Bu beni rahatlattı çünkü vahşiler köprü yapmazdı. Daha sonra, bunların hiçbirini kâğıda aktaramayacağımı düşündüm -belki de hayatımdaki en çarpıcı ve en beklenmedik andı- ki eğer hatırlarsam bunu memnuniyetle yapabileceğimi düşünüyorum.

Bulutların seviyesinin altından parlak akşam güneşine çıktım. Kuzeybatıya bakıyordum ve güneş tam üzerimdeydi. Güneş ışığı içimi öyle açtı ki!.. Ama ne göreyim? Bu manzara, Musa, Sina Dağı’nın zirvesinde durduğunda ona gösterilen ve kendisinin girmesinin yasak olduğu söylenen vadedilmiş topraklar gibiydi.

Güzel gün batımında gökyüzü kırmızı ve altın rengiydi; üstünde yüksek, kuleli ve yuvarlak kubbeli pek çok kasaba ve şehir olan düzlüklerin olduğu yerde gözden kaybolan mavi, gümüş ve mor; enfes ve huzur verici renkler… Altımda art arda tepeler, silüetler, kimi zaman güneş ışığının ardında kalmış gölgelik, kimi zaman da gölgelerin ardındaki güneşli alanlar ve sel sularının açtığı geçitler vardı.

Geniş çam ormanları ve düzlüklerde akan asil nehrin ışıltısını gördüm. Aynı zamanda bir sürü köy ve mezra vardı. Hatta bazıları yakındaydı. En çok aklıma takılan da bunlardı. Büyük bir ağacın altına çöktüm ve ne yapabileceğimi düşündüm ama aklımı toplayamadım. Oldukça yorgundum; güneşle ısınmış olarak sakin bir şekilde derin bir uykuya daldım.

Çınlayan çanların sesiyle uyanmış etrafa bakıyordum. Yanımda otlayan dört beş keçi gördüm. Hareket eder etmez yaratıklar kafalarını çevirip merakla bana baktılar. Kaçmadılar ama kalakaldılar ve beni iyice süzdüler. Ben de onlara baktım.

Sonra konuşma ve kahkaha sesleri geldi ve on yedi on sekiz yaşlarında, gabardine benzeyen bir kumaştan elbise giymiş, bellerinde korse olan iki güzel kız bana doğru gelmeye başladı.

Beni gördüler. Sessizce oturdum ve gözlerim olağanüstü güzellikleriyle kamaşırken onlara bakakaldım. Bir an bana bakıp sonra büyük bir şaşkınlıkla birbirlerine döndüler; sonra da hafif, korku dolu bir çığlık atıp olabildiğince hızlı kaçtılar.

Kaçışlarını izlerken Buraya kadarmış,dedim kendi kendime. En iyisinin bulunduğum yerde kalıp kaderimle -bu, her ne ise-yüzleşmekti. Daha iyi bir şey olacaksa bile onu kaldıracak gücüm yoktu. Er ya da geç yerlilerle karşılaşmam gerekecekti. Ne olacaksa olsundu.

Kaçarak ertesi gün yakalanacağıma onlardan korkmamış gibi görünmek daha iyiydi. Oldukça sakin şekilde durup bekledim. Bir saat kadar sonra heyecanlı bir şekilde uzaktan gelen konuşma sesleri duydum ve birkaç dakika içinde o iki kızın ok, yay ve mızraklarla silahlanmış altı yedi erkekten oluşan bir grubu getirdiğini gördüm. Yapılacak bir şey olmadığından onlar yanıma gelene dek sessizce oturup bekledim. Sonra dikkatle birbirimizi izledik.

Kızlar da erkekler de koyu tenliydi; ama güneyli İtalyanlardan ya da İspanyollardan daha koyu değil. Erkekler pantolon giymiyordu; Cezayir’de gördüğüm Araplar gibi giyinmişlerdi. Gördüğüm en olağanüstü varlıklardı. Kadınlar ne kadar güzelse erkekler de o kadar yakışıklı ve güçlüydüler. Sadece bu da değil; ifadeleri de kibar ve sevecendi.

Sanırım en ufak bir şiddet gösterisinde bulunmuş olsaydım beni öldürmüş olurlardı; ama sakin olduğum sürece canımı yakacaklarmış gibi durmuyorlardı. Birinden ilk görüşte hoşlanma gibi bir huyum yoktur ama bu insanlar beni düşünebileceğimden çok daha fazla etkilemişlerdi. Bu yüzden birer birer yüzlerine baktıktan sonra onlardan korkmamaya başladım.

Hepsi de güçlü adamlardı. Onlardan herhangi birine teke tek rakip olabilirdim; çünkü daha önce bana çoğu kimseden daha yapılı bir vücudum olduğu söylenmişti. Yaklaşık altı fit uzunluktaydım ve bununla orantılı olarak da güçlüydüm; ama şu durumda son yaşadıklarım yüzünden hâlsiz olmasaydım bile içlerinden herhangi ikisi beni yere serebilirdi.

Açık renk saçlarım, mavi gözlerim ve diri bir tenim olduğundan onları en çok rengim şaşırtmış gibi görünüyordu. Bunun nasıl olabileceğini anlayamadılar. Kıyafetlerim de onlarınkinden epey farklıydı.

Gözleri merakla üzerimde gezindi ve inceledikçe akılları daha da karışmış göründü. Sonunda doğruldum ve sopama dayandım. Liderleri gibi duran adama aklıma ne geldiyse söylemeye başladım.

Anlamayacağını bildiğim hâlde İngilizce konuştum. Hangi ülkede olduğuma dair hiçbir fikrim olmadığını ve bir seri kazadan kıl payı kurtulduktan sonra kaçarak neredeyse kazara buraya düştüğümü ve beni hiçbir şeytanın almasına izin vermeyeceklerinden emin olduğumu, merhametlerine sığındığımı söyledim. Bütün bunları sessizce ve kesin bir şekilde, ifademi fazlaca değiştirmeden söyledim.

Beni anlayamadılar ama onaylayıcı tavırlarla birbirlerine baktılar ve memnun göründüler. Ya da ben öyle düşündüm. Ne korkmuş ne de aşağılanmış göründüm. Doğrusu korkmanın ötesinde bitkindim. Sonra içlerinden biri heykellerin olduğu yöndeki dağı gösterdi ve bir diğeri onların taklidini yapmak için yüzünü buruşturdu.

Güldüm ve titredim. Bunun üzerine hepsi kahkaha attı ve birbirleriyle konuştular. Söylediklerinden hiçbir şey anlamıyordum ama sanırım heykellerin ötesinden geliyor olmamın şaka olduğunu düşündüler.

İçlerinden biri öne çıktı ve kendisini izlememi işaret etti. Ben de onlara karşı gelmeye cesaretim olmadığından tereddütsüz dediğini yaptım; ayrıca onlardan oldukça hoşlandım ve beni incitmeye niyetleri olmadığına büyük ölçüde emindim.

On beş dakika içinde tepenin yamacında kurulmuş dar sokakları ve etrafa yayılmış evleriyle küçük bir mezraya geldik. Çatılar geniş ve sarkıktı. Fazla olmasa da pencerelerin bir kısmı buzluydu. Bütünüyle bakıldığında köy, Alpler üzerinden Lombardy’ye giden yollardaki diğerler köylere çok benziyordu.

Gelişimin sebep olduğu heyecandan uzun uzun bahsetmeyeceğim. Şu kadarı yeterli ki çoğunun merakını uyandırdım ama hiçbirinden kabalık görmedim. Beni yakalayan insanlara aitmiş gibi görünen iş merkezine götürüldüm. Orada gayet misafirperver bir şekilde ağırlandım ve bana akşam yemeği olarak süt ve bir çeşit yulaflı kekle keçi eti ikram edildi; ben de iştahla yedim.

Yemek yediğim süre boyunca gözlerimi bana ganimet gibi görünen, ilk gördüğüm iki güzel kızdan alamadım. Kesinlikle ikisi için de her şeyi göze alırdım.

Bunlardan başka beni tütün içerken görünce yaşadıkları şaşkınlıktan bahsetmeden geçemeyeceğim; ama beni kibrit çakarken gördüklerinde pek de onaylamadıklarını hissettiren nedenini anlayamadığım bir velvele oldu.

Daha sonra benimle ikna edici bir şekilde konuşmaya çalışan adamla baş başa kaldım; ama uzun bir yoldan geldiğim ve oldukça yalnız olduğum dışında başka bir şey anlatamadım.

Zamanla yorgun düştüler ve ben de uyuklamaya başladım. Yerde battaniyelerimin içinde yatabileceğimi işaret ettim ama bana kuru eğrelti otu ve ottan yapılan yataklarından birini verdiler, ben de uzandım ve ertesi sabaha dek kendimi kulübede başımda nöbet tutan iki adam ve yemek yapan yaşlı bir kadınla buluncaya dek uykuda kaldım. Kalktığımda adamlar memnun görünüyorlardı. Bana nazikçe günaydın dercesine seslendiler.

Evin birkaç metre ilerisindeki derede yıkanmak için dışarı çıktım. Ev sahiplerim her zamanki gibi benimle meşguldüler; gözlerini benden hiç alamıyorlardı. Ne kadar önemsiz olsa da yaptığım her hareketi izliyorlardı ve her biri, bir diğerinin fikrini almaya çalışıyordu.

Her şeyimle onlar gibi bir insan olduğumdan şüphe etmiş gibi göründüklerinden yıkanmamla çok ilgilendiler. Hatta kollarımı yakalayıp incelediler. Güçlü ve kaslı olduklarını görünce takdir ettiler.

Sonra da bacaklarımı ve özellikle ayaklarımı incelediler. Bıraktıklarında onaylarcasına birbirlerine dönüp baş salladılar. Saçımı taradığımda ve şartlar elverdiğince kendime çekidüzen vermeye çalıştığımda ise bana olan saygılarının arttığını görebiliyordum. Bu yüzden hiçbir şekilde bana yeteri kadar hürmet gösterip göstermediklerinden emin değildiler. Tek bildiğim bana karşı çok iyi olduklarıydı ki tam tersi de mümkündü. Onun için bu konuda onlara minnettarım.

Bana gelince, soğukkanlılıkları ve vakur rahatlıkları beni etkilediğinden onlardan hoşlandım. Davranışlarından da benden hoşlandıklarını hissettim; onlar için sadece anlayamadıkları şekilde yeni ve sıra dışıydım.

Tipleri daha çok, güçlü İtalyanlar gibiydi ve üslupları da bütün bilinçsizlikleriyle gayet İtalyanlara özgüydü. İtalya’da çokça seyahat ettiğim için bana daima o ülkeyi hatırlatan pek çok el ve omuz hareketini anımsıyorum. En akıllıca planın başladığım gibi devam etmek, -iyi ya da kötü- olduğum gibi görünmek ve şansımı o şekilde devam ettirmek olduğunu düşünüyordum.

Onlar benim yıkanmamı beklerken ve geri dönüş yolunda bunları düşünüyordum. Sonra bana sıcak ekmek, süt, koyun etiyle geyik eti arası kızarmış bir et verdiler. Yemek pişirme ve yeme şekilleri Avrupaiydi, sadece çatal olarak şiş ve kesmek için de bir çeşit kasap bıçağı kullanıyorlardı.

Odadaki her şeye baktıkça Avrupalilarınkine benzer karakterlerine aklım takıldı. Eğer duvarlarda Illustrated London News ve Punch’tan alıntılar asılı olmasaydı, kendimi yolumun üstündeki bir çoban kulübesinin içinde sanabilirdim. Ama yine de her şey biraz daha farklıydı.

İngiltere’yle karşılaştırıldığında kuşlar ve çiçekler aynıydı. Sonra neredeyse bütün bitkilerin ve kuşların İngiltere’dekilere benzediğinin görmekten memnun oldum; kızılgerdan, tarla kuşu, çalı kuşu, papatya ve hindiba da vardı. İngiltere’dekilerin aynısı değildiler ama onlarla aynı ismi alabilecek kadar benzerlerdi. Bu iki adamın davranışları ve evlerindeki şeylerin hepsi Avrupa’dakilerle neredeyse aynıydı.

Bu, gördüğün her şeyin garip olduğunu düşündüğün Çin’e ya da Japonya’ya gitmek gibi değildi. Aslında kendimi sadece normal araçların, ilkellerinin olduğu bir yerde tıkılmış olarak hayal ettim, çünkü icatları Avrupa’nın yaklaşık beş ya da altı yıl gerisinde gibiydi; gerçi bu durum çoğu İtalyan köyündeki durumun aynısıydı.

Kahvaltı yaptığım süre içinde, hangi insan ırkına ait olabilecekleri hakkında düşünüp durdum ve birden aklıma düşündükçe heyecandan yanaklarımı kızartan bir fikir geldi.

Bunların, dedem ve babamın bilinmeyen bir ülkede yaşadıklarından söz ettikleri ve Filistin’e kesin dönüş yapmayı bekleyen İsrail’in on kayıp kabilesi olmaları mümkün müydü? Kaderimde onların dönüşüne vesile olmam yazılı olabilir miydi?

Of, ne düşünceydi bu! Çatalımı bıraktım ve kabataslak onları inceledim. Yahudilere benzer hiçbir yanları yoktu; burunları açıkça Grek burnuydu ve dolgun dudakları Yahudi tipine uygun değildi.

Bu tezi nasıl çürütebilirdim? Ne Yunanca ne de İbranice biliyordum hatta burada konuşulan dili anlasam bile bu dillerin hiçbirinin kökenine inemezdim. Huylarını öğrenecek kadar uzun süredir aralarında bulunmamıştım ama bana pek de dindar insanlarmış izlenimini vermediler. Bu çok doğaldı. O on kabile hep acınacak şekilde dinsizdiler. Peki, ben onları değiştiremez miydim? İsrail’in on kabilesini tek gerçeğin bilgisiyle donatmak gerçekten de ölümsüz zafer tacı olurdu! Bunu düşündükçe kalp atışlarım hızlandı.

Bu, bana diğer dünyada iyi yer sağlamaz mıydı? Hatta belki bu dünyada bile! Böyle bir şansı kaçırmak ne aptallık olurdu! Onlar kadar yüksek olmasa da havarilere yakın bir yerde olurdum. Ama kesinlikle ikincil peygamberlerden daha yüksekte ve büyük ihtimalle de Tevrat’ın yazarları Musa ve Yeşaya’dan yüksekte bir yer edinirdim.

Böylesi bir gelecek için bir an bile tereddüt etmeden her şeyimi feda ederdim; yeter ki bana makul bir güvence verilsin. Misyoner çabaları her zaman samimiyetle takdir etmişimdir ve ara sıra onları desteklemek ve yaymak için katkıda bulunmuşumdur. Hiçbir zaman kendim misyoner olma hissi duymadım; ama onlara her zaman hayranlık ve saygı duyarım. Ayrıca onları kıskanırım.

Ama eğer bu insanlar İsrail’in kayıp on kabilesiyse durum tamamen farklı olurdu: Fırsat kaçırılmayacak kadar mükemmeldi ve gerçekten kayıp kabileye geldiğime dair izlenimlerimi doğrulayacak cinsten belirtiler görürsem kesinlikle dinlerini değiştirmeliydim.

Burada bu keşfin hikâyemin başlarında ima ettiğim şey olduğundan bahsedebilirim. Zaman, önce bendeki izlenimi güçlendirdi; birkaç ay şüphe duyduğum hâlde daha sonra bundan oldukça emindim.

Yemeğim bitince ev sahiplerim yaklaştı ve sanki benim de onlarla gitmemi istercesine kendi ülkelerine giden vadiyi işaret etiler. Aynı zamanda kolumu yakalayıp beni çekiyor gibi yaptılar ama şiddet kullanmadılar.

Güldüm ve oraya gidersem öldürülmekten korktuğumu göstermek için ellerimle boğazımı keser gibi yaptım. Bana hemen vaatte bulundular ve tehlikede olmadığımı göstermek için kararlılıkla ellerini sıktılar.

Davranışları beni oldukça rahatlattı. Yarım saat içinde erzak çantamı topladım. Kendimi iyi bir yemek ve uyku ile harika bir şekilde güçlenmiş ve yenilenmiş hissederek içinde bulduğum sıra dışı durumda onlardan gördüğüm ilgiyle daha umutlanmış olarak yapacağımız yolculuk için heveslendim.

Ama daha sonra heyecanım yatışmaya başladı ve bu insanların on kabileden olmadıklarını düşündüm. Bu durumda beni bu kadar belaya ve tehlikeye sokan para kazanma umutlarım, bu yerin olanaklarının benden daha önce başkaları tarafından çoktan kullanıldığı ve dolayısıyla bereketli olmadığı gerçeğiyle yıkılacaktı. Dahası, nasıl geri dönecektim? Çünkü ev sahiplerimde, bütün iyiliklerine rağmen beni tutmaya çalıştıklarını ve bana sahip olduklarını düşündüklerini hissettiren bir şey vardı.

6.Baba, Oğul, Kutsal Ruh.
7.Mecdelli Meryem: Yeni Ahit’e göre İsa’nın takipçilerinden biri.
8.Dul Kraliçe Adelaide.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

₺67,40